SERÇEYİ ÖLDÜRMEK 66. BÖLÜM
- Dilan Durmaz

- 18 Ara 2024
- 33 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 27 Ara 2024
Tıp, bu mümkün değil derdi ama ruh rahme düştüğü ilk an var oluyorsa hissetti. Babasının onu çizdiğini hissetti. Kalbim değil kalbimin üzerindeki minik kalp tekledi. Karnım ağrımadı. O kendini belli etti. Ve gözlerim dolmadı o gözlerimde parladı.
Kâğıdı aldım ve yavaşça kalktım yerimden. Yaşlarım akmasın üzerine diye hemen sildim. Akacak kadar çok değillerdi belki ama bu yaban mersini zaten tertemizdi. Çok pak çok güzeldi. Yıkanmaya ihtiyacı yoktu. Risk alamadım. Tam çıkacaktım ve usulca toplantının bitmesini bekleyecektim. Bu yaban mersiniyle yetinecektim. Çıtım çıkmayacaktı. yatıracaktım bu resmi sabredecektim ama Fetih'e bir sır vermekten alıkoyamadım kendimi. Arkamı döndüğüm an yaban mersinini yaşlarımdan koruyamadım. Öyle ki birazdan babası da bana dahil olacaktı. Bunu elbette biliyordum. Kurduğum cümlenin gittiği yere varacağını biliyordum. Sesimin titrekliğine, gözlerimdeki yaşlara baktı şaşkınca.
"Bu onu çizdiğin ilk resim, son olmayacak ama daima en özeli olacak."
Tatlı minik bir itiraftı bu. Ona bunu doğru bir yaşta verecektik ve her yaş aldığında değeri artacaktı. On yaşında bu resme yüklediği anlamla otuz yaşında bu resme yüklediği anlam bir olmayacaktı. Babam ben henüz bir yaban mersini kadarken beni çizmiş olsaydı şimdi bir çerçeve halinde odamda asılı olurdu. Biliyordum bu resmin de sonu bir çerçeveydi. Ne şanslıydı. Ne şanslıydı dünyanın en güzel babasına sahipti. Arapsaçı gibi dolandı duygularım birbirine, kalbim tekledi ve duraksadı zihnimin içi.
Dünyanın en güzel babası benim babam değil miydi?
Yaşlarım daha da hızlandı bu düşündüğümle. Fetih'e daha fazla bakamadım ve toplantı odasından çıktım.
Birinci adım. İkinci adım. Üçüncü adım. Dördüncü adım yok. Arkamdan bir ses geldi.
"Efsun."
Yaban mersinini karnımın üzerine bastırmıştım, durdu adımlarım. Durağan anlarda nefes nefese kalmak için hislerin koşması yeterliydi. Nefes nefeseydim, yaşlarımı sildim ve ona döndüm. Yüzüne baktım. Bana dünyanın en güzel babasıymış gibi bakıyordu. Dünyanın en güzel babası babam değil miydi? Korkunç bir dejavu değildi bu. Devasa bir denk gelişti. Hisler değildi benzeyenler ama bakışlar neredeyse aynıydı.
"Sen toplantına devam et. Ben bekliyorum burada." dedim gözleri ilmek ilmek yüzümü örüyorken. Islak kirpiklerimi göreceğini, kızarmış burnumu fark edeceğini biliyordum. Fark etti de. Çatık kaşları yüzümde dolandı. Çok dikkatliydi, sorunu çözmeye öylesine odaklanmıştı ki endişesi arkada kalmıştı ama ben görebiliyordum. Oralarda bir yerlerde sırasını bekliyordu.
Yüzümde haddinden fazla durmadı. Problemin çözülemeyen kısmı benim ıslanmış kirpiklerim değildi. Buldu bunu. Oyalanmadı. Endişesine de izin vermedi gözlerini indirdi karnıma. Karnımın üzerine bastırdığım kâğıda baktı. Problemin çözüleceği yeri keşfetti ve orada kaldı. O kâğıttan daha önemli bir nokta varsa durduğu yerdi. Çatık kaşları daha bir büküldü, ben hariç herkes kızgın sanırdı bu halini. O bile. Böyle bakmaya bir süre ara vermeliydi aslında. Bunu ona söylemeliydim. Ya da o bunu zaten kendisi fark ederdi.
Dilinin ucu alt dudağını ıslatmak için göründü ama alt dudağında kaldı. Soruyu çözmek üzereydi, davranışları duraksıyordu ve sanki bu sefer tüm dünyayı da kendiyle durdurmaya çalışıyordu. Arkasından gelen Merthan "Fetih..." demeye kalmadan eli arkaya doğru hafifçe havalandı ve durması için komut verdi. Çevremizdeki insanlar bize bakıyordu, belki de Fetih'in bu bakışlarından sonra birazdan bir kavgaya tutuşacağımızı sanıyordu.
Gözleri ağrısı varmış gibi küçüldü. Çözmek üzere. Bana baktı bir kez sonra tekrardan kâğıda. Çok az kaldı. Eli ensesine gitti ve başını iki yana salladı. Çözdü.
Başını müthiş bir inkarla sallıyordu. Bulduğu çözüm imkansızmış gibi. Halbuki çözemeyeceği soruya başlamazdı. Öyle söylemişti. Çözemeyeceğim soru için kalem oynatmam, kalem oynattığım soruda yanlışı bulmam.
Biz bazı şeyleri ne zamandan beri imkansıza çevirmiştik. Çok zamandan beri. Aştıklarımız aşamadıklarımızı geçmişti ama aşamadıklarımız da kapı gibi arkamızdaydı.
"Efsun," dedi nefes nefese. Hisleri içinde koşturuyordu. Muhakkak kalbi de onu zorluyordu. Eli kravatına gitti üstteki düğmeyi açacak kadar gevşetti. "bak." dedi sonra. Merthan'a kalkmış eli bana doğru uzandı bu kez ve işaret parmağını sallar gibi oldu. Beni tehdit mi edecekti? Gülecek gibi oldum bu haline. Dudaklarını birbirine bastırdı ve çatık kaşlarıyla bana bakmayı sürdürdü.
"Bak Efsun." dedi yeniden. Bakıyordum halbuki. Hem de onun gibi değil. Bakışlarımı başka bir şeyle bölüşmüyordum. Sadece ona bakıyordum. Onun gibi bir bana bir karnıma bakmıyordum. İlgimi alakamı bölmüyordum. Sadece ona bakıyordum.
Uzun kirpikleri o kadar titredi ki, sabit tutamadı gözlerini ardı ardına açıp kapadı. Derin bir nefes aldı, sinesi beyaz gömleğinin altında yükseldi de indi. İşaret parmağı havadayken üzerime doğru iki adım attı. Benim beş altı adımda kapatacağım mesafe kadar yaklaştı bana. "Bak ben bir şey anlıyorum." diyebildi sonunda. Gözlerini gözlerimde tutmakta çok zorlanıyordu. Devamlı karnıma bastırdığı kâğıda bakıyordu.
"Bak ben bir şey anlıyorum sen bunu bile bile müdahale etmiyorsun. Bak eğer ki,"
"Baktım, eğer ki..."
Tehdit edecekse etseydi. Etseydi de bunu ileride hep anlatsaydım. Bak ben senin haberini verirken böyle böyle tehdit edildim diye.
"Yanlışsam düzelt beni." dedi ve geleceğini kurtardı. Yakından bakınca dudaklarının da konuştukça titrediğini fark ettim. Yutkundu ve bakışlarından başladı. "Yalvarırım düzelt beni. Hadi Efsun."
Onun tamamen kapatmadığı mesafeyi ben kapattım ve ayakkabılarımız uçları birbirine çarptı. Onun klasik siyah ayakkabıları vardı, ayaklarının da pek küçük olduğu söylenemezdi. Benimse beyaz spor ayakkabılarım. Ayaklarımın da çok büyük olduğu söylenemezdi. Bu görüntüye baktım ve sebep nedir bilinmez ağlamaya başladım. Ne gördüm bu tezatlık karşısında ne ağlattı beni bilmiyorum ama sesim insanların arasında duyulmasın diye çok sıktım kendimi. Bunu fark etti sanırım, elini saçlarımda hissettim.
"Efsun." dedi ve saçlarımı okşadı. Başımı kaldırmak istedi ama ben alnımı onun göğsüne yaslamak ve ayakkabılarımıza bakmak istiyordum. Alnımı gömleğine bastırdım ama devam edemedim gözlerimi kapattım. Ayakkabılarımıza da bakmak istemiyordum sadece Fetih'e yaslanıp ağlamak istiyordum. "Efsun bir şey söylemey..."
"Yedi haftalıkmış. Yaban mersini kadarmış."
Vakit bir denizin içine düştü ve sonsuzluğun içinde kayboldu. Bugün günlerden ne, ayın kaçı ve sene kaç? Her şey önemini kaybetti. Hislerin sonu yoksa zamanın ne önemi kalırdı ki?
Yedi haftalıkmış. Bundan önemli hangi zaman dilimi vardı şu saniye? Yedi hafta kadar yemek istiyordum. Yedi hafta kadar konuşmak, yedi hafta kadar su içmek, yedi hafta kadar uyumak ve yedi hafta kadar ağlamak istiyordum. Takvimlerde sadece ayın yedileri kalsın ve aylar yedi hafta olsun, bir sene yedi aydan oluşsun bir de şubatlar yedi yılda bir yirmi dokuz çeksin istiyordum. Ne garip bir histi bu. Bu?
Beni seneler sonra yeniden ağlamakla tanıştıran ve bana dünyanın en büyük iyiliği yapan adamın sinesinde ağlıyordum. İnsan ağlarsa fenaydı da insan ağlamazsa felfenaydı. Nasıl senelerce ağlamadan yaşamıştım şimdi hayret ediyordum ve artık ne zaman ağlasam onun sinesinde yapmak istiyordum bunu. Sadakatti bu.
Saçlarımı okşayan eli durdu ve hareketsiz kaldı. Yüzünü göremedim ama hayalimde gözlerinin çevresinde oluşan ince kırışıklıklar bile vardı. Ben kısık sesle söyledim ama yine de duyuldu.
Çevremizin hoş ve coşkulu mırıltılarını Merthan'ın "Oooh!" tepsini bastırdı ama her şey bir bıçak gibi kesildi. Bu bıçağı yakinen tanıyordum. Bu bıçak biraz keskindi. Kontrolsüzce sesler çıkaran Merthan'ın hunharca sevinen sesinden "Arkadaşlar." dediğini duydum. "Arkadaşlar, dağılalım. Boşaltalım burayı. Hadi."
Bir ses ancak bu kadar yerinde duramazdı. İnsanların adım seslerini, açılıp kapanan kapı seslerini duydukça Fetih'e saklandım.
Fetih'e saklanmak.
Saklandığım yerde rahatsız edilmedim bir süre. Saçlarımı da sevmedi ama beni sarmaladı. Bir an ayrılır gibi oldu gömleğinin eteklerine tutunmaya çalıştım ama sadece az ötemizde duran sandalyeyi çekti ve beni oturttu. Gömleğindeki elimi tuttu, dizlerimin önüne çömeldi. Karnımın üzerindeki kâğıdı aldı, kendi çizmemiş gibi bakmaya başladı. Belki yedi saniye, belki yetmiş yedi saniye ama muhakkak yedili bir zaman.
"Yaban mersini kadarmış. Öyle söyledi hocam. Tam bir yaban mersini ama. Öyle de söyledi." her bir ayrıntıdan haberdar olsun istiyordum. "Yedi haftadır içimdeymiş bir de onu da söyledi. Yaban mersini kadarmış. Ben gelirken birkaç yere uğradım, belki yaban mersini bulurum da getiririm diye ama bulamadım. Hiçbir yerde yok. Sanki bir tane varmış da o da benim içimdeymiş. Yedi haftalıkmış."
"Yaban mersini kadar mıymış?"
"Evet o kadarmış."
"Yedi haftalık mıymış?"
"Evet yedi haftalıkmış."
Kelime haznemiz boşaldı. Unuttuk. Birkaç kelimeyle hayatımıza devam edecek gibi davranıyorduk. Fetih, Efsun, yaban mersini ve yedi hafta. Yeter. Sanki yeter.
Parmak uçları sakallarının üzerinde dolandı resme bakarken. Bana bakmayana kadar gözlerinin parladığını göremedim. Gözleri parıl parıldı, bir kırpsa parıltılar dökülecekti adeta. Benimkiler dökülüyordu da onunkilere daha vardı. Bir şey. Bir şeyi bekliyordu sanki. O çatık kaşları yumuşamış, içe doğru bükülmüştü bu kez.
"Sana bir şey daha göstereyim mi?" dedim ve ceplerimde telefonu aramaya koyuldum. Pür dikkat elimi izlemeye başladı. Elimi sıkıca tutmuştu, bırakmaya da gönlüm razı gelmiyordu, tek elimle karıştırdım ceplerimi öyle buldum telefonu. Elif hocadan aldığım fotoğrafı açtım ve ultrason fotoğrafıyla ona doğru eğildim.
"Senin çizdiğin daha güzel ama bu hali de var. Unuttum getirmeyi. Bak," dedim ve o karartıyı, yaban mersininin içinde olduğu keseyi yaklaştırdım. "bak burada." telefonu aldı elimden biraz da yaklaştı. Bir şey demiştim ya hani, parıltıların gözünden düşmesi için bir şey. Şey. Kelime. "Bak Fetih bizim bebeğimiz."
Tezatlıkların birleştiği yerde gülüşler ve ağlayışlar da karışırdı. Fetih'in ilk ağzından kaçan gülümsemeyi gördüm. Sonra ansızın parıltılar akmaya başladı ama hiç eksilmedi. Gülümseyen dudakları incecik kıyafetlerle bir ayazın orta yerinde kalmış gibi titredi. İki kaşının arasında derin bir çukur oluştu ve benim elim bu kez onun saçlarına gitti.
İkimiz, ikinci kez beraber ağlıyorduk ama ne onun başına darbeler iniyor ne de benim saçlarımdan eksiliyordu. Bu bizim tarihimin en güzel tekerrürüydü.
Ona ağlama demedim ama yaşlarını silmek için çabaladım. Avucum avucunun içine düştü, dudaklarını bastırdı. Öpüp kokladı, defalarca kez. Yaşları doluştu avucumun içine, birkaç kez konuşmak için çabaladı. Adımı seçebildim sadece sesinden. Gerisi çok boğuktu, yarım yamalak, kesik kesik... Yüzü avucumun içindeyken çenemi saçlarına yasladım. Gözyaşlarım saçlarına dökülüyordu.
"Efsun." diye şükretti.
Hiçbir şey söylemedi sadece adımı sayıkladı. Benim anlatacaklarım vardı ama. "Kalp atışlarını dinletecekti Elif hoca ama ikimiz de babasıyla dinlemenin daha doğru olacağına karar verdik."
Ve parıltılar daha hızlı dökülebilirdi. Kelimeler ve onların güçleri. Fetih ağlıyordu ve ben onu daha çok ağlatacak kelimeleri hiç çekinmeden sarf ediyordum. Bu cümle seneler önceki Efsun'a söylense bu ana öfkeli bir Efsun koyardı. Öylesine öfkeli ve canı yanıyor ki Fetih'in de canı yansın diye ağırlığı kitapları aşan kelimeler seçiyor derdim. Sonra pişman olacak ama derdim. Fetih'i ağlarken görüyor nasıl dayanıyor diye sorardım. Bir kere görmek neyine yetmedi öfkesi azalınca çok pişman olacak sussun bence derdim.
Ne ben öfkeliydim ne Fetih'in canı yanıyor ne de beni bir pişmanlık bekliyordu.
"Sabah ben senin sözünü dinlemedim kola içtim. Hem de iki bardak." araya sıkıştırmak için çok doğru bir andı. Bana kızması mümkün değildi. "Sonra beni bir mide bulantısı aldı. Koladan sandım. Belki de koladan bilmiyorum. Sonra hasta başındaydık. Başım da dönmeye başladı. Dedim ki Fetih'i dinlemesen böyle olur işte!"
Bir mırıltı duydum. Sanırım ağlarken biraz da güldü.
"Sonra gözlerim de kararmaya başladı. Ben aslında tutunmaya çalıştım ama sağlam yeri seçmedim. Tutunduğum şeyle beraber kaydık. Düşmüşüz."
Avucumun içinden hiç çıkmayacağını sandığım yüzünü gördüm. Islak kirpikleri birbirine yapışmıştı. Yeniden yüzüme baktı. "Sonra?" dedi elini yüzümde kaydırırken. Çillerimi seviyordu. "Tutan olmadı mı?"
"Yok, herkes hastaya bakıyordu ben arkada kalmıştım."
Şu an karşısında kanlı canlı duruyordum, iç kanamam da yoktu ama korku onu çöktüğü yerden doğrulttu. "Başını bir yere çarptın mı?" dedi ve eli bir yara aradı. Saçlarımın içine daldı ve ensemin olduğu yere geldiğinde yüzüm ince bir sızıyla büzüldü.
"İyiyiz." dedim. Çoğul konuşuyordum istemsizce. Canımı yakan yere doğru eğildi. "Baktılar bir şey yok. Sadece biraz doku ezilmesi."
Bir kuş tüyü hissettim ezilmenin olduğu yerde. "Efsun." dedi nefesini kesmişim gibi. Başa alınan bir darbenin onu korkutması çok olağandı ama benim doktor olduğumu unutunca biraz üzülüyordum. Apar topar beni kaldırmaya çalışan ellerinden tuttum ve ona baktım.
"Öpsen bir kere yeter. Doktor üç doz Fetih öpmes..."
"Efsun başına darbe almışsın." evet biliyordum, sızlayışı geçmemişti henüz.
"Biliyorum ama benim doktor olduğumu unuttuğun gibi, benim iş arkadaşlarımın da doktor olduğunu unutuyorsun artık. Bir şey olmuş olsa gelebilir miydim?"
Gözlerimin içine bakakaldı. Az önce avucumun içinde ağlayan adamdan korkuyla bana bakan adama dönüştü. Parmaklarım parmakları arasına girdi ve elini sıkıca tuttum. "Fetih." dedim ve ne olduğunu anladı. Benim başımdan daha mühim bir şey vardı. Fiziken minicik ama maneviyatını kıyaslayacağım başka bir olgu olmayan bir şey. Avucunun içinde olan telefon ekranına baktı yeniden. Ayakta kalmak çok zormuş gibi yeniden dizimin önüne çöktü. İşaret ettiğim yeri defalarca kez büyüttü ama tam olarak nereyi işaret edeceğini bilemiyordu. Sessiz ve sakince bir tepki versin, soru sorsun diye bekledim ama olmadı. Sadece mimikleri konuştu, hiç susmadı onlar. Gözleri küçüldü durdu, acı çekiyor sandım. Konuşmak için aralanan dudakları kelimelere sebep olamadı bir türlü. Nefesleri sıklaşmadı, gözle göreceğim kadar azaldı.
"Fetih." diye ona seslendim dayanamadan. Hatta kolundan dürttüm. Bir şey söylemesi gerekiyordu yoksa onun için korkmaya başlayacaktım şimdi. Aklı almıyordu sanki, elindeki ihtimallerin hepsine teker teker bakıyor ama aklına kabul ettiremiyordu. "Bir şey söylemeyecek misin?"
Konuşmak istediğini farkındaydım. Kelimeler birikiyordu da cümleye dönüşmüyordu bunu da farkındaydım. Yeniden dürttüm kolundan. "Fetiiih."
Dişlerini gördüm ilk, gülümseyecek mi konuşacak mı seçemedim başta. Sonra ağzından kıkırtılar döküldü. Önce ince ince sonra büyüdü. Konuşmadı ama gülmeye başladı. Çok şey söyledi. Hepsini duydum. Onun gülüşü bana da bulaştı ben de gülmeye başladım. Kesik kesik, sesli gülüşlerimiz bir bütün oldu.
"Yaban mersini kadar." dedi. Başımı salladım. Ona artık bir gerçeği tüm netliğiyle, metafordan ve süsten uzak bir şekilde söylemem gerekiyordu.
"Baba oluyorsun."
Yalın ama güçlü. Kurduğum belki de en güçlü cümle. Eforsuz ama daha güçlüsü de yok.
Bu cümleyi oturduğum yerden kurdum ama etkisi beni o sandalyeden kaldırdı, belime bir çift el sarıldı ve ayaklarım yere basmayı bıraktı. Gözlerimi sıkıca yumdum, Fetih'e sarıldım sıkıca. Düşmezdim, Fetih hangi hızla dönerse dönsün beni düşürmezdi. Dudaklarını boynumda bir yere mıhladı, dönmeyi bırakana kadar çekmedi dudaklarını oradan. Ofisin orta yerinde çocuklar gibi şakıyorduk, insanlar bizi görmese de gülüşlerimizi duyabiliyordu.
Durduğu yerde başım da midem de bulanıyordu, daha da sıkı tuttum onu. Yüzümü avuçlarının arasına aldı. Öptüğü her nokta dudaklarının altında ezilip büzüldü. Öpmenin de boyutu olurdu ve şimdi yüzümün her noktasına bırakılan buseler en büyüğüydü sanırım. Isırmadan yiyecek sandım beni. Gözlerim kapalı başımdaki dönmenin geçmesini bekledim. Bir yerde dudaklarıma değen dudaklarına tutundum ama uzun sürmedi. Onun derdi tüm yüzümleydi.
Alın alına durduğumuzda nefeslendik, başım artık Fetih'e tutunmazsam düşecek kadar dönmüyordu. Kirli sakallarını, dudaklarını, çenesini sevdim. Islak kirpiklerini sildim. Parmak uçlarım bile soğumuştu, yerimde durmak istemiyordum daha fazla.
"Görmeye gidecek miyiz?" diye sordu masum bir sesle.
"Toplantın bits..."
"Efsun! Efsun..." komik bir şey söylememiştim aslında ama sadece gülmek istiyordu. Elimi bırakmadı ve kapanmış toplantı odasının kapısını destursuz değil sabırsızca açtı. Merthan'ın gözleri bizi bulduğunda parlak bir çift bakışla karşılaştım. Bu haliyle toplantıya devam etmeye mi çalışıyordu? Fetih İngilizce birkaç cümle kurdu adamlara bakarak. Ne dediğini kaçırdım çünkü bana beden diliyle karnını gösteren Merthan'a kafa sallamakla meşguldüm ama ikimizin tüm hareketlerini Fetih durdurdu.
"I'm gonna be a father!"
O an herkesin ilgi odağı değişti ve gözler birer birer bana döndü. Yabancılardan çıkan sevinç mırıltılarını Fetih'in Türk çalışanlarından çıkan baskın sesler bastırdı. Bir an da alkışlamaya başladı ortak dili bilmediğimiz ama sevincimizi paylaşan insanlar. Kendimi bir tebrik yumağının arasında buldum ama şüphesiz ki bizden sonra en çok sevinen kişi Merthan oldu.
"Fetih." dedi ve bize doğru yaklaştı. "Lan oğlum." dedi ne diyeceğini bilemezken. Önce omzuna vurdu ve sarstı şiddetle. Bunu sanırım gerçekten yapması gerekiyordu birinin. "Oğlum lan!"
Merthan'ın onu sarsan kolunu tuttu ama engel olmak için değil. "Merthan." dedi sımsıcak, şu ana kadar ondan Merthan'a karşı hiç duymadığım sesle. "Oğlum..." devamı yoktu. Oğlum deyip bırakıyorlardı. Birbirlerinin omuzlarına öylesine sert vuruyorlardı ki artık ben bir adım geriye gitmesem beni de sarsacaklardı.
"Oğlum lan!"
"Lan oğlum!"
"Ulan!"
"Baba oluyorsun oğlum baba oluyorsun!"
"Baba oluyorum lan!"
Birbirlerini hoyratça sarsmaları son buldu ve Merthan Fetih'i kendine çekti. Fetih'in elini bırakmak istedim tam anlamıyla sarılsınlar diye ama sıkı sıkıya tutuyordu bırakmak mümkün değildi. Şiddetleri son bulmadı bu kez omuzlarına vurmaya başladılar. O kadar komik duruyorlardı ki dışarıdan, dövüşmek ve sevinmek arasında kalın bir çizgideydiler. Birbirlerini hırpalıyorlardı. Ayrıldıkları an Merthan coşkuyla benim üzerime gelmek istedi ama Fetih'in "Yavaş." uyarısıyla adımları son buldu. Evet benim omzuma o şiddetle vurursa çok ayakta kalamayabilirdim. Ki coşkusunu biraz olsun azaltmadan bana doğru yürüyünce ben de fark etmeden kendimi, hatta öyle ki karnımı koruma altına aldım.
Merthan sakinleşmek için tavana baktı ve yüzünü sıvazladı. Herkes sanki bu haberi bekliyormuş gibi, uzak bir diyardan gelmesi beklenen bir yolcunu gelişini kutlamalarla karşılıyormuş gibi, bayram gibi davranıyordu.
Benim bebeğim bayramı mı getirmişti?
Karnımdaki minicik bir şeyin insanların böylesine beklediği bir haber oluşu, böylesine istenmesi, böylesine beklenmesi ve böylesine herkesin benimsemesi dakikalardır ara verdiğim gözyaşlarımı yeniden akıttı. Ben hamileydim ve herkes bu habere seviniyordu. Ben hamileydim ve sanki bir kişi bile içimdeki olmasın istemiyordu.
Merthan heyecanını dizginlediğinde "Efsun." dedi bana bakarak. "Tebrik ederim." oldukça nazik karnıma hiç temas etmeden ve kısa tutarak sarılıp geri çekildi. "Amca mı oluyorum ben şimdi?"
"Evet! Hem de en sevdiği ikinci amcası."
Birinciliği Kürşat'tan alamazdım. "Rakibim Kürşat mı?"
"O rakipsiz..." diyebildim. Hem bir kere locadan onun maçını izleyecektik daha, bunu bana Merthan da sağlayabilirdi belki ama çıkıp oynayamazdı sonuçta Kürşat gibi. Hem Kürşat... Kürşat'tı işte, yengesinin minik ve hiç büyüyemeyen küçük kardeşi.
"Peki... Bunu doğunca ben yeğenimle konuşurum. Siz şimdi ne yapacaksınız?"
"Yeğenini görmeye gideceğiz." dedi Fetih beni kendine çekerken. Kolunun altına aldı. Toplantı odasına baktı ve "Buralar sende." dedi. Yetmedi ekledi. "Buralar bir süre sende."
"Buralar bir süre bende."
"Ben bir süre gelmem kardeşim."
"Sen bir süre gelme kardeşim."
"Gelmem kardeşim."
"Gelme kardeşim."
Ofisten çıkana kadar adım başı tebrik edildik. Bazıları bana elini uzattı, o elleri sıktım, bazıları sadece gülümsedi, bazıları Fetih'i durdurdu elini sıktı. Arabanın kapısı açıldı, ben bindim ama kapanmadı. Fetih eğilip kemerimi bağladı. Alnıma bastırdı dudaklarını durdu öylece. Huzuru oradaymış gibi, yorgunluğunu orada atıyor gibi. Heyecan onu yormuştu farkındaydım. Biraz dinlendi ya koştura koştura geçti sürü koltuğuna hemen dinlendi yine. Kemerini bağladı eli elimde gittik bütün yolu. Eli bulduğu her fırsatta dudaklarıyla temas ediyordu. Çalıştığım hastane onun iş yeriyle yakındı, İstanbul'da olmamıza rağmen kısa zamanda vardık.
Mutluluğumuz ağzımızdan cümlelerle dökülmüyordu. Aksine çok konuşmuyorduk. Gülümsüyorduk, öpüyorduk birbirimizi, bazen elimizdeki resme bakıyorduk, bazen sadece bedenimi Fetih'e yaslıyordum. Açılan asansör kapısıyla elinde vişne çürüğü çantasıyla çıkmak üzere olan Elif hocayla karşılaştık.
Gidiyor muydu?
"Siz bugün mü gelecektiniz?" diye sordu şaşkınca. Beklemiyordu. Haber de vermemiştik üstelik. Asansörden indiğimizde Fetih hızla kadının önüne geçti.
"Çıkmıyorsunuz değil mi?"
"Geldi yine hastanenin en sorunlu eşi." dedi Elif hocam bir adım geriye giderken. Fetih'le anlaşamadıkları söylenemezdi ama biraz sürtüşürlerdi çünkü Fetih çok isyankardı. Benim tuttuğum nöbet sayılarını kabullenmezdi, tuttuğum nöbet saatlerini kabullenmezdi, Elif hocanın bana blok nöbet yazışını kabullenmezdi. "Vallahi çıkıyorum Fetihciğim. Sonuçta benim de bir ailem var." dedi tıpkı Fetih gibi. Çünkü Fetih de aynen böyle söylemişti bir kez ona. Efsun'un bir ailesi var demişti. "Masa başında beni bekleyen bir eşim var." diye devam etti hatta. Fetih adeta yanımda ecel terleri döküyordu.
"Elif Hanım..."
"Fetihciğim..."
"Sizin eşiniz hamile değil."
"Bu teknik olarak mümkün değil çünkü."
Yanımda bu sohbet ilerlerse alnında boncuk boncuk terler oluşacak eşime rağmen kıkır kıkır güldüm. İkisinin de bakışları bende durdu ve hocam çok geçmeden "Hadi gelin hadi." dedi ve geldiği yeri geri döndü. Poliklinik neredeyse boştu. Hasta kabul saatini geçmiştik, yataklı servis de burası değildi zaten. Fetih'in baş parmağı yüzüğümü okşaya okşaya aştık bütün yolu.
"Başını da çarpmış bayılınca." dedi.
"Biliyorum Fetihciğim. Ben de o an yanındaydım."
"Bir ona da baksak ya tekrar."
"Baktık biz, hiçbir problem yok. Bir krem yazdık, onu her gece sürerken yardımcı olursan eşine yeter..."
"Ben sürerim zaten." Elif hoca tek ayak üzerinden bize döndü ve gülümseyerek Fetih'e baktı. Başını sağa yatırdı ve mırıldandı.
"Kızamıyorum da." dedi eşimi işaret ederken. "Lanet olsun kızamıyorum da. Çok heyecanlı." arkasında kalan kapıyı açtı ve bizi buyur etti. Kapıdan girmeden içeri baktım. Girmiş miydim? Çok kez. O kadar çok ki gözlerim kapatılsa yine de bir yere çarpmadan yürür giderdim. Elimle koymuş gibi bulurdum her şeyi. Çok fazla kez ama hiçbirinde yanımda Fetih varken değil. Çok fazla kez ama her seferinden doktor olarak ve çok fazla kez ama hiç üç kişi değil.
Üç kişiydik değil mi biz artık? Üç koca kişi.
Ultrasonun yanına yattım Fetih'in oturabilmesi için de yer vardı ama o ayakta kalmayı tercih etti. Elif hoca gelip elindekileri bırakana kadar, ultrasonun hemen önünden koltuğu oturana kadar Fetih çevremde minik voltalar attı. Bir şeylere dokundu geri bıraktı. Yoldayken çıkardığı kravatıyla yakasını açmıştı, onu düzeltti. Ceketini düzeltti. Saçlarına dokundu, saçlarını bile rayına soktu. Birine hazırlanır gibi. Bebeğimize mi hazırlanıyordu?
"Açalım karnımızı."
Üzerimde beyaz askılı bir bluz vardı. Fetih benden daha önce davrandı, bluzumu kıvırdı. Dövmeme dokundu, kasten mi yaptı yoksa tamamıyla bir denk geliş miydi bilmiyordum ama benim sanırım o dövmeye minik bir ekleme yapmam lazımdı. Bir minik pati.
Soğuk jel karnımla ilk temas ettiğinde irkildim ama bu dışarıdan canım yandı diye anlaşıldı. Zaten telaşlanmak için an kollayan adam korkuttum. Dudakları çok hızlı kuruyordu. Elimden sıkıca tuttu, korkuyla olanlara baktı. Bir karnımda dolanan ele bir ekrana bakıyordu. Gözleri yerinde duramayan bir çocuk gibiydi.
"Nasıl?" dedi titrek bir sesle.
"Gayet iyi gözüküyor."
Fetih'in eli ekrana uzandı ve dersini ne kadar iyi dinlediğini belli edercesine "Burada mı?" diye sordu keseyi gösterirken. Görüntü yaklaştırıldı doktor tarafından. "Evet tam burada. Henüz çok küçük y..."
"Yaban mersini kadar."
Dersini çok iyi dinlemişti, hem de çok...
"Evet bir yaban mersini kadar. Şu an tüm temel organlarının oluşmaya başladığı haftadayız. Saçları, göz kapağı, dili... Ayakları, tırnakları daha görünür hale geliyor."
Dudakları inceldi ama öfke değildi bunun sebebi. Gülümsemekle titremek arasında kaybolmuştu, yolunu bulamıyordu bir türlü. Bana baktı. Hayretle. Kafayı yiyecekti. Kendisi de bu evreden geçmemiş gibi... Ama bilen bilirdi Fetih kendisini efsanelerden fırlama sanırdı. İki yaşında et yemeye başlamış, üç yaşında ava çıkmıştı falan... Şimdi bir bebek hakkında bir şeyler öğreniyordu, aklını kaçıracaktı.
"Saçları çıkmaya başladı ya, rengini görebiliyor muyuz uzadıkça?"
Bunu söyleyince istediğini haykırır gibi benim yatağın iki yanına doğru açılmış saçlarıma bakmıştı. Ekranda görmesi mümkün değildi ama yine de benim saçlarıma baktıktan hemen sonra ekrana da bakıyordu.
"Fenotipte böyle bir saç rengi ihtimali olsa tabi ben de sabırsızlanırdım. Haklısın ama bunun için kısmen uzun bir süre daha beklemen lazım."
Yedi buçuk ay... Ya çok uzun ya da çok kısa. Tam kestiremiyorum ama ikisinden biri. Asla normal bir zaman değil. Bazen geçmek bilmeyecek bazen çok çabuk geçiyor diye ücralara saklanacağım. Biliyorum.
"Ama çok hızlı geçecek. Bir sonraki hafta da çok büyüyecek..."
"İki yaban mersini büyüklüğüne mi gelecek?"
Şu an bu konumda çok baba görmüştüm ama bu aldığım en garip yorumdu. Elif hocayla aynı anda birbirimize baktık ve güldük. Fetih allak bullak olmuştu bize bakıyordu. "Aslında Efsun nöbet tutuyor diye sinirli değilsen komik adammışsın." dedi. Ben boşuna mı pamuk gibi adam diyordum? İnanmamakta ısrar ediyorlardı ama eninde sonunda görüyorlardı.
"Cinsiyeti peki?"
"Ona bir bu kadar daha var." dedi ve bizi izledi. "Ama gönlünüzden geçeni de duymak isterim."
Fetih'le göz göze geldik. İçime doğan bir ihtimal vardı. Aslında ansızın doğdu da denebilirdi. Dilimin ucuna geldi de durdurdum orada. Fetih'e baktım. Eğer söylersem de suratı düşerse zihnim bu ani kilitler, sık sık aklıma getirirdi biliyordum. Fetih'e baktım ve vurgulu vurgulu vereceği cevabı bekledim. Biliyordum onun içinden geçeni. Hep bu anı beklemişti söylemek için. Dolu dolu kız diyecek sandım.
"Sağlıklı olsun da gerisi önemli değil."
Gözlerinde endişe vardı. Kuracağı başka bir temenninin sırasını karıştırmak istiyordu. Önceliğin başka bir şey olmasından korkuyordu adeta.
"Ama?" dedi Elif hoca ısrarla.
"Aması yok sağlıklı olsun da başka hiçbir şey istemiyorum Allah'tan."
"Ama?"
O her anne baba adayından öğrenirdi ben biliyordum. Öğrenene kadar da sorardım yeri gelince. Fetih cevap vermeyecek, belki de korktuğum mimik gelmeyecek diye rahatça konuştum.
"Erkek hissediyorum." dedim.
"Kızım olsun." dedi.
Bakışlarım çarpıştı. Yüzünden korkmama yaklaşacak minicik bir şey bile geçmedi. Heyecanla parladı gözleri benim tahminim üzerine. Hatta bu bir tahmin değil de ben cevapmış gibi ekrana baktı. "Erkek mi diyorsun?"
"Bilmem ki dilimin ucuna öyle geldi."
"Ama babamız kız istiyor." dedi Elif hoca.
"Allah nasip ederse, ilk çocuğum kız olsun istiyorum ama her türlüsü başım üstüne. Efsun'u zorlamasın, sağlıkla gelsin de."
Daha uygun bir anda hocamla paylaşacaktım Karadere ailesinin hurafesini. Fetih şimdi erkek hissetse bile benim gibi gönlünden geçen değişmeyecekti. Onun için en stresli yedi haftaya giriyorduk. En az yedi hafta hem de. Ya ilk çocuk erkek olursa sonra hiç kızım olmazsa fenalıkları geçireceği yaklaşık iki ay. Onu dizime yatırıp sakinleştirmek artık bizim görevimizde. Bu paylaşım şimdi bile yükümü azalttı. Ne güzel şeydi bu. Bu? Annelik mi?
"İnşallah. Kalp atışlarını dinleyelim şimdi." dedi ve bugün ertelediğimiz düğmeye şimdi ansızın bastı. Odanın içini bir gürültü kapladı. Kendimizi hazırlamamız için hiç zaman vermedi. Duvarlara çarpacak kuvvette bir ses belli bir ritimle çarpmaya başladı. Bir sesin geleceği belliydi ama yine de bu ne diye kalakaldım. Etrafımı aradım. Fetih'in eline tutundum.
Şimdiye kadar dinlediğim hiçbir ses bu denli kulağıma büyük gelmedi. Sık sık atıyor, gürültüyle ben buradayım diyordu. Bakın ben buradayım. Bakmayın boyutuma, kocaman bir kalbim var. Babamın kalbi gibi. Nasıl atıyor görüyor musunuz? İyi dinleyin. Ben size dünyanın en güzel armağanıyım. Dikin kulaklarınızı, benden başka hiçbir şeyle sakın ola ki ilgilenmeyin! der gibi.
"Bu ses ondan mı çıkıyor?" dedi Fetih'in ağzı neredeyse bir karış açılacaktı. Zaten kafasında bir türlü oturtamayan adamı nasıl ikna edecektik bu kuvvetli atışların o minikten geldiğini? İnanmazdı ki. Biliyordum ben. Efsun'un olmasın mı derdi, mümkünatı yok derdi, Allah aşkına bir boyuna bakın bir de çıkan sese derdi, makine bozuk derdi... Dedi de. İkna olduğu yer yine gözlerinde parıltılar birikti. Benim gibi.
***
Sessiz sedasız bakışlarımız, masaya koyduğumuz yaban mersini kutusundaydı. Küçük bir kutunun içinde onlarca yaban mersini vardı, benim içimdeyse bir tane. Saniyeler geçti gitti, dakikalara evrildi. Hareket etmiyorduk. Ne zaman edecektik bilmiyordum. Alıp bir tanesini yese miydim? Sonuçta o kadar manav arayıp bulmuştuk.
Korkak bir el eninde sonunda uzandı o kutuya ve yaban mersinlerinden birini baş ve işaret parmağının arasına aldı. Korkak amam benden çok değil en azından.
Küçük ama kıymetli bir taş, mücevher, işleyecek olan zanaatkârın parmaklarının arasında nasıl büyük bir özenle tutuluyorsa yaban mersini de Fetih'in parmakları arasında aynı şekilde tutuluyordu.
Bir süre sakince yaban mersinini izledi, bense sadece onu. Gözlerini, mimiklerini, kirpiklerini. Bir nokta aklına yatmıyordu, bu bakışlarını bilirdim. Kalp atışına zor ikna etmiştik şimdi boyutunda mıydı sıra? Parmaklarının arasından avucunun içine aldı ve kocaman elinin içinde büyük bir nokta gibi kaldı yaban mersini. Bu görüntüye bakmak onu korkuttu galiba ve iki yaban mersini daha ekledi yanına.
"Bu kadar mı?" dedi.
Dikkatli ifadem dağıldı, kıkır kıkır güldüm ve avucunun içine yaklaştım. Aldım sonradan eklediği yaban mersinlerini ve tek bir tane bıraktım.
"Hayır." dedim. "Bu kadar."
Eli mi titriyordu yoksa titreyen benim gözlerim miydi?
Daha büyük bir yaban mersini seçti. Aradı taradı en büyüğünü buldu ve avucundakiyle yer değiştirdi ama yetmedi. Kafasını kurcalayan soruların cevapları başka bir yerde değildi benim rahmimdeydi. Bunu anlayana kadar uslu uslu yanında bekledim. O sıra Şeftali geldi, meraklar kokladı yaban mersinlerini ama ilgisini çekecek bir şey olmayınca biraz patileriyle oynadı. Tamam yenecek bir şey değildi peki oyun oynayacağı bir şey miydi?
Bu kez de dokusunu beğenmedi, patilerinin kirleneceğini tahmin etti ve annesinin kızı olduğunu kanıtladı. Çekip gider sandım ama hayır bize baktı. Aslan yelesi kürkünü kabarta kabarta esnedi ve gerindi. Yavru bir aslana benziyordu. Sehpadan benim kucağıma atlayacağını fark ettiğim an kendimi hazır duruma getirdim. Hadi ben görebiliyordum ne yaptığını odağını elindeki meyveye vermiş Fetih tüm esneme hareketlerinden sonra var gücüyle üstüme atlayan Şeftali'yi gördü de "Sakın." diyerek kucağıma düşmeden onu havada yakaladı. "Artık sakın." dedi ve bir suçluymuş gibi Şeftali'yi koltuğun üzerinde yatırdı patilerini kelepçeledi.
"Öyle aniden atlamalar, nereden çıktığın belli olmayan zıplamalar yok. Duydun mu beni?"
"Hayır var." diye ben cevap verdim ve bu anı daha çok oyun sanması için elimle yüzünü yakaladım. Dişlerini hiç beklemeden elime geçirmek istedi ama yine Fetih'ten ret yedi. Halbuki canı isterse canımı yakmayacak kadar ısırıyordu zaten. Sadece dişlerini sürtüyordu. Tabi canı istemezse aksini de yapıyordu. Mesela benim uzun uzun Karabaş'la ilgilendiğim anlardan sonra.
"Bak sakın dedim. Hareketlerine dikkat et."
Şeftali bir karmaşaya düştü, bir taraftan ben tarafından göbeği seviliyorken Fetih tarafından sevmediği ses tonuyla konuşuluyordu. Çok durmadı, biraz hırçınlaşınca Fetih bıraktı ve kaçarak uzaklaştı. Gidip Karabaş'a musallat olmaya çalışacağına o kadar emindim ki... Karabaş'ı çıkarsam deliğinden kaçacak delik de arardı ama. O kanat çırpma sesi onu ürkütüyordu hâlâ. Çekip gittiği boşluğa ben bedenimi bıraktım ve başımı dizlerine yasladım.
"Anne kızdı."
"Büyük çocuğa ayar çekti diyelim."
Şeftali... Bizim ilk çocuğumuzdu.
"Tüm ilgiyi ondan alırsak ve tek bir bebeğe verirsek Şeftali o bebeği hiç sevmez biliyorsun değil mi?"
"Biliyorum..."
"Bana yaklaştık hamile olduğumu keşfedecek zamanla. Bu keşfine de izin vermemiz lazım. Bırak istediği an atlasın üstüme. Onları taşıyabilecek kuvvetteyim."
Saçlarımı geriye doğru taradı ve açıkta kalmış gerdanıma önce burnunu sürttü sonra dudaklarını bastırdı. "Hadi ya göstersene bir kuvvetini." dedi sarhoş bir sesle. Kokum dedim... Ah benim kokumun Fetih'teki yeri.
Kolumu kaldırdım ve bilekten sıktım kaslarımı işaret ettim. "Bak." dedim kelimeyi uzata uzata. Baktı da zaten. Böyle güç diye gösterdiğim kolumu önce bakışlarıyla sevdi sonra dudaklarıyla. "Sık bakayım bileğini bir daha bakayım ne kadar kuvvetlisin."
Dediğini yaptım ve sıktım. İnce bileğimdeki tüm damarlar belirginleşti.
"Bak gücüm var işte."
"Seni var ya..." eli karnıma gidecek sandım. Çünkü böyle bir anda ilk temas etmesi gereken yer benim tikimin olduğu yerdi ama yapmadı. Midemin üzerinde kaldı eli daha da ileri gitmedi. Eğildiği yerde sadece kokumla ilgileniyordu. Sakallarını sevdim. Sessiz sedasız bir süre öpüşüp koklaştık.
"Fetih." dedim sonra. "Yedi hafta olmuş ya."
"Hım."
"Ben düşündüm yedi hafta öncesini."
"Ben de."
İkimizin de aynı geceyi aradığımızı biliyordum. "O aralar çok yoğundum."
"Aranızdan birinin cenazesi vardı da onun yerine siz nöbet tutuyordunuz. Günlerce blok nöbetler tutuyordun." dedi sahiden ince ince düşündüğünü anlatarak.
"Öyle." dedim. "Ama..."
"Ama bir gece var ki..." Fetih'le göz göze geldik ve vücudumdan bir titreme geçti. O gece gözlerimizin önündeydi ve sanırım o gecenin meyvesiydi yaban mersini.
"Karım!"
Emniyet kemireni esnete esnete oturduğu koltuktan bana doğru uzandı ve öptü beni. Normal koşullarda bir Fetih Karadere direksiyon hakimiyeti kendisinde değilse böyle taşkınlıklar yapmazdı. Yarın ben sarhoş değildim derse diye kanıt olsun diye elimde arabanın ön tarafına yerleştirdiğim kameraya baktım.
"Karım beni eve bırakıyor!" dedi coşkuyla. Evet buna bile yükselecek haldeydi. On sekiz yaşımdan beri araba kullanırdım ama hiç bu kadar onore olmamıştım.
Kendini geri çekti ve bu kez kameraya yaklaştı. "Karım." diye işaret parmağını salladı. Kamerayı tehdit ediyordu. "Benim karım beni eve bırakıyor ulan. Ulan Fetih." dedi dizlerini vurdu. "Ne ballı adamsın ulan! Şuna bak." dedi ve bir an çenemden tuttu. "Ulan şuna bak şuna. Allah'ım kafayı yiyeceğim." gökyüzüne bakmak istedi ama arabanın tavanını gördü. "Efsun!" diye bağırdı arabanın içinde.
"Efendim."
"Senin Allah'ın mı yok?"
Yine en başa dönmüştük. Her sarhoş olduğunda bunu mu sorgulayacaktı?
"Var."
"Var tabi yoksa insan senin nasıl yaratıldığına nasıl ikna olur? Karıma bakın." dedi ve yine kamerada beni gösterdi. Kendine baktı bu kez. "Bir de bana bakın amına koyayım ya."
"Fetih! Küfretme!"
"Emredersin karım." dedi. Şımarmasın diye gülmeyecektim ama mümkün değildi ki. Direksiyonu iki elimle çevirdiğimde "Ulan şu sürüşe bak, kurban olurum sana ben. Ulan ölürüm sana ölürüm." şakağımdan öptü, geriye kalan yol boyunca sayıkladı durdu. Karım beni eve bırakıyor diyerek ne kadar mutlu olunabilirse o kadar mutluydu. Çok uzun bir zamandır geceleri değil, sabahın körlerinde yorgun argın geldiğim evime gecenin bu saatinde, eşimle gittiğim bir eğlenceden gelmek öylesine güzeldi ki. Minicik nimetlere şükretmeyi öğretmişti bana birinci yılım.
Fetih'le kahvaltı yapabilmek gibi, onunla minik bir market alışverişini beraber yapabilmek gibi, bahçemizdeki hamakta, onun kucağında uyuya kalıp kısa bir öğlen uykusu çekmek gibi ve bazen güneşi görebilmek gibi.
Evimizin önünde durduğumuzda sarhoş haline rağmen durmadı indi. Kapısını da kapattı. "Yürüyebilecek misin?" aksi olursa onu nasıl sırtıma atardım bilmiyordum ama yaslandı bana. Yürümeden önce de çeneme buseler kondurdu. Ekimini dikimini beraber yaptığımız ve dört bir yanı ışıklarla çevrili yolu aştık. Merdivenlerden çıkarken düşme tehlikesi yaşarsa eğer bu gece salonda uyuyacaktık.
Yarın sabahtan yine işe gidecektim bu felekten geceyi Fetih kadar özgür çalamamıştım. Ağzımdan alkol kokusu vardı ama etkisi üzerimde hiç yoktu. Olamazdı. Kapıyı kapattım ve "Bu gece salonda uyumamı..."
Sırtım ansızın kapattığım kapıyla birleştirildi ve kendimi bir kafesin içinde buldum. Demir parmaklıkları çok kuvvetli bir kafes hem de. Sırtım kapıya, alnım Fetih'in alnına, bacaklarım bacaklarına çarptı ve alkolsüz çarptı beni.
"Bu gece daha mühim meselelerimiz yok mu?" sesi ne zaman bu kadar doruğa ulaştığını bilmediğim şehvetle kısılmış, kesik kesik ve fısıltılarla bana ulaşıyordu.
"Hım." diyebildim sadece. Bedenimin farklı noktalardan yediği darbeleri sindiremedim bir an. Alnını, sırtımı, bacaklarımı...
"Söylesene on yıl oldu mu sevişmeyeli?"
On yıl değil ama muhakkak on günü geçmişti. Yüzünü kavradım ve dudaklarından öptüm. "Bu sefer oldu galiba." dedim açıkçası. Hissiyatı ondan gizlemenin ya da abartısına eşlik etmemenin bir anlamı yoktu. Sanırım ilk kez olduğunu ben de iddia ettim ve bu dudaklarından ilkel bir sese sebep oldu. Elini saçlarıma daldırdı ve ensemden yakaladı beni. Parmak boğumları ense köküme baskı yaptıkça başımı daha dik tutuyordum. Tehlikeli gözleri üzerimdeyken sesi hâlâ yumuşacıktı.
"On yıllık sevişilir mi tek gecede?"
"Çok mümkün gelmedi kulağıma." ensemdeydi yüzü, kulağıma dişlerini bastırdı verdiğim cevapla.
"Ama sabaha kadar sevişilir değil mi?
"Sevişilir."
Elleri bir alev topunu gezdiriyordu vücudumda. Verdiğim cevapla beni kendine bastırdı ve vücutlarımız iki yapboz parçası gibi oturdu yerli yerine. Biz inledik arkamızdan bir mırıltı duyduk ama dönmedik.
"Yarın sabah işe uyumadan mı gideceksin?"
Üzerindeki gömleğin düğmelerini çözmeye başladım. "Umurumda bile değil."
"Yarın sabah işe yorgun mu gideceksin?"
Ben bu gece sevişmeden uyumayı nasıl düşünebilmiştim. Korkunç ve utanç vericiydi.
"Umurumda bile değil."
"İnan ki Efsun benim de değil." gömleğini pantolonunun içinden çekiştirdim ve kalan düğmeleri de açtım. Baş parmağı alnımın ortasından başladı düz bir yol çizdi dudaklarıma kadar. Dudaklarının temas ettiği yerlerde dil ve diş darbeleri de vardı. Es geçmiyordu. Dudaklarıma kadar gelen baş parmağını buyur ettim ve kavradım hemen. Dişlerimi sürte sürte Fetih'e küfrettirirken boynuna kaydırdım yüzümü. Boynu. Kafayı yiyecektim boynu...
"Bu gece dudaklarıma hiçbir ambalajı yaklaştırma." dedim açıkça. "Hiçbir paketi açmam."
Ensemdeki eli başıma kaydı ve başımı kavradı kendine bastırdı. "Senin açmadığın yerde açan Fetih'i siksinler Efsun."
Bu gece o gece değildi. On yıl olmuştu, bu gece o gece değildi. Şartta değildi zaten. Takvimden yana bir şey de düşünmedim Fetih'in dudakları yanı başımdayken. Ertesi gün dün gecenin her anından yorgunluk taşıyan bir gün geçirdim, değil önlem almayı unutmak, tüm gece zihnimde dolaştı durdu bütün gün ama yine de kılımı kıpırdatmadım. Böyle gecelerin tadını uzun zamandır bozmuyordum. Yine bozmadım.
Yanaklarım ısınmış, dudaklarımı birbirine bastırmıştım ki "Muhtemelen." dedim o gece adına. Utanmanın bir anlamı var mıydı? Yoktu elbet ama yine de engel olamıyordum. Fetih gözlerimin ondan kaçmasına izin vermedi, çenemi okşaya okşaya sabit tuttu.
"Artık seni sabaha kadar uyutmamak da yok tabi. İster on sene ister yirmi sene olsun."
"Yani..."
"O denli yormak da yok tabi."
"Yani..."
"Her şey dozunda. Ben konu sen olunca da dozu ayarlayamıyorum. Gel de aklıselim kal."
"Fetih..."
"Benim güzel karım." derin bir nefes aldı. "Yemin ederim, bak yemin ederim farklı bir koku sinmiş üzerine." kokunun geldiği yere sürttü iyice burnunu. "Anneliğin kokusunu sinmiş. Yemin ederim sana, biraz olsun abartıyorsam kafam kopsun. Yemin ederim sinmiş koku. Bunu nasıl anlayabilirsin bilmiyorum ama yemin ederim sinmiş. Tam şuradan geliyor."
Ona bunun zihninin bir oyunu olduğunu söylemedim. Başımı salladım yalnızca. Sadece tek fark ettiğim bu kokunun onu delicesine mayıştırdığıydı. "Uyuyalım mı biraz? Yoruldum da ben biraz."
"Yemek..."
"Henüz acıkmadım ki, yemeye zorlamayalım beni."
"Zorlamayalım, zorlarsak soğursun. Uyanınca ne yemek istersin?"
"Uyanınca karar veririz ona?"
Halbuki benden önce uyanıp hazırlayacaktı bilmiyordum sanki. "Güzel bir tavuk suyunda çorba."
"Tavuk suyunda?"
"Muhakkak Doktor Hanım." dedi. Nereden vuracağını biliyordu. "Sonra biraz köfte."
"Yanında patates kızartması da olacak mı?"
"Fırında mı istersin yoksa püre mi yapayım?" diye üç yaş tercihi yaptırdı bana.
"Fırında isterim."
Ellerini bacaklarımın altına kaydırdı ve beni kucakladı. Kollarımı ona sardım ve arkamızda "Efsun güzeli, Efsun güzeli!" diye şakıyan kuşumuzu bıraktık. Benim yokluğumda aşkım Fetih bazı tahribatlara uğramıştı. Merdivenleri çıkmaya başladı adım adım.
"Fetiih mücver yapmayı biliyor musun?"
Bir tatlı heyecan kapladı onu. "Canın mı çekiyor?" dedi. Aşerdim sandı ama bu tam olarak öyle bir şey değildi.
"Olsa yeriz. Biliyor musun yapmayı?"
"Öğrenemeyeceğim hiçbir şey yok."
Söyleyeceğimin hazırlığını sinesine girerek yaptım. "Yanına da kola..."
"Efsuun!"
"Tamam tamam şaka yaptım yahu! Seni denedim."
Zaten canım bugünden sonra bir süre çekmezdi. En azından yarına kadar emindim içmek istemeyeceğime. Yarın ola hayrolaydı. Büyük konuşamıyordum. Yatağa bıraktı beni ve şortlu saten pijama takımını giydirdi yine hiç mi hiç karnıma dokunmadı. Kendi üzerini de değiştirdi hızlıca. Yatağın orta yerine uzanmıştım, arkamda kalacağı şekilde yattı ve sırtımı gövdesine denk getirdi. Yanağını yanağıma yasladı sessiz sedasız durduk. Ben elini tutup karnıma yaklaştırmaya karar verene kadar en azından. Elinden yakaladım. "Bebekler babalarının sesini ve temasını hisseder." dedim ama bunun için erken olduğunu söylemedim.
Elini yavaşça karnımın üzerine koydum. Kocaman elleri vardı zaten, tüm karnımı kapladı ama ben tek bir noktaya baskı yaptım. "Bak tam şuralarda bir yerlerde."
Korkacağı bir şey söylemişim gibi elini çekmeye çalıştı ama engel oldum. Baskımı arttırdım.
"Efsun."
"Hayır dur. Çok küçük, senin ellerin de kocaman ama şimdi o küçük haliyle bize verilse ben yine senin avucunun içine bırakırım."
Zarar vermesi mümkün değildi ama söylediğimde de samimiydim. Fetih'ten başkası onu daha iyi koruyamazdı. Belki ben bile. Ben onun kadar dikkatli değildim çevreden gelen tehlikeleri de aynı anda göremezdim. Onun avucuna bırakırdım.
"Bir insanın en hızlı büyüdüğü evre ne zaman biliyor musun?"
"Hayır."
"Anne karnında geçirdiği dokuz ay. Öylesine bir gelişim gösterir ki insan, hayatının geriye kalan döneminde bir daha o kadar hızlı büyüyemez."
"Gerçek mi bu?"
"Evet gerçek. Şimdi o kadar hızlı büyüyecek ki... Ne yapacağımı düşünmek bile istemiyorum. Aklıma bir sürü anne adayı geliyor. Dışarıdan bakınca hiç garipsemiyordum ama şimdi... Gelişimini tamamlayan canlılarız biz, nasıl yetişeceğiz? Ya geride kalırsak?"
Asistanlığım başladığından beri tek bir anneyi bile fikirlerinden dolayı yargılamamıştım. Aksine anlamıştım. Anlamıştım ama hiç hissedememiştim. O olur olmadık konularda endişelerini, bize sordukları akla gelmeyecek her soruyu şimdi hissediyordum. İçimizde bir insan büyüyordu. Biz ne yersek onu yiyor ne hissedersek onu hissediyordu. Bir yerden sonra aynı şeyleri duymaya başlıyorduk ama yaşlarımız arasında dağlar kadar fark vardı. Benim kaldırdığım bir hissi ondan da kaldırması bekleniyordu. Üstüne üstlük durmadan büyüyordu. Nasıl yetişiyordu her birine? Nasıl onun yükünü azaltabilirdik? Ben bunların cevabını biliyordum. Niye daha soruyordum?
"Koşarız biz de geride kaldığımız yerde. Olmaz mı?"
Bir bebek için düşündüğümüz için mi bir bebek gibi düşünüyorduk. Evet bir kreşte buna benzer bir soru sorulsa muhakkak koşulması gerektiğini söylerdi.
"Olur mu?"
"Sen geride kalmazsın ki Efsun. Burada geride kalacak olan benim."
"Hayır sen Zeliha'yı büyüttün. Benim."
Zeliha... Bu habere yeryüzünde ondan daha çok sevinecek bir kişi bile yoktu bizden sonra. Her türlü kanıt sunabilirdim. Tek kişi bile çıkıp Zeliha'nın sevincinin önüne geçemeyecekti. Ona ne zaman söyleyecektik?
"Yapma neyin ne olduğunu biliyorsun. Karnına dokunamayacak kadar korkak bir adam olurum Efsun ben yeri gelince."
"Bir kere dokundun mu bırakmayacak gibi tutarsın da ama." dedim. Parmakları minik minik karnımı okşuyordu. "Belki, doğunca kucağına da almaktan çekineceksin ama bir kez alınca kimselere de vermeyeceksin bir daha."
"Vermeyeceğim."
"Başka?"
"Bir fanus yapacağım onu içine koyacağım."
"Cık. Görünmez bir kalkan örer gerçeklerden koparmadan korursun sen. Ben biliyorum."
Sessizce kaldı. Onu ondan iyi tanıdığımı bir kez daha fark etti muhtemelen. Ben Fetih'in ciğerini biliyorum denirdi ya hani. Benim Fetih'in bilmediğim, sahiplenmediğim tek bir yeri yoktu ki. Kalbini de bilirdim, ciğerini de bilirdim.
"Kafayı yiyeceğim." dedi. "Kafayı yiyeceğim. Hangi duayı ettim, hangisi kabul oldu? Ne canın yandığında işlediğim günahı ne şükrettiğimde ettiğim duayı seçebiliyorum. Kafayı yiyeceğim."
Gökten düşmüş bir mucize gibi anlatıyordu beni. Tanımlasa sanki etten kemikten, ölümlü demezdi. "Kafayı yiyeceğim." diye sayıkladı birkaç kez. Sonra beni zamanla manevi bir huzur kapladı. Bunun nedenini biliyordum. Hemen kulağımın dibinden okunan duaları duyabiliyordum. Ara ara yaptığını biliyordum da artık neredeyse her anımıza ekledi bunu. Bu benim ilk dualar eşliğinde uykuya dalışım değildi ama bir düzene girdiği ilk gündü. Hangi duaları okuyordu bilmiyordum ama nazar duası vardı içinde emindim. Bu haberin dini boyutu ne gerektiriyorsa onları da yapacaktı biliyordum. Sadece kurban kestiğini ben duymayacaktım. Bunu zaman zaman tekrarlıyordu. Bizzat benim adıma, benim niyetimle. Eve taze kesilmiş hiçbir şey girmiyordu ama sınavı kazanınca da kesmişti. Bana sorsa başka türlü yapalım diyeceğim için hiç bana getirmiyordu mevzuyu. Sağ elinin yaptığını ben bile bilmiyordum değil sol eli. İnsanlar doyuyordu, buzlukları doluyordu. Sadece bunu düşünüyordum. Ve duanın uyku üzerinde bu kadar etkisi olduğunu ben Fetih'ten öğrenmiştim.
***
Bir göz merceğinden görülmüş kadar net ama gözlerimi açtıktan birkaç saniye sonra zihnimin karadeliğine karışan rüyalarım vardı. Bu rüyayı unutmamak için rüyayı görürken bile kendimi tembihlerdim. Şimdi bunu görüyorsun, sakın unutma! Ama unuturdum. Yine unuttum. Rüya da yarım kaldı zaten telefon bangır bangır çalıyordu.
Boşluğa düştüm birkaç saniye. Rüyayı hatırlamaya çalıştım, yerimi sorguladım ve saatin kaç olduğunu tahmin etmeye çalıştım. Yanı başımda uyuyan Şeftali gözlerimin içine bakarak kocaman esnediğinde ben de ona bakarak esnedim ve birbirimize bakarak telefonu dinledik.
Telefon çalıyordu değil mi?
İki çift iri gözün bakmaktan başka bir şey yapmadığı sese Fetih "Hay senin gibi telefonun da sesin de..." diye söylenerek girdi. Bize baktı biz de ona ve Şeftali'yle aynı anda esnedik.
"Al bak uyandınız." diye söylendi ve fırlatacağını düşündüğüm telefonu aldı eline ama fırlatmadı. "Babaannem arıyor." dedi ve yatağın ucuna oturdu. Gözüm odadaki büyük saate kaydı. Saat akşam on buçuktu. Yani neredeyse iki saattir uyuyordum ama neredeyse altı yedi saat uyumuş gibi hissediyordum. En son Fetih'in ettiği dualarla ve karnımdaki eliyle uyuyakaldığımı hatırlıyordum.
Karnımdaki el...
Başımı şaşkınca karnıma indirdim. Ben hamileydim değil mi? İlk defa öğrenmiş kadar bir şokla birkaç saniye geçirdim. Uyanıp uyanmamdı buna sebep olan ama yine de korkunç geldi bunu unutmam. Unutmuş gibi olmam. Ne zaman alışacaktım? Yaban mersini vardı rahmimde. Yarın sabah uyandığımda kısa bir an bu şoku tekrardan yaşayacağıma emindim. Ne zaman alışacaktım? Ne zaman bir bütün olacaktık? Ben uyandığımda o da uyanmış olacaktı?
Fetih telefonu açtı ve hoparlöre verdi. Ben de duyayım diye yaptı sandım bunu ama hayır telefonu tutmak gibi bir amacı yoktu. Yastığın üzerine koydu ve başını benim başıma yerleştirdi. Bunu yaparken de Şeftali'yi yataktan atmayı ihmal etmedi. Yerimizi daraltıyormuş gibi.
"Efendim babaanne?"
Parmaklarımla saçlarımı tararken burnumun ucundan başladı çillerimin hepsine ayrı ayrı dokundu. Saçlarım çok uzamıştı. O kısa hallerinden eser kalmamıştı. Gürleşmişti bir de. Seyrek değildi artık. Bir sürü bebek saçım vardı. Bebek... Fetih'in parmakları karnıma da dokundu. Parmak uçları piyano çalar gibi karnımın üzerinde geziniyordu
"Hayırlı akşamlar oğlum." dedi Sultan babaanne. Onu en son düğünümde görmüştüm. Biz biraz nankördük. Hayır hayır... Biz epey nankördük. Gitmemiştik. Bunun vicdan azabını yaşadığım her an Fetih yoğunluğumu bana anlatıyordu. Güneşi görmüyorsun bazen Efsun diyordu. Beni görmüyorsun. Gün aymış mı bitmiş mi ben arayıp söyleyince görüyorsun. Bir buçuk gün nöbet tutuyorsun. Senden bir tane daha olsa bile yine kalkıp Kars'a gidemez. Seninle nöbet tutar uyu diye biraz.
"Hayırlı akşamlar babaanne, hayırlı akşamlar. Bak şimdiden söyleyeyim, gelinin duyuyor. Sakın gelmiyorsunuz diye sitem etme çok üzülüyor anlattım sana durumları." Fetih'in karnından bir parça tuttum ve sıkıştırdım. Neden söylüyordu bunu? En samimi haliyle konuşsun istiyordum ben kadın. Fetih etini kıstırdığım elimi yakaladı ve öptü ardı ardına.
"Teneke." dediğinde neredeyse oh diye nispet yapacaktım. Yaban mersini biliyor musun büyükannen babana teneke diyor ve çok haklı. "Benim gelinim tabip. Ne zaman bunu unutup da konuştum? Senin gibi iki beton üst üste koymuyor, can kurtarıyor can."
Tabip mi? Bana meslek hayatım boyunca tabip diyen tek kişiydi ve bilmeliydi ki bu çok hoşuma gidiyordu ama daha da hoşuma giden, bu durumu sollayan bir şey Fetih'e söyledikleri oldu. Başkası Fetih'in mesleği hakkında böyle konuşsun avukat kesilirdim de babaannesi söyleyince keyiflendim, kıkır kıkır güldüm. Evet doğru söylüyordu. İki beton koyuyor bir de kâğıda iki çizgi atıyordu.
"Ayıp oluyor yalnız Sultan Hanım." dedi benim kibirli bakışlarımın altında ezilirken. "Bu kadar örseleme beni, başına çatıyı ben yapıyorum." Fetih kırıştırdığım burnumu yakaladı ve sıktı. Sıktığı yeri öptü ve bunu yaparken sulu sulu yapıyordu. Sesler çıkıyordu telefon hemen dibimizdeydi. Utanıyordum. Fetih'in dudaklarına vurdum, vurduğum parmak uçlarımı öptü. Beton dökülen yerden açan çiçek gibiydi bu tavrı.
"Tamam hele dur dur. Ben sizi niye aradım onu sor?"
"Gelin atağın tuttu. Beni yerden yere vurup Efsun'u övmek için aradın."
Fetih'in karnımda piyano tutan parmakları sonunda geceliğimin içine sızdı ve karnıma dokundu. Eli karnımın üzerini kapattı ve bir yorgan örtüldü sandım tenime. Dokunmaya çekinen adamın bir adım atmasını sağlamıştım sadece devamında koşacağını bilerek. Fetih hep böyleydi. İki sene önce de böyleydi. Yirmi sene sonra da böyle olacaktı. Gözlerini yumdu, dünyayla arasına mesafe koyarsa daha çok hissederdi. Ben de onun gibi gözlerimi kapattım ve karnımı sarmalayan yorganı hissettim. Ne şanslıydı bazı çocuklar, üşümek nedir bilmeyecekti.
"Efsun gebe!"
Gerçek dünyadan kopmuş, tatlı bir meltemin estiği bir evrende kaybolmuşken ikimiz suratımıza çarpan tokatlar gözlerimizi açtırdı ve sanki izleniyormuş gibi birbirimizden koptuk. Fetih elini çekti ben karnımı kapattım ve korkuyla birbirimize baktık. Sultan Karadere'nin üçüncü gözünün açık olduğunu, alim değilse bile arif olduğunu biliyordum. Ama bu... Bu çok korkunçtu.
Konuşmaya çalıştık, konuşamadık. Fetih ne der gibi kekeledi ama devamı gelmedi. Korkunçtu. Hiç kimse beni hislerin gücüne ya da başka bir şeye ikna edemezdi. Korkunçtu bu. İnandığım inanmadığım tüm her şeyi sorgulatırdı bana. İkimiz de oturur pozisyondaydık artık.
"Efsun diyorum Efsun, gebe! Daha dün buzağıydı. Şimdi anne olacak. Hey maşallah. Kurban olayım ben yaradanın kudretine."
Efsun. Benim. Başka? Buzağı Efsun. Benim adım Efsun babaanne, söylemesi de kolay. Buzağı Efsun. Ben bunları birleştirip bir bütün olana kadar, aklımı kaçırmadan hemen öncesiydi bu, Fetih anladı. Omuzları çöktü, parmaklarını göz pınarlarına bastırdı. "Babaanne." dedi kendi kendine. "Ulan... Fesuphanallah."
Efsun? Efsun benim. Hamileyim. Efsun. Buzağı Efsun. Artık buzağı olmayacak kadar büyümüş Efsun. Hamileymiş. İki Efsun. İki bebek. Aa! nidası ilk döküldü ilk. Avuç içlerimi yatağa gömdüm biraz dikleşti bedenim. Yeniden aaa! deyiverdim. Bilmem kaç kere daha ama her seferinde daha sesli.
İçimdeki korkunç his kendini bir mucizenin şaşkınlığına bıraktı. Ben buna tesadüf diyemezdim. Ben buna ancak bir mucize diyebilirdim. Tepkilerim çığırından çıktı ben de ben de dememek için elimi ağzıma örttüm ve dizlerimin üzerinde zıpladım adeta. Ne yapacağımı bilemedim, Fetih'in sakin tavrının yanında adeta delirmek üzereydim. Hamileliğimi ilan etmeyeceğime ikna olduğum an ağzımı açtım ve "Babaanne sen ciddi misin?" dedim. Fetih gözlerini dikmeyene kadar karnıma dokunduğumu farkında değildim.
"Ciddiyim tabi ya. Gebeymiş Efsun."
Gebeymiş Efsun. Evet, gebe Efsun.
"Babaanne eminsin değil mi?"
"Emin olana kadar aramadım sizi. Vallahi gebe. Yavrusunun adını da sen koyacak mısın?"
"Babaanne..." az önce adeta zıpladığım yere düştüm. Bir yağmurun ardından açan gökkuşağından daha beter bir duygu değişimiydi bu. Karla güneş bile diyemezdim. Kış güneşi de olmazdı. Seneler önce benim adımı koysun diye içten içe dua ettiğim kadın şimdi bana çocuğu için isim hakkı veriyordu. "Gerçekten ben mi koyacağım?"
"Lafa bak, başka kime koyduracaktım?"
Benim hayatımda tanıdığım en uzun ömürlü kadının, çocukları gibi baktığı hayvanlar için bana böylesine büyük haklar vermesi öylesine sarstı ki beni, en son bu hissi ne zaman yaşadım bilmiyorum ama gözlerim doldu da akmadı. Hemen aktı. Başından beri sakin olan Fetih'in karşısından en uç duyguları yaşıyordum onu ancak ağlayınca sarsabildim. Neye uğradığını şaşırdı.
"Efsun ciddi misin?" dedi öylece.
Bu hissi en son ne zaman yaşadığımı hatırladım. Okula benim ismim verildiğinde. Evet tam da o zaman. Tanıdıktı bu his. O zaman canım çok yanıyordu, o merhem gibi gelmişti ama şimdi ne canım çok yanıyordu ne de merhem olmuştu. Hissetmem gerekenin özünü hissediyordum. O yüzdendi ansızın böyle çöküşüm. Burnumu çektim, elimin tersiyle yüzümdeki ıslaklığı aldım.
"Babaanne biz geleceğiz." dedim hemen. "Biz geleceğiz tamam mı? Haberin olsun. Geleceğiz biz."
Ağlamam onu da şaşırttı. Nasıl bir aileydi bu, yaptıkları şeyleri ne çok küçümsüyorlardı öyle. Nasıl bir aileydi. Hiç farkında olmuyorlardı bu hayatta kendi kurduğu ailesinden başka ailesi kalmamış birine neler yaptıklarını
"Kurban olurum ben sana, sen niye ağladın şimdi?"
Bu sorunun cevabını içten içe düşünmek bile yetti gözyaşlarımı yeniden arttırmaya. "Babaanne biz seni sonra arayalım mı?" dedi Fetih.
"Tamam oğlum, hadi hayırlı akşamlar." dedi ve Fetih çekti aldı telefonu elimden.
"Efsun tamam." dedi hayretle. Ağlarken nefes alamadığımı farkında değildim ben, onun endişesine anlam veremedim. "Tamam dur." dedi sanki düğme varmış gibi. Elini ayağını nereye koyacağını bilemedi. Duramadığımı anlayınca başımı göğsüne yatırdı, sakinleşmemi bekledi.
Düzenli nefes almaya başladığımda yorulan kaslarımdan anladım vücuduma ne kadar az oksijen aldığımı. Burnumu çeke çeke Fetih'e baktım.
"İyi misin?" dedi. Az önce çok tuhaf bir şeye şahit olmuş ve şaşkınlığı atamaz bir şekilde bana bakarken. Başımı salladım. "Az önce ne oldu? Ne yaşadık biz?"
"Efsun hamileymiş." dedim ve cümlenin tuhaflığına güldüm bir an. Yüzümü inceliyordu dikkatle ve bana bakmıyordu.
"Evet duydum. Mucize gibi denk geldi."
"İsmini ben koyacakmışım."
"Senin hakkın çünkü."
Her şey bu kadar normal değildi. Bana böyle bakmamalıydı, her şey bu kadar normal değildi. "Hamile kadınlar duygularını içlerinden ilk geçirdikleri gibi, olduğu gibi çıkarırlarmış. Süzgeçten geçirmezlermiş diye okumuştum bir yerde. Bundan mı oldu az önce bize?"
"Sen bunu nereden okudun?"
"Okudum işte bir yerden. Sen içinde bu kadar büyük mü yaşıyorsun duygularını şimdi?"
"Fetih duygulanmayacak bir şey mi bu?"
"Efsun nefessiz kaldın yanımda."
Muhakkak abartıyordu. Ya da benim ağlıyor oluşuma henüz alışık değildi. "Kars'a gidecek miyiz?"
"İstifa mı edeceksin?"
"Fetih... Saçmalama."
"Bu kadar uzak bir yolu, her ne kadar uçak kullanacak olsak bile, bir günde çekip sonra işe gitmene izin veremem."
"Blok nöbetlerden birikmiş izinlerim. Bence şimdi istersem izin verir. Gidelim, lütfen." yorgun kaslarımı yatağa bıraktım ve cenin pozisyonu aldım. Başım Fetih'in dizine çok yakındı. "Fetih." dedim yeniden. "Gidecek miyiz? Efsun'u görmek istiyorum."
"Ve onunla dertleşmek istiyorsun."
"Fetih..."
"Sevgilim."
"Fetih..."
"Güzel karım."
"Fetih..."
"Tamam..." dedi sonunda. Onsuz gitme ihtimalim hiç yokmuş gibi davranıyordum. "Ama hazır konu açılmışken senin bu meslek hayatını da konuşalım."
"Ne açıdan?"
"Efsun çalışma koşulların insanüstü."
"Biliyorum. Sağlık bakanıyla araya tanıdık sokup görüştün hatta. Minnettarız sana. Düzenleme sözü aldık adamdan canlı yayında."
Söz verileli birkaç ay oluyordu. Belki uzun belki kısa bir zaman ama en azından umut vardı. Buna da şükretmeliydik değil mi?
"Efsun, yaban mersinimiz var artık..."
"Biliyorum bak şurada bir yerlerde." dedim ve elini tutup aynı bölgeye bastırdım yine.
"Efsun, yapma böyle."
"Dünyadaki ilk hamile insan değilim, ilk hamile doktor hiç değilim."
Hani izlediklerimizde, okuduklarımızda olurdu ya kadın hamile kalınca tüm dünya dönmeyi bırakır ve dünyadaki tek hamile o gibi davranılırdı. Ayağa kalkmasına, bir torba taşımasına izin verilmezdi. Toz pembe olurdu her şey. Ben böyle şeylerin gerçekten o dönemden geçen insanlara eksik hissettirdiğini düşünürdüm. Bir temizlik görevlisi, bir fabrika işçisi, bir öğretmen ya da bir doktor... Fark etmeksizin yarın kalkıp işe gidiyordu. İçinde çocuğuyla. Son ana kadar çalışanlar vardı. Her işin özlük hakkı bir değildi. Evet şimdi her şeyi bıraksam ömrü hayatım boyunca maddi bir zorluk çeker miydim? Hayır. Ama mesleğim benim için maddi çıkar olmamıştı hiçbir zaman. Olsaydı da olmasaydı da ben devam ederdim zaten. Hayat devam ediyordu. Hamile kadınlar için de.
"Nöbetlerin?"
"Belli bir aydan sonra kesinlikle yasak. Belli bir aydan önce annenin isteğine bağlı. Kimse zorlayamaz."
"Annenin isteği?"
Sanırım benimle hamileliğim boyunca tek rest çekeceği konu buydu. Kavgaya bile tutuşurduk. Bakışlarında tutuşma ihtimali olan çırayı görüyordum. "Elbette bir annenin şansı varsa bebeği için düzenli bir uyku döneminde olmalı. Benim şansım var. Mesleğime aykırı bir kere."
Çıralar uçuştu ve dağıldı. Üzerinden kocaman bir yükü aldım. Korkmuştu. "Ama mesleğime devam edeceğim. Çoğu kadın gibi. Artık tamam diyene kadar görevimin başında olacağım. Sonra izne ayrılacağım. O zamana kadar da..."
"Eşin senin daha da rahat etmen için elinden ne geliyorsa yapacak."
"Biliyorum." dedim. "Kars'a gidiyoruz o zaman."
"Gidiyoruz."
"Bebek haberini veriyor muyuz gidince?"
"Sen istersen ben zaten isterim ama biz söylemezsek babaannem anlar." bunu ben de düşünüyordum. Sanki tek bir hareketimden anlayacak ve soru bile yöneltmeden hamile olacağımı söyleyecekti. Ben o tahmin etmesin ben söyleyeyim istiyordum. Başka kime nasıl söyleyecektim? Burcu? Meltem Teyze? İlbey amca?
"O zaman Zeliha'yı da çağıralım. Kürşat da gelsin." dedim.
"Sen kime ne zaman söylemek istersen ben kabulüm."
Bugün işyerinde, kan bağımızın olmadığı insanların coşkusu bile böyleyken bu haberin Karadere kardeşler ve babaanne tarafından nasıl karşılanacağı hayalime sığmadı. Sadece stresle kıvrıldım. İçim sıkıştı, dudaklarımı ısırdım. Daha gitmeden beni gece uyutmayacak bir şeyi düşünmeye başladım. Fetih başını eğdi ve resmen içime de ses gitsin diye kulağımın içine konuştu.
"Acıktınız mı?"
Kesinlikle yaban mersinimiz de duymuştu, karnım yoksa niye zil çalsaydı ki?
***
Kars.
Bir zamanlar, uzun bir yolculuğun arka koltuğunda; rüyalarla cebelleşirken ve anlaşılmazken, Fetih'e hem çok öfkeli hem de çok kırgınken ilk kez geldiğim o şehir. Beni karşılayan köpek sürüsü geldi aklıma. Fetih'in onlardan korkacağımı sanırken hepsiyle kucaklaşmam, Fetih'in gömleğine pisleyen kuşlar ve yağmayan kar. O kadar küskündüm ki bu şehre gelirken, hisler unutulmadığını kanıtlar gibi yine öyle hissediyordum.
Bu kötü bir anda dinlediğimiz bir şarkıyı yeniden dinlediğimizde aynı duyguları hissetmemiz gibiydi.
Bizi bu sefer hiddetli bir köpek grubu karşılamadı. Uçak yolculuğu biraz midemi bulandırmıştı, başım da dönüyordu. Arabanın yine arka koltuğunda gelmiştim. Karşılanmıştık havaalanında şimdi bir araç bizi eve götürüyordu ve ben uzanmıştım Fetih'in dizlerine.
"Gidince babaannem ıhlamur kaynatır hemen." dedi. Başımı salladım. Buna ihtiyacım vardı. Midem çok bulanmıştı uçaktayken. Bulutların üzerindeyken o görüntüyü izlemek için direnmiş midemin bulantısını umursamamıştım. Şimdi bedelini ödüyordum.
Araba durana kadar gözlerimi kapalı tuttum. Fetih'in üzerine kusarsam ne olacağını düşündüm. Kızar mıydı acaba bana? Ya midesi bulanırsa? Ne yapardım? O da kussaydı peki dayanamadan? Hatta arabayı süren adam da kussaydı? Kusmak kusmak kusmak... Sadece bunu düşünüyordum.
"Zeliha'yla Kürşat da binecek birazdan uçağa." dedi. Mırıldandım sadece. Konuşursam kusabilirdim. Eline kolonya sıktı ve burnuma tuttu. Genzimi yakacak kadar uzatmadı ama. İyi geliyordu. Terlemiş yüzüme üfledi araba durana kadar. Durunca beni kucaklayacak gibi oldu da "Fetih sakın." diye durdurdum onu. Ben babaannesi kuvvetli hislerinden anlar sanıyordum bizi ama o belli edeceğini bildiği için kuruyordu bu cümleyi.
"Ne kadar ayıp. Dur kalktım dur." dedim ve doğrulup ayakkabılarımı giydim hemen. Bağcıklarımı bağladı. Eğilince kusacağım sandım, engel olmadım ona.
Dağılmış beni topladık açılan kapıdan indik. Köpekler yoktu, kuşlar da yoktu ama biz yine kapıda karşılanmıştık. Sultan babaannenin biraz daha yaşlandığını ilk gördüğümde kalbimin telleri titredi. Elini öptüm, sarıldım. Sinesine öyle bir bastırdı ki beni vücudumdaki tüm ağrıyı sızıyı çekti sandım. Yüzüme dokundu, görmeyen gözleriyle baktı yine bana.
"Babaanne Efsun'u yol tuttu." dedi Fetih. "Bir ıhlamur kaynatalım."
"Elleri de soğuk zaten. Söylerim Melek'e. Hemen halleder." dedi. Anladı. Tam da bundan bahsediyordum işte. O anlamadan ben ilk uygun anda haber vermeliydim. Ben soruya evet demek istemiyordum bizzat müjdeyi verip onları izlemek istiyordum. Fetih de öptü ellerinden geçtik içeri yavaş adımlarla. Kokudan rahatsız olmayacağımı bilsem koştur koştur Efsun'un yanına gidecektim ama onun önünde kusmak istemiyordum. O da hamileydi, onun da midesi bulanırdı.
Dışarıdaki çardağa baktım. Fetih'e meydan okuduğum, canımın yandığını belli ettiğim ilk yerdi. Orada bir Efsun ve Fetih vardı, hava çok soğuktu bugünün aksine ve Efsun delicesine meydan okuyordu. Canı yanıyordu, bu gözükmüyordu. Göstermiyordu ama görünsün istiyordu. Gerçek olsa bu evlilik ceketimi alıp çıkarım diyordu. Ceketini alıp çıkamayacağını bilmiyordu.
Kapı açıldığı an bir merdiven karşıladı bizi. Başka bir Efsun oraya çökmüş mutfakta konuşulanları dinliyordu sessiz sessiz. Yaşlı kadından duydukları onu ağlatacak noktaya getirmişti de ağlamamak için direniyordu. Ağlasa büyük şeyler kaybedecekti sanki. Halbuki insan olduğunu hatırlardı en fazla ama ağlamıyordu.
Fetih ne yaptı ne etti beni dinlenmem için odaya çıkardı, ıhlamur getirdi. Evet dinlenmem iyi olurdu ama bunu biraz geciktirebilirdim. Yeni gelmiştim eve, ayıp oluyordu da hiç anlamıyordu. Yer yatağında da bir adam ve kadın vardı yine. Kadın öfkeyle araya yastıktan çit örüyordu. Çocuk gibi gözüktüğünü farkında değildi sadece çok yalnız hissediyordu. Adamı dinlemiyordu. Şimdi o adam saçlarımı seviyordu. Ihlamuruma limon sıkıyordu.
Yol beni sahiden haddinden fazla yormuş olacak ki uykuya daldım. Geçmişin salladığı şimdinin içinde daldım gittim. Ihlamur da çok iyi geldi zaten. Uyudum kaldım. Hatırlayamayacağım bir rüya gördüm yine öyle uyandım. Oda sessizdi kimse yoktu. Rüyayı hatırlamak için çabaladım da olmadı. Boşluğu yeterince izledikten sonra kalktım yerinden. Yer yatağında yatmayı garip bir şekilde seviyordum. Saçlarımı topladım, üstümü başımı topladım. Göğüslerimde fazla bir hassasiyet ve yorgunluk vardı. Tahammül edilebilirdi. Uyuyunca dinlenmiş hissediyordum.
Sessiz odadan çıktım ve yavaş yavaş merdivenlerden indim. Zelihalar gelmiş miydi? Fetih neredeydi acaba? Yemek hazırlanmış mıydı? Ben yardım etseydim, bir ucundan tutsaydım bari.
"...biliyordun da söylemedin. Biliyordun da söylemedin ya. Bana değil bu ayıbın. Bana değil bunca yoldan kalkıp gelen Efsun'a."
"Oğlum siz yola çıkmıştınız haber geldiğinde."
"Çıktıysak çıktık. Alır bilet geri dönerdik. Babaanne sana... Ben ne desem ki şimdi sana? Ben karımı alıp gidiyoru..."
"Nereye kadar Fetih?" dedi Sultan babaanne. Artık bu merdivenler trajikomik olmaya başlıyordu.
"O bizi ilgilendirir sizi değil." dedi Fetih. Hangi konuda bilmiyorum ama babaannesine çok keskin cümlelerle meydan okuyordu. Çok geçmedi bu restinin sebebini açıkladı. "Efsun o kadınla aynı çatı altına girmeyecek. Duydunuz mu beni? O kadına de ki; oğlun seninle aynı çatıya girmeyecek. Ben alıyorum Efsun'u gidiyorum. Size afiyet olsun."



Yorumlar