SERÇEYİ ÖLDÜRMEK 68. BÖLÜM
- Dilan Durmaz
- 18 Ara 2024
- 28 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 27 Ara 2024
Zaman sizi zehirlemeyi bıraktığı, sizin lehinize işlediği an geçmişin yıkıcılığını da onarmaya başlıyordu. Zaman benim lehime akıyordu bir süredir, diğer türlü seneler sonra geldiğim bu şehir bana iyi anlarımı hatırlatmaz, içimde hissettiğim duygu kesinlikle özlem olmazdı.
Urfa'nın havalimanının kapısında, Fetih'in koluna girmiş, yanağımı koluna yaslamışken geçip giden insanlara bakıyor ama geçmiş gitmiş günleri izliyordum.
Şanlıurfa.
Her şeyi başladığı yer.
Mesleğimin, aşkımın, isyanımın, evliliğimin, savaşımın başladığı şehir.
Çok kalabalık yerlerde elimi karnıma bastırmaktan sanırım hoşlanmıyordum. Bunun altında yatan sebebi henüz keşfetmemiştim ama bana bakan insanın ilk gördüğü şey minik yaban mersinim olmasın istiyordum. Ya da koluna yaslandığım adamın mahrem perileri benim için de uçuyordu artık. Onu herkesle paylaşamazdım, herkesin onu görmesini de istemezdim ama içimden ona çok şey söyleyebilirdim.
'Bak biz babanla burada tanıştık. Nasıl tanıştığımızı sormasan olur mu?.. En azından büyüyene kadar. Şimdilik bu şehirde tanıştığımızı bilsen yeter. Burada âşık oldum ona. Burada evlendim. Yani en azından ilk burada evlendim... Sonrakini de sormasan olur mu? Söz onu da büyüyünce anlatacağım. Sen doğunca seni de buraya getireceğim. Çünkü bu şehir annene çok şey hissettiriyor. Bir de baban, buradan çıksa bile burası ondan çıkmıyor. Kütüğüne bağlı. Muhtemelen sende özünü bil ister, biliyorum.'
Ya huyundan ya suyundan işini biraz abartmış olmalıydım. Zira kelle paça istediğim için hâlâ çok utanıyordum ama damağımdaki tada gidiyor olmak da beni çok heyecanlandırıyordu.
"Fetiih," diye seslendim yaslandığım yanaktan ayrılmadan. Arabanın gelmesini bekliyorduk.
"Efendim."
"Sence yaban mersini İzmirliyim mi der Urfalıyım mı?"
Bedenini biraz geri çekti ve başını eğdi. Çatık kaşlarına baktım. Evet bu çok düşündürücü ve önemli bir soruydu. "Yani resmiyette kütüğü Urfa olacak biliyorsun..." dedi. Başımı salladım. "Ama ne bileyim, İzmir diyebilir."
"Bence annem İzmirli, babam Urfalı, ben İstanbul doğumluyum diyecek."
"Bu uzun cümleyi her seferinden kuracak yani?"
Dudaklarımı büzdüm. Öyle arkadaşlarım vardı benim. Hatta annem buralı, babam şuralı, ben burada doğdum ama şurada yaşıyorum, diyeni de biliyordum. Onları da anlıyordum. Karışık bir his olmalıydı. Ben babamın doğduğu yerde doğmuştum ama arada annemin göçmen olduğunu bile eklediğim oluyordu.
Kısa bir bakışma geçti aramızda ve ikimiz de aynı şeyi düşündük.
"Kurması olası." dedi. Benim zihnimde de kuruyordu. İkimiz de kafamızı salladık ve yeniden önümüze baktık. Yanağımı yine Fetih'in koluna yasladım. Sessiz geçen dakikalar benim zihnimden yeni sorular doğuruyordu.
"Fetiih," dedim yeniden.
"Dinliyorum sevgilim."
"Nerede kalacağımıza karar verdin mi?" dedim. Günübirlik geldiğimizi bile sanıyor olabilirdi ama ben gelmişken hemen gitmek istemiyordum en azından bir gün bile olsa kalmalıydık.
"Kalacak mıyız?"
"Kalalım bence."
Sessizleştik. Kesinlikle gitmeyeceğimiz yerler de vardı, gidebileceğimiz yerler de. Fetih'in tercihini beklemek karnımı ağrıttı, gözlerimi yumdum yalnızca.
"Akraba evi bunaltır, güzel bir otel ya da başka temiz bir ev olabilir. Sen nerede kalmak istersen."
Dile bile getirmediği ihtimal beni rahatlattı ama dile getirmediği bir başka yerdeydi benim aklım. "Elma ağacımız, meyve vermiş midir?" dedim. Zihnimde sadece orası vardı. Bir ağacın tepesinde oturduğumuz, kocaman bahçesi olan, Fetih'le ilklerimizi sığdırdığım, iyisiyle kötüsüyle hâlâ barışık olduğum o ev.
Elini yanağımda gezdirdi. "Efsun oraya da gitmek zorunda değiliz."
"Neden, orası sen ve Reşat'ın değil miydi?"
Fetih'in içten içe o eve küstüğünü biliyordum. O sancılı geçen dönemi o evde geçirmiştim, onu o evde bırakmıştım, ona o evde geçmişi anlatmıştım. Ama o evde olan şeyler de çoktu.
"Öyle ama senin gönlünden geçmiyor..."
"Elma ağacına oturmayı özledim ve bahçedeki çardağı. O terasta kahvaltı ettiğimiz yeri de. Şeftaliler de olmuştur bence. Hatırlıyor musun dalları kahvaltı masasına uzanıyordu ama daha şeftali vermemişti. Hep koparmak istiyordum. Gidebiliriz oraya. Yan komşunun kazları duruyor mu acaba? Onlara salatalık doğruyordum hatırlıyor musun?"
İkimiz de aynı anda kıkır kıkır güldük ve birbirimize sokulduk. "Unutmak ne mümkün? Dolaptaki bütün etleri de makarnayla karıştırıp sokaktaki köpeklere vermiştin."
Fetih'in heyecanla et yemek için eve geldiği o gün... Surat ifadesi gözümün önüne geldikçe kıkırtıların daha da büyüdü. "Aslında sana da vermeliydim sen de yavru bir köpek sayılırsın sonuçta..." kısık kısık fısıldadığım şeyler onu toplum içinde sadece konuşturdu. Ne ısırabildi, ne kızabildi, ne haşin bir sevgiyle hırpaladı beni.
"Efsuun!"
"Tamam tamam kızma. Oraya gidelim. Olur mu?"
"Sen nasıl istersen."
Orası ilk seviştiğimiz yerdi, aynı zamanda Şeftali'nin de büyüdüğü yer. Şeftali... Onu da Karabaş'ı da özlemiştim. Yalnızca bir günde evet. Bu benim için yeterliydi. Karabaş birkaç gün süren yokluğuma artık nöbetlerim sayesinde alışmıştı. Onu terk ettiğimi sanmıyordu. Şeftali zaten evin en olgun çocuğuydu. O hep anlayışlıydı. Bazen nöbetten yorgun argın geldiğimde Karabaş beni yüksek sesle karşılar, onunla oynamam için kafeste oradan oraya uçarken Şeftali adeta yorgunluğumu anlar ve gelir yanı başımda bana sokularak uyurdu. Çocuklarımı çok özlemiştim. Telefonumu açtım ve fotoğraflarına baktım sessiz sedasız. Karnım belirginleşmeye başladığında, bu beni heyecandan titretti, Şeftali anlayacaktı hamile olduğumu.
Konudan konuya atlamaya o kadar meyilliydim ki aklıma Kars'ta bıraktığım köpek geldi yeniden. Ne düşüncelerimin ne de hislerimin peşinden gidemiyordum artık. Yetişmek çok zordu.
"Oturmak istemiyor musun hâlâ?"
"Cık. Oturunca canım sıkılıyor."
"Ayakta durunca canın sıkılmıyor yani?"
"Cık. Sıkılmıyor."
"Canın hâlâ kelle paça çekiyor ama değil mi?"
"Çok..." dedim utançla.
"Hâlâ utanıyor musun peki bu durumdan?"
"Ölene kadar utançla hatırlayacağım Fetih..."
"Bense mutluluk ve gururla... Bir evlat babasını daha doğmadan bu kada..."
"Fetih sus artık." dedim acıyla. Bütün yol onun sevinç naralarını dinlemek, doğunca da kahvaltıda bile et yemek isteyecek söylemlerini duymak beni tetikliyordu. Fetih'in gülüşü ve beni sarışı aynı zamanda oldu. Kollarının arasına aldı beni saçlarıma bastırdı dudaklarını.
"Canın daha çok sakatat ve et çekerse ilk aşermenin kelle paça olduğunu bir sır gibi saklayabilirim."
"Çekmezse?"
"Alnıma yazacağım bu gururu."
Hırçınca payıma düşen etini ısırmak istedim ama izin vermedi. Mahrem perileri tabi, o kadar da değil diyordu. "Dur tamam, dur. Bak araba geldi." Gelen siyah arabaya baktım onun kollarında. Araç önümüzde durdu, açılan kapıdan takım elbiseli adamın inişini izledim. Yüzüne baktım dikkatle. Yabancı gelmiyordu. Adını sanını hatırlamıyordum ama tanıdıktı. Muhtemelen ben Urfa'da yaşarken Fetih ya da ailesinin çevresinden biriydi. O iki kişiden biri değildi, ondan emindim.
"Hoş geldiniz Fetih Bey." dedi adam ve bana bakar gibi oldu. Evet bazı şeyler aynıydı. Saygıyı insanların yüzüne bakmadan, selam vermeden, göz bağı bile kurmamaktan geçen bir şey sanıyorlardı. Benimle göz teması kurmaktan kaçınıyorlardı.
"Hoş bulduk. Anahtar üstünde mi?"
"Ben bıraksaydım efendim sizi?"
"Yok ben süreceğim. Eyvallah."
Elimden tutup öyle yürüdü arabaya. Benim kapımı açana kadar, diğer taraftan onun da kapısı açıldı. Emniyet kemerimi bağladım ve son bir sabır dedim içimden. Son bir sabır Efsun, az kaldı, gidiyorsunuz. Fetih benim canımı sık sık kontrol ede ede, hevesimin geçmesinden korkuyordu, geçirdi yolculuğu. Bana da zaten uyku bastı da zor tuttum kendimi. Yolları izledim. Hatırladığım yerlere daha dikkatli baktım, değişen yerler gördüm ve Urfa'nın ilk kez yazına denk geldiğim için nasıl bir sıcakla kavrulduğunu anladım. İnsanların anlattıkları kadar vardı.
Dükkân köşelerine konmuş bir kap sudan içen kedileri köpekleri izledim ışığa yakalanınca. Beslediğim kediler köpeklerden çalıştığım hastaneye kadar uzandı gitti zihnim.
"Fetih." dedim dalgın bir sesle. "Buradaki hastane önündeki kedilerim vardı ya..."
"Evet."
"Ne oldular acaba?"
Hâlâ düzenli mama gidiyordu oraya ama mamanın gitmesi o kedilerin dağılmaması demek değildi ki. Başhekimin söylediklerini hatırlıyordum. Mama göndersen ne olur, sen gittikten sonra çil yavrusu gibi dağılırlar demişti. Nasıl ağlamıştım bu cümleye, nasıl dua etmiştim onlar için. Hatırlıyordum.
"Ben Urfa'dan ayrılmadan önce uğramıştım. Gidenler varmış ama gelenler de varmış. Mamayı kesmedik, elbet vardır yine orda bir kedi ordusu."
Dudaklarımı birbirine bastırdım ve başımı salladım yola bakarak. Onları terk etmiştim. Ne hissetmişlerdi kim bilir. Mesela o ilk gün beni görmediklerinde ya da ikinci gün de gelmediğimde. Ne zaman unutmuşlardı acaba? Dudaklarım aşağı büzülmesin diye yukarı kıvırdım.
"Olsun şimdi çalıştığın hastanedekiler var, orada da bir sürü kedin var. Hepsi senin eline bakıyor, yolunu gözlüyor her gün."
Yüzümü görmesin diye hemen cama çevirdim. Hasta olan olmuş muydu acaba aralarında? Zafer bir süre onlara da bakıyordu ama bir yerden sonra bırakmıştı. Hastalıktan ölen ya? Onları terk etmiştim, beni ne kadar süre aramışlardı kim bilir. Kaçının hastalığı fark edilmemiş, kaçı gitmişti?
"Efsun." diye bana seslendi. Cevap vermek istedim ama sesim titrer diye sustum. "Efsun." diye yeniledi ve elimi tuttu.
"Hım."
"Kocaman dünyada sadece bir tane Efsun var, şimdi çalıştığın yerdeki kedilerin günahı ne o zaman?" dedi. Başımı ona çevirdim, yüzüne net göremiyordum. Yola bakarak avucumun içinden öperken dudaklarından uzaklaştırmadı tenimi. "Demek ki Edirne'dekilerin sana ihtiyacı vardı, onlarla denk geldin. Sonra sıra İstanbul'dakilere geçti. Hangisinin daha az hakkı var diyebilirsin?" bir çocuğu kandırır gibi beni kandırmasına ihtiyacım vardı sanırım. Kanacaktım. "Bir tane var senden, başka nasıl yeteceksin? Söyle, varsa bir çözümü değerlendirelim."
Söyleyemedim. Çünkü haklıydı. Başka bir çözüm yoktu. "Yaklaş biraz öpeyim." dedi. Eskiden olsa kendisi yanaşırdı hemen, artık o direksiyon ne olursa olsun bırakılmıyordu. Gözler yoldan ayrılmıyordu.
Yaklaştım ve "Öp." dedim uslu uslu. Önce yanağımı, sonra çenemi, en son boynumu. "Bu dünya üzerinde, ben hariç herkes seni paylaşmak zorunda Efsun. Bunu sakın unutma, yetemiyorum diye sakın düşünme tamam mı? Başka hal çaresi yok. Ben hariç herkes seni paylaşmak zorunda."
***
Esnaf lokantalarının yoğun olduğu saatler genelde akşam vakitleri olurdu. Şimdi geldiğimiz bu vakit henüz hazırlık vaktiydi, eğer Fetih tanıdık olmasaydı muhtemelen daha açılmadık diye bizi kapıdan döndüreceklerdi.
"Kelle paça ikimize." dedi Fetih. Halbuki henüz pişme aşamasında olduğunu biliyorduk. Gelince söylemişlerdi. Sadece ben söyledikçe o da tekrar etmek zorunda kalıyordu.
"Bir de o kırmızı sosunuzdan." dedim.
"O mezeden de getirirsiniz." dedi.
"Bir de ayran ama paket değil. Açık olandan." dedim.
"Büyük bardakta iki de ayran, birinin köpüğünü bol tutun."
"Emredersiniz paşam."
Biz bunları görevli adama söylüyorduk ama cevap arka tarafımızdan yaşlı bir adamdan geldi. Buraya ilk geldiğimizde de bizi karşılamış, muhtemelen içerideki çorbayı yapan, Fetih'in ilk patronu olan ama adını hatırlamadığım adamdı. Çorbaları yapıyordu ve beni yakinen ilgilendiriyordu artık. Aklıma Fetih'in bir ustanın işini iyi yapması için bana verdiği taktikler geldi. Ben şimdi bu amcayla nasıl hemşeri çıkabilirdim ki?
"Ooo ustam." dedi Fetih doğrulurken. "Ne emri, rica bil dediklerimi." Adamın üzerinde beyaz bir önlük vardı. Yer yer kirliydi ama pis durmuyordu sadece bana içeride pişen çorbayı anımsatıyordu. Başında da şef bonesi vardı. Parmak uçlarımı birbirine sürttüm. Çorba pişmiş miydi? Pişmese yemeğinin başında dururdu bence.
Fetih elini öptü ve sarıldı. Bu kez uzun zamandır gelmediğinden dem vurmadı adam, içimden bir ses sebebini bildiğini bile söyledi. "Hayırdır bu saatte?" dedi adam önce Fetih'e baktı sonra bana. Gülümsedim. "Hoş geldin kızım." dedi.
"Benim hanımın canı kelle paça çekmiş."
Siparişleri alan garsondan ustaya kadar herkes bana baktı. Sandalye üzerinden kayıp masa altına kayacağım sandım. Hani söylemeyecekti Fetih? Çok utandım, yanaklarım bile ısınmaya başladı. Saat mi yoksa ben mi müsait değildim bu isteğe bilmiyorum ama herkes yadırgadı. Usta içeriden çorbasını unuttu galiba, "Oğlum sen başla masayı kurmaya, bize de üç tane çay getir." Diyerek garsonu gönderdi yanımızdan ama kendisi kaldı.
"Gel usta." dedi Fetih masayı işaret ederken. Gelseydi, hatta bizimle yemek de yeseydi ama önce çorbaya bakması daha doğru değil miydi? Taşabilirdi, yanabilirdi... Düşüncelerimi görüyormuş gibi "On dakikaya hazır çorba, başka bir isteğin var mı kızım?" dedi.
İçime su serptiğini bilmiyordu. "Yok, teşekkür ederim. Ellerinize sağlık." dedim sadece. Ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırdım ve çayım gelene kadar oynamadım yerimden. Fetih'le konuşuyordu adam. Halini hatırını sordu, işleri sordu, anne babasını sordu... Çayımız geldiğinde tepside başka şeyler de vardı. Mesela kocaman iki bardak ayran. Bol köpüklü olan Fetih'in önüne konuldu ama Fetih benim önüme itti kaşla göz arasında. O kadar köpüklüydü ki pipetsiz nasıl içilirdi bilmiyordum ama pipet istenmezdi onu da biliyordum.
Ekmek, birkaç meze daha ama istediğim yoktu daha. Gizlice ayranımın köpüğünden biraz almak istedim ama Fetih'ten kaçmak ne mümkündü. Delirtecekti beni hemen yakalayıp dudak altından gülerek utandırdı beni. Kasten yapıyordu.
O kısa sohbetlerinin arasında yeniden ayranımı içmek istedim ama bu kez amca bana döndü. Dudaklarımı hemen geri çektim bardaktan. Yok ben içemeyecektim bu ayranı.
"Ya huyundan ya suyundan. Fetih de böyleydi. Küçükken her sabah işe geldiği gibi bir tabak çorbasını içer öyle başlardı. Hanımını da kendine benzetmiş."
Her sabah mı? Sıkılmadan hem de... Elimi masanın altından karnıma bastırdım. Gerçekten mi? Benzeyebileceğin dünya kadar huyu var. Çalışkanlığı var, temiz kalbi var, adaleti var, dürüstlüğü var... Çorba mı Yaban Mersini? Sabahın köründe çorba içme potansiyeli mi?
"Hanımını değil de..." dedim düşünceli bir sesle. Fetih'le göz göze geldik. Ben söylemeden o kimseye söylemezdi biliyordum ve bu utanç bana kalmasın diye suçluyu açığa çıkardım. "Bebeği sanırım benzeyecek. Hem de yemek konusunda."
Adını hâlâ hatırlamadığım usta ne dediğimi başta idrak edemedi. Dudakları vereceği rastgele bir cevap için açıldı ama söylediklerim zihninde anlam kazandığında konuşamadı. Yaşlı yüzünde tüm kırışıklıklar belirginleşti, heyecanlı suratını izledim. Fetih'e baktım. "Hadi..." dedi ilk. "Hayırlı olsun, hayırlı olsun oğlum." Dedi ve ayaklanacak gibi oldu da Fetih tuttu elinden. Fetih'in eli adamın iki avucunun içine yerleşti bir baba şefkatiyle sıktı ve sarıldı.
"Allah analı babalı büyütsün, tırnağına taş değmesin. Hayırlı olsun kızım." dedi bana bakarak. O kadar güzel dualar duyuyordum ki, her seferinde elimi karnıma bastırıp teşekkür etmekten başka çarem olmuyordu. "Ya bende diyorum, bu kızcağızın canı bu saatte nasıl kelle paça çekti. Fetih olsa anlayacağım. Benim hanım da böyleydi. Yemediği ne varsa, hepsini bir bir istedi. Bak neyi yemiyorsa ha..."
Herkes el birliğiyle Fetih'i dünyanın en mutlu insanı yapmak için çabalıyordu. "Ciddi misin sen?" diye yükseldi zaten hemen.
"Tabi ya."
Canımın ciğer çekeceğini sanıyorsa yanılıyordu ve aklını kaçırmış olmalıydı.
"Ya ben bir keyiflendim." Dedi Fetih. Bıraksam kalkıp masanın etrafında turlayacaktı. "Ben bir keyiflendim." Elini hafif havalandırıyordu bunları söylerken. Masadan aniden ekmek aldı ve acılığı görüntüsünden belli olan kuru biberlerden içine koyup ağzına attı. Çıldırmış mıydı? Onu bu saatte öyle yiyemezdi. Midesi ne hale gelecekti farkında mıydı?
"Fetih ne yapıyorsun?"
En acı yiyenin bile ısıra ısıra yediği biberler Fetih'in ağzında tek lokma oldu.
"Öyle böyle değil usta." dedi. Ayrana uzandı, birkaç yudum alırken aynı cümleyi sayıklayıp duruyordu.
***
Fetih'in inkâr etse de yanan ağzı, tadı damağımdakinden daha güzel olan çorbadan iki tabak, o domatesli mezenin üç kez değişmesi, iki bardak ayran... Ama ikincisini içemem diye küçük bardaktan istemiştim. Kendimi uzun zamandır bu kadar karnı doymuş, tatmin olmuş hissetmiyordum. O kadar mutluyduk ki, evet mutluyduk. Sanki karnımda derin bir öğlen uykusu çekiyordu şimdi. İstediği layığıyla yerine getirilmişti. Benimse tek ihtiyacım onun gibi bir öğlen uykusu çekmekti. Uykum geliyordu, ağırlık çökmüştü.
"Üçüncü tabak?"
"Mümkün değil."
"Tamam zorlamayacağım."
"Miden yanmaya başladı mı?"
"Ya kızım..." dedi ve ben yine bir efsaneden fırlayacağını anladım. Şimdi kesinlikle doğduğunda emzik yerine isot emdiğinden bahsedecek, altı aylıkken sabah sütüne acı biber karıştırıldığından bahsedecekti. "Benim dedem var ya benim dedem. Fetih Ali Karadere, o sabah kahvaltısında, acı biberin üstüne isot döküp yiyen adamdı."
"Anlıyorum."
"Benim dedemin babası daha ufacıkken, bak daha el kadar veletken közlenmiş acı biber olmadan oturmazmış o kahvaltı sofrasına."
"Muhakkak... Hadi kalkalım."
"Kalkalım tabi de hatta benim babam var ya..." bildiği tüm destanları kendi ailesine uyarladı, bir arabaya binene kadar o yolda mesafe katedene kadar anlattı durdu ama sanırım bir yerde uykuma yeni düştüğümü fark etti. Elimde değildi gözlerimi açamıyordum. Arabanın içi de rahattı, yollar da düzdü, bir yerden sonra gözlerimi dinlendirdim. Yemek yemek ve uyumak artık benim için bir bütündü. Birini yapıyorsam diğerini de muhakkak yapmak zorundaydım. Çok geçmeden uykuya da daldım zaten.
Uyandığım ilk andan beri izlediğim fotoğraf ben buradan giderken bu yatağın baş köşesinde değildi. Buna çok emindim. Fetih benim yüzümü avuçlamışken, yüzünün yarısı ancak gözüküyordu. Bu fotoğrafın ana karakteri ben ve bakışlarımdı. Bir insan bir insana ancak bu kadar sıcak gülümserse, fotoğrafta bile canlı kalırdı gülüşü. Ve bakışlarım, Fetih'e olan düşkünlüğümü izlettiriyordu bana.
Eskiden çekilmiş fotoğrafların böyle bir özelliği vardı işte, fotoğraflara bir yabancı kadar objektif bakabiliyorduk. Bu fotoğraf ne zaman çekilmiş, o an neden Fetih'e öyle bakıyordum hatırlamıyordum. Çekenin Zeliha olduğunu tahmin edebiliyordum sadece.
Yatağın içinde bir ileri bir geri esnedim. Beyaz çarşafın üzerinde bir pike de vardı ama muhtemelen Fetih üstüme örtse de ben itmiştim. Düşmek üzereydi üstümden. Yoldayken uyuyakaldığımı hatırlıyordum. Bir de hayal meyal üstümün değiştirildiğini. Alt üst gecelik takımım üstümdeydi. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum, açıkçası ilgilenmiyordum. Birkaç gün de olsa saate bakmadan, geç mi kaldım telaşı yaşamadan uyuyup kalkmak istiyordum. Bunu yapmayalı bir sene olmuştu neredeyse.
Yataktan yalın ayak doğruldum ve bir kez odayı süzdüm. Her şey yerli yerindeydi hatırladığım kadarıyla ve sanki seneler girmemiş gibi araya, çok rahat uyumuştum. Kapalı olan kapıdan çıktım ve seslenmeden sadece yürüdüm. Ne yapıyorsa bir yerlerde sessizce yaptığını biliyordum. Üzerimde askılı saten bir üst ve altımda onun takımı olan şort vardı.
Mutfaktan poşet hışırtıları geliyordu. Mutfak masasında sırtı kapıya dönük oturmuş önündeki alışveriş poşetlerini ayıklıyordu. Evden çıkıp gelecek kadar zaman geçmiş miydi? Sessiz sedasız ona yaklaştım ve ansızın ensesine dudaklarımı bastırdığımda ellerinin hareketleri durdu. Ensesinden boynuna kaydım, boynundan sakallarına.
"Günaydın."
Yüzünü yüzümde kaydırmak istediğinde, başını zorlamasına gerek kalmadan usulca kucağına oturduğumda yerimi hemen sağlamlaştırdı ve bacaklarımdan kavradı beni. Parmakları dokunduğu her yeri okşarken sakallarını tenime sürte sürte birkaç ıslak öpücük bıraktı yüzüme en sonda da boynumda durdu.
Biliyordum, uyanınca daha farklı koktuğumla alakalı mümkün olmayan bir şey düşünüyordu.
"Hava kararmak üzere..."
"Şaka yapıyorsun."
"Hayır bebek gibi uyuduğun için uyandırmak mümkün olmadı. Dinlendin mi?" sanki ağrının nerede olduğunu biliyormuş gibi boynumdan sırtıma doğru masaj yapmaya başladı.
"Bebek gibi uyumak demeyelim de bebeği uyutmak diyelim."
"Herkes kendi bebeğini işte. Benimki iki tane."
Çenesini avucumun içine aldım ve dudaklarını küçültene kadar sıktım. "Seni var ya..."
"Ne olur yap."
Kollarımı boynuna sardığımda, kesik kesik devam eden öpüşüp koklaşma merasimimiz başladı. Elini ilk fırsatta karnıma koyup "Keyfi yerinde mi?" diye sormayı ihmal etmedi.
"O iki tabak çorbadan sonra sana keyfinin ne kadar yerinde olduğunu anlatsam inanamazsın." Hissetmek istemediğim keyfi bile onun üzerine suç diye atabiliyordum. Annelik sahiden muhteşem bir duyguydu.
"Peki annesinin keyfi?"
Öpüşmemizi böldüm, alnımı alnına yasladım. "Çok yerinde. Yemek yedi, uyudu, bir de burayı özlemiş."
"Özlemiş mi?"
"Özlemiş. Bu mutfağı mesela..."
"Başka?"
"Bahçeyi..."
"Başka?"
"Yatak odasını."
"Hım..." diye mırıldandı. Burnunu burnuma sürttü. "Tabi haklı özlenmeyecek gibi değil." Dedi ve dudaklarımızı da birbirine değdirdi. Başka bir anın içine düştüğümüzü anladım ve gözlerimi yumdum. "Efsun, on yıl oldu mu sevişmeyeli?" dedi tıpkı o sabahki gibi.
"Bu ev bana da aynı şeyi hissettiriyor biliyor musun?" onunla bu evde son sevişmemizin ardından yataktan kalkıp o mektubu yazdığımı ve ertesi gün gittiğimi biliyordum. Öyle ki o günler üzerinden o kadar uzun zaman geçmişti ki on yıl makul geliyordu bana.
"On bir olmadan gerekeni yapmak lazım."
"Hı hım."
"Bir kabak çiçeğine dokunur gibi..."
"Buna gerek olması için daha çok erken."
"Davranmak için elimden geleni yapacağım."
İlk hamleyi ben yaptım aslında. Gelip buraya Fetih'in kucağına oturmam bile ilk hamlemdi, tişörtünü üzerinden çıkarıp bıraktım yere. Saçımdaki mandal tokayı çıkardı ve dudaklarımızı tamamen birleştirdi. Şimdiye kadar basit sürtüşmelerden ibaretti. Belki de o yüzden her şey yolundaydı. Dudaklarından çok çirkin mide bulandırıcı bir tat aldım. Tat kokuyla desteklendi. Anlık bir şey sandım başta, geri çekilmedim ama Fetih bana sokuldukça damağıma yayılan tat da, aldığım koku da dayanamayacağım kadar artmaya başladı.
Fetih'in eli boylu boyunca belime sarılmıştı, beni kendine tamamıyla hapsetti, dudaklarımızı kolay kolay koparamayacağım kadar iç içe girmişti. Bekledim, bu his geçer sandım ama saniyeler daha korkunç şekilde büyüttü. Onu nasıl ittiğimi anlamadım. Dudaklarımı büzüştürdüm ve bileğimdeki tüm güçle onu ittim. Durması için konuşamadım çünkü ağzımı açsam kusacaktım.
Kendisini ittiğimi anlayamadı yeniden bana uzandı ama düşme pahasına attım kendimi kucağından. Kuvvetli bir öğürmeyle korkuyla elimi ağzıma kapattım. Nereye kusacağımı şaşırdım ama lavaboya gidene kadar, ki tekte bulamasam kesinlikle kusacaktım, defalarca kez öğürdüm durdum. Klozetin kapağını açtım ve aynı anda istifra etmeye başladım.
Hamileliğimi öğrendiğimden beri hiç kusmamıştım. Hatta öyle ki mide problemi yaşamayacağıma inanıyordum artık. İçten içe şükrediyordum, bu büyük bir lükstü. Midesinden sorun yaşamayan annelerimize hep imrenirdim. Çoğu kadın aylarca midesi ağzında gezerken onlar mide bulantısı ne onu bilmezlerdi. Şanslı ilan etmiştim kendimi ama ağzımdan ve burnumdan aynı anda kustuğum, dakikalarca bitmeyen, artık çıkaracak bir şeyim kalmasa da öğürmeye devam ettiğim, kendimi durduramadığım için küçükken yaptığım gibi ağlamaya başladığım korkunç dakikalar yaşadım. Bu haberi alalı günler olmuştu, günlerdir kussaydım, toplamı yine bu kadar olmazdı.
Fetih dakikalar önce kendisinin açtığı saçlarımı yine kendisi topladı, uykudan uyandığımda fazlasıyla dinç olan bedenim klozetin önünde bitap düştü. Bedenim üşüyor, başım dönüyor ve kirpiklerim batıyordu. Başımı sabit tutamadığımda destek oldu eliyle. "Tamam bitti." dedi. "Gel yüzünü yıkayalım."
Ona tutunmak istedim. Klozetin önünden kalkacak kuvveti bulana kadar alnımı ona yaslamak istedim ama dibime girdikçe kokusu artıyordu ve bu ondan daha önce aldığım bir koku değildi.
"Fetih yaklaşma." dedim elimi kaldırırken. "Yaklaşma bir koku var üstünde. Midemi o bulandırıyor." Avucumu onun bacağına bastırarak kalktım klozetten, lavabonun önüne gittim. "Koku mu var üzerimde?" dediğini duydum ama bakamadım. Ağzımı çalkaladım, yüzüme su çarptım.
Odaya geri dönerken bir adım arkamdaydı. "İyi misin?"
"Başım dönüyor. Uzanacağım biraz." dedim. Gözlerimi kapatmazsam bu dönme beni düşürecekti. Yatağa geri uzandım, Fetih üzerimi örttü ama uzaktan yaptı.
"Yaklaşmayayım mı ben şimdi?" diye sorduğunda ona baktım. Neye uğradığını şaşırmıştı. Üşüyordum. İnlediğimde, "Tamam." dedi ve üzerindeki tişörtü kokladı. "Yaklaşmıyorum."
***
Hep doyasıya uyumak isterken kastettiğim şey bu değildi. Ağzımdaki metalik tat çok sonra geçmiş ve huzursuz bir uyku çekmiştim. Bir uyanık, bir uykuda, sıkıntılı ve verimsiz bir uykudan tamamen koptuğumda karşı taraftaki tekli koltukta oturmuş Fetih'le göz göze geldim.
Muhtemelen bunu daha önce de yaşadığımız için tekrardan uyuyup uyumayacağımı kestiremedi ve sessizce bana baktı. "Fetih." diye ben seslendim. Uyumayacaktım. "Neden orada oturuyorsun? Gelsene."
Havanın karardığını görebiliyordum. Belki gece vaktiydi. "Miden bulanır belki diye."
Bunu bana hatırlatmasa daha iyiydi ama "Fetih gel." Dedim ve elimi yatakta boşluğa vurdum.
"Duş aldım ben, kıyafetlerimin hepsini de değiştirdim." Dedi. Sanırım onun için korkunç bir ihtimaldi onun kokusundan tiksinmem. Eminim benim için de korkunç bir ihtimaldi onun kokusundan tiksinmem. Temkinli olmayı tercih etti önce oturdu. "Rahatsız eden bir şey var mı?" diye sordu.
"Yaklaş bakayım." Dedim. Halbuki rahatsız edecek olsa çoktan ederdi. Aksine o parfümden uzak, temiz kokuyu alayım diye çabalıyordum. Yavaş yavaş yaklaştı. Korkuyordu adeta. Gözünün önünde içimi dışıma çıkaracak gibi kusmuştum. Üstelik onu itmiştim. Hafif nemli saçlarına dokundum ve 'I ıı." Diye mırıldandım. "Mis gibi kokuyorsun. Gel."
Saatler önce aldığım o dehşet kokunun kaynağı neydi bilmiyordum. Sadece Fetih bile olsa uzaklaşacağım kadar kötüydü.
"Ya sen." Dedi dehşetle ve battaniyenin altına doğru girdi hızla. "Sen ödümü kopardın Efsun. O nasıl tiksinmekti öyle."
Benim de ödüm kopmuştu. Aynı yatağı paylaştığım, devamlı sokulduğum adamın kokusundan tiksinmek benim için de dehşet dolu bir ihtimaldi. Ne yapardım nasıl yapardım öyle bir durumda bilmiyordum.
"Aniden oldu ben de anlamadım."
"Uyanana kadar bin şey araştırdım. Oluyormuş böyle, alışık oldukları kokudan tiksinebiliyormuş kadınlar. Üstelik bir adamın yazdığı..."
"Ne yazmış?"
"Boş ver Efsun, düşüncesi bile... Fesuphanallah."
"Lütfen söyle. Ne demiş? Bak ben doktorum aklıma çok kötü şeyler gelir."
Kurar kurar en kötüsünü düşünürdüm. Bilmez miydi hiç beni? "Ya yok öyle tıbbi bir şey değil."
"Ne o zaman?"
"Ya adamın karısı hamile kalınca adamın kokusundan çok rahatsız olmaya başlamış. Birkaç kişi yok çocuk erkek, anneyi seninle paylaşamıyor diye zırvalamış durmuş. Kadın dokuz ay düzelmemiş, üstelik çocukları da erkek olmuş." Bunu öylesine dehşet içinde anlatıyordu ki son dakikaya kadar çok kötü bir şey söyleyecek sandım.
"Ya sen buna mı inanıp dertlendin? Ya sen," dedim ve yüzünün ortasın vurdum hafifçe. "Buna mı? Buna mı kafayı taktın? Isıracağım bak o kafanı!"
"Kadın dokuz ay aynı masada yemek bile yemek istememiş Efsun."
"Bunun çocuğun erkek olmasıyla ne ilgisi var?"
Bunun hiçbir mantıklı dayanağı yoktu. "Annesini paylaşamamış işte diyorum ya." Bu kadar aklı başında bir adamın, bu konudaki bütün hurafelere inanıyor olması beni hayrete düşürüyordu. Fetih yakında makas ve bıçak oyununu bile oynardı.
"Belki de kız, babasını annesiyle paylaşamıyor o zaman? Yoruma ne kadar açık gördün mü? Evet erkek çocuğun anneye, kızın babaya âşık olduğu bir dönem var, bu çocuk psikolojisiyle alakalı bir durum ama önce çocuğun doğması lazım."
İnandığı şeyin gerçek olamayacağını o da farkındaydı ama işte duygularına yeniliyordu. Kendi kendine sabır diledi. "Erkek mi hissediyorsun sen hâlâ?"
"Sanırım."
Cevap vermedi. Yüzüne bakıyordum dikkatle. Üzülmemişti bu dediğime, sadece çok düşünceli duruyordu. "Sen?"
"Allah sağlığıyla göndersin de gerisi benim için önemli değil."
"Ama kız olsun da istersin." Gözlerini kaçırdı. Çekingen davranıyordu bu konuda, hatta biraz korkak. Ağzından çıkanlara dikkat ediyordu.
"İsterim..." dedi yenilgiyle. "Ama bu erkek olmasın dediğimden değil, gerçekten bak. İnsan hiç cinsi..."
"Fetih senin neyi nasıl hissettiğini biliyorum. Ben şimdi erkek olsun istiyorum desem bu beni kötü bir anne yapar mı?"
"Saçmalama."
"Cevabını kendin verdin o zaman." dedim. Sanırım en çok onun için benim de içimden geçen belliydi. Gönlüm Fetih'i ikinci çocuğa kadar stres içinde yaşatmaya razı gelmiyordu. Bir de şey... Kız çocuk konusunda tecrübeli olduğu için.
"Adını ne koyacağız acaba..." dedi. Bu konu hakkında neredeyse hiç konuşmamıştık. Benim bir zamanlar Efsun Su ve Fetih Can önerim dışında elimde hiçbir fikir yoktu. Ağzımdan çıkan da ilk içimden geçen oldu.
"Yaban mersini koysak ya."
Mantıklı olup olmamasını sorgulamadım. O an sadece, ona hep içimden öyle seslendiğim için adının bende öyle kaldığını hissettim. Rüyalarıma bile giriyordu.
"Unisex isim ya..."
"Efsun o isim değil meyve. İsim şehir hayvan mı oynuyoruz çocukla?"
Ne alakası vardı? İnsanlar meyve ismini koyuyordu çocuklarına.
"Sen hiç sihirli annem izlemedin mi?" dedim hemen.
"Yaban mersini diye bir karakter yoktu orada?"
"İzledin yani?" diye sordum kıkır kıkır. Evet komik gelmişti Fetih'in sihirli annem izlemiş olması.
"Zeliha izlerdi Efsun."
Onu utandırıp üstüne gitmedim. Başka bir konuyu tartışıyorduk. "Ama Çilek diye bir karakter vardı." Diye savundum kendimi. Ben yaban mersinine çok alışmıştım, olmayacağını da biliyor gibiydim ama neden olmasaydı ki?
"Yaban mersini değildi yani."
"Çilek'e tamamsın yani?"
"Hayır tabi ki Efsun."
"Kiraz olmaz mı?"
"Manavdan meyve mi alıyoruz şu an?"
"Bence yaban mersini o kadar da kötü değil." Dedim ısrarla. Onu mu sınıyordum yoksa gerçekten aklıma yatıyor muydu bilmiyordum.
"Efsun çocuk okula gidiyor ve ilk ismi yaban ikinci ismi mersini. Sen şaka mı yapıyorsun?"
"Hayır isim halinde yabanmersini birleşik olacak. Yani tek ismi olacak."
"Fesuphanallah." dedi, bu kadar sabır çekmesine gerek yoktu ki. Ben onu her isimle severim demesi gerekmiyor muydu? "Biz bu konuyu şu anlık kapatalım. Sen çok fazla kustun ya, kendini iyi hissetmiyorsun tam anlamıyla. Hem daha cinsiyeti de belli değil. Çok erken, zamanı gelince konuşuruz."
"Tamam zamanı gelince yine değerlendiririz yabanmersini ihtimalini. Ayrı değil ama birleşik." Bu önemli bir ayrıntıydı. Ayrı olursa gerçekten komik olabilirdi çünkü ama birleşik halinde sorun yaşamazdı. Yabanmersini Karadere. Kulağıma çok kötü geldi ama sesimi çıkarmadım. Çaktırmadım. Şimdi onu böyle ufak ufak sinir etmek bile bana yeterdi ama çok ufak ufak kalmadı bu, yerinde duramadı. Kalktı yataktan.
"Ben biraz ıhlamur demleyeyim. Çıkalım bahçede oturalım olur mu?" dedi. Çok güzel olurdu. Biraz temiz hava ve bol limonlu bir ıhlamur bana çok iyi gelirdi. Fetih'e de yabanmersinini, birleşik şekilde, düşünmek iyi gelirdi. On beş yirmi dakika sonra bana seslendi.
"Üstüne hırkanı al da gel Efsun." Dediğini yaptım, uzun hırkamı giydim, panduflarımı geçirdim ayağıma çıktım terasa. Masanın üzerine iki büyük mum koymuştu başka ışık açmamıştı ama yeterliydi aydınlatmaları. Masada o kadar çok meyve vardı ki, bu kadarını ne zaman aldığını düşünemeden hepsinin bahçeden olduğunu anladım. İki fincan ve demlenmiş ıhlamur... Masadaki tek eksik şaraptı ama bunu Fetih'e söylemedim. Oturacağım yere minder koymuştu. Hem sırtıma hem altıma.
"Komşu geldiğimizi duyunca kek getirdi." dedi. Geçen sefer de hep kapımızı çalardı yaşlı teyze. Evinde pişen her şeyden getirirdi. "Sordum kazları da duruyormuş."
Keki yalnızca benim önüme koyduğunda "Sen yemeyecek misin?" dedim. Meyveliydi, kocaman kabarmıştı.
"Ben bu kekten yemem, ben kurşun kek isterim." Dedi çocuk gibi. Bugün eğer kusmasaydım yapmak aklımın ucunda vardı. Bazen uzun nöbetlere kalacağım günler eve kurşun kek yapıp bırakırdım.
"Yaparım sana bu akşam."
"Az şekerli olmasın ama." Dedi, tepki vermedim ama onu çok iyi anladım. Az şekerli yapmayacaktım. Şeftalilerin doğrandığı meyve tabağını kucağıma çekip sırtımı Fetih'e yaslayarak yemeye başladım. Bizim bahçemizde de meyve ağaçları vardı ama henüz meyve verecek kadar büyümemişlerdi.
Ateş böceklerinin sesini duyabiliyordum. Hava çok bunaltmıyordu ama yine de sıcak sayılırdı. Evin bahçesine baktım. Küçük Reşat ve Fetih burada çok koşturmuşlardı. Sanırım sıra benimkindeydi. Ağaca tırmanmasına izin verecektim. Düşmesine kalkmasına, kendini yaralamasına, ağlamasına, top koşturmasına ya da saklambaç oynamasına, hava kararana kadar içeri girmek bilmeyişine... Hepsine izin verecektim. En azından ben. Çünkü tüm bunları izlerken ben, o ağaçtan defalarca düşmüş Fetih çocuğunun o ağaca binmesine engel oluyordu mesela zihnimde.
Düşer Efsun diyecekti; bırak düşsün, düşe kalka nasıl tırmanması gerektiğini öğrenecek diyecektim. Sonra düşecekti, benim gözlerim sulanacaktı yarasını temizlerken Fetih bana kızmak isteyecek ama kıyamadığı için kızamayacaktı. Bunların hepsini oturduğum yerden izleyebiliyordum.
Şeftalilerimi yerken "Efsun." Dedi ateş böceklerini kaçırmayacak kadar yavaş bir sesle.
"Efendim."
Birkaç saniye geçti "Annenin ya da babanın ismi hakkında ne düşünüyorsun?" elim şeftalide, şeftali ağzımda yarım kaldı. Yaslanmış ona biraz öne çıktım ve bedenimi çevirdim.
"Nasıl yani?"
"Onların ismini yaşatmak istersen eğer ben seve seve kabul ederim."
Bazı kayıpların yeri, zamanı geldiğinde dolabilir miydi? Fetih'ten önce hayırdı bunun cevabı. Çünkü hiç kimse hiç kimsenin yerini tutamazdı. Bir bardak su bile başka bardağa ya çok gelir ya da az gelirdi ama az gelse de çok gelse de o bardakta içilebilecek bir suyun oluşu boşluğu kısmen dolduruyordu. Ben bunu göremezdim eskiden. Fetih annemin babamın yerini tamamıyla dolduruyor muydu? Hayır. Ama Fetih vardı işte. O bardaktaki su gibi. Az da gelse çok da gelse vardı. Çabalıyordu. Onları bir başına yaşatmaya çalışmak çok zordu ama Fetih de çabalıyordu artık.
"Hayır işte bunu yapma, sana ağla diye söylemiyorum bunları. Pişman ediyorsun beni." Kaşları kızgınlıkla çatıldı ve bana bakmayı bıraktı. Anlamıyordu. Dilerim ki hiç anlamazdı da. Gökyüzüne baktım. Uçan bir kuşu takip etti gözlerim. Gülümsemek istedim ama boğazımdaki düğümlerle çok zordu.
"Ne annem ne de babam bunu isterdi." dedim boğazımdaki düğümleri azalttıktan sonra. "Ölen birinin ismini yaşayan birine koymaya hiç sıcak bakmadıklarını hatırlıyorum. Çünkü onlara göre ölen birini yaşatmanın yolu bu değildi. Kütüphaneler ne durumda?"
Ama bir kütüphanede isimlerinin olması tam anlamıyla onları yaşatmaktı işte ve Fetih bunu seneler önce yapmıştı. Eline telefonu aldı arama motoruna bir şeyler yazdı, çıkan sayfada haber kısmına tıklayıp telefonu bana uzattı. Yavaş yavaş kaydırdım. İki senedir yapılmış onlarca haber. Gerek kütüphane, gerek okul için. Köydekilerin söyledikleri, muhtarla yapılmış röportaj, öğrencilerin fotoğrafları, insanların kitaplar arasındaki kareleri. Bazı yerlerde benim ismim de yazıyordu, bazı yerlerde Fetih de vardı. Hatta sosyal medyadan aldıkları fotoğraflarımızı kullanmışlardı. Genç doktor diye bahsetmişlerdi benden. Öğretmen benden de bahsettiği bir röportaj vermişti.
Başımı salladım ve telefonu Fetih'e geri uzattım. "Onların ismi daha nasıl yaşayabilir ki? Bir üstü var mı yaptığının?" bana ağlama demedi. Elini uzattı ve parmak uçlarıyla kirpiklerime dokundu. Kızmadı da. Dudaklarını yalamasından anlıyordum ben ne hissettiğini.
"Varsa bulup yine ben yapacağım. İnan başka türlü onlara nasıl teşekkür edilir bilmiyorum."
Onlara teşekkür borcunun olmasının bile nasıl bir teşekkür olduğundan bihaberdi. Beni doğurdu diye anneme, bana babalık yaptı diye babama minnettardı.
"Ama madem isim konusunda düşündükleri bu, aksini yapmak saygısızlık olur. Onlar senden benden daha iyi bilirler doğrusunu ama..."
"Ama?"
Sinesi sıkıntıyla yükselip kalktığında, gözlerim küçüldü. Bir şey mi olmuştu? "Yaklaşsana biraz bana." dedi. Üzerimdeki tabağı masaya koydum, bacaklarımı bacaklarına yasladım, tüm bedenimi döndüm ona. Ellerimi ellerinin arasına aldı ve sadece onları izledi.
"Bir şey mi oldu?"
"Sana söylemek istediğim bir şey var."
Bu cümleler beni nasıl tetiklerdi bilmiyordu. Kalbim korkuyla çarpmaya başladı. "Dinliyorum." Dedim. Zihnim üretmeye başladı. Seri üretim yapan bir fabrika gibi adeta kötü şeyler üretiyordu. "Ne oldu? Fetih korkutuyorsun bak beni."
Ellerimi okşuyor, kaşlarını oynatıyor ama konuşmuyordu. Elinin altında bayılınca konuşacaktı galiba. Ellerini sıktım. "Bunu çok düşündüm. Araştırdım. Bu yollardan geçen insanların yazdıklarını okudum. Şimdi de değil üstelik. Epey bir zaman önce ama sana söylemek için doğru zaman değildi."
"Şu an ben heyecandan öleyim diye yapıyorsan bir değil iki kalp çok hızlı atıyor haberin olsun."
"Onun kalbinin attığını hissedebiliyor musun?" dedi şaşkınca.
"Fetih söyler misin artık?"
Dudaklarını ezip durdu, gözlerime bakmamayı sürdürdü. "Serçeyle dört yavrusu demiştik hatırlıyor musun?" dedi. Başımı salladım hızlı hızlı. "Sen istersen beş."
Sadede gelebilir miydi artık? Tüylerim diken diken olmuştu. "Hatırlıyorum."
"Efsun," ne olabilirdi onu bu kadar zorlayan? Dili adeta dönmüyordu. Kelimeler birleşip cümle olmuyor ağzından dökülmüyordu. "Sen ister misin istemez misin bilmem. Ne düşünürsün, böyle bir şeyin altına girmek ister misin bilmem. Ama ben diyorum ki sen de istersen, dört dersen dördüncü, beş dersen beşinci çocuğumuzu yuvadan evlat edinelim. Bunları düşünmek belki sonraki aşama ama bir kız bebek, adı Suna olur."
O kadar sık yutkunuyordu ki kelimeleri birer birer dökülüyordu. Gözlerini bana çok nadir çeviriyor, beni neye uğrattığını görmüyordu.
"Bir sürü şartı var. Ben araştırdım. Çok zorlu süreçlerden geçiriyorlarmış. Olması gereken de zaten bu. Eğitimimiz, maddi durumumuz, sağlık durumumuz, yaşımız, diğer çocuklarımız, neden istediğimiz... Her şey bütün bir titizlikle inceleniyormuş. Çok aşamalı bir süreç, yıllar sürüyormuş zaten ama bence değer Efsun. Düşününce neye sebep olduğunu anlıyorsun. Değer. Bak sana, nasıl değdi. İnsan büyük iyiliklerin altında kalmasın ki Allah kuluna gücenmesin derdi benim dedim. Anne baba olmak için doğurmak yetmiyor bunu ben çok iyi biliyorum, doğurmayan birinin de anne baba olabileceğini de sen çok iyi biliyorsun. Dedim madem öyle, hiçbir şey bize boşuna öğretilmez. Bu dersin karşılığı olmalı. Senin doğurmamış olman, daha bebekken kucağımıza gelen bebekten ne eksiltir ki? Çok düşündüm. Çok vaktim vardı o dönem. Seni bekliyordum. Çok düşündüm. Hiçbir şey eksiltmez benim nazarımda." Elimi karnıma koydu. "Tek farkı, bu benim ilk göz ağrım olur ama onu da çözdüm. O da en küçüğümüz olacak zaten."
Şu an da Fetih'e güzel bir söz değil, sadece birkaç yerli yerinde söz söyleyebilmek için bile on bin kitap okumak isterdim. Atay on bin kitap okusa güzel bir söz yazabilirdi ama ben on bin kitap okusam da ağzımı açamazdım. Aldığım nefes bile onunkilerin önüne geçmesin diye sessiz sedasız soluklanıyordum. Çünkü bana söylediği şeylerin değeri bundan bile fazla olan şeyler söylüyordu.
"Tabi ben çok şey düşündüm. Evde küçük bir çocuk olursa kıskançlık yapabilir onun gelişiyle. Söylememesi gereken şeyler söyler, belki biz fark etmeyiz, eksik hisseder... Bir sürü şey geldi aklıma. O yüzden sonuncu da alsın yaşını başını biraz öyle girelim sıraya dedim, öyle yapalım başvurumuzu. Dedim ki tüm ilgi alaka onda olursa, evin en küçüğüne herkes bebeği gibi bakarsa değil eksik hissetmek bir dediği iki olmayan, abileri ablaları olan, evin en küçüğü olur. Gözünün içine bakılır hep. Ağzından bir şey çıkması yeter. Kıskançlık zaten mümkün değil diğer çocuklar büyüyünce. Ancak paylaşamazlar, hangimizi daha çok seviyor diye yarışır dururlar." dedi. Bunlar bir günde bir haftada düşünülen şeyler değildi. Bazı ayrıntılar çok sonraki aşamalardı. Hatta bu dedikleri son aşamalardı.
"Adını da Suna koyarız. Belki annen baban istemiyordu ama Suna Hanım bunu istese de istemese de hak ediyor Efsun. Bizimki artık borç. Ben anlatıyorum ama sen ne düşünüyorsun bilmiyorum. Sona kadar geldim de ben, sen tamam değilsen benim söyleyebileceğim başka bir şey olmaz tabi ama benim içim senden yana da benden yana da hatta daha doğmamış çocuklarımızdan yana da çok rahat. Ona verebileceğimiz en güzel hayatı veririz. İstersen düşün öyle bir şeyler söyle, istersen..."
"Suna mı?"
Başını salladı hızla. "Başka ihtimal çok büyük haksızlık."
Fetih'e baktım. Onun tüm kaçkın bakışlarına rağmen gözlerimi diktim de baktım. Bana ağlama demedi, gözlerinin içi parlıyordu onun da. Yaşlarımı da silmedi. İzin verdi akmasına. Gökyüzüne baktım, yıldızlar vardı. Parlıyordu birkaçı. Hangisi Suna annemdi, belli edemez miydi kendini?
"Fetih ölülerin duası kabul olur mu?"
"Bence onların duası değil istekleri olur." dedi. Bu beni daha şiddetli ağlamaya itti.
"Hepsi mi seni istedi?"
Dudaklarından kopan mırıltıya bakmaya korktum. Gözlerimi kapattım, yaşlarım kulaklarıma akıyordu hızla.
"Bana böyle büyük cümleler kurma bir daha," dedi. Sesi çok kısıktı. Yüzüne bakmaya cesaret edemiyordum. "Kalkamam ben altından."
Sevgilim, senin sayende bu hayatın bir insanın varlığıyla yaşanılabilir olduğunu öğrendim. Benim güzel sevgilim sen olmasan, biz denk gelmesek bu hissi tatmadan ölüp gidecektim.
"O senin sorunun. Üç tane ölüye kendini diletmeden önce düşünecektin onu."
Ben ağladım, o sessiz kaldı. "Son çocuğumuzun adı belli mi şimdi bizim?"
"Belli."
"İlkinin bile belli değil daha..."
"Bunu da ileride ona anlatırız işte."
"Biz her şeyi sondan başa doğru mu yapıyoruz? Evlilik teklifini de birinci yılında yapmıştın."
"Seni istemeye de evlendikten sonra gelmiştim."
Ağlıyordum ama dudaklarım gülmekten de geri kalmıyordu. Karmakarışık sesler duyuluyordu artık. Kalbime sığmıyordu artık bu his. İkinci kalbe gönderecektim, o yüzden bebeğim babasına aşık doğacaktı. Buna neredeyse emindim artık. Yaşlarımı silmeden Fetih'e baktım. O benim gibi değildi, gizliyordu ama. Kafasını çevirdi hemen. Ona doğru ittim kendimi. O çevirdiği başını tuttum, kirpiklerine dokundum.
"Söz kimseye söylemeyeceğim, benden saklamana gerek yok. Kısık sesle konuşuyorum ki yaban mersini bile duymasın." Dudaklarımız üzerinde gülüşlerimiz dağıldı. O beni öpmeden ben onu öptüm. Sığmadıkça içime daha baskılı öptüm, daha baskılı dokundum yüzüne. Biz öpüşmemizi bahçeden odamıza taşıyana kadar yaşlarım yüzümde kurudu. Midem bulanmadı, başım dönmedi. Sadece taşan o hissi çıkarabildiğim en doğru şekilde çıkardım bedenimden.
Fetih'i severek, Fetih'le sevişerek, Fetih'e kendimi sevdirerek.
***
"Ben diyem yapamiyem, hoca diyi yapisen yapisen."
Mahmut sağ elinin tersini, sol elinin içine vura vura bize son matematik dersinde hocayla arasında geçen o kutsal konuşmayı anlatıyordu ve her an daha komik bir şey söyler diye çay içmeye korkuyordum. Fetih ansızın çocuğun ensesine vurduğunda akıl sağlığımı yitirecektim.
"Fe-tih!"
"Ulan zibidi elli kere yapamıyorum diyeceğine yapmaya çalışsaydın çözerdin belki."
"Ya yapamiyem yapamiyem. Bura," başına dokundu. "matematik almi almi."
Fetih bu kez çocuğun kafasını tuttu ve salladığında artık elimdeki çatalla müdahale ettim.
"Bura ne alıyor söyle de bilelim. Sıpa."
"Bak dokunma çocuğa çok kötü olacak."
"Kızsana sen de çocuğa. Nasıl örnek oluyorsun?"
"Olabilir. Çözememiştir, aklına gelmemiştir o an. Allah Allah ya... Sonra ne oldu Mahmut, anlat bebeğim sen."
"Sonra kızdi, otur gözüm görmesin seni dedi."
"Az bile yapmış, patlatacaktı ensene bir tane, durduracaktı tek ayak üstünde. Bak nasıl çözüyordun soruyu. Bizim zamanımızda var ya bizim zamanımızda..."
"Efsun yenge," Fetih'in yine abartılı anılarını Mahmut tatlı dille böldü. Yengen kurban olsun sana çıkışı yapmadan gözlerinin içine baktım. "Şundan alim mi?" diye benim önümdeki salamı işaret etti. Tabağın içindeki bütün salamı onun tabağına boşalttım. Başka şeylerden de koydum tabağına, Fetih çatık kaşlarıyla bana bakmasın diye bir iki zeytin ekledim tabağına.
"Ne zaman gidisiniz?" boyu uzamıştı epey, yüzü de tanımayacağım kadar olmasın değişmişti ama sempatikliğinden hiçbir şey kaybetmemişti.
"Bu akşam uçağımız var." dedim. İzmir'e gidecektik. Annemlere haberi vermeye.
"Niye o kadar çabuk?" dedi uzata uzata. Bu sabah uyandığımda onu da kahvaltıda görmek benim için günümün tamamını kurtaracak bir müjdeydi. Fetih sözde ekmek almaya giderken peşine takılmıştı. Yani en azından Fetih bana öyle anlatmıştı.
"İşimiz var biraz. Sonra da ben hastaneye çalışmaya geri döneceğim."
"Keşke daha çok kalsaydınız." dedi. Biz onun büyük dostlarıydık.
Fetih'le aynı anda konuştuk.
"Yine geliriz."
"Kalalım da her sabah kahvaltıya mı gel?"
Enseme biri vurup kaçsa bu kadar irkilmezdim sanırım.
"Fetih kalk masadan." dedim hemen. Fetih'ten karşılık gelmeden Mahmut konuştu.
"Sen sabah gelip beni zorla almadın mı sofradan?"
"Öyle mi yaptı?"
Hani fırına giderken karşılaşmışlardı?
"He, valla öyle yaptı. Annem dedi ki kahvaltı yapsın göndereyim, yok dedi benim hanım hazırlık yaptı, gelsin."
Hem kocaman bir yalancıydı hem de çocuk. Mahmut'tan daha çocuk, masanın yaş ortalamasını düşürüyordu. "Oğlum seni var ya."
"Hee dedin, demedim de. Dedi Efsun yenge."
"Demiştir o, ben inanıyorum sana."
"Efsun."
"Şu an utanmalı ve sessizce durmalısın."
"Oğlum sen nasıl bir çocuksun lan?"
"Efsun yenge ben şu zeytinden alim mi?"
"Her gece rüyama giren erkek çocuk kâbusu bu işte."
"Sen her gece erkek çocuk kâbusu mu görüyorsun?" dedim şaşkınca.
"Hayır Mahmut'u görüyorum."
"Neden kâbus diyorsun Fetih? Hani kız erkek fark etmezdi?" eğer çocuk erkekse, babasının böyle düşünmesine kahrolurdu.
"Ya fark etmez zaten Efsun, benim gördüğüm beş erkek çocuk diye kâbus diyorum."
"Tamam tamam ben anlayacağımı anladım. Daha doğmamış çocuğa cinsiyetçilik yapıyorsun."
"Viyyy..."
"Böyle bir şeye ihtimal veriyor musun?"
"Kâbus dedin."
"Sebebi başka diyorum."
"Oy sen hamile misin?" Mahmut'un oturduğu yerden kalkan coşkusu ikimizi de böldü. Evet ona bu şekilde söylemek aklımda hiç mi hiç yoktu ama öğrendi.
"Evet."
"Kız mıdır erkek midir?"
"Belli değil henüz."
"Oyy." dedi yerinden zıplarken. "İnşallah erkektir. Dur ben geliyem." dedi ve aniden fırladı gitti yanımızdan. Arkasından seslenemedim bile. Fetih'le baş başa kaldık masada ona bakmadan konuştum.
"Duayı duyunca içinden mi tövbe çektin?"
Bana baktı ve başını sağa yatırdı. "Seni bu kadar iyi tanımasam kötü bir baba olduğumu düşündüğünü sanacağım." Dedi. Bir tokat gibi çarptı bu cümlesi yüzüme. Empati kurdum, korkunç hissettim. Çabalamadan hem de. Bana aynı şeyi yapsa kahrolurdum.
"Seni sinir etmek için yapıyorum." dedim hızla.
"Farkındayım. Ben de seni kandırmak için yaptım." Alttan alta güldü ama benim birkaç saniyede aklımı çıkardı. Bu haberi ilk aldığım günden beri kendi anneliğimden çok onun babalığını düşünüyordum.
"Onunla uğraşmak benim işime geliyor. İstemesem gider sabah evinden alır mıydım? Sen gitmeden gör dedim. İstemesem senin yokluğunda kirveliğini yapar mıydı? Yapmazdım. Bakma. Pırıl pırıl çocuk. Sadece sinirlerimi bozuyor. Ama onun tabağına bütün masayı boşalttığını görmedim sanma."
Uslu uslu onun tabağına da birkaç şey koydum. Elimi tuttu bir yerde, ufak ufak öptü. Dün her duyguyu yaşadığım gecenin ardından bugün İzmir'e gidiyorduk. Son iki günümüzü orada geçirmek sanırım en doğrusuydu. Annemlerin yanına giderdik, oradan da İstanbul'a geçerdik. Hem daha Zena'ya ve Meltem teyzelere de gidecektik.
Bir fırtına gibi yanımızdan ayrılan Mahmut, aynı hızda da geri geldik. Gelişini mahalleye adım attığı gibi çıkardığı gürültüden anlayabiliyordum. Ellerindekilerle koşarak içeriye daldığında nefes nefeseydi. Önce meyve suyundan birkaç yudum aldı.
"Atlı mı kovaladı arkandan?" dedi Fetih. Cebinden bir araba çıkardı. Küçük oyuncak spor arabaydı.
"Erkek olursa bununla oynasın." dedi ve oyuncağı bana uzattı.
"Mahmut... Gerçekten mi?"
Oğlum mu olacaktı bilmiyordum ama ilk hediyesi gelmişti. Başını salladı sonra diğer elindekini uzattı. "Bunu da annem gönderdi. Bizim arılarımız var. Anne arının balıymiş bu, annelere verilimiş. Her sabah bir kaşık yesin dedi."
***
Yoğun bir iş temposundan çıkınca birkaç günde bir şehir değiştirmek bana zor gelmiyordu, aksine gezmekten inanılmaz keyif alıyordum. Yanımıza aldığımız kraliçe arı balı, elma ağacından Fetih'in tansiyonunu yükselterek topladığım elmalar, sert olan Şeftaliler, biraz çağlayla yükümüzü ağırlaştırmıştım ama değerdi. Ağaçtan meyve yemenin tadını bırakamıyordum.
"Zeliha'ya da ulaşamadık, ya müsait değilse?" dedim çat kapı gitmenin rahatsızlığını yaşarken. Aradık açmamıştı, ben mesaj da atmıştım ama görmemişti.
"Efsun biz yabancı mıyız?"
"Bu onunla alakalı bir şey değil ki?"
Belki tek gitseydim bu kadar komplike düşünmezdim ama o el fotoğraflarından sonra henüz konuşamamış olmak, ayrıntıları bilmemek beni strese sokuyordu.
"Açsaydı telefonunu söyleyecektik. Ne yapalım sokakta mı kalalım?" dedi abartıyla.
"Benim evime gidebiliriz?"
"Efsun çok zıt bir yerdeyiz dedik ya. Zeliha çok daha yakın. Saat geç oldu hem." Biraz daha konuşsam artık şüphelenecekti. O yüzden sustum ve önüme döndüm. Taksideydik zaten artık, yaklaşmıştık da. Zeliha attığım mesaj ulaştırılmamıştı bile. Başımı Fetih'e yasladım ve kendimi avutmak için abarttığımı düşündüm. Duran taksiyle beraber Fetih valizimizi aldı ve kapı şifresini girip açtı. İçeri girdiğimizde son kez Zeliha'nın numarasını tuşladım ama bu kez de asansörde olduğumuz için çekmedi.
"Ya evde değilse?" dedim.
"Bu saatte evde olmalı Efsun."
"Bunun kararını biz vermiyoruz Fetih. Bir arkadaşından kalmış olabilir, gece dışarı çıkmış olabilir, bir kutlamada olabilir."
Sadece yan bir bakış attı. Zeliha bunların hepsini yapıyordu. Her sene biraz daha açılıyor, öğrenciliğinin son yıllarında olduğunu anlıyor ve tadını çıkarıyordu. Ondan tek bir istediğim vardı, bana her şeyi söylemesi ve ne aksilik çıkarsa çıksın ilk beni araması. İşte mesela ben o piyanodaki elleri bilmediğim için stresliydim. Belki çocuk her kimse şu an Zeliha'nın evindeydi. Belki şu an dışarıdaydılar. Bilmiyordum işte. Bilmediğim için de yalan söyleyemezdim olağanüstü bir durumda.
Kapının önüne geldiğimizde Fetih çaldı kapıyı beklemeden. Ya kapıyı çocuk açarsa ve hatta ben onun abisiyim diye saçma bir açıklama yaparsa. Ben neden böyle saçma şeyler düşünüyordum? Ellerim titremeye başladı stresle. Zeliha bana ve yeğenine bir özür borçluydu.
Kapı açılmadıkça ben strese girdim, Fetih zile asıldı. Kapıdan bir kilit sesi geldiğinde "Bak görüyor musun delikten bakmıyor." Diye söylendi Fetih. Kapı açıldı ve yalnızca Zeliha göründü. Uykulu gözleri, dağınık saçlarıyla birkaç saniye boş boş baktığında korkuyla evin içine baktı.
"Kızım sen niye kapı deliğine bakmadan açıyorsun?" dedi Fetih. Zeliha irkildi ağabeyinin sesiyle. Dudaklarımı yaladım "Ben Fetih sana sabahtan haber verdi sanıyordum ama vermemiş. Öğrendiğimden beri arıyorum açmıyorsun."
"O yüzden de yengen ya müsait değilse diye söylendi bütün yol. Müsait misin alacak mısın bizi eve?" dedi Fetih bıkkınca. Zeliha'nın yüzünde koca bir dehşet yoktu ama tedirgin olduğunu hissettim.
"Ben yoldan gelince uyuyakaldım o yüzden duymamışım. Ay," dedi nefeslenerek. "Ben size gelince müsait misiniz diye soruyor muyum? Gelsenize." Dedi ama soruyordu bu arada. Arayıp soruyor ve beni sinir ediyordu ama bizim evimizle onun evi bir değildi. Bizimki bir aile evi onunki bir öğrenci eviydi. "Ama haber verseydiniz yemek hazırlardım ben uyanıp." Fetih valizi içeri aldığında beni bekledi. Ben de girdim ve korkuyla etrafa baktım. Tamam bir erkek parfümü yoktu. Ama Fetih tek bir noktaya odaklandı. Evin belli yerlerinde vazolarda çeşit çeşit çiçek vardı.
"Hayırdır." dedi Fetih çiçeklere tek tek bakarken. "Çiçekçi mi sponsor oldu evine?"
Zeliha'yla göz göze geldiğimizde yutkundum. Kurumuş çiçekler bile vardı, kıyamamış atmamıştı hiçbirini.
Zeliha ağzından bir şeyler geveledi durdu, konuşamayacağını anladığımda ben girdim araya. "O bahsettiğin çiçekçiden mi bunlar Zeliha?"
Bütün yüzüm yanıyordu, kurtuluşu bendeymiş gibi bana baktı. "E... evet evet ondan."
"Senin o güzel kalbini severim. Ne yapıyorsun her gün çiçek mi alıyorsun yaşlı teyzeden?"
Zeliha'nın nefesi bile titriyordu biliyordum. En son geldiğimizde evinde bir tane bile çiçek yoktu, yakın tarihte doğum günü de değildi. Açıklayamazdı.
"Her gün değil de yanından geçtikçe."
"Hangi teyze?"
Midem bulanıyordu. Yeniden o kustuğum an gibi ellerim soğumaya başladı. "Ya okuluna giderken yolda bir tane teyze varmış, kimse çiçek almıyormuş kadından..." gözüm tek bir noktada takılı kaldı. Bir çiçek, arasında kalmış bir not. Fetih'e çok yakın bir çiçek. "Zeliha da öyle anlatınca çok üzüldüm. Yaşlıymış da çok. Benim hatırıma denk geldikçe al dedim. Baksana hepsi ne kadar güzel."
Fetih bir bana bir kardeşine baktı. "Biz de yarın giderken alalım mı Fetih o teyzeden?" dedim. Daha çok inansın diye. Bedenim uyuşmuştu, Zeliha o notu görmemişti ve rengi sararmıştı. Fetih o çiçeğin yaprağına dokunduğunda "Benim midem bulanıyor." dedim hızla. Bir an bedenimi titrettim ve "Kusacak mıyım yine ya?" derken gözlerimi yumdum. Çok geçmedi Fetih koluma dokundu.
"Dur tamam, kasma kendini." derken Zeliha da inandı. "Ben su getireyim hemen." dedi ve koşar adım uzaklaştı yanımızdan. Fetih beni tekli koltuğa oturttuğunda "Kusman istemiyorum." dedim mızmızlanarak. "Limon iyi geldi bu sabah, getireyim mi?"
Başımı salladım. "Suya sıkar mısın biraz?"
Adeta ağlayacaktım ve bu rol değildi. Fetih yanımdan kalktığımda ben de o çiçeğin üstüne atladım ve notu alıp hızla cebime sıkıştırdım. Yerime geri oturduktan iki saniye sonra da zaten abi kardeş yanıma geldiler. Limonlu suyu içtim Zeliha bana sarıldı bir yerde. "Seni o kadar çok seviyorum ki..." dedi titrek bir sesle. Limonlu sudan içtim birkaç yudum ve sessiz sedasız bekledim bir süre.
"Geçti mi?"
Başımı salladım. Umarım başka not yoktu.
"Bak demek ki çözüm limon. Biraz kötü hissedersen hemen söyle limon bulalım."
Yine başımı salladım. "Ben bu üzerimdekilerden bir kurtulayım, yolculuk kokuyorum. Belki o yüzden bulanıyordur midem."
"Tamam gel yardım edeyim ben."
"Yok yok ben hallederim sen sadece valizdeki meyveleri çıkarır mısın canım onlardan çekti." Dedim. Fetih'i ancak kandırarak durdurabilirdim Kandı da zaten. Özür dilerim Fetih...
Kalktım geçtim Zeliha'nın odasına. İlk işim notu bir yere saklamaktı. Çıkardım cebimden okumak gibi bir niyetim yoktu. Bu saygısızlık sayılırdı ama bu tam anlamıyla not da sayılmazdı. Küçük bir fotoğraf karesinin arkasına birkaç cümle yazılmıştı. O fotoğraf karesini görmesem, o notu da asla okumazdım. Notun sonundaki ismi okuyuşumla kapı da aynı anda aralandı.
Seni çok seviyorum, sadece bunu düşün. Başaramayacağın tek bir şey yok, yazıyordu Emir ve Zeliha'nın birbirlerine sarıldıkları o fotoğrafın hemen arkasında.
Comments