SERÇEYİ ÖLDÜRMEK 64. BÖLÜM
- Dilan Durmaz
- 18 Ara 2024
- 37 dakikada okunur
Bazen, bazı hisler engellenemediğinde gözden yaş olarak düşerdi. Gözyaşı hislerin somutlaştırılmış hali olurdu. Tam şu vakitlerde girdiğim masanın altında dizlerimi kendime çekmiş, gözyaşlarıma engel olamıyordum. Gözyaşlarıma değil işin aslı, hislerime engel olamıyordum.
Zaten üstümde Fetih gelmeden ağlayışımı durdurmanın telaşı varken kapının açılma sesini duyunca daha da ipler kaçtı elimden. Çünkü bu gözümden akan hissi destekleyen bir durumdu.
O his başarısızlıktı.
Fetih gelene kadar ağlamamı bile durduramamıştım.
Başarısız olmuştum.
Islık sesi duydum.
Efsun diye ıslık çaldı. Gözlerimi dizlerime bastırdım, bu baskı gözyaşlarımı durdurur belki diye ama mantıklı değildi zaten. Olmadı.
Islığın sesini yine duydum. Eve böyle giriyordu bir süredir. Kapıyı çalmıyordu ders çalışıyorsam dikkatim dağılmasın diye, anahtarı vardı onu kullanıyordu. Ben geldim demiyordu. Efsun demiyordu. Neredesin de demiyordu. Beni bulana kadar Efsun diye ıslık çalıyordu. Beni bulması da çok uzun sürmüyordu zaten. Elimde ne iş varsa bırakıp onu görene kadar hızlı adımlarla, onu gördükten sonra koşar adımlarla üzerine doğru gidiyordum. O beni belimden yakalayana kadar ben onun boynuna sarılana kadar bu minik koşu devam ediyordu. Onun ıslığı gibi.
Bu gece öyle olmadı.
O beni bulana kadar ıslık çalmaya devam etti ama ben ağlamayı bırakıp ona doğru koşmadım. Islığı odaları dolaştığı için bir uzaklaşıyor bir yakınlaşıyor. Dizlerimle daha çok baskı uyguladım gözlerime. Ağlamaktan küçülmüşlerdi muhtemelen. Islık sesi iyice yaklaştı bana ve sanırım masanın altında olduğumu anladığında kesildi.
"Efsun?" dediğini duydum. Sonra o ses biraz daha net duyuldu göremesem de anladım masanın altına eğildiğini. "Efsun?" dedi biraz telaşla. Bunun yaşanmasını istemiyordum işte. Gerekirse ağlamak için yarını beklemeliydim. "Efsun korkutma beni." dedi ve bir el bacağıma dokundu. "Gel buraya, ne oldu? Niye girdin buraya?"
Başımı dizlerimden kaldırmadan hangisine bilmiyorum ama başımı salladım. Hayır anlamında. "Efsun kaldır kafanı." bacağımdan tutarak beni çekmeye çalıştı ama yapamadı. Bacaklarıma çok sıkı sarılmıştım, tüm bedenimi çekmek için daha kaba bir kuvvet uygulamalıydı.
"Sen git üstünü değiştir, ben çıkacağım şimdi." dedim. Gözlerim çok küçülmüştü biliyordum, çok uzun süredir ağladığımı anlardı. O çıkana kadar ne yapardım bilmiyordum ama...
"Yemin ederim korkutuyorsun beni. Çıkar mısın şuradan?"
Burnumun direği sızladı aniden sesli bir ağlayışın başlangıcıydı bu. Başımı yine salladım.
"Çıkmıyor musun?"
Yine salladım.
"Efsun..."
Tekrardan salladım. Sesi soluğu çıkmadı, gider sanmadım. Gitmeyeceğini bilerek git diyordum. Beni daha kaba kuvvetle çekme ihtimali vardı ama bir anda masa biraz sarsıldı. Bedeninin sıcaklığını daha yakından hissettim. Çok yanımdan. Yanı başıma konuverdi.
"Efsun kafam çarpıyor tepeye." dedi. Tabi onun boyu uzundu. "Uzat da dizine yatayım bari." dedi. Bir an söylediğini yapacak gibi oldum. Bunun için kafamı kaldırmam gerekiyordu kandıracaktı az kalsın beni. Başıyla sokuldu saçlarıma. "Korkacağım bir şey mi oldu onu söyle bari."
Tek cevap devam ettim başımı salladım yine.
Başımdan uzaklaşmadı, saçlarımdan öptü çenesini sürttüğünde ben de biraz saçlarımı sürtmek istedim ama bunun için de başımı kaldırmam gerekiyordu. Kandırmaya çalışıyordu beni. "Zena'ya uğradım, Ayşen kruvasan yapmaya gelmiş bugün. Aldım geldim, yeriz diye yemekten sonra. İyi yapmış mıyım?"
Yine başımı salladım ama bu sefer, evet anlamında.
Saçlarım bir kalemle topluydu, açıkta olan enseme bir buse kondurdu sonra kalemi usulca çekip aldı. Yıkadıktan hemen sonra toplayınca dipleri hala ıslaktı. Kokusu da hemen yayıldı etrafa. Fetih sıkı bağladığımı bildiğinden diplerine masaj yapa yapa saç buklelerimi düzeltti. Sık aldığı nefesleri hissedebiliyordum.
"Bugün akşama kadar bana attığın şarkıyı dinledim. Yolda gelirken bile."
Sabah o evden çıktıktan sonra baştaki o ıslık kısmından dolayı özellikle, Fetih'e attığım bir şarkı vardı. Sözleri de elbet anlamlıydı ama Fetih nasıl ıslıkla eve giriyorsa şarkıcı da şarkısına ıslıkla giriyordu.
Bir de tabi bu şarkıcı bizim için özeldi biraz. Özellikle Kor şarkısını çok severdik. Vazgeçmişsin benden dediğinde hayır vazgeçemedim derdim hâlâ.
Şarkının girişindeki ıslığı çaldı kulağıma çok yakın bir yerde. Göz yaşlarım aksa da gülümsedim.
"Ben bir ayyaşım, sekiz çizer ayaklarım.
Özlemişim sarhoşluğunu bu semtin sokaklarının."
"Fetiiih!"
"Gecenin biri, aptalının biri
Kalbinin dışında bekliyor içeri girmeyi."
Şiir gibi okumuyordu bunu, sabah attığımdan beri dinlediği şarkıyı ritmiyle kısık sesle söylüyordu. Dayanamadım başımı kaldırdım. Evet kandırdı beni. O yüzümü görmeden kollarımı boynuna sarıp yüzümü sinesine gömdüm. Belimden yakaladı beni hemen, dikkatlice kaldırdı ve kucağına doğru çekti kendime çekerek küçülttüğüm bedenimi. Başımı omzuna bıraktım sessizce saçlarımı okşamaya başladı. Sanki tüm derdi beni kucaklamaktı.
Urfa'daki ofiste rujumu parmağıma sürüp bir masanın alt kısmına parmak izimi basmıştım. O masa Fetih'le ilk yakınlaştığımız masaydı. O masa bizim için özel bir masaydı. O masa Fetih'in mahrem masasıydı ve bir gün nereye giderse gitsin masasını da yanında götüreceğini söylemişti.
Biz şimdi o masanın altındaydık. Ben de kırmızı ruj izime bakıyordum.
O masa benim çalışma masamdı.
"Bir şeylerin yolunda gitmediğini mi düşünüyorsun?" diye sordu saçlarımı okşarken. Fetih kadınların ruhundan anlıyor demek istemezdim. Fetih Efsun'un ruhundan anlıyor derdim. Bu zaten çok uzun zamandır fark ettiğim bir şeydi ama aynı Fetih öğrencinin de halinden anlıyordu.
Anlamıştı.
Başımı salladım. "Yapamayacağım, yetişmeyecek hiçbir şey. Her şey için çok geç kaldım." dedim ve bunları söyledikçe her şey daha çok tetiklendi. Hıçkırır gibi nefes aldım sesli bir halde. Ama sadece aldım, geri vermedim çünkü ağlamaya başladım.
Hiig diye garip bir ses çıkarıyordum, gözyaşlarım akıyordu ve konuşmaya çalışıyordum. "Anlamıyorum. Her şeyi unutmuşum." o ses yine çıktı ağzımdan. "Yapamayacağım. Tıp fakültesini baştan okumam lazım benim."
Ben omzunda ve kucağında ağlarken o, "Ooo," çekti ve güldü. Yeniden 'hiiig' diye hıçkırdım. "O zaman ben şimdi yanında kalp krizi geçirsem hiç müdahale edemeyeceksin."
"Fetih!" bağırdım önce.
"Can çekişimi izleyeceksin. Ne yapman gerektiğini unuttun sonuçta, öylece bakaca..."
"Fetih sus diyorum sana." omzundan kaldırdım başımı yüzüne baktım ve elimle kalbine baskı uyguladım. Biraz daha konuşursa vuracaktım.
Gözlerime bakakaldı, iki kaşının ortasında derin bir çukur oluştu. "Kaç saattir ağlıyorsun sen?" gözlerimi kırpıştırdım yüzüne baktım. "Hı?"
"Çok saattir."
"Efsun." dedi öylece. Bu kadarını beklemiyordu sanırım. Yüzümü avuçlarının arasına alırken akan burnumun ucuna bir öpücük kondurdu. Islak kirpiklerimi baş parmağıyla sildi.
"Yetişmeyecek. Çok geç başladım. Aylarca bir tedavi diye tutturdum, bir sürü şeyle uğraştım. Bu saatten sonra ne yapılır? Şımarık gibi aylarc..."
"Şımarık gibi mi?" onun için kötü bir şey söylemişim gibi hayal kırıklığıyla baktı. Başımı salladım, bu düşünceyi ağlamaya başladığım andan beri o kadar çok benimsemiştim ki şimdi yine dillendirmek başımı öne eğdi, gözyaşlarımı hızlandırdı, omuzlarımı sarstı. Yedi buçuk ay, iyi olmak için çırpınmıştım. Bak şimdi ne haldeydim. Hiçbir şey yetişmiyordu. Hiçbir şey hatırlamıyordum.
"Kendine ayırdığın zamana şımarıklık mı diyorsun sen?"
Yine o sadece ses çıkararak nefes aldığım ama vermediğim hıçkırıklarım arttı. Mesleğimi unutmuştum işte. Bir doktor gibi yaşamamıştım yedi buçuk ay boyunca. Hiç doktor olmamış gibi yaşamıştım.
"Sana inanmıyorum." dedi şaşkınca. "Bu fikrin saçma olduğunu o zamanı ayrı geçirdiğimizden de mi anlamadın? Sen benden bir şımarıklık için ayrı kalır mısın hiç?" dedi. Başımı eğdiğim yerden kaldırmadı. Utanmam gerekiyordu sanki ve buna izin veriyordu. "Kendinle baş başa kalman gerekiyordu kaldın, bir dakikasından bile sakın pişman olma." dedi ve ekledi.
"Kızarım. Çok kızarım sana."
Başımı öne doğru bıraktım ve göğüs kafesine yasladım alnımı. "O zamana şımarıklık dersen kendine de bana da bize de haksızlık edersin." dedi. Ben boşuna mı sabrettim der gibiydi sesi. Ben boşuna mı bekledim. Ben boşuna mı gelmedim. Kravatını çıkardım, gömleğinden birkaç düğme açıp yüzümü tenine yasladım. Fetih'in teniyle temas içinde olmak, özellikle yüzümün, bu anlarda çok daha iyi geliyordu bana.
"Sana o ilk meyve tabağını getirdiğim gece neler dediğimi hatırlıyor musun?" dedi. Çok çok çok uzun bir zaman geçmemişti. En azından sınava girmeme kalan vakit, o zamanla bugün arasında kalan vakitten daha fazlaydı. Neyse ki. Gözlerimi kapattım o geceye gittim.
Fetih'in bana aldığı yirmi ikili fosforlu kalem setinden sadece dört tanesi masamın üzerindeydi. Eğer hepsi masamın üzerinde olursa, tamamını kullanmak istermişim ve dikkatim dağılırmış, olmazmış. Bu kalemleri başka bir ülkeden getirttiği için geri alırım diye çok rahat tehdit ediyordu beni. Aynısından ben de alırım diye meydan okuyamıyordum çünkü alamazdım. Bir arkadaşından rica etmişti öyle getirtmişti. Herhangi bir sitede satışı yoktu ve ben renkli kalemleri çok severdim. Kimsede olmayan renkli kalemleriyse daha çok severdim.
Bugün hedeflediğim sayfa sayısından kalana ve saate baktım. Ders çalışmaktan biraz midem bulanıyordu ama neyse ki henüz uykum gelmemişti. Bu ilk gündü alışacaktım her geçen gün. Ben altı yıl ders çalışmış insandım yine adapte olurdum elbet.
Masamın üzerine bir tabak konuldu.
Masaya oturduğumdan beri heyecanla beklediğim tabak.
Meyve tabağı.
Bir mimarın eli değmiş, özenli bir meyve tabağı.
Yâr ve tabak gelince kalem elden usulca düştü. Durdum gülümseyerek tabağa baktım. Bir meyve tabağı ne kadar huzur verebilirse ne kadar içimi ısıtabilirse ne kadar iyi hissettirebilirse o kadar oldu.
Portakal, mandalina, muz, elma, ananas. Bunlar en son küçükken bana mutluluk vermişti bir de bu koca yaşımda. Ensemde ince uzun parmaklar hissettim yavaşça geriye yaslandım.
"Nasıl gidiyor?"
"Zor."
"Güzel. Zorsa boş değildir. Verim alıyorsun demektir bu. Beynin bir şeyi zorlanmadan alıyor olması tamamını almadığının kanıtıdır." dedi. Son cümleyi eşeledi beynim. Bunu da zorlanarak aldı mesela. Başarılı ve başarısız olduğum dersleri düşündüm. Eğitim hayatımı taradım. Kolayca anladığımı sandığım konulardaki başarımı düşündüm. Haklıydı galiba.
"Şimdi ben sana daha yolun en başındayken bazı şeylerden bahsetmek istiyorum. Bunları şu an söylemezsem zamanı geldiğinde basit teselli cümleleri olarak kalacak ve inandırıcılığı azalacak. Seni o kadar çok seviyorum ki sırf sen üzülme diye altı boş teselliler veriyorum sanacaksın sana ve içten içe inanmayacaksın bana." baş parmağı ensemden sırtıma doğru bir karışlık mesafede masaj yapıyordu.
"Zaman zaman umutsuzluğa kapılacaksın. Yapamayacağım, yetişmeyecek, geç kaldım naraları atacaksın. Her şeyi unuttuğunu sandığın gibi, öğrenmeye çalıştığın hiçbir bilgiyi zihninin almadığını iddia edeceksin. Bırakmak isteyeceksin, umutsuzluğa kapılacaksın." dedi. Daha ilk günden, benim heyecanım bu kadar yüksekken ve beynim bilgiye aç bir sünger gibi beklerken gerek var mıydı ki bu dediklerine? Hem Fetih hiç öğrenci Efsun'u tanımamıştı. Ben ders çalışmayı sevmezdim ama ders çalışmayı da hiç bırakmazdım.
"Ben o zamanlar geldiğinde sana teselli vermek yerine bu anı hatırlatacağım. Bu şekilde sen de duygularıma yenilip seni kandırdığımı düşünmeyeceksin. Bunlar başına gelecek Efsun. Şimdiden kabullenelim. Önemli olan bu durumun geçici hislerden ibaret olduğunu bilmek. Bir öğrenci için en kolay kaçış yolu yapamayacağını iddia etmektir. Yapabildiği anda bile. Tamam mı Efsun?"
"Tamam mı Efsun?" dedi şu anın içinde de. Gözlerimi açıp kapattım ve onu izledim. "Biz bu anlar için zaten çok önceden konuşmuştuk. Geçici hisler seni dürtüyor tahmin ettiğimiz gibi. Başarısızlık yok. Olsa görürdüm. Aylar sonrası için umutsuzluk hissetsem sana bunu söylerdim ve yönümüzü bir sonraki sınava çevirmek isterdim. Bu şekilde yoğun bir programda ben senden mahrum kalıyor. Bir işe yaramayacağını düşünsem kendime bunu yapmazdım." burnunu burnuma yasladı. Dudaklarını sus çizgime dokundu. İnce uzun parmakları ensemde daldaki bir yaprak gibi süzülürken beni boynuna doğru çekti.
"Biraz daha ağlamak istiyorsan ağla." dedi içimdeki tükenmek bilmeyen dürtüyü fark etmişken.
Fetih'le paylaştığımız ortak bir hayatın her gününde bir şeyi çok iyi anlıyordum. Fetih'in karakterinin bir evliliğe muazzam derecede uyumlu olduğunu. Bu insanlara sesli olarak anlatabileceğim bir şey değildi, yaşarken hissedilen bir lezzetti. Hayatında birden fazla konum vardı ve Fetih en çok evliliğinin hakkını veriyordu. Hissiyatta ve sorumlulukta olmasını gerekenin çok üstündeydi. Olması gereken bendim olması gerekenin çok üstü oydu. Beni anlıyordu. Beni ben anlamazken de anlıyordu.
Çok sessiz ağlayabilen biriydim aslında. Saatlerce bir duvara bakıp sadece gözyaşı dökebilirdim. Gözleri görmeyen biri ağladığımı ben istemezsem fark etmezdi ama tüm o sessizliğimi kaybettim. Kaybetmek istedim. Bir çocuk gibi, ne kadar sesli ağlarsa hislerini daha çok anlatabileceğini düşünün bir çocuk gibi ağladım. Burnum aktı, sesim yükseldi, Fetih'in boynu sırılsıklam oldu ama hiç müdahale etmedi. Sanırım böyle çirkin bir halde en son beş altı yaşımda ağlamıştım. Fetih benim ağlamama kıyamayan bir adam değildi. Fetih benim canım çok yanarken ağlamama kıyamayan bir adamdı. Beş yaşında çirkin, çirkef bir ağlayışın bitmesini sabırla bekledi.
Ağlamam bitince başımı omzundan kaldırdım ve "Bitti." dedim. Tuvalete gitmiş bir misafir çocuğu gibi. Bütün sıvıların birbirine karıştığı yüzüme baktı.
"Güzel." dedi ve kirpiklerimi sildi. "Şimdi yemek yiyelim. Sonra yürüyüş yapalım biraz. Dönünce de süt ısıtırız sana, kruvasanları yeriz."
Tam olarak o ilk zamanlardaki küçük dünyamıza dönmüştük. Tek fark sadece bir odamız yoktu. Evimiz vardı. Bu da birden fazla oda ve dilediğim gibi hareket ettiğim bir mutfak demekti. Efsun ve Fetih'in küçük dünyası. Minimal, kendi halinde ve neredeyse kimseyi almadıkları tüm aşırılıklardan uzak o dünya. Yatağın içine girdiğimizde çocukluk anılarımızı anlattığımız, bazen sevgimizin taşıp şiddete dönüştüğü ve ısırma eylemini bol bol gerçekleştirdiğimiz, bazen dozu kaçırıp birbirimizi yataktan düşürdüğümüz, altta kalanın canının çıkacağını sık sık belirttiğimiz, ertesi gün uyandığımızda bedenimizde bir morluk görüyorsak büyük bir dehşetle bunu ben mi yaptım diye sorduğumuz, bazen haddinden fazla tutkulu, bazen bir o kadar şefkatli sevişmelerle son bulan gecelerimiz vardı.
Sanat toplum için mi, sanat sanat için mi gibi asırlık bir konuyu yumuşak bir dille tartışmaya başlayıp anın sonunda Türkiye'de yapılan siyasi bir tartışma tadında bitirdiğimiz- burada tam olarak 'senin ağababaların başaramamış' minvaline kadar tansiyon yükseliyordu- konuşmalarımız oluyordu. El bebek gül bebek beni seven Fetih zamanında kar görünce nasıl bana acımadıysa, o kara gömmekten çekinmediyse ortak fikirde olmadığımız her sanatsal ve bilimsel konuda acımadan yerden yere vuruyordu. Ortası katiyen yoktu.
Tevfik Fikret ve Mehmet Akif gibi bir kalem kavgasında olmuyorduk çoğu zaman. Melih Cevdet Anday ve Çetin Altan tadındaydı bu hallerimiz.
Bazı gecelerse, tıpkı o ilk zamanlardaki gibi gece çalışan Fetih'in yanına kıvrılıyordum. Ufak tefek farklılıklar vardı tabi. Artık uyurken aniden uyanıp kapısına dikilmiyordum. O ayrı bir odada ben ayrı bir odadan çalışıyorken, evet yan yana çalışırsak dikkatimin dağılacağını söylüyordu, sıkıldığım anda olduğu odaya girip kapı önünde bekliyordum beni fark etmesini. Bazen dersten kaçtığımı söyleyip beni yanına almıyor, masama geri dönmemi istiyordu. Buna çok kırılıyordum. Bazı anlardaysa gülümsüyordu. Bu gel demekti. İlk hamlem arkadan sarılmak ve çenemi başına yaslarken ekranını izlemek oluyordu. Ona göre benim kitaplarım hiç anlaşılmayacak kadar karışık bana göre onun ekranı hiç anlaşılmayacak karman çorbandı. Sorular soruyordum, sağ olsun anlatıyordu da ama ne kadar anlıyordum bilmiyordum.
Kitaplığını karıştırıyordum, sorular soruyordum. Roman türünden o kadar az kitabı vardı ki ilgimi çok az kitap çekiyordu. Aslında Türk Edebiyatı'nı silip süpürdüğü bir gençliği vardı ama kitaplığı bunu söylemiyordu. Olasılıksız kitabı vardı ilk rafın en başında hemen yanında Empati. O kitaplar hakkında konuşunca çok başka bir adama dönüşüyordu işte. Gözümün önünde fizik ete kemiğe bürünüyordu ve mimarlıktan daha anlaşılmazdı bu. Schrödinger kedisi, Minerva'nın baykuşu... Bunları dünya üzerinde Fetih'ten başkası anlatsa, kim olursa olsun dinlemezdim. Usulca uzaklaşırdım ama Fetih anlatınca dinliyordum. Tam olarak belki de çok yorgun olduğum için kavramıyordum ama kendi alanımla dolmuş taşmış bilgilerin üstünde Fetih'ten bir şeyler dinlemek iyi geliyordu. Yüzüm nasıl bir hâl alıyordu da Fetih aniden anlatmayı bırakıp yüzümü gözümü eğip bükerek seviyordu ama dişleri kamaşıyordu, yine midesine düşeceğim sanıyordum.
Benim eşimin çift karakteri vardı.
Velhasıl kelam Fetih'le o eski hayatımıza dönmüştük. Döndükçe de aslında o araya sıkıştırdığımız diğer hayatlara ne kadar ait olmadığımızı fark etmiştim. Hatta öyle ki o zamanlar şimdi bana mesafeli geliyordu. Her anlamda. Bizim özümüz buydu. Biz kendi mesleklerimizde, kendi hayatımızda mutlu iki insandık.
Zena beklediğimizden büyük bir çıkış yakalamıştı. Kruvasan tarifini kaptığım şefin sosyal medyasında bize yer vermesi ve devamında oluşan popülerlik, içinde bunun hakkını veren ve şişirilmiş bir balon olmadığımızı kanıtlayan tariflerimiz güzeldi. Bunların verdiği his güzeldi. Bunlarda payımın olması güzeldi, çalışan sayısının artması güzeldi. Üçüncü şubenin çok erken olsa da şimdiden konuşulması, perde arkası tekliflerin gelmesi güzeldi ama bunları bir doktor olarak şu an dışarıdan takip etmek daha güzeldi.
Herkes olması gereken yerde işini yapıyordu.
"Olur." dedim. "Fırında tatlı patates ve bakla içli enginar yaptım. Bir de canım Hatay kısır çekti onu yapmaya çalıştım ama sanırım tam olmadı."
Bol keyifli bir "Ooo," çekti. Onu neyin sevindirdiğini biliyordum. "Akdeniz'in en doğusuna kadar gitmişiz. Sonraki hedef Güneydoğu, ileri."
"Evimizde isot var, ev yapımı biber ve domates salçası var, içli köfte yaparız diye ciriş yarma bulguru bile var. Daha ne kadar Güneydoğu'ya gidebiliriz?"
Kucağında benle kendini masa dışına doğru kaydırdı. "O ciriş yarma bulguruyla güzel haşlama bir içli köfte, yanına da Urfa ciğer yapınca merkezine varacağız." masa altından çıkınca kalkmak istedim kucağından ama kucakladı beni.
"Tabi çok beklersin o bulgurla sebzeli çok güzel bir tarif yapacağım ben. Fırsat bulamıyorum."
"Urfalıların şerrinden Allah'a sığınırsın sonra." dedi ve odamızın kapısından geçtik, banyoya girdik.
***
"Fetih yandım, yandım Fetih yandım!" ağzımdaki kestanenin yangısı bacaklarıma vurdu, yerimde zıplamaya başladım. Ağzımı kocaman açmışken Fetih ağzımın içine üflemeye başladı.
"Ben sana bekle sıcak dedim." üfleye üfleye soğuturken ağzımın içini gözlerim yaşarmış, burnum akmaya başlamıştı. Soğumuş kestaneyi oldukça temkinli çiğnerken burnumu çektim.
"Ben nereden bileyim bu kadar sıcak olduğunu!
"Ateşin üzerinden az önce aldık ya Efsun."
Yolun ortasında durmuştuk insanlar çevremizden geçip duruyordu. Yemek yedikten sonra onun da dediği gibi dışarı çıkmış, sahile inmiştik ve kestane almıştık. İstanbul'un en sevdiğim yanlarından biriydi bu çok fazla simitçi ve kestaneci vardı. Bunu bir anlık boşlukla kestaneci adama sormuşken Fetih gülmüş ve bölmüştü beni. Adama parayı verip Fetih'in kollarına girerken "Bırakalım adam işini yapsın." demişti kinayeyle.
"Tamam bu bitti, yenisini soydun mu?" dedim. Ben kestaneyi oldum olası severdim. Babamla dışarıya çıktığımızda o da hep alırdı ama İzmir'de bu kadar kestaneci yoktu tabi.
"Soydum ama soğuyacak önce, sabret."
"Tamam ben üfleyeceğim."
"Hayır."
Tartışmaya girmedim, o verene kadar durmadan soğudu mu diye sordum durdum sordum durdum. Biraz kızdı ama soğudukça verdi.
"Kürşat yarın geliyor." dedi. Yanağımı koluna yaslamışken yavaş yavaş yürüyorduk, her gelen bizi geçiyordu. İşin doğrusu ben yavaş yürüyordum.
"Ciddi misin?"
Ben onun yaşındayken yoğun bir ergenliğin pençesindeydim, o ise aylardır ülke ülke takımıyla dolanıyordu. Bunu bilmek o kadar gurur vericiydi ki geçen günlerde tesadüf eseri tanıştığım, oğlunun sporla ilgilendiğini öğrendiğim birine Kürşat'ı anlatırken bulmuştum kendimi ama bu normal bir anlatış değildi. 'Bakıın benimki de böyle' der gibi, övüne övüne... Kadın başta oğlumdan bahsediyorum sanmıştı sonraki tahmini kardeşim üzerine olmuştu.
"Evet. İltica etti sanacaktım artık köpeğin."
"Kaçta gidiyoruz almaya?"
Geldiğimi bilmiyordu. Öyle ki hâlâ sayılı insan biliyordu. Fetih'in ailesi biliyor mu emin değildim. Fetih'in onlarla ilişkisinden de bihaberdim. Konuşuyorlar mı konuşmuyorlar mı emin değildim. Bu umursamadığımdan değildi. Sormayı unutuyordum. Gün içerisinde ders çalışmaya başlayınca aklıma geliyor akşam soracağım diyordum ama akşam olunca Fetih gelince unutuyordum işte. Sıra gelmiyordu, zaman kalmıyordu. O da konuyu açmıyordu, benim yanımda konuşmuşluğu da olmamıştı.
"Gitmiyoruz, atla taksiye gel dedim. Eve çok ters o havalimanı."
"Fetih saçmalama!"
"Efsun yapma, Zeliha da yolumun üstünde değilse ona da atla taksiye gel diyorum."
"Tamam olabilir Zeliha daha sık geliyor ama o aylardır bir turnuvanın içinde. Hani olur ya bir takıma büyük bir futbolcu gelince taraftarlar havalimanında karşılar. Kürşat da öyl...
"Efsun." dedi abartma dercesine. Ne yani Fenerbahçe'ye yapılan büyük bir transferden geri kalan neyi vardı Kürşat'ın? Hatta Kürşat çok çok daha hak ediyordu.
"Tamam ben tek gideyim o zaman sen bilirsin."
"Gidiş üç dönüş üç, etti sana altı saat. O kadar saatte ne kadar ders çalışırsın..."
"İyi tamam tamam ben tek gideyim gelme sen."
"Saat ikide inecek uçağı."
"Tamam canım tek gider gelirim ya, tek başına hem de. Yapayalnız."
"On bir de çıkmamız lazım."
"Bir çalma listesi de yaparım bu akşam, yapayalnız altı saatlik yolda dinlenecek şarkılar diye."
"Akşam altıya kadar da evde oluruz."
"Sana atmam ama listeyi çünkü ben seni hiç yalnız altı saatlik yola göndermem her yere gelirim seninle."
Avucuyla kafamı tuttu hiç beklemediğim bir anda. Ben çoktan koluna yaslanmayı bırakmış hatta hızlı yürüdüğüm için onu bir adım da geçmiştim. Kafamdan tutarak açtığım mesafeyi kapattı. "Seni var ya..." dedi yine. Sokakta bunu söylüyor olması benim için önemli değildi. "Ne yaparsın?" diye sordum. Öyle atıp tutmakla olmazdı, söylemek, anlatmak hatta yapmak lazımdı.
Dudaklarını örttü birbirinin üstüne, oluşan çizgiye baktım ve otuz iki dişimi göstere göstere gülümsedim. Ellerimi arkamda birleştirirken işlediğim suçu güler yüzle toplamak ister gibi iki yana sallanmaya başladım. "Yoruldun mu? Eve gidelim mi?"
"Yorulmadım." dedim. Sanırım ben Fetih'i ilk hayal kırıklığına uğratıp sonra toparlamayı seviyordum. "Ama gidelim."
***
Fetih'in abarttığı kadar olmayan ve sadece iki buçuk saat süren yolun ardından yolcuların çıktığı yolun başında bekliyorduk. "Uçağın yarısını kaplamışlar." dedi Fetih. Tek tek takım arkadaşlarını tanımasa da hepsi formalıydı. Geleceğimizden haberdar değildi, taksiye bineceğini sanıyordu. Instagram'da fotoğraflarını görüyordum zaten sık sık Kürşat'ın. Yedi ay içinde fiziken en çok onun büyüdüğünü biliyordum ama şu ana kadar çıkan çocuklar arasında en uzunu, resmen yanımdaki adamın boyuna yetişmiş ya da yetişmesine santimler kalmış, en son bıraktığımda benden uzun ama yine de minicik gördüğüm çocuk artık kocaman olmuştu.
Güneş gözlüğü takmış, sanki onu çeken kameralar varmış gibi poz kese kese yürüyordu. Telefonumu çıkardım ve ona istediğini verdim. Bir gün onu gerçekten çeken kameralar olacaktı biliyordum.
"Güneş gözlüğünü gerçekten takmış mı?" dedi Fetih sesinin altında bir ton aşağılama yatarken. Bana döndü ve elimdeki kamerayı gördü.
"Yok artık." dedi öylece. Telefonu usulca kapatıp geriye attım. Kürşat bizi beklemediğinden gözleri dolaşmıyordu etrafta. Fetih söylene söylene ıslık çaldığında da üstüne alınmadı. Kürşat'ın tek bir amacı vardı, o da havalı havalı yürümek.
"Kürşat!" diye seslendi sonunda. İsmini duyunca hangi hayranı ona seslendi diye merakla baktı etrafa. Fetih'i görünce beklemese de olağan karşıladı ve elini kaldırdı selam verir gibi. Sonra birini daha gördü. Ona gözlüklerini çıkartacak birini. Adımları durdu ve gözlüğünü çıkardığında göz göze geldik. Elimi salladığımda Fetih'le benim aramda gitti geldi gözleri. Yanımda ağabeyi olmasa ben olduğuma ihtimal vermeyecekti sanki. Halbuki fiziken değişen kesinlikle oydu.
O ilk şaşkınlığı atarken poz kesmeyi bıraktı ve hızlı hızlı yürüdü. Aramızdaki engelleri aşıp bize vardığında göz gözeydik ama ne yapacağımızı bilmiyorduk. Sarılmaya cesaret edemedim ve aynı anda konuştuk.
"Hoş geldin."
"Sen döndün mü?"
Sadece ben heyecanlanmadım, kalbim, midem, karnım. Benimle beraber çoğu parçam da kıpır kıpır oldu. "Döndüm. Ne kadar da büyümüşsün." dedim onu baştan aşağı süzerken. Beni pek sevmediği dönemde bile gözlerini bana dikip uzun uzun bakamazdı. Utanırdı. Bugün bile beni süzüşü iki arada bir derede oldu.
"Sen de," dedi ve utangaç bir gülümsemeyle durdu biraz. Evet ben de... "hiç yaşlanmamışsın." dedi. "Şey." gözleri kaçıp kaçıp duruyordu benden. "O Kızıl Sonra filmindeki kadına benziyorsun hâlâ."
"Kürşat ben seni çok özledim."
Elinde küçük bir kabin çantası vardı, onu yavaşça yere bıraktı Fetih sessiz sedasız bizi izlerken. O çantayı bırakmasından cesaret aldım ve kollarımı açtım. Küçük kardeşlerin boyu ne kadar uzun olursa olsun, sarıldığınızda her ne kadar Maşa ve koca ayı gibi de dursanız küçüğün o olduğunu sarılış biçiminden bile hissedebiliyormuşsunuz. Ben bunu yirmi altı yaşımda İstanbul Havalimanı'nda öğrenmiştim.
***
Akşam yemeği Kürşat'ın özlediği yemeklerle ve Fetih'le beraber Türk mutfağının dünyada birinci sırada olduğunu iddia etmesi, bunu savunmasıyla geçip giderken yine ders başına oturmuştum. Sınava hazırlanmanın en büyük sancısı da buydu işte. Gün içinde bu masaya oturmazsa kişi büyük bir vicdan azabı çekiyordu uyurken bile.
Bir ara Kürşat sessiz sedasız telefonla konuşmuştu. Tahmin ediyordum zaten kim olduğunu, bu şekilde benim gelişimin haberi kesin olarak Urfa'ya ulaşmıştı bu kez. Artık emindim.
Masanın üzerine konan bir adet meyve tabağıyla Fetih saçlarımı sevdi ve şakağımdan öpüp yanağını yasladı öptüğü yere.
"Bir şeye ihtiyacın var mı?"
Ellerimizi birbirine sardım ve onunla beraber kitaplarıma baktım. "Uykum geldi." bunu söylediğim an tesadüf eseri karşı koltukta oturan Kürşat'la göz göze geldim. Bir bana bir Fetih'e bir meyve tabağına baktıktan sonra gülerek telefonunda hızla bir şeyler yazıyordu.
"Hayır gelmedi."
"Geldi."
"Gelmedi sana öyle geliyor."
"Fetih uykum geldi."
"Sana öyle geliyor, şu an ders çalışmasan asla bunu hissetmeyecektin. Bir iki saat daha dayan. Bak ben de çalışıyorum." masanın bir ucunda ben bir diğer ucunda o vardı ve ikimiz de çalışıyorduk. Onun niye hiç uykusu gelmiyordu aklım almıyordu. Biz bunları konuşurken Kürşat bize bakıp hızlı hızlı yazmaya devam etti. Fetih'in de dikkatini çekmesi gecikmedi zaten.
"Ne bakıyorsun?" dedi ters ters yanağını tenimden ayırmadan. Kürşat koltuğun üzerine rahatça yayılmış hayal ettiğim gibi takılıyordu. Masanın üzerinde oturmaktan boynum düzleşmişti artık benim.
"Siz her gece böyle ders mi çalışıyorsunuz inek gibi? Gördüğüm en sıkıcı evlilik." dedi acımadan. Hayır sıkıcı değildi işte! Kaşlarım büküldü, hüzün çöktü bakışlarıma. Dışarıdan öyle duruyor olabilirdi ama hiç öyle değildi. Aynı evin içinde iki evkuşu olarak zaman geçiriyorduk. Bu benim şükredeceğim bir şeydi. Memnundum ben. Ders çalışmaktan değil ama Fetih'le tüm günü aynı evde geçirmek huzurun ta kendisiydi.
"Gitti iki ülke gezdi diye kanaat önderi kesildi başımıza. Oğlum bana bak bana," dedi ve önümden aldığı kalemi telefonuyla ilgilenen Kürşat'a fırlattı ve tam alnından vurdu.
"Fetih!"
"Bu kadın ileride bir maçta bacağın kırılırsa meslek hayatın bitmesin diye ders çalışıyor. Akılsız."
Aslında vermek istediği mesaj çok yerindeydi ama benim beynim sulanmıştı, çok yanlış bir noktaya odaklandım.
"Ama ben uzmanlığı ortopedi üstüne düşünmüyorum ki kadın doğum üstüne düşünüyorum."
"Zort!" sesli harf öylesine uzatıldı ki benim de Fetih'in yüzü buruştu ve ikinci kalem de fırlatılmak için kalktı ama engel oldum.
"Yapma yapma gözüne gelecek."
"Sen benim ne kadar iyi bir nişancı olduğumu unuttun galiba." daha evliliğimizin en başında beni tepeye götürüp atış dersi adı altında tamamen şov yapmıştı. Nasıl unuturdum. Bakmadan vurduğu şişe, baban da mı nişancıydı ama kocan nişancıydı diye kulak tırmalayan bir cümle ve daha fazlası...
"Hayır tabi ki! Babam nişancı değil ama kocam nişancıydı." dedim. Geçmişi hatırlatmam ya da kurduğum cümle çok hoşuna gitti. O Kürşat'a sinirlenen tavrı tuz buz oldu yüzünde eşsiz bir kıpırtı dolaştı yine.
Evet eşsiz bir kıpırtı. Bu Fetih'in çok hoşuna giden bir cümlemde ya da davranışımda verdiği tepkiydi. Yüzü gözü ayrı bir hal tavra bürünüyordu.
Tahminim farklı olsa da bu eşsiz kıpırtının sebebi bambaşkaydı. "Kocan?" dedi
Benden bu kadar az duyduğu bu kelime onu kadar çok etkilememeliydi. Üstelik koca gibi, benim kulağıma eş kelimesinden çok daha kaba ve gereksiz gelen bu söz...
"Hı hı."
O eşsiz kıpırtı büyüdü ve tatlı bir gülümsemeye bıraktı kendini. İç çektiği sıra Kürşat'a baktım. Kısık sesle konuşuyorduk ama zaten onun kesin bu sıkıcı evlilikte ne konuştuğumla alakalı merakı yoktu.
Bacağını koltuğun üst tarafına atacağı vakit "Düzgün otur yengenin karşısında." diye gereksiz uyarı aldı.
"Saçmalama bırak nasıl rahat ediyorsa öyle otursun."
Kürşat tepki vermeden bacağını indirdi. "Bir daha görmeyeceğim."
"Ne kadar ayıp bu yaptığın. Bakma sen ona, burası senin ağabeyinin de evi, nası..." kaldı ki sadece benim de evim olsa yine istediği gibi oturmalıydı.
"Hayır yengesinin yanında oturmasını kalkmasını bilecek. O zaten bunun böyle olması gerektiğini biliyor." dedi ve hiç de itiraz almadı. Çocuğun rahatını bozduğuyla kaldı ve yerine geçti. Kürşat da zaten yorgundu, koltuğun üzerinde Şeftali üzerindeyken uyuyakaldı. Koltuğun rahat olduğunu bilerek yastığını ve yorganını getirip üzerine örttüğümde sehpanın üzerindeki telefonu çaldı. Annesi arıyordu, Fetih'le göz göze geldiğimizde aramayı meşgule alıp telefonu da sessize aldı.
O kadar çok uykumun geldiğini dillendirdim ki bir yerden sonra gözlerim kapanmaya başladı ve Fetih elindeki işi bitirmediği için gelmese de ben yatağa geçtim ama tüm sızlanışım buraya kadardı. Uyuyamadım. Döndüm durdum. Yastıklarımızı değiştirdim, Fetih'in yattığı yere geçtim ama yok olmadı. Ya sahiden Fetih haklıydı benim uykum yoktu ya da yok diye uyku tutmuyordu. Fetih'e gelmesi için mesaj atacaktım. Zeliha'nın yaklaşık yarım saat önce bana attığı iki mesaja bastım.
Şanlıurfa'yken bu saatleri bulmak çoktan uyurdu, öyle alışmıştı ben de bozmazdım bu düzenini. Senelerce evde yemekten sonra onu bekleyen bir suskunluk vardı, uyumaktan başka ne yapabilirdi ki zaten? Şimdiyse mesaj attığı zamana seviniyordum. Belki arkadaşlarıyla dışarıdaydı, belki konserde, belki yemekte, belki de evinde ama kalabalık bir grupla güzel bir ortamdaydı.
Attığı resim açılmadan alttaki mesajı okudum.
'Kürşat iki gün sonra bana gelecekmiş. Geldiğinde benim girip çıkmama, özellikle karşı cins arkadaşlarıma karışıp durmadan babama ya da abime şikâyet etmekle tehdit edip beni delirtmeye kalkarsa yukarıdaki anonim hesabının ona ait olduğunu bildiğimi ve bu attığını abime göstereceğimi bilsin. Onun o küçük fenomenliğini yakarım abim de onu yakar. Mesajı okurken tehdit mi ediyor beni diye sorarsa evet tehdit ediyorum. İyi geceler Efsun abla seni çok seviyorum, çok özledim.'
Bu kadar tansiyonu yüksek olan mesaja ait fotoğrafı açtım. Anonim bir Twitter hesabıydı ve bu gece atılmasına rağmen şimdiden binlerce beğeni, yüzlerce alıntılama alan paylaşımı okudum.
Abimin evindeyim yengem tus'a çalışıyor abim meyve tabağı hazırlamış masasına koydu bir şeye ihtiyacın var mı güzel karım dedi aşk böyle bir şey mi
Yengem mi?..
Bu Kürşat'ın bana ilk yengem deyişiydi. Benden yengem diye mi bahsediyordu? Henüz hiç duymamıştım ama bu yazı içten içe beni benimsediğini gösterirdi. Evet yengesini benimsemişti sadece Kürşat benden biraz çekiniyordu, hiç belli etmemek için çabalasa da yenge demek onun için zorlayıcıydı.
"Yengen sana kurban olsun." dedim kendi kendime. İçten içe yenge diyordu demek ki bana. Ben Efsun dediğini sanıyordum.
Kürşat'ın bir bize bir telefona bakan görüntüsü aklıma geldi. Bunu mu yazıyordu? Zeliha'nın neden tehdit ettiğini de anlıyordum. Bu gülümser geçerdim ama Fetih'in hoşuna gitmezdi. Evinin içinde benimle yaptığı ona göre özel bir anın paylaşılmasından hoşlanmazdı. Mahrem perileri hemen müdahale ederdi. Hemen altındaki devam yazısını okudum.
'Yengem uykum geldi diyor abim yok yok gelmedi ders çalış diye diretiyor hem hoca hem koca'
Kıkır kıkır güldüm, gidip gelen yorumlara bakacaktım ki üstten Fetih'in mesajı düştü.
'Uyumadın mı sen, çevrimiçisin?'
Girip bunu mu kontrol etmişti yoksa Zeliha'nın dediği doğru muydu? Her uygulamaya girdiğinde, her ne için olursa olsun ilk benim resmime mi bakıyordu?
'Hayır seni bekliyorum, gelmeyecek misin?'
Elimdeki tüm Fetih'in bana üzülüp kıyamayacağı çıkartmaları ardı ardına attım. Ondan fazla sayıya ulaştığında yeni bir mesaj geldi.
'Efsun, Efsun...'
Bu bir mesaj değildi bu mesaj görünümlü sesli mesajdı. Fetih'in sesiyle okudum, çok geçmeden de geldi zaten yanı başıma. Saçlarımı sevdi, işve cilve, tatlı tatlı sürtüşmeler, öpüşmeler ve koklaşmalarla ben yorgun düşene kadar devam etti gece.
Bu bile bir veli nimetti çünkü geriye kalan günlerde; sınav yaklaştıkça kâh hasta oldum, kâh stresle baş edemeyip kontrolü kaybettim. Bazen sinirlerim o kadar bozuluyordu ki Fetih'le kavga etmek istiyordum ama bana karşılık vermiyordu. Açıkça kavga etmek istediğimi anlayıp tepkisiz kalıyordu ve sakinleşmemi bekliyordu. Bu sinirim geçene kadar korkunç bir öfkeye sebep oluyordu. Çünkü ben onunla eşya fırlatmalı kavga etmek istiyordum ama o bana anlıyorum Efsun diyordu. Saçlarını tek tek yolasım geliyordu.
Kilo alıyordum. Bana göre kontrolsüz, Fetih'e göre inanılmaz yerinde bir olaydı bu. Eski kiloma döndüğümü, bedenimin toparladığını söylüyordu, bense bu süreç bitene kadar obez olacağımı söylüyordum. Bazı zamanlarda yine masanın altına girip ağlıyordum. Yanıma Şeftali geliyordu, bazen Karabaş'ı alıyordum. Zamanım çok kısıtlı olduğu için mi bu kadar süreci yönetemedim bilmiyorum ama yatak döşek hasta da olmuştum. Tüm kemiklerimin ağrıdığı geceleri ağrıdan sızlandığım zamandı. Sınava da çok kalmamıştı. Fetih o günden sonra evden çalışmaya dönmüştü.
Yedi ayda tek başıma atlattığım tüm hastalıklara rağmen bu sefer Fetih'in yanımda olması, giydiğim çoraptan, kullandığım peçeteye kadar ilgilenmesi hasta olmayı zevkli bir hale çevirmişti. Bazen kendi kendime gülümsememin sebebi buydu ama Fetih ateşlendiğim için güldüğümü sanıp korkuyordu. Bunu fark edince daha çok gülüyordum ve Fetih daha çok korkuyordu. Kısır döngüye giriyorduk.
Ona o yokken hasta olduğum zamanlardan bahsediyordum bazen. Tıkanmış burnumun ya da sızlayan kemiklerimin uyumama izin vermediği gecelerde özellikle. Üzüleceğini bile bile anlatıyordum. Kötü bir niyetim yoktu sadece bilsin istiyordum. O yokken hiç rahat değildim. O yokken mutlu değildim. O yokken her şey müthiş bir ıstırapla beni kıvrandırmıştı. Meltem teyzeye hastalığımın sebebinin Fetihsizlik olduğunu söylediğim anı anlatmıştı. Burada biraz zalimleşmişti.
Ha şunu bileydin, demişti. Benim olmadığım her an senin için ıstıraplı geçecek Efsun. İçtiğin suyun bile tadı kötü gelir b4en yokken. Hasta olursun benden başka hiç kimse benim sana baktığım gibi bakmaz, demişti. Haklıydı. Madden ve manen geçerliydi bu. Fetih ağrıdan sızlandığım zamanlarda dua ediyordu bazen. Fark ediyordum. Bunun verdiği manevi bir huzur vardı, Fetih'ten başkası sağlayamazdı bunu. Her bir kelimesi ayrı ayrı haklıydı.
***
"Efsun!"
Upuzun bir sokağın en başındaysam ben, bu ses benim göremediğim yol sonundan geliyordu. Yüksek, derin ve uzun.
"Efsun aç kapıyı!"
"Efsun!"
Miyav, aşkım, Efsun... Sokağın en başından gelen curcuna artıyordu ama bu sesler değil ansızın bedenimin üzerine atlayan dört ayaklı bir şey beni uyandırdı. Uyuyakaldığım koltuğun üzerinden düşmek üzereydim. Üzerimden geçip giden Şeftali'ye baktım ve birkaç saniye ne kuvvetle çalınan kapıyı ne de mutfaktan tüm eve yayılan yemek kokusunu fark ettim.
"Efsun!" kapıya o kadar sert vurdu ki Fetih yerimden sıçradım ve düştüm koltuktan. Yüzüm gözüm acıyla kıvranırken fırındaki yemek geldi aklıma.
"Geldim." diye bağırdım ve üç adımda bir düşecek olsam da kapıyı açtım. Uykulu gözlerim kapının önünde renk atmış Fetih'e bakarken "Neredesin sen?" diye sesini yükseltti ve içeri daldı. Dış kapı mutfağa daha yakındı, buharı Fetih'in yüzündeki dehşetle fark etmiştim. Saniyeler içinde bütün kapıları pencereleri açarken fırını kapattı ve kapağını açtı.
Yemeğimiz yanmıştı.
Kapının önündeki devrilmiş torbaları ve bir adet gül demetini aldım ve sessiz sessiz mutfağa yürüdüm. Mutfakta duman o kadar yoğundu ki Fetih'in yüzünü göremedim bir an.
"Aylardır ilk defa anahtar almadım yanıma." dedi hiddetle. Bedenim koltuktan kalksa da zihnim hâlâ uyukluyordu çünkü olan şeyi henüz algılayamamış, mutfak masasında Fetih'in aldığı çiçeklere sarılmıştım.
Şarap almıştı. İçecek miydik?
En son aylardır enerjimi sömüren, son dönemde sosyalliğimi benden alan, mide bulantısına sebep olan tüm notları toplamış evin görünmeyen yerine kaldırmıştım. Yarın sınav vardı. Kafamı yastığa koymuş, yemeklerin pişmesini ve Fetih'in gelmesini beklerken dalmıştım galiba. Rüyamda sınava girdiğimi hatırlıyordum.
"Aklım çıktı aklım!" diye bağırdı mutfağın dışından. Tüm evi havalandırmakla meşguldü.
"Aklım çıktı. Evi duman almış nasıl uyanmazsın Efsun?!"
Şarabın markasına baktım. Hiç bilmiyordum.
"Bağırışımı da mı duymuyorsun? Yedin Efsun, yedin bitirdin beni! Ulan aklımı kaçıracaktım aklımı! Bir dakika sürdü sürmedi aklımı kaçıracaktım!"
Bir cızırtı geliyordu, başta dışarıdan sandım ama değildi. Ocağa baktım. Fetih'in muhtemelen telaştan görmediği ama hâlâ altı yanan, yeşil fasulyenin piştiği tencereden geliyordu.
"Yandı!" dedim telaşla. "Yandı yandı!" koştura koştura kapattım ocağı ve kapağı açmamla çok ağır bir koku girdi eve. Bulanmış midemle kapı önündeki Fetih'e bakarken, beti benzi düzelmişti ama sinirliydi. Gözlerini iri iri açmıştı bana ve tencereye bakıyordu.
"Fetih." dedim sıkıntıyla. "Yemeklerimiz yandı."
Tek derdimin bu olması, onu sinirlendirir sandım ama bitkince omuzları çöktü, bir yerden destek almak zorunda kaldı sanırım çünkü kapıya tutundu. Kafasını yere eğdi ve omuzları defalarca kez indi kalktı. Gömleğinin altında omuzları yükselip iniyordu.
"Kızdın mı?"
Yükselen omuzları dindi ve nefes almayı durdurdu. Gözlerimi iri iri açtım ve izledim onu öylece. Henüz tam olarak algılayamıyordum ama onu korkutacak bir şey yaşanmıştı. Evden gelen yanık kokusu ve kapıyı açmayan Efsun... Ürkütücüydü ama yine kızmasın istiyordum.
"Yemeklerimiz de yandı." dedim tekrardan. Artık yarın olsun ve normal hayatıma döneyim istiyordum. Elini kapıdan çekmeden başını kaldırdı yerden ve kızgın kızgın bana baktı. Ayağımda tavşanlı panduflarım duruyordu hâlâ. Uyuyacak olsam onları çıkar mıydım?
Baştan aşağı iki kez süzdü beni çatık kaşlarıyla ben de o kadar zamanda bana kızması için kendimi hazırladım ama yüz hatları biz göz gözeyken yumuşadı, dudakları tebessüm eder gibiydi artık.
"Canın sağ olsun senin."
Bana doğru yürürken yanık tencerenin kapağını elimden bıraktım ve Fetih'in saçlarıma dokunan elleriyle kısa bir ayakta uyku pozisyonu aldım.
"Canın sağ olsun, yaparız başka bir şey." yüzüm avuçlarının içinde yok oldu, saçlarımın arasına çiçek kondurur gibi bıraktı öpücüklerini.
"Ödümü kopardın."
Sandığı gibi bir şey olmazdı. Koku tamamen mutfak dışına çıkınca zaten uyumaya devam etmem mümkün değildi. Yanık kokusu ağırdı ama Fetih'in şimdi kafasında çok büyük şeyler döndüğüne emindim.
"Uyumayacaktım ben, dalmışım. Ben de anlamadım nasıl olduğunu." derdimi bıkmadan usanmadan yine dile getirdim. "Yemeğimiz de yandı zaten."
Fetih bir çöp poşeti çıkardı ve yanan her şeyi dışıyla beraber oraya koyarken mutfak dolaplarının önünde oturdum ve sırtımı geriye yasladım. Gözlerimi ovuştururken ben, Fetih yanı başıma çöktü yanan her şeyi tahminimce balkona atarken.
"Bugün son, yarın şimdiki gibi hissetmeyeceksin." dedi. Şimdi yere çökmemin sebebinin hissettiğim tükenmişlik olduğunu biliyordu. Bu aralar çok fazla yere oturuyordum zaten.
"Şarap mı içeceğiz?"
"Yarın sınavın var, sana nasıl şarap içireyim akıllım?"
"Sana koyayım mı bir kadeh?"
"Boş ver."
Fetih içmek istediğinde alıp gelirdi ve çok nadirdi zaten içmek isteyişi. Yerimden kalktım ve bir kadehe doldurdum. Şarabın önce kokusuna sonra tadına baktım. "Çok iyi." dedim mest olmuş bir sesle.
"Biliyorum. Yarın sınavdan sonra içersin." kadehi ona verip yine yanına otururken sessiz sedasız karşıdaki duvarı izliyorduk. Öyle ki hissediyordum, o da stresliydi. Benim gibi tepki vermiyordu, korkuyordu ama ya olmazsa ihtimali onu korkutuyordu. Olmadığı taktirde yine böyle bir dönemin içine düşecektik.
"Aç kaldık."
"Hazırlarım bir şeyler." dedi. Stresli bir Fetih olmasa bana imayla bakar ve derdi ki; benim yemeğim var sen kendi haline yan! Ben bana aldığı güllere o duvara bakarken en az iki dakika geçti gitti.
"Aslında bugün seni yemeğe çıkarmak istiyordum." dedi sonra. Elindeki şarap kadehini yanına koydu, aramızda yer yoktu çünkü. Sırtımızı yasladığımız mutfak dolapları, çöktüğümüz yer, aç karnımız, yanık kokusu, yavaş yavaş kaybolan duman ve biz... Bir de tabi yarınki sınav.
"Neden ki?" dedim. "Kafam dağılsın diye mi?"
"Cık." dedi ve bana baktı. Benim başım mutfak dolabına yaslıydı ama onunki tezgâhtan yükseliyordu. "Bugün önemli bir gün aslında." dedi ve kısa süreli bir telaşa sürükledi beni. Yüzümdeki o telaşı gülümseyerek izlerken, bir şeyi unuttum diye o kadar korktum ki... Gözüm hızla serçe figürlü takvimimize gitti ve ışığın altında okumaya çalıştım.
Serçe figürlü takvimimiz, tavşanlı nevresim takımımız, sarı ördek şeklinde ve içeceğin ördeğin turuncu ağız kısmından akan çaydanlığımız... Evimizin dört bir yanında kullandıkça kullanasımın geldiği eşyalar vardı. Serçeli takvimimize bakıyordum şimdi.
Hayır bugünün bizim için özel bir anlamı yoktu.
"Ne gibi?"
Takvim yaprağından aldım gözlerimi ona diktim. İri iri bakışlarım, meraklı gözlerimle onu izliyordum. İçimdeki korku dinmiş sayılmazdı. Bir şeyi unutmuş olmak beni çok mutsuzlaştırırdı çünkü o günün tekrarı için bir sene beklemek gerekirdi. İstemiyordum ben, Fetih'le kutlanacak bir şeyi kaçırmak benim için başka bir insana göre çok daha mühim bir anlam içeriyordu. Şimdi bir sınav uğruna unuttuğum bir şey olursa, vay halime!
Dişlerini göstererek gülümsediğinde dudağının kenarından oluşan minicik, belki annesinin bile fark etmediği çukura baktım. Bu çukur o kadar küçüktü ki benden başka kimsenin görmediğine emindim.
"Bugün fiziki olarak seninle olduğum vakit sensiz olduğum vakti geçti." dedi. Kafamın içi mesleki bilgilerle tıka basa dolu olduğundan belki anlayamadım. Kaşlarımın arasında çukur oluştu cümle toparlamaya çalıştıkça daha çok dağıldı zihnimde.
"2 Kasım'da karşıma çıkmıştın. O günden bugüne seninle olduğum vakit sensiz olduğum vakti geçti. Seninle geçirdiğim günler yedi ay on sekiz gün oldu bugün."
Yedi ay on sekiz gün ve yedi ay on yedi gün. Fetih'in hayatıma girdiği günlerin toplamı. Elli bir yaşıma kadar yaşarsam eğer bu konuşmayı seninle geçirdiği ömür sensiz geçirdiğim ömrü geçti demeyi hep planlamıştım. Evet şimdiden yirmi beş yıl sonrasının hesabını kitabını yapmıştım ama yedi ay on sekiz gün hiç ama hiç aklıma gelmemişti.
"Fetih." diyebildim öylece.
"Hım." bedenim parkenin üstünde kayarak ona döndü ve bağdaş kurdum.
"Fetih." diye tekrar ettim. Hep böyle oluyordu işte, benim kelimelerim tükenmiyordu. Bazen sadece Fetih kalıyordu geriye, onu tekrar edip edip duruyordum. Gülen yüzünü avuçlarımın içine aldım, burnunun üzerine birkaç öpücük kondurdum.
"Çiçekler onun için mi?"
"Siyah gül bulamadım, eve de geç kalmak isteme..."
"Seni çok seviyorum." sesim titriyor, gözlerim buğulanıyordu. İçimde bir dağ vardı üzerine hiç karlar yağmıyordu, etekleri hep çiçek açmıştı. Bir yağmurun altında onu bırakıp gitmeden önce en son bu kadar taşmışken bu cümleyi kurmuştum. Kaybedecek bir tek Fetih'im vardı, haykırmak istiyordum hislerimi.
"Biliyorum." dedi. Defalarca kez ben de seni karşılığından çok daha iyiydi. Biraz olsun azını hissetsin istemiyordum. Dudaklarımızı birleştirdim delicesine öpüşmedik, uzun soluklu bir öpüşün ardından başımı çektim ama alnını alnımla birleştirdi. Elleri ellerimin üzerini örttü ve "Sana bir şey söyleyeceğim." diye fısıldadı.
"Hım."
"Bunu öylesine söylemiyorum."
"Hı hı."
"Bunu diğer insanlar gibi de söylemiyorum. Bunu abartarak hiç söylemiyorum."
"Hı hı."
"Sen benim bu hayattaki en büyük şansımsın."
Bana seni seviyorum deseydi ben de biliyorum derdim ama bu cümle cevapsız bıraktı beni. Şans deyince benim aklıma ilk Suna annem gelirdi. Bir insana şans demek için o insanın hayatınızın yönünü değiştirmesi gerekirdi. Fetih için kullanamaz mıydım bunu? Kullanırdım ama ikinci bir hakkım olması gerekirdi, önceliği Suna anneme verirdim. O benim en büyük şansımdı, benim dünümü, bugünümü ve geleceğimi belirlemişti.
Bir insana şans kolay kolay denmezdi.
"Öyle mi düşünüyorsun?"
Ellerimi yüzünden ayırdı, elleriyle kavradı yanaklarımı. Alnımda gezindi dudakları. "Ben ne yazarım ne şairim, ben sadece çizerim. Nasıl anlatayım ki sana şimdi? Ben çekinirim Efsun." dedi. Ne oldu da aniden bu kadar duygularımıza yoğunlaştık açıklamaların peşine düştük bilmiyordum. Ne mi oldu? Fiziken beraber olduğumuz gün sayısı ayrı olduğumuz gün sayısını geçti bugün.
"Öyle dışarıdan film ağzıyla konuşuyormuş gibi gözükmekten, herkesin kullandığı kelimelerle bir şeyler anlatıp basitleştirmekten çekinirim Efsun. Yazık edeceğimi sanarım içimdekilere. Romantik değilim ki ben, nasıl romantik olunur nerden bileyim? Daha önce kime romantik oldum? Sana olayım diyorum, olamıyorum da."
Bugünü hesap edip kapıma çiçekle gelmesi bile romantikliğin ta kendisiydi ama farkında değildi. Önceki ilişkilerinde kaba saba bir adam olmadığını, saygılı olduğunu biliyordum ama romantik olmayışını öğrenmek iki arada bir derede, mutfaktan duman kokusu daha tam çıkmamışken benim içimi rahatlattı.
"Sen romantik bir adamsın."
"Beni o kadar çok seviyorsun ki verdiğim bir bardak su bile sana bu düşündürüyor."
Yine kendine haksızlık ediyordu ama müdahale etmedim çünkü evet verdiği bir bardak su da benim için çok kıymetliydi. Bunun sebepleri vardı, Fetih yemek yerken ilk benim bardağımı doldururdu. İlk benim tabağımı alırdı, ilk benim yememi beklerdi.
"Sen benim en büyük şansımsın." dedi tekrardan. Bu cümleyi kırptım ve kalbime yerleştirdim. Her mutsuz hissettiğimde elimi kalbime koyacaktım ve bu cümlenin orada olduğunu hatırlayacaktım. Bu cümlenin bendeki dengi Suna annemdi, öyle ki heybetli bir cümleydi.
"Sen olmasan ben kötü bir adam olurdum Efsun."
"Hayır, belki bu kadar iyi bir adam olmazdın." söylediğini inkâr etmedim, yumuşattım. Fetih'te müthiş bir değişim olmamıştı, ihtiyacı yoktu zaten. O en başından beri özünde iyiliği taşıyan bir adamdı. Sadece yüksek bir öfkesi, düşük bir öfke eşiği vardı. Bunu tam zıddına çevirmiştik beraber. İyi bir adamdı, daha iyi bir adama dönüşmüştü. O nasıl benim başımı yumuşatmamı sağladıysa ben de onun öfkesini törpülemesi için tüm desteği vermiştim.
Fetih bana hayatın müşterek olduğunu öğretmişti.
"Sen olmasan daha mutsuz olurdum, hataya daha meyilli olurdum, suça daha elverişli olurdum. Sen benim en büyük şansımsın Efsun. Ben nasıl anlatacağım bilmiyorum ama sığdıramıyorum da seni hiçbir yere." dedi. Bugün sanırım Fetih için tanıştığımız günden beri yaşadığımız en özel gündü. Gözleri parıl parıl parlıyordu, kendini açıklayamadığını sanıyordu ve çırpınıyordu.
"Nasıl şükredeceğimi şaşırdım bugün artık, aklımı kaçıracağım bak. Bana bir şey söyle anlatamıyorum ben kendimi. Yemin ederim içimdekiyle söylediğim bir değil, bir şey söyle durulayım. Çok köt..."
"Fetih benim kalbim artık mutsuz değil."
Bunu ona uzun zamandır söylemek istiyordum aslında ama daha güzel bir zamanı olduğunu hissetmiş gibi bekletiyordum. Gözleri küçüldü ve o çaresiz bakışları dağıldı. Şaşırdı ilk, nereden bildiğimi sorguladı sonra ona dünyadaki en güzel hediyeyi vermişim gibi o eşsiz kıpırtı dolaştı yüzünde.
"Gerçekten mi?"
Dudaklarım bir gülecek gibi oluyor, bir ağlayacak gibi titriyordu. Başımı salladım. "Evet. Kalbim o kadar mutlu ki bazen ne yapacağımı şaşırıyorum. Mutsuz olduğu günler de aklıma gelmiyor." bunun sınav stresiyle alakası yoktu, sahiden gelmiyordu. Zaten konuşmalarımız hep geleceğe yönelik oluyordu. Geçmiş olduğu yerde kalmıştı. Bugünle beraber daha çok hem de. Sonuçta bugün yedi ay on sekiz gün olmuştu.
Bir şeyi başarmış gibi sevinçle karşıladı beni. Dudakları dudaklarımın üzerine kapandığında bedenim geriye doğru düşecek gibi oldu. Zar zor tutundum ona, bir şeyler devrildi. Tahminimce şarap kadehiydi. Belimden yakaladı beni, kucağına çekti.
"Senin o kalbine ölürüm ben."
Yarın İstanbul Üniversitesi'ne doğru muhtemelen sabahın köründe yola çıkacaktık. Beni bekleyen ve sabah erkenden başlayan iki buçuk saatlik bir sınavım vardı. Gece yormadık birbirimizi. Uslu uslu yemek hazırladık yakmadan, güllerimi vazoya koydum, şarabımızı yarın içmek için ayırdım ve kuşum, kedim ve eşimle beraber stressiz bir uykuya dalmayı başardım.
Sanırım doktor doktoru gözünden tanıyordu.
Oturduğumuz yerin karşı kısmında genç kadının başında duran orta yaşın üstünde iki kişinin de doktor olduğunu düşünüyordum. Anne babası olduğuna emindim zaten. Doktorlar, doktor kızlarını sınava getirmişlerdi. Kır saçlı adam açtığı suyu kibarca kızına uzattı, kapağı tutuşu bile bana göre doktor olduğunu haykırıyordu. Yanağımı Fetih'in koluna yaslamışken bakışlarımdan rahatsız olmasınlar diye çektim ve ellerime baktım gülümseyerek.
Birazdan girerdim sanırım içeri. Stresli değildim, hatta oldukça rahattım.
Fetih saçlarımı arkaya doğru aldı ve yüzümü iyice bedenine yasladı. Sarıp sarmaladığında beni çok garip bir şekilde aniden burnumun direği sızladı ve ağlayacağım sandım. Sanırım bahsettiğim kadar rahat değildim. Üzerindeki mavi kot gömleğine sardım kollarımı.
"Ne yapacaksın iki buçuk saat?"
"Seni bekleyeceğim."
"Ama çok uzun. Git istersen başka bir yerde otur. Zaman geçmek bilmez." ilk oturumdan sonra ikinci oturum vardı bir de... Akşam altıya kadar buradaydı ve sıkılacaktı. Biliyordum.
"Hayır burada bekleyeceğim. Sen gelene kadar da kalkmayacağım." gömleğini elimin altında sıktım ve gözlerimi kapattım. "Efsun." diye seslendi bana. Git artık diyecek sandım ben başta. İnsanlar yavaş yavaş giriyordu.
"Efendim."
"Çok garip bir duyguymuş."
"Hı?" gözümü açtım ama başımı kaldırmadım.
"Çok garip bir şeymiş bu Zeliha'da böyle hissetmedim."
Bir kalp atışı sesi vardı ama benden geliyor sanıyordum. Elimi Fetih'in kalbine bastırdım ve hızla atan kalbi avucumun içinde tekledi.
"Fetih." dedim şaşkınlıkla yaslandığım yerden kalkarken. Kalbi benden daha hızlı atıyordu.
"Bakma öyle ben de anlamadım, şu hale bak. ÖSS'ye girerken böyle değildim ben."
Tutamadığım kahkaha herkesin dikkatini çekerken elimi ağzıma bastırdım hemen. "Sen ciddisin." kalbi böyle atmasa inanmayacaktım stres yaptığına, yüzü oldukça sakindi.
"Şaka yapar gibi bir halim mi var Efsun? Soğuk soğuk terlerim de sen içeri girince. Fesuphanallah." zaten telaşım hiç yoktu Fetih'in bu hali beni iyice rahatlattı, kıkır kıkır güldüm gergin yüzüne.
İnsan içinde olmamızı umursamadan yüzünü gözünü mıncırırken "Tamam stres yapma, tamam. Önlüğümü hep sana ütületeceğim, kapıda da seni bol bol bekleteceğim. Tamam yetiştin, tamam."
"Efsun!"
"Tamam dedim Fetih, stres yapma. Hastaneye de sen bırakırsı..."
"Efsun diyorum!"
Bize çevrilen gözlere rağmen Fetih'in yüzünden gözünden öperken ben güle oynaya girdim fakülteye, Fetih'se ciddi, çatık kaşları ve içinde dua ederek uğurladı beni.
***
Sabah onda başlayan, saatlerin tam da şimdi her şey bitmişken on yedi kırk beşi gösterdiği; iki oturum totalde beş saat süren bir serüvenin sonunda merdivenlerden inerken başım ve gözlerim ağrıyordu. İlk oturuma göre çok daha ağır ve zor geçmiş bu oturumun sonunda kamburum çıkmış, saçlarım dağılmıştı. İki oturum arasında iki saatlik bir zaman vardı ve o vakti çimlerde Fetih'in dizine yatıp dinlenerek geçirmiştim. Nasıl geçtiğini sormamıştı, sınavdan çıkmışım gibi de davranmamıştı.
Geçen sefer nerede bıraktıysam orada bulduğum Fetih'i bu kez göremedim. Etrafa baktım birkaç kez. Üç dört dakika erken çıkmıştım acaba bir yere gitmiş de daha dönmemiş miydi?
İnsanlar arasında Fetih'i arıyordum, orta yerde durmuştum. Beynim sulanmış, Fetih hariç hiçbir tanıdığı görmüyordum. Mesela insanlar bana el sallıyor, yerinden doğruluyor, ismimi söylüyordu ama bakıp geçiyordum. Fetih'i bulmaya çalışıyordum sadece.
Gördüm, mavi gömleğinin eteklerini düzeltti diğer insanların önüne geçecek bir hızla bana ilerlemeye başladı. Diğer insanlar...
Mesela Zeliha ve Emir.
Mesela Burcu.
Mesela Meltem teyze ve İlbey amca.
Herkes oturduğu yerden kalkıp bana doğru yürüyorlardı.
"Bitti, geçmiş olsun. İyi misin?" dedi ilk Fetih. Ellerini bana uzattığında ona tutundum ve sanki bize zaman tanır gibi fazlasıyla yavaş yürüyen insanlara baktım. "Biz de seni bekliyorduk." başını eğip kulağıma doğru yaklaştı. "Hepsi senin sınava gireceğini öğrenince gelmek istedi."
Sınav yerine girerken sadece Fetih yanımdaydı, şimdi öyle bir kalabalık karşıladı ki beni bir anda etrafım sarıldı bir çemberin içinde buldum kendimi.
"Meltem Hanım'la da iki al ver yaptım çözdüm galiba aramızdaki meseleyi, istemede sorun çıkmayacak Allah'ın izniyle."
İnsanlar çevremde kazanmışım gibi tebrikleri yağdırıyor, gururla bana bakıyordu. Hareket etmiyor sadece benim için burada toplanan kalabalığa bakıyordum.
"Şimdi bu insanlara nasıl beş kat merdiven çıkın diyeceğiz bilmiyorum ama ben bilirim davet etmek istersin sen."
Meltem teyze o süreçte fiziken de yanımda olan tek kişi olarak bizi gözleri parlayarak izliyordu. Bana doğru bir adım yaklaştığında Fetih yavaşça ayrıldı benden.
"Gözün aydın." dedi ve bunun sınavla ilgisi olmadığını ikimiz de biliyorduk.
"Aydı." dedim ve bana açtığı kollarının arasına girdim. Kollarını boynuna sararken yüzümü gizledim hemen omzuna.
"Gerçekten benim için geldiniz mi?" kızıymışım gibi, Burcu'yu öper gibi koklaya koklaya öptü saçlarımdan.
"Tabi ki senin için geldik. Sınavının nasıl geçtiğini sormayacağım. En iyisini yaptığını biliyorum zaten. Bitti ve kurtuldun, şimdi sonuçlar açıklanıp sen göreve başlayana kadar yaklaşık üç ay geçiyormuş. Fetih söyledi, araştırmış da. Üç aylık tatilin var. Bitti her şey tebrik ederim seni." Burcu'nun göz kırpışı, Emir'in muhtemelen İlbey amcadan ötürü önünün bile iliklenilmiş olması, sınavımın nasıl geçtiğini sormak için deliren Zeliha ve İlbey amca...
"Gelmişken de eşinden aldık haberleri. Her şey sonunda gönlümüze göre olacak, çok heyecanlıyım. İlk defa kendi evimden gelin çıkaracağım. Yaşamadan öleceğim sandım bunu!" bunları sadece benim duyacağım şekilde söylüyordu. Ellerimiz ayrıldığında İlbey amcaya döndüm.
"Benim okulda girmişsin." dedi. Senelerini vermişti buraya. Öğrenciliği, öğretmenliği, profesörlüğü. Bu okulun kült isimlerinden biriydi ve o kişi bugün burada öğrencisini beklemişti. Elinden öpmek istedim izin vermedi ve yanaklarımdan öptü. Herkese ayrı ayrı tek tek sarıldım, geldikleri için defalarca kez teşekkür ettim.
Suna annem vardı ben üniversite sınavına girerken o beklemişti. Fetih vardı, o beklemişti Tus'a girerken. Yani hep tek kişi olurdu. Hayatımda ilk kez bu kadar kalabalığı kucakladım önemli bir anın dışında ve içimden bir ses diyordu ki bunu sağlayan kişi Fetih'ti. Benim insanlara sarılışımı izliyordu.
"Sizi Zena'ya götüreyim mi?" dedim. Hem en iyi akşam yemeğini oradan sağlayacağımı bildiğimden, hem de İlbey amcaya beş kat merdiven çıkarmamın mantıklı hiçbir yanı olmadığından yaptım bu teklifi. Diğerleri tamamdı, Meltem teyze de zorlanır çıkardı ama İlbey amca zaten hastaydı ve Fetih keşke misafir istemezken eve gelecek olası bir hastayı da düşünseydi. Kafasında bir tek ben vardım zorlanacak, beni de sırtına alıyordu zaten.
Zaten bu teklifim fazlasıyla olumlu karşılandı. Özellikle daha önce yemekleri tadan Burcu öve öve bitiremedi. İki araba ve yoğun bir trafikle vardık Zena'ya. Hiç uğramayalı neredeyse bir ay olmuştu. Biz gitmeden zaten masamız hazırlandı. Çok tabaklı biraz büyük bir masa. Üzerimde olan şey kilolarım değildi, sınav yükümdü. Hafiflemiştim.
Ayşen tanıştı herkesle, yemekler geldi, Burcu'nun babasıyla küçük küçük sürtüşmelerini dinledik. Hâlâ aynı konuydu. İlbey amca masadakilere bile herhangi bir torpilin söz konusu olmadığını hissettirmek için elinden geleni yapıyordu.
"Beğendiniz mi?" dedim ortalık daha fazla gerilmesin diye.
Herkesten ayrı ayrı beğeni mırıltıları geldi. Neredeyse tüm masalar doluydu, hatta çat kapı gelseydik bize yer olmayacaktı. "Annem bütün arkadaşlarını influence ediyor biliyor musun Efsun?" dedi Burcu. "Özellikle yabancı arkadaşlarını. Hepsi Türkiye'ye gelince ilk buraya gelecek."
"Etkiliyor." diye düzeltti İlbey amca. Fetih'le göz göze geldiğimizde gülüştük. Sanırım bazı erkeklere bu doğuştan yükleniyordu.
"Beklediğimden çok daha iyi her şey. Fazlasıyla doğru bir yönlendirme yapmışım, hiçbiri geldiğine pişman olmayacak." bakışları çalışanları takip etti. Kimse bu konuda konuşulmaması gereken meseleleri açmıyordu. Sonra dışarıdan tesadüf eseri ama aslında tam olarak Fetih'in kasti yönlendirmesiyle konu düğüne geldi. Zeliha'nın sınavlarını konuşuyorduk halbuki.
"Zaten düğün için Zeliha'nın vize tarihlerini de kıstas aldık." dedi ve uzunca bir düğün muhabbetinin içine girdik.
"Şimdi siz bize bir tarih verin ki ben ona göre hazırlığımı yapayım." dedi Meltem teyze.
"Haftaya."
Fetih'in kısa ve net cevabı masada kısa bir şok etkisi yarattı. İlbey amcayla bakıştılar bir süre. Adam bir sene önce de aceleci tavrımızdan dolayı kızmıştı bir sene sonra da aynı şeyi yapıyorduk.
"Fetih." dedi dikkatle. "Sen benim öğrencim olsaydın dersimden hiç geçemezdin evlat." herkesin mimikleri değişti, dudaklar kıvrıldı, gözler büyüdü. Kadehteki suya bakıyordum.
"Size katılmıyorum efendim." dediğinde Fetih yutkundum, nefesimi tuttum. "Sizin gibi bir eğitimciden aldığım dersten kalmak için ahmak olmam gerekir ve ben başarısız bir öğrenci hiçbir zaman olmadım." tuttuğum nefesi verdim usulca, kalbim hızlı hızlı atıyordu yine. Fetih gibi ben de geriliyordum onların karşısında. Özellikle karşı karşıya geldikleri vakit.
"Kelimeleri iyi kullanıyor olman bana hâlâ devam eden, törpülemediğin aceleciliğini unutturmuyor."
Meltem teyze dudağının kenarını kaşıdı ve karışmamam için kaşlarını indirip kaldırdı. Burcu'ysa Fetih'le ateşkes imzaladığı için ortalığı karıştırmıyor ama umarsızca yemeğini yemeye devam ediyordu.
"Estağfurullah." dedi Fetih geri durmadan. "Bir tarihçiye kelime oyunuyla bir şeyleri unutturmak benim ne haddime? Sadece zamanımız kısıtlı bunu söylemek istiyorum. Efsun muhtemelen üç ay içinde asistanlığa başlayacak. İsteme, düğün, ev kurma ve ufak bir tatil planımız var. Çok yoruldu birkaç aydır, iş hayatına başlamadan zamanında da yapamadığımız ufak tatili bu sefer yapmak istiyoruz. İşlerimizi ne kadar erken bitirirsek o kadar çok dinlenmek için zaman kalır. Siz benden daha iyi bilirsiniz elbet." dedi. İncelikle seçtiği ve İlbey amcanın üstünlüğünü sık sık bastırdığı manipülatif cümleleri vardı.
Sinsi.
"Doktorların uzmanlık dönemi diğer mesleklere benzemiyor maalesef. Otuz altı saatlik nöbetler başlı başına yoğunken muhtemelen kadın doğum çok daha zor olacak onun için. Bir kez daha tatil yapmak istesek bu belki de seneler sonra mümkün olacak. Aslında acele etmiyorum sadece o zamanı arttırmaya çalışıyorum."
Spiker gibi konuşuyordu. Telaffuzu, ses tonu... Nefesimi yine tutmuştum. Fark etmiyordum bile. İlbey amca bir süre sustu, karşılık vermediğinde gergin bakışlarım Meltem teyzeye ulaştı. O gülümsüyordu sakince.
"Meltem'e bırakıyorum son sözü." dedi İlbey amca. "Ben bir şeyleri yetiştiremem diyebilir. Evimiz ne zaman müsaitse onun için buyurun gelin." dedi. Meltem teyzenin neden gülümsediğini anladım. O da eşini konuşmadan tanıyanlardandı.
"Haftaya mı diyorsun?"
"Bugün cumartesi, haftaya cumartesi olur. Hatta cuma da olur, perş..."
"Fetih!" diye tepki gecikmedi Meltem teyzeden. Hani cılkını çıkarma der gibi.
"Evet efendim bir hafta."
"Burcu?"
"Ben buradayım anne, sen bilirsin."
Burcu'yu bu kadar yumuşatan yedi ayın özellikle ilk zamanlarına birebir şahit olması mıydı? Fetih'le birbirlerine sataşmıyor, hatta ters ters bile bakmıyorlardı. İki normal arkadaş gibi davranıyorlardı. Aksi durumda Burcu Fetih'i elli kere germişti bu masada.
"O zaman ben Efsun'u da alıyorum." dedi Meltem teyze ve Zeliha'nın elindeki çatal devrildi. Bu cümle küçük bir gerginlik yarattı bedeninde Emir'le göz göze geldiler.
"Alıyorum derken?" dedi Fetih.
"Yani sonuçta ne kadar evli de olsanız, madem bir şeyleri en başından özenle yapmak istiyoruz Efsun'un yeri bizim evimiz. Yardım etsin, her ne isterse kendisi seçsin. Olması gereken bu Fetih. Sonuçta istemeye geldiğiniz gün Efsun yan koltuğunda çiçek ve çikolatayı taşımayacak herhalde. Değil mi?"
Beni Meltem teyzenin dedikleri değil, Zeliha ve Fetih'in tepkileri huzursuz etti. Sesleri çıkmadı ama öyle bir mutsuzlaştılar ki oturduğum yer rahatsız etti beni.
"Elbette yan koltuğumda oturmayacak ama sonuçta biz evl..."
"Evet evlisiniz ama bu heyecanı bence henüz evlenmemiş gibi yaşayın. Her şey o kadar da formaliteden olmasın. Ben tabi ki zorlamıyorum ama..."
Gözler bana döndü. Fetih aylar sonra döndüğünde bu gece son yalnız uyuduğun gece demişti ve öyle de olmuştu. "Meltem teyze." dedim kısık bir sesle. Fetih bana bakıyordu. Ne dersem kabul edecekti biliyordum. "Karabaş'ı biliyorsun ben birkaç saat evde olmayınca terk ettim sanıyor onu. Şimdi kedimiz Şeftali de var. Ben Karabaş'ı alıp gidersem çok boşluğa düşer. Kendini çok kötü hisseder."
Söylemedim açık açık, bahaneler sıraladım durdum.
Halbuki ben Fetih'i bırakmak istemiyordum. Fetih bensiz uyumazdı.
Yanımda gerginlikten kabarmış bedenin sakinleşmesini hissettim. Masanın altından elimi tuttu. "Ben gündüz gelirim, gece giderim." dedim. Beni anladığını, bahanelerin altında neyin yattığını görüyordu. Bu masada bunu en hisseden kişiydi belki de.
"Son bir iki gün en azından Efsun. Hani istemenin olacağı gün bizim evimizde uyan en azından."
Bu biraz daha iyi geldi kulağa ve "Tamam." dedim usulca. O güne daha altı gün vardı. O zaman konuşurduk. Fetih'in serçe parmağını kavrarken masa altında elleri biraz soğumuştu. Terlediğini de hissediyordum.
Bu konuşmanın devamı daha rahat geçti. Ev hakkında konuştuk. Aslında iki üç yer belirlemiştik zaten, sınavdan sonra gidip birine karar vereceğiz demiştik. Eşyaları seçecektik bir de. Gerisi Fetih'le çalışan bir iç mimara bırakılacaktı. Sadece bahçesiyle biz ilgilenecektik.
Tatil yerimiz hakkında da öncesinde konuşmuş en azından ölke dışı diye karar vermiştik. Hangi ülke olduğu belli değildi daha.
İstemede giyeceğim kıyafet ve gelinliğim vardı bir de. Onlar da gerekiyordu. Ve henüz Fetih'le paylaşmadığım İzmir'deki evimizde Suna annemin ömrü yettiğince hazırladığı bazı çeyiz eşyaları vardı. Bunlar öyle gidip mağazadan alınacak şeyler değildi ama hepsi el örmesi parçalardı. Onları almak istiyordum evden. Gelenek göreneklere göre yaşayan onlara önem veren biri değildim ama o yarım çeyiz benim için kıymetliydi. Evimizde olsun istiyordum.
Her ne kadar yarım desem de ertesi gün Fetih beni, Meltem teyzemlerin evine bıraktığında muhtemelen Burcu'nun olan ama yarısı bana verilen çeyizle tamamlanmış sayılırdı. Meltem teyzenin neden gelip kalmam için ısrar ettiğini anlamıştım. Evlenmek kolay değildi. Duygusal olarak bile o evden çıkmak yeterince ağırdı.
Yirmi altı yaşımdaydım. Tek bir gün bile inanmazdım çeyiz denen bir şeyin beni bu kadar duygulandıracağı. Zeliha İzmir'e gittiğinde eve gidip Suna annemin yaptıklarını da göndermişti. Duygu cümbüşüydü benim için.
Meltem teyze demişti ki 'Ben bu çeyiz işini fazla abartmayı sevmem. Sonuçta benim şimdi beğendiğimi kızlarım beş sene sonra beğenmeyebilir. Evinde kullanmak istemeyebilir. Hem ben tencere takımı alsam ne olur fazladan? Kızım belki o dönem başka bir şey beğenip almak isteyecek? O yüzden ihtiyacınız kadar var. Biz Çerkez'iz. Bol bol el emeği parçalar var. Çeyiz bana göre böyle olur. Şimdiye kadar neyi çeyiz diye kenara koyduysam yarısı senin.'
Çeyiz, evin temizliği- buna boya badana dahildi. Burcu kriz geçirmişti ne gerek var padişah mı geliyor, ben habersiz evleneceğim diye- benim ve onların kıyafetleri, yapacağımız saç modelleri- hazırlayacağımız yemekler. Bir hafta sahiden azmış. Geçen sefer iki haftada evlendiğim için başta normal gelse de az olduğunu bu sefer anlamıştım.
Eve de ister istemez geceleri gidebiliyordum ancak. Bu Fetih için yeterliydi, hiç eve gelmeme ihtimalimden daha iyiydi. O da kendi tarafından hazırlık yaptığı için zaten hiç mi hiç zaman yoktu. Altı gün su gibi geçti gitti ve Meltem teyzenin ısrarı ağır bastı. Yarın isteme varken bu gece onların evinde kalacaktım.
Burcu yüzümdeki maskeyi çıkardı ve yüzüme baktı. "Kalbim duracak bu kadar heyecanlanmam normal mi?" dedi.
"Bilmiyorum ki, midem bulanıyor benim de."
"Benim de bulanmasa hamilesin diye darlayacağım ama kusacağım şimdi. Geçen sefer hiç böyle olmamıştı ya. Gerçi geçen sefer düğün değil taht savaşları vardı. Neyse tamam dur, yarın şimdi kim gelecek yarın istemeye bilmiyor muyuz?"
"Sormadım dedim ya." dedim ve tavana baktım. Karnım ağrıyordu, ter basıyordu devamlı.
"Neyse tamam Fetih kimi getireceğini bilir." dedi ve beni yellemeye başladı. Utanmasam Burcu'nun sence sorularından bu aşaöaya geldiğine ağlayacaktım. Son bir haftadır her şey çok duygusaldı.
"Hadi uyuyalım yarın annem bizi sabahtan dikecek ayağa. Efsun ben evlenirken her şeyimle ilgilenmezsen seni de kocanı da gebertirim duyuyor musun beni? Bak altı gündür sabahın köründe kalkıp durmadan ev temizliyorum. Gerçekten bırakacaksın kocanı çocuğunu geleceksin bizde kalacaksın her şeyi yapacaksın." dedi.
"Tamam ben yine sabah gelir akşam gid..."
"Efsun kes sesini ya!" yerinden zıplayıp bağırdı bana. "Hadi şimdi tamam daha hassas dönemdesiniz ama beş sene sonra da böyle devam etmezsiniz. Benim de sabrımın bir sınırı var bak delirtme beni."
"Bunu o zaman konuşalım mı?" aynanın önünden kalktım ve ikili yataktan cam kenarına geçtim. Yastık mı çok rahatsızdı yoksa ben mi zaten rahat edemeyeceğim diye kendimi şartlandırdım bilmiyorum ama cenin pozisyonu aldım ve telefonuma baktım. Gece saat biri geçiyordu ve evde biz hariç herkes uyumuştu.
Fetih uyumuş muydu acaba?
Son görülmesine girip baktım. Bir saat öncesiydi. Uyuyakalmış olabilirdi, o da çok yorulmuştu. Burcu su almak için çıktı odadan. Meltem teyzemlerin evi dubleks bahçeli bir evdi. Hatta yarın gelince dışarıda mı içsek kahveleri diye düşünmüştük. Eğer ki ben sıcaktan bayılacak gibi hissedersem öyle yapacaktık.
Dilim damağım kurudu, uykuya da dalamadım, Burcu'nun gelmesini bekledim. Gelsin de su içeyim belki uyurum diye umut ettim ama yatak çok rahatsızdı dönüp duruyordum. Burcu da gelmiyordu. Beğendiğim birkaç gelinlik modeline baktım, yeni modeller ve saç şekilleri araştırdım. Çok sıkıldım girdim birkaç sipariş verdim evimiz için. Çok önemli ihtiyaçlardı bunlar. İkili kupalar, banyo için çok tatlı bir paspas, diş fırçalarımızı koymak için uygun bir tutucu ve daha fazlası. Büyük eşyaları alıyorduk tabi ama ya küçükler? Diş fırçalarımızı koyacak yeri Fetih düşünmüyordu mesela. Yarın kızacaktım.
Şimdi arayıp kızsa mıydım?
Niye düşünmüyordu bunları?
Bu adreslere artık yeni evimizi eklemem lazımdı arayıp açık adresi alsa mıydım? Ben tam bilmiyordum kapı numarasına kadar. Yani mesela kaydetmesem sonra unutsam ve siparişi yanlışlıkla kızımızın evine versem kurye hiç yoktan beş kat çıkacaktı. Yazık değil miydi kuryeye?
Fetih'i aramak için hepsi birbirinden önemli yüzlerce sebep bulurken kapı şükürler olsun ki açıldı. "Nerede kaldın Burcu, susuzluktan öleceğim." diye söylendim ama dönüp duyu almaya da çalışmadım. Kızdım çünkü ona biraz daha gelmese Fetih'i arayacaktım su getirsin diye.
"Benim güzel karım susamış mı?"
Benimle beraber bir el daha ağzıma kapandı çığlığımı bastırmak için. Yatak duvara yaslı olmasa düşecek kadar sıçradım. Fetih'in eli ağzımın üzerindeydi.
"Fetih yakalanırsan seninle imzaladığımız tüm ateşkesleri unut! Yeniden düşman oluruz. Babam beni öldürür." Burcu kapının önünde fısır fısır konuşuyordu. "Yemin ederim bıktım sizden ya. Nasıl bir belasınız anlamıyorum ki." gözlerim kocamandı, Fetih'se tepemden gülümsüyordu. Kalbimin çarpıntıları kulağımda atıyordu.
"Yarın babam yedide uyanır. Kalkar global gazeteleri okur, çayını içer falan. Saat altıda yok ol bu evden."
"Tamam Burcu, çıkabilirsin. Teşekkür ederim."
"Ay bir de çıkabilirsin diyor ya sinirden saçlarımı yolacağım." Burcu çarpacağı kapıyı sessizce kapattı ve Fetih ağzımı açtı.
"Sen nereden girdin?"
"Kapıdan girdim. Burcu'dan rica ettim açtı." doğruldu yerinden ve kapıyı kilitledi. Sehpaya konulmuş suyu işaret etti ve ceketini çıkardı.
"Ben sözümde dururum. Son bensiz uyuduğun gece dedim sana." kravatını da çıkardı, kollarını kıvırdı ve ayakkabılarını çıkarıp geldi yatağa. Suya uzandı ve bir yudum aldıktan sonra bana uzattı. Sessiz sedasız onu izliyordum. Suyu elinden içtim ve yorganı üzerimize örtmesini izliyordum. Başını koydu yastığa ve yanına çökmemi bekledi.
"Fetih fark eden biri olurs..."
"Olmaz. Yarın sabah altıda gideceğim. Gel sen buraya."
Başımı o gelmeden önce dünyanın en rahatsız yastığına bıraktım. "Ne zormuş bu işler böyle." dedi sakallarını yüzüme sürterken. Yarın Burcu makyaj yaparken yüzümde bir tahriş olmuş yer görürse beni öldürebilirdi ama yine de geri çekilmedim, gözlerimi kapattım ve bunu yapmasına izin verdim.
"Öyleymiş."
"Hanımı görmek için gizli saklı evlere girmediğimiz kalmıştı bir onu da yaptık. Bir hafta daha olsa camına taş da atarmışım ben. Dönsene arkanı, yatak küçük öyle daha iyi sarılırım." dediğini yaptım, kollarını belime yanağını yanağıma yasladı.
"Bakmazdım ki camdan."
"Hadi oradan."
"Hayatta bakmazdım. Bekler bekler giderdin."
"Yeme beni." duraksadı. "Ye ya da."
Gözlerim iri iri açıldı ona baktım. Yüzünde bir ima yoktu halbuki bunu görmeden tepki gösterdim. "Fetih başkasının evindeyiz."
"Kızım senin kafan nasıl çalışıyor, bak etti iki!" dedi şaşkınca. "Ne anladın? İnkâr etmeye devam et demek istedim. Ben de ileri gidip bohçanı hazırla diyecektim."
Utanç bu kez dünyanın en rahatsız yastığıma kadar bulaştı. Dudaklarım şaşkınca açıldı. "Sen beni yemek istiyorsun anlıyoru..."
"Sus." dedim ve gözlerimi sıkıca yumdum.
"Çok özledin anlıyorum ama."
"Fetih tamam sus çok stresliyim ne dediğimi mi biliyorum?"
"Yenecek bir adamım senin için haklısın ama ben başkasının yatağında karımla sevişmem. Benim kırmızı çizgilerim var, mahrem anlayışım var. Anlıyorum yemek istiyor..."
Elimi dudaklarına inleyerek örttüm. O büyük konuşmasını yeni yeni unutmuşken bu ikinciydi. Biri bitip diğeri başlıyordu bayılacaktım şimdi. Yüzümü yastığa gömdüm, ağzını da açmadım. "Tamam kapatıyorum bu gecelik konuyu." dedi en azından bana acıyıp. "Müstakbel eşimi yarına kadar kızdırmayacağım. Maazallah yarın sorulan sorulara siz bilirsiniz der şimdi. Benim sağlığımla oynar."
Heyecandan uyuyamadığımız ilk geceydi. Bir daha ne zaman heyecandan uyuyamayacaktık bilmiyordum ama ilkin içindeydik. Küçücük yatakta tavana bakıp yarını ne kadar konuşabilirsek o kadar konuştuk. Biz iki koca insan, iki yetişkin, bir doktor bir mimar, çiçeği burnunda çift olarak ama işin aslı bugünlerin hayalini kurmuş, içinde ukde kalmış iki sevgili olarak bu heyecanı bile doya doya yaşadık. Bugünler beklenmiş, eşsiz günlerdi.
Yorumlar