BÖLÜM XVII - ölüm durumunda, sözleşmenin akıbetini edimin niteliği belirler.
- Dilan Durmaz

- 21 Kas
- 71 dakikada okunur
Ben geldiiiim!
Uzun, benim uzun zamandır yazmaktan kaçtığım sahneleri barındıran, beni doyuran bir bölümdü. Önceki bölümdeki yorum sayısı için teşekkürlerimi iletiyorum ve bu bölüm için de bol bol yorum rica ediyorum. Biliyorsunuz, her yorum beş yıldız demekti. Ne alaka demeyin öyle işte.
Bu pazar günü, öncelikle Trabzon imza günündeyim. Bölüm sonrası görüşelim ya spoi vermek için tüm şartlar sağlanmış oluyor, biliyorsunuz:)))))))))
Sonrasında geçen hafta 16 Kasım'da kutlamadığımız günü bu hafta pazar günü 16 kasımmış gibi kutlayacağız. İkisinin de doğum günü biliyorsunuz... Bir özel bölüm atacağım.
Keyifle okuyun.
***
Bir uğultu duydum ben de telefondan. Kısık değildi, bana kadar geldi. Ecevit’in yüzü düştü, kaşları içe doğru çöktü, gözlerini yumarken telefonu hafifçe kendinden uzaklaştırdı. Başını salladı ve “Cengiz,” dedi kısık sesle. Arabaya derin bir sessizlik çöktü, tüylerim ürperdi. Ecevit telefonu kulağına dayadı ve “Hemen geliyorum,” dedi yalnızca.
Gelen Ali Ecevit Tarhan’ın belki de bu hayattaki tek dostu Cengiz Resul Atmaca’nın ölüm haberiydi.
Her ne kadar telefonu ‘hemen geliyorum’ diyerek kapatsa da elinde telefonla hareketsiz kaldı. Ne direksiyona dokundu ne de konuştu. Nefes aldığından bile şüphe edeceğim kadar tepkisiz kaldı bir zaman. Hiç konuşmayacak sandığımda, “Ecevit,” dedim kısık sesle. Yine de bir umut, belki sadece ağırlaşmıştır diyerek, belki bir ihtimal yaşıyordur hâlâ diye sormak istedim ama Ecevit fırsat vermedi.
“Ölmüş,” dedi sadece. Sesi düz bir yolda, çizgiden sapmadan, dümdüz ilerliyordu sanki. Bir his, üzüntü ya da bir başka şey… Hiçbirini sezemedim. Gözlerini kırpıştırdı daldığı yerden uyanmış gibi. “Gitmem lazım,” diye açıkladı kendini kısa bir suskunluğunun ardından. İkimiz de aynı anda atölyeme baktık. Gitmeliydim. Ama nereye? Ecevit’le gitmeliydim sanki. Henüz ona büyük bir acı vermediğini hissettiğim bu ölüm belki birkaç dakika, belki birkaç saat sonra da bu şekilde sürecek miydi? Bilmiyordum.
“Gelmem senin için sorun olmayacaksa seni yalnız bırakmak istemem,” dedim. Kendim için ya da paçasından ayrılmak istemediğim için değil. Yemin ederim değil. Sadece onu yalnız bırakmak istemediğim için ama yine de, ne derse, çabucak kabul edecek ve uygulayacaktım. Ona zaman kaybettirmeyecektim. Ecevit tekrardan atölyeme baktı. Yutkundu ve elini çaresizlikle çenesinde gezdirdi. Kemerini bağladı sonra. Elim kapıdaydı, gitmemi isterse hemen inecektim.
“Emin misin?” diye sordu bana.
“Eminim,” dedim hızla. Atölyeme bakıyordu bunları söylerken. Yalnız kalmamak için değil, yalnızca beni bu atölyeye en son bırakıp gittiğinde hiç güzel şeyler olmamıştı. Belki sadece bunun için bile arabayı sürdü. İkimiz de tek kelime etmedik. Ecevit bir kaya gibiydi. Öylece yolu izliyordu, zaman zaman ellerinin altındaki direksiyonu sıkıyordu ama asla konuşmuyordu. Yutkunmuyordu bile. Ne kadar vakit geçti bilmiyordum. Sadece saat geç diye neredeyse tüm yollar açıktı. Ne hissedeceğimi de bilmiyordum. Hiç tanımadığım bir adam ölmüştü. Ama işte Ecevit’e bir yudum su vermesi bile yeterdi benim onun için üzülmeme lakin Ecevit böyle yanımda üzülmeden ya da üzüldüğünü biraz olsun belli etmeden durunca kendimi boşlukta sallanıyormuş gibi hissediyordum. Hiçbir duygunun üzerine konamıyordum.
Hastane kapısına vardığımızda Ecevit en uygun yere park etti arabasını ve özel, büyük bir hastaneye doğru yürümeye başladık. Neredeyse aynı hizada yürüyorduk. Hastaneye girmeden aşağıda oluşan takım elbiseli adam kalabalığını gördüm ama işin doğrusu hiç üstümüze alınmadım. İlk alandan geçtik ve asansöre bindik. Dört kat çıktık. Asansörden indiğimiz gibi koca katı kaplayan insan, hatta işin doğrusu erkek kalabalığına baktım. Ecevit bir adım önümden gidecek gibi oldu ama gördüğümüz görüntü onu da duraksattı. Yavaşladı, ortalıkta gezindi gözleri ve bana döndü. Başını salladı bir kez hadi der gibi. Onun yarım adım önüne geçtim ve koridorda ilerlediğimizde insanlar dönüp bize bakmaya başladı. Bizi kovacaklar sandım. Çünkü buraya tam şimdi bir hemşirenin bile rahatça giremediğini hissettim. İleriden bir adamın koşar adım bize geldiğini gördüm. Duraksadım. Hiç iç açıcı durmuyorlar, insanı güvende hissettirmiyorlardı. Bize doğru gelen adam da beni huzursuz etti ama “Ecevit Bey,” dediğinde adam, neredeyse herkesin dikkatini çekti.
Bu ismi duyana kadar bizi bu koridordan uzaklaştırmak ister gibi bakan adamların gözlerindeki ifade hızla değişti ve etrafımız Ecevit’in elini sıkmaya başlayanlarla sarıldı. Tek bir adam bile beni ürkütürken bu kadar adamın arasında kalmak tedirgin etti. Ecevit ona uzanan birkaç eli sıktığında hemen yanı başındaydım. Şaşkınca olanları izliyordum. Ecevit’in yüzü yoktu hiçbirinde ama Ali Ecevit Tarhan ismini biliyor olmalılardı. Ecevit el sıkmanın sonunun gelmeyeceğini anladığında, “Kardeşi nerede?” diye sordu yanına ilk gelen adama. Ortalığa bakındım ben de. Uzun boylu, yapılı ve bir matem yerine yaraşır şekilde siyah giyen adamların arasında bir kadın göremiyordum.
Adam bir noktayı işaret etti ve “Kalkmak istemedi,” diye açıkladı. “Farah Hanım’ın etrafını boşaltın,” dedi ve kalabalık bir güruha seslendi. Adamlar açıldığında ancak yerde duvarın dibine çökmüş kadını fark ettim. Yıkılmış, başını duvara yaslamış, boşluğa bakarken sicim gibi gözyaşları döküyordu. Etrafında olan hiçbir bedene ya da sese duyarlı olmadığını ilk an fark ettim. Ecevit, “Farah,” dediğinde tepki verdi. Ecevit’i duydu. Başını çevirdi ve ona seslenen adama baktı. Kaşlarım bükülmüş, öylece onu izliyordum. Ecevit ne kadar darbe geçmeyen bir taş gibiyse Farah bir o kadar acısını dışa vuruyordu. Vurduğunu sanıyordum, ne zaman ki başını kaldırdı, Ecevit’i gördü, aslında o vakte kadar tepkisini nasıl içinde tuttuğunu fark ettim. Ecevit’i görünce sicim gibi akan yaşlarına sesli hıçkırıkları karıştı. Adeta ağıt yaktı. İki arada bir derede olan yüz ifadem tamamen ezildi ve gözlerim küçüldü, yaşardı, ne yapacağımı bilemez halde Farah’a baktım. Ecevit aralarındaki mesafeyi birkaç adımda kapattı ve yanına çöktüğünde artık koridorda Farah’ın ağlayışları duyuluyordu. Sanki ölüm haberini saniyeler önce almış gibi sesli, acılı ve iç yakan bir ağıttı bu. Sanki bu kadar ağlamak için Ecevit’in gelmesini beklemişti. Kendini Ecevit’in kollarına bıraktığında artık onun yüzünü göremiyordum çünkü yüzü, Ecevit’in kalbine çok yakın bir yere, sinesine, gövdesine, göğsüne yaslanmıştı. Gözlerim artık yalnızca Ecevit’in sırtını görüyorken soluklandım ve yutkundum.
Ecevit’in eli bir süre havada kaldı. Nereye koyacağını bilemedi sonra usulca Farah’ın sırtını buldu. Sıvazladı, sıvazladı, sıvazladı… O hareketindeki bulanıklığı seçebiliyordum. Ne yapacağını bilemeyen, nasıl yapacağını bulamayan, belki bu hareketini yersiz bulan ama muhakkak bir şey yapmalı diye hareket eden bir temastı bu.
Farah’ın elini yere bastırdığını ve Ecevit’e biraz daha yaklaşmasını izledim. Bir şeyler söyledi ama duyabileceğim konumda değildi. Boğuktu, Ecevit’in tenine çarpıyordu sesi, belki Ecevit bile duymuyordu. Ecevit’in eli Farah’ın sırtından yukarıya doğru süzüldü. Daha sahici, az önceki gibi havada durmayan bir dokunuşun geleceğini fark ettim. Bir kayıp vermiş kişiye yapması gerekeni yapıyordu. Teselli ediyordu. Sahiplenici, gurbette ömür tüketmiş bir insanın teninde gezinse vatan toprağını anımsatacak elleri Farah’ın saçına dokunduğunda çok özel bir anı izliyormuş gibi kaçırdım gözlerimi, yumdum. Artık tek duyduğum Farah’ın ağlayışıydı. Sanırım bu ağlayıştı beni ağlamamam için bu kadar sıkan.
“Gel Farah,” dedi Ecevit. Farah desteksiz yerden kalkacak gibi değildi, bunun yanında yerden kalkmak da istememişti bu ana kadar. Yoksa onu kaldıracak onlarca adam vardı burada. Hiçbir yere sığamamış olacak ki, olduğu yere çökmüştü. Yeniden onlara baktım. Ecevit kolundan tuttu ve kaldırmak istedi. Belki Farah kalkmak istemedi ama Ecevit öylesine sıkı tutuyordu ki istemese de kalkmaya çalıştı. Biraz ayrıldı da yerden ama kalkmaya çalıştığı ilk an takati kalmadı ve bedeni yığıldı. Ecevit tutmasa düşecekti. Refleksle ben de tutmaya çalıştım ve aynı anda koridor boşluğuna doğru, “Doktor var mı?” diye bağırdım.
Farah’ın elinden artık ben de tutuyordum. Ya Ecevit kucaklayacaktı ya da bir kişi daha destek olmalıydı. “Oturtalım Ecevit,” dedim. Yere değil belki ama koltuğa oturması onun için en iyisiydi. Benim seslenişimle beraber doktor aranmaya başlandı ve kısa zamanda da sesimizi duyan oldu. Bir kadın ve bir erkek bize doğru gelirken Farah’ı koltuklardan birine oturtmuştuk. Gözleri kapalıydı, bilinci tamamen kapanmasa da dışarıdan gelen çoğu şeyi almıyordu. Ecevit’in elini sıkıca tutmuşken eli elimden kopup gitti. Kadın doktor, elindeki ışığı Farah’ın gözlerine tuttuğunda yanındaki hemşireye, “Odaya alalım,” dedi yalnızca. Koridor o kadar kalabalıktı ki sağlıkçılar da hareket edemiyordu. Ecevit bunu ilk fark eden kişi oldu ve “Aç şurayı,” diye bağırdı boşluğa doğru elini havalandırarak. Farah’ın gireceği odanın kapısı açıldı ve Farah’ı, Ecevit ve erkek hemşire kaldırdı.
Odanın içine girdiklerinde ben eşikteydim. Doktor hızla yüzüme kapıyı kapattı ve Ecevit içeride ben dışarıda kaldım. Kapının eşiğinden bir adım uzaklaştım. İçeri giremezdim, ayak bağı olamazdım. Ne yapacağımı bilemedim. Etrafta bana bakan adamlar vardı. Bazı adamların ilgilendiği yaşı daha büyük adamlar vardı. Çevrelerini sarmışlardı korudukları kişinin ama bu ortamda kimi neyden koruyorlardı anlamıyordum. Babam da korumasız adım atmazdı ama ne bileyim… Şimdi buradaki durum bana babamın çevresindeki kişiler gibi hissettirmedi işte. Sebebini ben de seçemiyordum. Bu yaşı büyük insanlar da yan yana değillerdi aksine birbirine oldukça uzak oturuyorlardı. İşte bunu biliyordum, herhangi bir törende denk gelen babam ve rakip parti liderleri gibiydiler. Aynı yerde aynı kişi için bulunsalar da birbirlerine tahammülleri yoktu. Boş bir yer aradım ve usulca gidip oraya oturdum. Derin bir nefes aldım ve sessizliği dinledim. Kimse birbiriyle konuşmuyordu. Bir hastane koridorunda değil de tenha bir sokaktaydım sanki.
Ellerimi önümde birleştirdim ve hastanenin beyaz duvarını izledim. Dakikalar sonra içeriden doktor çıktı, kapı çok hızlı açılıp kapanınca kafamı eğip bakmaya bile fırsat bulamadım. Sonra hemşire çıktı, bu kez eğildim ama Ecevit’i göremedim. Sadece yatakta uzanan Farah’ı saliselik görür gibi oldum. Giden hemşire kısa vakit içinde geri döndü. Elinde serum vardı. Ayaklandım ve açacağı kapıdan içeriye göreceğim kadar konum değiştirdim. Kapıdaki adamlar hemşireyi girmeden durdurup sordular ama verilen cevabı ben duyamadım. Kapı açıldığında gördüm. Ecevit yatağın dibinde ayakta duruyordu. Kapı yeniden kapandı. Daha fazla bakamadım. Bu kez içeriden yine Farah’ın sesini duydum. Bağırıyor mu ağlıyor mu ayırt edemiyordum. Hemşire de o ses bitene kadar odadan çıkmadı. Yeniden kalktığım yere geri oturdum. Belki sakinleştirici yapmışlardı belki de sadece serum takmışlardı bilmiyordum.
Dakikalar saatlere ulaştı. Giren çıkan olmadı odaya. Buradaki herkes gibi ben de bekliyordum. Buradaki insanlar tam olarak neyi bekliyorlardı onu da bilmiyordum ama Farah’ın kimsesi yoktu. Bu açıktı. Şimdi Ecevit olmasa, içeride yanında kim olacaktı? Bunca kalabalığa rağmen biri bile akrabası değildi. Belki de Farah ölüme yaş olarak bu kadar yaklaşmış olan abisini kaybettiği için değil, bu hayatta yaşayan tek ailesini kaybettiği için böylesine ağıt yakıyordu.
Geçen dakikalar, kasıklarımdaki regl ağrısını hatırlatmadı bana. Sadece aniden nükseden, adeta vuran ve geçmeyen ağrı yeniden başkaldırdı. İlk gece kadar olmasın ya da belki de ilk gece kadar, yalnızca ben ortamdan dolayı odaklanamıyordum, bir ağrı yokladı beni. Yüzümde mimik oynamadı ama bacaklarımı birbirine bastırdım ve soluklandım. Bu kalabalığın içinde, ölüm acısı varken bu ağrımla elbette baş ederdim. Ağrım arttıkça kanamam da artıyordu. Sesim soluğum çıkmıyor, yerimden de kıpırdamıyordum. Kafamı her kaldırdığımda bir adamla göz göze geliyordum ama bu beni rahatsız edecek bakışlar değildi. Sadece insanlar kim olduğumu anlamıyorlardı. Evet, bence de Cengiz’le pek alakam var gibi gözükmüyordum. Kapı açılmadıkça ve ağrım arttıkça yerimde bu kadar sakin duramamaya başladım. Sıcak basıyor, ellerim buz kesiyor ve ağrıdan inlememek için zor tutuyordum kendimi. Adeta ensemden terlediğimi hissediyordum. Ecevit çıkmıyordu, bir saati geçmişti. Çıksa da ona söyleyebileceğim bir konumda değildim. Her şeyi aynı anda düşünmeye çalıştım. Gözlerimi kapattım. Ecevit’e bela olmadan, dikkati üstüme çekmeden ve kimseye yük olmadan hallet Firuze…
Elim yumruk olmuşken bacağımın altına almıştım. Sıcaklık arttı ve midem de bulanmaya başladı. Acı zamanı ağırlaştırsa da bir saati çoktan geçmişti burada oturuşum. Artık kalkmam, bu ağrı için bir şey yapmam ve pedimi değiştirmem gerekiyordu. Yerimden korkarak kalktım ve gizlice kalktığım koltuğu kontrol ettim. Temizdi. Derin bir nefes aldım ve bizi ilk karşılayan adamı aradı gözlerim. Birileri gidip geliyordu ama kimseye bakmıyordum. Adamı gördüğümde yavaşça ona yaklaştım. Orta yaşlarda orta boylu bir adamdı. “Pardon,” dediğimde adam onunla konuşmamı hiç beklemiyor olacak ki şaşırdı biraz. Afalladı. “Bir şey rica edebilir miyim?”
“Tabi buyurun?”
“Ecevit içeriden çıktığında hava almak için aşağı indiğimi söyler misiniz?”
“Bir isteğiniz varsa biz yardımcı olalım,” dedi. O kadar ciddiydi ki bunu söylerken şimdi ne istesem yapacaktı sanki.
“Hayır teşekkür ederim, Ecevit çıkarsa bilgi vermeniz yeterli.”
“Sizinle birkaç kişi daha insin,” dedi sonra. Az önce onunla konuştuğumda afallayan adamdan eser yoktu. Bir an anlayamadım, o boşluğumda birkaç kişiyi yönlendirmeye kalkıştı.
“Hayır hayır,” dedim telaşla. “Hayır,” diye tekrar ettim. Delirmişler miydi? Ben bu hastanedeki herhangi biriydim. “İstemiyorum, gerek yok. Teşekkür ederim, söylediğimi yapmanız yeterli,” dedim ve hızla uzaklaştım yanlarından. Sanki kalsam adam ısrar edecek ve hatta belki birkaç kişi takacaktı peşime. Sora sora hastane içindeki tıbbi marketi buldum önce. Ped aldım sonraysa eczaneye geçip bir ağrı kesici. Hızla lavaboya gittim ve işimi hallettim. Tam da tahmin ettiğim gibi yoğun ağrı beraberinde yoğun bir kanamayı getirmişti. Ellerimi yıkadım ve çıktım lavabodan. Bir su ve bir çay aldım, bahçeye çıktım. Hava soğuktu ama hastane koridoru da çok sıcak, aynı zamanda çok sessizdi. Ecevit odadan çıkacak gibi değildi. Boğuluyordum orada, biraz da açık alanda bekleyecektim. Banklardan birine geçtim ve hızla ilacı içtim. Bacaklarımı birbirine bastırdım ve dirseklerimi dizlerime yasladım.
Öne doğru eğildim ve yüzümü ellerimin arasına alıp acının biraz olsun geçmesini bekledim. Bıçak saplanıyor, alttan ve üstten içimi oyuyordu adeta. Burası o kadar da sessiz değildi, istediğim yerde için için inledim acıdan. Geçecek, sakin ol geçecek… Gözlerim kapalıydı gözümün önüne hastane yatağında Ecevit’in eline sığındığım, iki sakinleştirici yediğim gece geldi. Ecevit kendisi teklif etmişti, elimin üzerine yaslanmak ister misin demişti. Teselli etmişti beni. Teselli etmek… Bence o hiç öyle düşünmese de çok iyi teselli veriyordu. Kalbimin çevresini ipince bir zar kaplıydı da biri elini göğsüme sokmuş, o ince zarı tırnak uçlarıyla soyuyordu. Gözlerimin ardındaki gerçek bir andı. Ecevit ve ben bir hastane odasındaydık. Zihnimdeki de tamamen hayaldi. Farah ağrı kesiciyle sakinleşmişken yanağının altında bir el vardı. Gözlerim ve zihnimin arasındaki fark çok azdı. Birden fazla fark bulunmazdı ama hissettirdikleri o ince zarı sıyırdı kalbimden. Firuze yapma!
Öylesine bir karmaşa içindeydim ki, bunları ben düşünüyor, bana ben kızıyordum. Böyle bir anda nasıl ve neden bunu düşünürdüm? Kadının abisi ölmüştü ve o kadın Ecevit’in tek dostunun kardeşiydi. Nasıl böyle kör, katran karası, küstah bir hisle burada otururdum? Engelleyemiyordum. Zihnimdeki görüntü öylesine bozuyor, beni duvardan duvara vuruyordu ki susturamıyordum kalbimi. Neredeyse hınçla oturup ağlayacak, gelip soran olursa cenazemiz var diyecek kadar alçalacaktım. Kötü bir insan gibi hissettim kendimi. O gece Ecevit’in elinin üzerine ben kötü bir insan değilim diye ağlarken şimdi burada kötü bir insanın hisleri beni ağlatmak üzereydi. Kör bir merakla sadece Ecevit’in Farah’ı nasıl teselli ettiğini düşünüyordum artık. Çok ayıptı, biliyordum, çok ayıptı ama engel olamıyordum ve böylesine çirkin bir durumu, içimdeki küçük çocuğa atıp içinden sıyrılamıyordum bu kez. Tümüyle bir yetişkinin içinden geçiyordu, bir çocuğu suçlayamadım bile. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Ağrım çok fazlaydı. Belki de bu kadar fazla diye her duygu bedenime vuruyordu. Sakin atlatabileceğim bir şey yoktu sanki. Kendime küfürler ediyor sonra yine zihnim ve gözlerim arasındaki farka öfke duyuyordum, ardından Cengiz’e ama aslında Ecevit’e üzülüyordum.
Onlarca his tek bedenden geçerken, gözyaşlarım akıyordu gizli saklı. Ağlamıyordum. Ağlıyorsam da öfkeden ağlıyordum. Kendime çok öfkeliydim. Küfürler ediyor sonra Cengiz’e dua ediyordum. Her şeyin böylesine karman çorman olduğu bir anda, bahçeye bile sığamazken, kendi yakama yapışmışken ve neredeyse kendi canımı alacakken yanıma bir beden oturdu ve adımı söyledi.
“Firuze.”
Dünya telaşının ne kadar yersiz olduğunu, şu öfkenin, hıncın, nefretin ne kadar büyük yer kapladığını kısacak bir seste ama kocaman bir bedende fark ettim. Ecevit bir kavganın orta yerine dalmış gibi kendimle olan kavgamın ortasına daldı ve yakamdaki ellerime baktı sanki. O öyle bakınca, ben kendimi kavgacı, çirkef biri gibi hissedince hemen çektim elimi ayağımı üzerimden. Ellerimi arkamda sakladım ve iki yana sallandım sanki bir suçlu gibi. Tüm hırçınlığımı, öfkemi ve nefretimi hiç kendine çekmeden sinesinde yumuşattı çünkü. Sakinleştim ve titrek bir nefes aldım. Ona baktım ve soluklandım. “Ecevit,” dedim fısıltıyla. Üşüdüğüm için sanırım sesim çok tutuk çıktı. Ecevit’in üzerinde sadece kazak vardı artık, bense kabanımla oturuyordum.
Yanıma oturmuştu, aramızda bir karışlık mesafe yoktu bile. İkimiz de aynı anda konuştuk.
“Farah nasıl?”
“Ağrın mı var?”
Ağlamak istedim ve sorana cenazemiz var demek istemedim. Dudaklarıma baktı Ecevit. Dişlerimi birbirine bastırdım. “Uyuyor. İlk birkaç saat… Zor geçecek. Sonra yavaş yavaş alışacak. Sakinleştirici verdiler hemen uyudu,” Üstünkörü, sorum yanıtsız kalmasın diye yanıtladı bunları. Sanırım öncesinde bu süreci zaten hayal etmişti. Şimdi her şey onun beklediği gibiydi. Ben Farah hakkında yeni bir şey daha soracakken “Ağrın mı var?” diye tekrar sordu. Çok mu anlaşılıyordu? “Dudakların morarmış,” dedi yeniden dudaklarıma bakarken. O an anladım neden baktığını.
Ağrım olduğunu söylemek istemedim. Bilmem belki yanlış düşünüyordum ama yine de aklı bende kalır diye gizlemek istedim. “Yok, soğuktan morarmıştır.”
Çatık kaşları, dikkatli gözleriyle bana bakıyordu. Bacaklarımın arasına sıkıştırdığım ellerime baktı sonra ardından yeniden dudaklarıma. “Yok,” dedi benim gibi. Sesi durgundu, öyle hissediyordum ki henüz Cengiz’in ölümüyle yüzleşmemişti ya da Ecevit ölümleri çok olağan karşılıyordu. Onu belki bunu bilecek kadar iyi tanımıyordum henüz. “Soğuktan değil. Ağrın var. Geçen gece de böyleydin. Soğuktan değil.”
İçim bir yaprak gibi titredi. Sonbaharda canından olmuş ve sararmış bir yaprak gibi yerde süründüğümü sanırken aslında şehri süslediğimi hissettim onun bu sözleriyle. Doğru söylüyordu çünkü, fiziksel, çok derinden gelen acı benim dudaklarımı morartırdı. Fark etmişti demek o gece. Gülümsedim, öldükten sonra caddeyi süsleyen o yaprak gibi hissedince. “Ağrı kesici aldım,” dedim bilsin diye. “Etki eder birazdan. İyiyim ben.”
“Sen git artık Firuze,” dedi. Biliyordum, birazdan kalkıp gidecekti. Ben ya burada kalacak ya da yukarı çıkacaktım.
“Sen?..” diye sordum istemsizce. “Yani… Tabi kal ama… Cenaze ne zaman kaldırılacak?” Cengiz ölür ölmez biz aranmıştık. Yarın sabahtan gömecekler miydi? Ben de orada olmak istiyordum. İçimden kuvvetli bir ses hâlâ Ecevit’in yüzüne ölümün vurmadığını söylüyordu. O an tek olmasın istiyordum.
“Bir kardeşi daha var Cengiz’in. O gelecek, onu bekleyeceğiz.”
Şaşırttı beni dediği. “Farah’ın bir kardeşi daha mı var yani?” diye sordum merakla. Bir nebze açıkçası sevindim yalnız olmadığına. En azından geriye kalan süreçte ailesinden biri olurdu yanında. Ecevit başını hafifçe geriye attı ve cıkladı.
“Anneler farklı. Hepsinin farklı işin doğrusu. Cengiz’le abi kardeşlerdi ama bu gelecek olanla bir kardeşlik bağı yok.”
Bu durumu hiç garipsemedim. Annelerin farklı olmamasını garipsemedim ama kardeşliğin olmamasını garipsedim. Hatta çok garipsedim. Kardeşlikle hiç alakası yoktu bunun. Hiç mi bir bağ yoktu aralarında? Çok saçmaydı. Acaba gelecek olan kadın mıydı erkek miydi? Kaç yaşındaydı? Farah ondan küçüktü muhtemelen. Ecevit’e sormak istediğim çok soru vardı aslında ama o, “Hadi sen git, uyu,” deyince içimde tuttum. Zaten o da Cengiz’in soyağacını anlatmak için çok hevesli olmazdı.
“Tamam gideyim ama bana döndüğünde haber ver olur mu?” dedim. Gözlerinin içine bakıyordum. Eğer ki beni geçiştirirse fark ederdim. “Ya da direkt atölyeye gel istersen. Ara beni, ben dediğin yere de gelirim evde olmazsan. Yalnız kalma olur mu Ecevit?” Sesim yumuşak, dakikalar önceki hislerime rağmen çok sakindi. Yalnızca onu ikna etmek istiyordum. Ben rahat rahat arayamazdım biliyordum. “Hım?” diye mırıldandım. Israrımı izliyordu. Bu öyle yakasına yapışan, onu bunaltan bir ısrar değildi. Kulağına fısıldıyordum yalnızca. “Arayacak mısın beni? Aramayacaksan ben burada beklerim her şeyin bitmesini. Söz ayak bağı olmam. Ağrım da geçer şimdi zaten. Yalnız kal istemiyorum Ecevit, lütfen.”
İçimden bir ses ben gittikten sonra, gözünün önünden çekildikten sonra aklına gelmeyeceğim, hatta belki acısında kaybolacak, yalnız kalmak isteyeceğini söylüyordu.
“Eve mi gideceksin?” diye sordu dalgın bir sesle. Tam da bu dalgınlığından dolayı tek kalmasın istiyordum.
“Hayır atölyeye giderim,” dedim. Eli cebine gitti. Sigara içecekti sanırım. “Yani evden çıkmam zor olur diye hiç riske atmayacağım. Sen direkt çıkınca yanıma gelirsin olmaz mı? Ya da ararsın ben rahatça çıkar…” Cebinden çıkardığı elini bana doğru uzattı. Bir sigara paketi doldurur sanmıştım avucunu ama şimdi bana açılan avuçta bir anahtar vardı. Bu anahtarı tanıyordum.
Ali Ecevit’in evinin anahtarıydı.
Sararıp solmuş bir yapraktım ben, yeniden yeşillere bezendim ve ağaçlara tutundum sanki. Belki bir yalancı bahar, belki bir kış güneşi ama muhakkak, güneşe muhtaç bir kalbi kısa bir an için bile olsa ısıtmış, kandırmış bile olsa ısıtmış, bir andı bu. Kalbim; çenem soğuktan titrerken ısındı, bir evsize uzatılan bir tas mercimek çorbasının, bir çift kalın çorabın anlamı ne kadar büyükse, hissettiğim biraz altı değildi. Ali Ecevit, evinin anahtarını bana uzattı. Ne büyük, heybetli bir cümleydi böyle.
“Bana git…” dedi solgun bir sesle.
Ne büyük şey dediğinin hiç farkında değildi. Kulağımdan benden git dercesine söylediği onlarca cümle bir çırpıda silindi. Yalnızca bu an ve bu istek kaldı. Ona zaten hiç kin gütmemiştim ama kulağım da hiç silmemişti o sözlerini. Sanki bu ana kadar…
“Efendim?” dedim yine de, yanlış anlamaktan korktum.
“İstersen. Bana git. Ben… Aramam. Unuturum. Belki istemem. Eve geçerim direkt. İstersen,” dedi yeniden. Kelimeleri allak bullaktı. Belki bunu bana sunduğu için pişman olacaktı belki ben evine varmadan vazgeçecekti. Belki bu duygusal boşlukla yaptığı bir şeydi… Bilmiyordum. Eli havada kaldığında omuzları düştü ve elini geri çekecek sandım. Belki gerçekten çekecekti belki de ben çok telaş yaptım. Kavradım, anahtarı değil ama elini.
“İsterim,” dedim hızla. Vazgeçecekse de ben gittikten sonra vazgeçseydi. İşte o vakitten sonra beni arayıp çık evimden demezdi. Ben de çıkmazdım zaten. Ben yüzsüzdüm, o da gururundan ölmüyordu sonuçta. “İsterim. Hem senin de aklın kalmaz bende. Senin evindeyim. Kediyle de ilgilenirim. Sen gelene kadar kalırım. Olur, isterim.” Elini daha fazla tutmak için bir bahanem yoktu. Anahtarı usulca aldım ve ellerimizi birbirine sürterek ayırdım birbirinden. Yeniden cebine attı ve bu kez arabanın anahtarını çıkardı. “Benim arabamla git.”
Bir cenaze olmasaydı evini arabanı bana vermeye ne meraklıymışsın der, sinir ederdim onu.
“Olmaz. Ben taksiye binerim. Araban kalsın ne olur ne olmaz.”
“Bu saatte taksi olmaz,” dedi ve arabasının anahtarını tutuşturdu elime.
“Olur Ecevit. Niye olmasın? Araban kalsın. Lazım olur sana.”
“Olmaz dedim Firuze,” dedi ve kalktı yerinden. “Yol uzak, gecenin bir vakti. Ne taksisi? Hadi kalk, git. Yukarı çıkacağım ben de.” Arabasının olduğu yöne doğru ilerliyordu. Sanki arabaya binecekmiş gibi önden gidiyor, arkasını dönüp bakmıyordu ben geldim mi gelmedim mi diye. Aramızdaki mesafe artınca yerimden kalktım ve hızla peşinden gittim. Bacaklarım aynı konumda durmaktan olacak uyuşmuştu. Neredeyse paytak paytak koştum. Arabasının önüne gelince ancak geldim aklına da döndü baktı aramızdaki mesafeye. Hiçbir tepki vermeden koşuşumu izledi. Arabaya vardım kapıyı açtım ve bindim. Kapattığım kapının önüne geldi ve camı açmamı işaret etti. Elim direksiyondayken camı açtım ve alçaktan baktım ona.
“Gidince haber ver,” dedi eğildiği yerden. “Evde de neyi kullanmak istiyorsan kullan,” diye devam etti, gidince elim neye giderse çekineceğimi bilir gibi. Başımı salladım. Geriye çekildi ve parmak ucuyla açmamı istediği camı yine parmak ucuyla kapatmamı istedi. İkimiz de ben arabayı çalıştırıp sürene kadar birbirimize baktık. Bulunduğumuz hastaneyle Ecevit’in evi arasında sahiden mesafe vardı. Yol git git bitmedi. Bir an önce eve varıp ona eve vardığımı yazmak istiyordum. Ecevit ben eve vardım, yazmak istedim sadece. Acele etmemeye çalışarak sabırsızca vardım eve. Beni ilk geldiğimde kapıdan geçirmeyen güvenlik abi bu kez görse de bir şey söylemedi. Hatta uzaktan kapıyı açtı. Kapıdan geçtim ve asansöre bindim. Asansör çıkarken sabredemedim ve mesajı yazdım ama göndermedim. Evin kapısından geçtikten sonra gönderecektim. Kapıyı Ecevit’in bana verdiği anahtarla açtım ve kapı eşiğinden geçer geçmez ona haber verdim.
Ecevit ben eve vardım, yazdım.
Günlüğüm yanımda olsa oraya da yazardım sanki. Benliğim tümüyle bu mesajda olduğu için, evde beni bekleyen birinin olduğunu düşünmedim. Aniden uzaktan bir çift yemyeşil gözle denk geldim. O an nasıl korktum, ah nasıl korktum da kendimi tutamayıp bağırdım anlatamazdım. Neredeyse kalbim çıkacaktı yerinden. Bana karşıdan diktiği büyücü gözleriyle hiçbir tepki vermedi. Daha iki gün önce görmüştüm, o günden bugüne pek değişmemişti. İkimiz de suç üstünde yakalanmışız ki hareketsizce birbirimize bakarken bir süre sonra aramıza giren tek ses telefonuma gelen mesaj sesi oldu. Bana büyü yapıyordu sanki, gözlerini hiç ayırmadı.
Ben temkinli hareketlerle telefonumu kaldırdım ve Ecevit’in düşen iki mesajını okudum.
Ali Ecevit; Tamam.
Ali Ecevit; Kedi uyurken odaya giriyor haberin olsun.
Elimi hızlı çarpan kalbime bastırdım ve kediye baktım. İkimiz de hiç anlaşmadan birbirimize bakarken gözlerimizi kıstık. Hızla ben çektim çünkü o bana bakmayı kesmeyecekti ve bilmeliydi ki korkutucuydu. Küçüktü, simsiyahtı ve yemyeşil gözleri vardı. Korkunç… Başımı mamasına ve suyuna çevirdim. Birden fazla yerde mama ve su vardı. Bir tane de kum kabı. Ev biraz mama kokuyordu ama çok rahatsız edecek kadar değildi. Mama kaplarında maması vardı, onun için yapacak bir şey gelmedi aklıma. Sonra o da sonunda bana bakmayı bıraktı ve ilerlemeye başladı evin içinde. Baş başayken hareket edince kalbim hızla çarpıyordu. Korkuyordum. Kendimi sıkıyordum hatta. Aniden üstüme atlarsa ne yapardım bilmiyordum. Çatık kaşlarla onu izlerken gidip suyunu içmeye başladı. Küçük dilini suya her vurduğunda minik su damlacıkları sıçrıyordu ama yine ona tutunuyordu. Görüş alanımı tamamen değiştirdim ve daha dikkatli izledim. Su içmesini bitirmesini bekledim. Evet biliyordum o yalnız yaşamayı biliyordu ama benim yanımda bir şey yiyip içince izleme gereği duyuyordum. Boğulacağından korkuyordum. Su içmeyi bırakınca yeniden bana baktı. İkimiz de sessizce birbirimizi izliyorduk ve sanırım şansı olsa o da kaşlarını çatardı.
“Ben uyuyacağım,” demek zorunda hissettim kendimi. Ortalığa bakındım. “Sen de uyu.” Yüzüme bakıp miyavlaması bile beni korkuttu. Bazı şeylere ruh eklemek zor olmazdı ya, bu kedi de öyle bir şeydi. Hissediyordum. Beni etkileyen bir enerjisi vardı. Üzerimdeki kabanı çıkardım ve koltuğun üzerine bıraktım. Banyoya ilerledim ve kapıyı kapattım. Evden çıkmadan Ecevit’in aldığı pedleri koyduğum yere baktım. Attı diye çok korktum ama hayır buradaydı. En uzununu aldım ve hemen değiştirdim. Ellerimi tertemiz yıkayıp banyodan çıktığımda kabanımın üzerinde düğmelerle oynadığını gördüm. Bu kez bana dönüp bakmadı. Demek ki koltuğa tırmanıyordu. Yatağa da tırmanırdı o zaman. Çatık kaşlarımla bir süre ne yapacak diye bekledim düğmeye. Koparsa da bir şey demeyecektim. Hayır sadece oyun oynuyordu… O bir bebekti.
Keşke onunla oynayabilecek cesaretim olsaydı ama hiç yoktu. Dokunduğumu düşünmek bile kalbimi kasıyordu. O ilk gece Ecevit’in korkusundan tutmuştum sıkıca. Yoksa hiçbir güç onu yol boyunca benim kucağımda tutturamazdı. “Uyuyorum ben,” dedim ona bakarak. Umursamadı bu kez beni. Düğmeyle deli gibi eğleniyordu. Yavaşça Ecevit’in odasına girdim, kapıyı da örttüm. Elbette odada uyuyacaktım. Ecevit varken de odada uyuyordum ben. Üstelik attığı mesajda verdiği bilgiye bakılırsa odada uyuyacağımı o da biliyordu.
Yatağa baktım. Topluydu ama dün gece üzerinde uyunulduğu belliydi. Dün ben o evde uyurken Ecevit de yatağında uyumuş olmalıydı. Üzerinde bir kazak ve bir eşofman katlı şekilde duruyordu. Üzerimdekileri çıkardım ve Ecevit’in kıyafetlerinden giydim. Bu sefer üzerime biraz olsun otursun diye iyice baktım. Yaptığım da pek ayıptı biliyordum, hazır o yokken kıyafet dolabını karıştırmış gibi oldum biliyordum ama yine de… Yaptım işte. Gözüme en dar gelen siyah bir pantolonu aldım ve belini sıktım iyice. Üzerime de beyaz bir tişört geçirdim. Ev sıcaktı kediden dolayı. Terlerdim biliyordum. Saçlarımı topuz yaptım ve yatağa girdim. Yatak Ecevit’in sıcaklığını taşıyor diyemezdim ama soğuk da değildi. Ecevit’in kokusu bir yastıktan geliyordu. Hızla ona sarıldım. Yetmedi, hazır kimseler yokken yatağın üzerindeki kazağı da aldım sineme. Ecevit’miş gibi değil. Daha önce hiç Ecevit’le uyumadım ama kokusu daha yakınımda olsun diye çabalamak istedim. Karnım çok ağrıyordu, beni uyutacak başka bir şey bilmiyordum.
Şafak sökmek üzereydi. Gözlerimi kapattım. Bir başka yatakta, senelerdir üzerinde yattığım yatakta, babamın evinde, annemin koynunda belki hatta yine bu kadar çabuk ve derin bir uykuya dalmazdım. Benim uyku problemlerim vardı. Ya saat başı uyanırdım ya da güne devrilecek kadar çok uyurdum. Ne zamanki Ecevit gelmiş bu sinsi bir biçimde düzelmiş sayılmıştı. Yine şimdi çarçabuk uykuya daldım.
Uyandığımda vakit ikindiyi geçmişti. Ezan okunuyordu, onun sesiyle uyandım. İlk birkaç dakika nerede olduğumu da, dün gece neler olduğunu da anımsayamadım. Sonra, yüzüm Ecevit’in kazağına sürtününce fark ettim. Elim telefona gittiğinde saati görünce anladım okunan ezanın akşam ezanı olduğunu. Neredeyse on saatten fazladır uyuyordum. Annem defalarca kez aramış, dün konuştuğumuz kahvaltı için bana yalvarmıştı. Ecevit’e dair bir arama var mı diye baktım ama yoktu. Mesaj da atmamıştı. Anneme karnımın çok ağrıdığını ve tüm gün yattığımı söylediğim bir mesaj yazıp gönderdim sadece. Tavana bakarken birkaç kez esnedim. Lavaboya gitmem lazımdı ama kalkmak çok zor geliyordu. Öyle kesintisiz uyumuştum ki ne bir baş ağrısı vardı ne başka bir şey. Ecevit’i arayacak gibi oldum ama vazgeçtim. Demek ki arayabileceği bir durumda değildi. Gelirdi zaten. Dün gece hastanede kalmıştı, belki bugün gömmüşlerdi Cengiz’i. Evine gelirdi artık. Yine de girip ona ne yaptın yazdım.
Yataktan yavaş yavaş kalktım ve yatağı kontrol ettim. Temizdi. Hızla lavaboya girdim ve işimi hallettim. Yüzümü yıkadım. Esneye esneye çıktım banyodan. Kediyi aradı gözlerim. Kabanımın üzerinde uyuyordu. Maması az kalmıştı ama bitmemişti. Hemen ekledim, suyunu da değiştirdim. Uyanmadı çıkardığım seslere. Karnım biraz açtı ama atıştırmak istemedim. Ecevit gelince evde sıcak bir tencere görsün istiyordum. Buzluğa baktım. Tavuk vardı. Tavuk suyunda çorba yapar yanına da tavuk pilav çıkarırdım. Ecevit’in bilgisayarını aldım ve araştırdım tavuğu kaç dakikada haşlayacağımı. Çorba tarifi de buldum, zaten pilavı az çok hatırlıyordum. Tavuk haşlanana kadar ortalığı toparladım. Telefona bakıyordum sık sık ama yanıt vermemişti. Banyoda kirliler vardı, onları makineye attım ve çalıştırdım. Tavuğum haşlanmıştı ben bu uyuşuklukla evi düzeltirken. Uykum da açılmıştı.
Tarifte yazdığı gibi önce çorbamı yaptım, tavuk kokusuna uyandı sanırım kedi. Birazcık tiftikleyip mama kabına koydum. Hemen de yedi. Öyle bakıyordu ki bana sanki akşam pilav da yiyecekti. Pilavımı da demlenmeye bırakırken mutfağı temizledim sonra oturdum mutfak masasına. Ecevit henüz cevap vermemişti. Elimde telefon arayıp aramamak arasında gidiyordum. Eninde sonunda arayacağımı anladığımda daha fazla uzatmadan cesaretimi topladım ve aradım. Tam dört kez çalmasına izin verdim ama beşinciye çalmadan kapattım. Açmadı. Saat akşam dokuza geliyordu.
Hazırladığım yemeklerin karşısında tam bir saat oturdum. Sonra kalktım çay demledim. Yaklaştığını hissettiğimden değil gelmesini istediğimden. Bacağımı sallıyor, artık iç geçiriyordum vakit geçirdikçe. Farah nasıl olmuştu acaba? Ecevit o ilk birkaç saati atlattıktan sonra biraz daha iyi olacağını söylemişti. Belki de olmamıştı. Günlerce belki haftalarca sürecekti bu ağır acısı. Şimdi neredeydi acaba? Hastane köşelerinde değildi galiba. Saate baktım. Çok saat olmuştu. Cenazeyi gömseler de gömmeseler de Farah’ın hastane köşelerinde sürünmesi mantıklı gelmiyordu. Evine götürülmüş olmalıydı? Ecevit neredeydi? Muhakkak cenaze evinde olmalıydı. Saate bir kez daha baktım.
Ecevit, gelecekti bu akşam.
Yerimden kalktım ve salona geçtim. Kedinin olduğu koltuğun karşısındaki koltuğa kıvrıldım. Yine göz göze geldik ve birbirimize tüm suratsızlığımızla baktık. Ne o çekti gözlerini ne de ben. Amacımız neydi hiç anlamıyordum.
Ecevit, gelecekti değil mi bu akşam?
Eğer gelmeyecekse, yani en azından, birkaç saat için bile olsa, yarın gidecek de olsa nerede kalacaktı ki? İçime bir huzursuzluk çöktü. Ev demek birkaç saatlik de olsa uğranılan, başın yastığa düştüğü o yer değil miydi? İnsan ne olursa olsun evine dönerdi. Bir saat için de olsa, günler için de olsa. Kedi benden vazgeçti ve o gözlerini çekti. Kabanımın düğmesiyle oynadı yine. Halbuki Ecevit ona oyuncak almıştı, kıytırık bir düğmeyle oynuyordu. Onu anlıyordum aslında. Benim de küçükken çok oyuncağım vardı. Hiçbiriyle oynamazdım. Hep Ecevit’in bir sopayla, bazen kağıtla, bezen kalemle uydurduğu oyunları isterdim.
Neredeyse bir saat de bunları düşündüm yattığım yerden. Ne gelen ne arayan oldu.
Ecevit, gelmeyecek miydi bu akşam?
Ya nerede kalacaktı? Farah’ın, Ecevit’i görünce nasıl için için ağladığı geldi aklıma. Sonra ona nasıl tutunduğu, yüzünü nasıl ona yasladığı geldi. Bu ölümde bunu nasıl düşünürsün diye ne olur kızmasaydı kimse bana. Lütfen… Kim neden kızacaktı bilmem ama yaptığım çok ayıptı biliyordum. Beni tanıyan herkesin gözlerime bakınca ayıbımı göreceğini hissediyordum ama… Ama işte hani kadın hisseder deniyordu ya. İçimdeki bu his… Yirmi beş yıldır ilk kez bir kadın olduğum için kadın hisseder sebebini öne sürüyordum. Sanki… İçim bulandı. Ecevit gelmeyecek miydi? Sanki Farah’ın Ecevit’e yüklediği bir anlam vardı. İlgi? Adeta içime ateş düştü. Cengiz’in mezarıyla, Farah’ın arasına sıkışmıştım. Nasıl sığınmıştı Ecevit’e. Sanki ev gibi. Kalbim sökülecek, avucumda bile durmayacak kayıp gidecek sandım. Allak bullak oldum.
Ölümler insanları ayırır ya da birleştirirdi. Lakin asla mesafeyi sabit tutmazdı. Ölümler… Ben ve Ecevit’i ölüm ayırmıştı. Leyla teyze ve Hüseyin amcayı ölüm ayırmıştı ve ölüm birleştirmişti. Ölümler… Cengiz onların ortak noktasıydı ve çok önemliydi. Ölümler… Yerimden kalktım ve evin içinde dolaşmaya başladım. Ecevit bu akşam gelmeyecekse nerede kalacaktı? Cenaze evinde mi? Cenaze evi neresiydi? Farah’ın eviydi. İnsanları ayıran ya da birleştiren ölümler…
Yirmi beş yıldır beni ilk kez bulan kadınlar hisseder hali, tüm vücudumu ele geçirdi. Evi dolaşıyordum. Çamaşırları astım. Perdeleri söktüm onları da makineye attım. Dişlerim kamaşıyor, dilim tutuluyor, burnumun direği sızlıyordu. Evin ortasına oturup çok çaresiz kalmış gibi, ama çocuklarıyla ortada kalmış bir kadın gibi, ağlamak istedim bir an. Bunun sebebini anlat deseler kelimelere dökemezdim. Sadece nefes alamayacağım kadar çok korkunç bir duyguyla baş etmeye çalışıyordum. Bir akrep beni soksa daha az bir zehir verirdi bana, bu his akrepten beterdi. Cenaze evini bilsem kalkıp gidecektim adeta.
İnsanları ayıran ya da birleştiren ölümler… Duygusal boşluklar… O kadınlık hissi, Farah’ın her anını benim gözümün önüne getiriyordu. Farah beni sevmemişti. Farah beni sevmemişti çünkü içinde kendine göre haklı sebepleri, çıkarımları vardı. Ecevit ona sigara uzatmıştı. Ecevit onun için iyi bir dost değildi. O Ecevit için öyle miydi peki? Anımsamaya çalıştım. Şüphe duyacağım bir şey olmuş muydu? Ecevit bana sadece bir kez bahsetmişti. Onda da ilgimi çekecek, şimdi aklımı kurcalayacak bir cümlesi yoktu ama… Ama. İşte. Ölümler… İnsanı ya ayırır ya da birleştirirdi. Peki duygusal boşluk? Ecevit, emindim ki Cengiz’i çok seviyordu. Çok sevdiği birinin kardeşini ne kadar sevmeyebilirdi ki? Ya… Ölüm burnumun dibine geldi sandım. Ecevit için yaşadığım en büyük acı diyemezdim buna, geçmişimize haksızlık olurdu ama Ecevit için yaşadığım taptaze, yepyeni bir acıydı bu. Bu kez Ecevit’e de öfke duydum. Firuze sana ne? Bana ne değil işte. Sana ne?
Kendi yakama yapıştım yine. İçimdeki sana ne sesini söküp atmak istedim. Bana böyle hesap soramazdı. Bana ne değildi. Bilmek istiyordum. Küçük Firuze içimde doğruldu ve parmak uçlarında yükseldi, bana baktı. Göz göze geldik. Hiçbir tepki vermiyordu. Farah’ı ilk gördüğünde kendini yerden yere vuran oydu halbuki, ben sakindim. Şimdi tam aksine o oldukça sakindi. Farah’ın Ecevit’in yeni oyun arkadaşı olmadığını anladığı için yerine sinmişti. Çünkü onun tek derdi buydu. Şimdi hiçbir şey umurunda değildi. Ben onu sakinleştirmek için çabalarken o şimdi beni uzaktan izliyordu. Hiçbir şey yapmıyordu. Ona da çok öfkelendim. Bir daha asla tepindiğinde dönüp suratına bakmayacaktım. Beni nasıl yalnız bırakırdı bu hisle? Nasıl teselli etmezdi? Ne yapacaktım? Kalbim kendini yerden yere vursa ancak o zaman böyle acı çekerdim. Ecevit bu gece Farah’la mı kalacaktı? Bana ne? İçindeki zilli bile kapadı çenesini oturdu. Başka sorun ne? Sana ne? Ölümcül hastalıklar gibi ölümcül hisler de vardı. Bu his beni çabucak öldürecek sandım. Sinsi ve yavaş değildi.
Soluklanmak için yüzüme su çarpıp balkona çıktım. Tüm bedenim titreyene kadar da girmedim içeri. Ecevit gelmemişti. Gelmeyecekti de. Ecevit’i verdiğimi hissettim. Neye kime ya da ne zaman aldığımı bilmiyordum. Sadece verdiğimi hissediyordum. Avucumda ne yapıyordu bilmiyordum. Onu avucuma alırken amacım neydi onu da bilmiyordum. Hayır bu küçük zilli Firuze’nin isteği değildi. Büsbütün, yirmi beş yaşındaki Firuze’nin isteğiydi. Ecevit benimle olsun, onu bir başkasına vermeyeyim istiyordum. Paylaşabilirdim. Melike’yle paylaşabilirdim. Benim derdim Ecevit’i vermekti. Balkondan salona geçtiğimde vücudum titriyordu. Koltuğa bıraktım kendimi. Kirpiklerim ıslaktı. Ecevit’i vermek istemiyordum. Yanımda olsun, benimle olsun istiyordum. Sıfatının hiç önemi yoktu. Bana düşman olsa da, beni sevmese de yanımda olsun istiyordum. Bir başkasının yanında, ben yaşıyorken, ben yanındayken bulunması… Acıyla inledim. Ecevit Farah’ın evinde miydi? Ölecektim.
Telefona yeniden sarılıp o açana kadar aramamak için sırtımı döndüm koltukta ve gözlerimi sıkıca yumdum. Bir yetişkin gibi davranacak ve bunu yapmayacaktım. Burada can da versem bu saçmalığı yapmayacaktım. Kulaklarım uğulduyor, midem bulanıyordu ve karnım yine ağrıyordu. Kalkıp bütün yemekleri dökmek istedim. Mecalim olsaydı yapardım da zaten ama yoktu. Kendimi küçülttüm ve sıktım, gelecek olan acıya hazırladım. Gözlerim kapalıydı. Dalıyor muydum yoksa hayal mi kuruyordum bilmiyordum ama Ecevit teselli ettiği kişinin saçlarını okşuyordu… Hatta ve hatta, belki, yasın üçüncü gününde belki birinci haftasında, temas artarak çoğalıyordu. Aradaki duygusal bağ ölümle beraber oluşuyor, hızla artıyordu. Hiç benim olmamış, gıptayla baktığım, çok istediğim, hayallerimde gördüğüm bir kıymetli eşyayı başkasının elinde ya da yanında gördüm sanki. Bir çocuk için bir oyuncak nasıl kıymetliyse o çocuk gibi hissettim kendimi. Gıptayla bakıyordu çocuk, tıpkı benim gibi.
Nefessiz kalmış kıvranırken yanılsama sanacağım şekilde kapı çaldı. İkinciye çalmasa asla kulak kesilmez ve çaldığına inanmazdım. Çünkü insanlar inandıklarından ibarettir der Atilla Akın. Ben Ecevit’in gelmeyeceğini inanıyordum.
Kapı çaldı, Ali Ecevit evine geldi.
Korktum biraz üçüncü çalışta. Hızla kalktım yerimden. Neredeyse koştura koştura gittim. Kim o demedim, delikten de bakmadım. Biliyordum çünkü oydu. Hızla kapıyı açtığımda dünden beri korktuğum şey başıma geldi. Ali Ecevit yıkılmış bir vaziyette kapının önündeydi. Ölüm yüzüne vurmuştu. Sağ elini kapının pervazına yaslamışken gözleri yere dönüktü, omuzları çökük, duruşu neredeyse kamburdu. Bakışları aşağıdan yukarıya bedenimde dolaştı ve yüzüme baktı. Burnundan hasta bir adam gibi soluyor, gözlerini bir açıp bir atıp kapanıyordu. Onu tek kelimeyle anlatmak zorunda kalsam, tutuk derdim. Bakışları, nefes alışı, duruşu, konuşsa konuşması… Tutulmuştu.
Yüzsüzleştiğim, belki arsızlaştığım ya da sadece alıştığım için bilmiyordum. Birkaç koca adımda ona ulaştım ve sıkıca sarıldım. Ama yüzsüzleşmeseydim de, belki arsızlaşmasam ya da sadece alışmasam da ona sıkıca sarılırdım. Bir ölüyse onu bu hale getiren, düzeltecek olan da bir canlı olur diye düşündüm. Ben ona sarıldım ama bu kez o bana sarılmadı. Hiç eksikliğini hissetmedim. Sıkıca sarıp sarmaladım onu. “Ecevit,” dedim şefkatle. Bedeni çok sertti, soğuk, hayata mesafeli ve tutulmuş kalmıştı. Sanki günlerce küçük bir koltukta uyumuştu.
“Firuze,” dedi ağzının içinde. Kapının eşiğindeyken ben, o hâlâ dışında kalıyordu. Sıkıca sarmıştım boynunu, geri çekilmek istese bile çekilemezdi. Ellerini hiç hissetmeyeceğim sandım, ellerini hiç hissetmedim de zaten ama sol kolunu olduğu gibi belime sardı. Yüzünün kıvrımlarını boyun girintimde hissettim. Tek kolu, eli bana temas etmeden bedenimi yavaşça havalandırdı ve eve doğru birkaç adım attı. Kolunu yavaşça gevşetti, ayaklarımı zeminle buluşturdu. Artık ikimiz de evin içindeydik. “Firuze,” dedi yine. “Ölü yıkadım.”
Suratıma esaslı bir tokat yemiş kadar oldum, irkildim, hatta biraz korktum, içim burkuldu ve Ecevit kolunu tamamen belimden çekti. Bir adım geri çekilmek istedi. Belki o kötü hissetmesin diye belki de benimki de şoktan, bırakmadım. “Firuze ölü yıkadım,” dedi buz gibi bir sesle ve tamamen koptu benden. Korkunç bir mesafe vardı sesinde. Benimle arasında değil ama kendisiyle arasında. Bana dokunmadığı elleri bir emanet gibi duruyordu bedeninde, hiçbir yere dokunmak istemiyordu sanki. Yüzü bembeyaz kesilmişti, elleri morarmıştı ve kanı çekilmişti. Gözlerime bakmadı ve “Ölü yıkadım,” dedi tekrardan. Daha fazla bir şey demedi ve oyalanmadı, banyoya doğru ilerledi. Kapıyı örttü ama kilitlemedi. Çok geçmeden su sesi de geldi. Açık olan sokak kapısını kapatmışken olduğum yerde dikilmiştim ben de. Vücudumdan bir ürperti geçti. Ölüm kavramı bana yakın olsa da ölü kavramına yabancıydım. Hayatımda ilk kez biri bana ölü yıkadığını söylüyordu. Benim bedenim de Ecevit’inki gibi emanet şekilde duruyordu. Sanki Cengiz bana da bulaşmıştı. Huylandım, biraz üşüdüm ve yutkundum. Çok tuhaf bir histi. Korku bile sindi vücuduma. Bilmiyordum… Ah bilmiyordum. Ben böyle olduysam Ecevit’in hali aklıma hayalime sığmıyordu şimdi. Hareket edebildiğim yerde mutfak masasına oturdum ve banyo kapısını izledim.
Normal koşullarda dakikalar içinde banyodan çıkardı Ecevit. Şimdi su sesi kesilmiyordu. Yarım saat olmuştu. Tek bir an bile durmuyordu. Bedeninden akıtmaya çalıştığı his ruhundan geliyordu farkında bile değildi. Gözlerimi kırpıştırdım, dakikalar sonra sarsabildim ben de kendimi. O ölüyü yıkayan ben değildim, oydu. Nasıl bir görüntüye maruz kaldığını bilmiyordum. Bunu neden yapmak istemişti bilmiyordum. O görüntüyü zihninden nasıl söküp atacaktı bilmiyordum. İçi çekilmişti sanki. Tam bu noktada, ondan yarım karış bile geri duracak olma ihtimalim korkuttu beni. Tümüyle refleksle, istemeden, Ecevit’i değil Cengiz’i anımsayarak. Bilmiyordum, ölü yıkama kavramı benim de içimi burkmuştu. Alnımı ovaladım, kendine gel. Rolleri değiştirme, kendine gel.
Kalktım çayın altını kıstım ve yemeklerin altını açtım. Biliyordum ki o da en son dün yemişti. Yirmi dört saati devirmişti. Masayı kurdum. Yemek yemesi lazımdı. Benden daha önemliydi, ben sadece uyumuştum dünden beri oysa ayaktaydı. Ve muhtemelen yarın yine gidecekti. Ecevit neredeyse bir saat sonra çıktı banyodan. Üzerinde bornozuyla odaya geçti bir şey demeden. Kapıyı kapattı ve ses seda gelmedi. Çorba ve tavuklu pilavı tabaklara koydum, odaya yaklaştım. Kapıyı tıklattım. “Ecevit,” diye seslendim. “Hadi gel, biraz yemek ye.” Yanıt gelmedi. Ne söylerim, ne yaparım bilemediğim bir anda tümüyle içgüdüsel olarak, “Seni bekledim ben de yemedim,” dedim. Bilmem belki onun için bir önemi olur diye. Bir sorumluluk hisseder, çıkıp gelir diye… Bir süre odadan ses seda gelmedi. Uyudu bile sandım ama sonra, kapı yavaşça açıldı. Üzerine benim gibi beyaz bir tişört altına siyah bir pantolon giymişti. Saçları ıslaktı ve hiç kurutmamıştı. Su damlaları süzülüyordu üzerindeki tişörte. Göz göze geldiğimizde gülümsedim.
Gözlerime, gülümsememe sonra kurduğum sofraya ve sıcak tencerelere baktı. Neyi sorguladı, gözlerinden niçin öyle derin, apansız, sızlanır gibi bir bakış geçti bilmiyordum. İç geçirdi. Dudakları aralandı ama bir şey demedi. Ona kötü bir şey yaptığımı sanırdım yaptığım iki tencere yemek olmasa. Yavaş adımlarla sofraya geçti ve orta yeri izlemeye başladı. İlk onun tabağını doldurdum sonra kendiminkini. Hareketsizce ellerimi izliyordu. Dolaptan bir limon çıkardım, kaşıkla ortasını oya oya çorbasına limon sıktım. O benim ellerime bakınca ne görüyordu bilmiyordum ama ben onun minik parmaklarıyla küçük Firuze’nin çorbasına sıktığı limonları hatırlıyordum. Çorba içecek durumdaysam, ne mızmız olurdum. İllet, nazlı, ağlak, huysuz… Annemin babamın bana tahammül edemediği yerde küçük parmaklarıyla kabuğu sert limonları sıkardı ve türlü türlü oyunlar üretirdi. Bu kez ben iç geçirdim. Ecevit yer diye, iştahı yerinde, cüssesi büyük bir adamdı. Bol bol koydum tavuk pilavdan. Yiyeceğini sandım.
Kaşığını aldı, çorbayı izliyordu ama çorbayı görmüyordu biliyordum. Birkaç kaşık aldı. Oldukça iştahsız, gönülsüzdü. Sık sık daldığı yerden irkilerek başka yöne bakıyordu. Duş almıştı, sıcak su görmüştü ama yine de yüzüne biraz olsun kan gelmemişti. Parmakları titriyordu. Çorbadan pes etti, kaşığını pilavına daldırdı. Hiç yapmadığı gibi pilavı karıştırdı biraz. Başka bir an olsa midesi bulandı sanırdım yaptıklarımdan. Çorbanın tadına baktım ben de biraz. “Yesene,” dedi onu incelediğimi fark ederek.
“Yiyorum,” dedim sadece. Biraz daha hızlandım. Artık onu göz ucuyla takip ediyordum. Ben çorbamı bitirene kadar o yalnızca birkaç kaşık daha aldı sonra biten çorba kaseme baktı ve kaşığını tamamen bıraktı. “Ben biraz uyuyacağım.” Yavaşça yerinden doğrulduğunda, kedi Ecevit’e doğru ilerledi ama Ecevit kimseyi görmeden odaya geçti. Kapıyı da aralık bırakacak şekilde örttü. Masada kaldım, ardında bıraktığı dolu tabaklara baktım. Tabağında tek bir lokma bırakmayan bir adamın dolu tabaklarına bakmak, ölene kadar tarlasında solmuş tek bir ekin olmayan çiftçinin ölümünden sonra kuruyup gitmiş ağaçlarına bakmak gibiydi. Derin bir keder bıraktı bünyemde. Ne yapacağımı bilemedim.
Ben de hiçbir şey yemedim ondan sonra. Onun boğazından geçmeyenler elbette benim de boğazımdan geçmedi. Saçlarının ıslak olduğu geldi aklıma. En azından havluyla biraz kurulamak ya da yastığının üzerine temiz kuru bir havlu sermek gerekiyordu. Banyoya gittim ve alabileceğim en kalın havluyu aldım. Aralık bıraktığı kapıyı tıklattım ve hafifçe ittim. Kedi içeri girmişti ama yatağa tırmanmamıştı. Peteğe yakın bir yere kıvrılmıştı. Ecevit sırt üstü yatağa yatmış, gözlerini kapatmış, elindeki sigarayı içiyordu. Yatağın içinde bir küllük vardı. Oraya denk getiriyordu. Boylu boyunca uzanmıştı, tek dizini kırmıştı. Sigarayı her içine çektiğinde göğsü şişiyor sonra yavaş yavaş sönüyordu. Dumanı birkaç saniye içinde tutuyor sonra bırakıyordu. “Ecevit,” diye seslendim. Geldiğimi fark etse de gözlerini açmadı.
“Saçların ıslak uyuma,” dedim. Ona yaklaştım. Birkaç çekingen adım attım. Bu yatakta yatan hep ben, tepemde dikilen hep o olurdu. Birkaç kez yatağa oturmuştu da. Bu bana cesaret verdi. O ihtiyaç halinde oturduysa ben de oturabilirim gibi hissettim. “Kurutmayacaksan bunu yastığının altına koyalım, ben alırım birkaç saat sonra.” Yatağın kıyısına oturdum. Biraz kaysam ya da Ecevit bana dokunsa düşebilirdim. Yüzünü inceledim. Teninden diken diken çıkan sakalları ne çok düzensiz ne de çok düzenliydi. Küçük gözleri içe göçük şekilde duruyor, şekilli kaşları gözlerini üstten sarıyordu. Dudakları hafifçe aralıktı, sigara kadar boşluğu vardı. Ecevit’in yüzüne ülke verilir demiştim ya hani, o ülke de kimsesizleri sahiplenirdi sanki.
Gözlerini araladığında beni gördü. Ödüm koptu ne yaptığımı sorgulayacak diye ama hiçbir şey söylemedi. Başını hafifçe kaldırdı ve havluyu koymamı bekledi, son kez duman süzüldü dudaklarından ve Ecevit sigarasını söndürdü. Elimi çabuk tuttum, başına yasladım avucumu ve elimden geldiğince düzgün şekilde serdim. İzin verse saçlarını kurutur, her bir telini içimdeki şefkatle okşardım. Ecevit’e baktım. İçimden öylesine yoğun, kuvvetli ve köksüz bir duygu geçti ki her bir saç telini ayrı ayrı okşasam şefkatimden elle tutulur bir miktar azalmayacaktı sanki. Köksüzdü çünkü tek bir yerde değildi. Sadece kalbim istemedi Ecevit’in saçlarını okşamayı. Başını geri koyduğunda yastığa, elimi tamamen uzaklaştırmadım.
“Ecevit,” dedim. Nasıl teselli edilirdi? Ne demeliydi? Teselli etmek gerekir miydi? Pişman mıydı? Böyle hissedeceğini bilse yine yıkar mıydı? Neden yıkamıştı ki zaten? Hiç anlamıyordum. Bence, o aşamada, o insanla gönül bağı kurmuş kimse bulunmamalıydı. Kimse sevdiğinin son anını öyle hatırlamamalıydı. Ben istemezdim. “Keşke bunu yapmasaydın kendine,” dedim. Ne berbat bir cümleydi. Hiçbir zaman onun gibi teselli edemeyecektim. Ne kadar cümle kursam da onun bir dokunuşu kadar ev gibi hissettirmeyecektim. O yüzden daha fazla konuşmadım. O da bana yanıt vermedi zaten. Bir süre sonra gözlerini kapattı, bu git demekti sanırım.
Son bir kez yüzüne baktım ve derin bir nefes aldım. Kullandığı beyaz sabun, bedeninden tertemiz yükseliyordu. O kendini öyle hissetmese de ak paktı. Küllüğü yatağın içinden aldım ve yan taraftaki sehpaya koydum. Kalktım ışığı kapattım, gece lambasını yaktım olur da sigara yakarsa önünü görsün diye, son bir kez yastığını düzeltmek için ona yaklaştım ve sessiz sedasız çıkmak istedim yanından.
Yastığından ayrılan elim uzaklaşmak istedi ama Ecevit yalnızca hissederek, gözlerini açmadan elimi yakaladığında, teması öylesine ansızın, beklenmedik ve habersizdi ki irkildim, o sıkıca tutmasa elimi ben geri çekilecektim. Ama Ali Ecevit elimi sıkıca tuttu.
Gözlerimi kırpıştırdım. Onun yaban lalelerine benzettiğim ellerinden biri, elimi tutunca, kendimi bu dünya üzerindeki en nadide çiçeği sahiplenmiş bir toprak gibi hissettim. Sanki o çiçek açsın diye bütün uygun koşullar bendeydi, benden başkasında açamazdı, benden başkasında yaşayamazdı. Ne vardı ki bana böyle hissettiren başka? Aklıma tek bir şey bile gelmedi.
Ne yapacağını bekledim yalnızca. Yanlışlıkla tutmamıştı, sıkıca tutuyordu. Ellerimiz çarpışmamıştı da yine sıkıca tutuyordu. Titrek bakışlarım ellerimizden yüzüne kaydı. Gözlerini açmıştı, o da ellerimize bakıyordu. Herhalde hiçbir şey, dünyadaki bütün çiçekler için uygun toprağın ben olduğumu sanacak kadar haddimi aştıramazdı bana. “Gitme,” dedi.
Evine gitme, atölyene gitme, bir başka yere gitme değil… Bunlara alışmıştım, bunları kabullenmiştim de. Ecevit bana gitme diyordu. Ama hiç iki karış, üç adım ötesi için gitme dememişti. Gitmenin ne demek olduğunu şu saniye anladım. Büyük mesafeler için öylesine bir anlamdı, bir insan bir insanın sahiden gitmemesini istiyorsa, bunu istemenin tek sebebi o insanın varlığıysa kısacık mesafeler için gitme derdi. İki karış, üç adım gibi. Ecevit’in bana şimdi gitme demesi gibi.
Yakaladığı elimi sıkıyordu, tutuşuna karşılık bile veremiyordum. “Buradayım,” dedim en kısa vakitte. Vazgeçmesinden korkmadım bu kez, varlığımı geç hissetmesinden korktum. Kalktığım yere geri oturduğumda elimi gevşetti ama bu kez ben sıkıca tuttum elini. “Buradayım, gitmiyorum.”
Başparmağım, baş ve işaretparmağı arasındaki kısmı okşamaya başladı. Zihnimde o kısma yapacağım bir masajın iyi geldiğine dair bir bilgi vardı. Doğruluğundan emin değildim ama okşayışım sertleşti baskı uygulayarak masaj yapmaya başladım. Boşta olan eli yüzünü sıvazladı, gözlerini ovuşturdu. “Vasiyet bırakmış,” dedi kısık sesle. İkinci elim de elinin üzerine gitti, eline yavaş yavaş masaj yapıyordum artık. Bilmeliydi ki beni her itmeyişi daha fazlasına sebep olacaktı. Bunu görüyorsa bile engel olmuyordu. Cesaret de tam olarak buradan doğardı.
Devamını sormadım, o ne zaman isterse o zaman anlatırdı. Yavaş yavaş devam ediyordu. “Yazmış ki,” Yine durdu, ne yazdığını anımsadı, önce yeniden acısını çekti sonra söyledi. “Oğullarını küçükken sırtında taşıyan babaları, ölünce oğulları yıkar.”
Bir ölü, odaya sızdı, üçüncü kişi oldu, Ecevit ve benim ensemden aynı anda üfledi. Tüylerim ürperdi, irkildim ve o ölünün varlığını yanı başımda hissettim. Kalbim hızlanıyorken Ecevit’in elini daha sıkı tuttum. “Ben seni sırtımda taşımadım ama oğlum olsan hiç sırtımdan indirmezdim Ali Ecevit.”
Ecevit’in çenesi titredi vasiyetten hatırında kalan cümleleri söylerken. Dişleri birbirine çarptı, üşüyordu sanki. Kaşlarını çattı, dudaklarını açıp kapattı. Devamını söylemedi, devamı yoktu belki de. Yalnızca bu kadar yazmıştı ve Ali Ecevit üstüne alınması gerekeni almıştı, o saatten sonra onun için yapmamak mümkün olmazdı. Ben Cengiz’in sözlerini sindiremezken, ucundan tutamaz, bir köşeye koyamazken Ecevit’ten hiç beklemediğim bir soru geldi. Tüm bu hali, hastalıklı, biçare, düşkün hali bir ölüyü yıkadığı için sanıyordum ben.
Ecevit’i bu hale düşüren, bir ölüyü yıkamak değildi.
“Firuze,” dedi gözlerimin içine bakarken. Yutkundu, gözleri şimdi parlıyordu. Bir zaman söyleyemedi, insanın en büyük korkuları kendi sesinden duymaya korktuklarıydı. Bir başkasının cümlelerine tahammül ediliyordu da kendi söylediği insanı korkutuyorsa vay onun halineydi. Ecevit’in vay halineydi… “Benim babamı kim yıkadı?”
Ecevit’i bu hale düşüren, içini kemiren bu soruydu.
Elindeki elim gevşedi, beni ürküten bu odanın içindeki ölü sanıyordum. Ecevit bana öylesine bir şey sordu ki, bir ölüden korkmak, artık olmayan, olmayacak bir ölüden korkmak ne kadar gereksiz ve anlamsızdı, fark ettim. Tutuldum kaldım, bu soru onun zihnine nasıl yerleşmişti, neden yer edinmişti, nasıl kurtarırdım onu? “Benim babamı kim yıkadı Firuze,” dedi. Sesi titriyordu, çenesi birbirine çarpıyordu. “Benim babam beni sırtında taşıdı. Kim yıkadı benim babamı? Yazmış ki, bir baba en temiz, en pak oğlu onu yıkarsa olur.” Sol gözünden bir yaş firar etti. Buz gibiydi, görsem de ağladığını anlayamadım. Cengiz… Hastalık o adamın zihnine vurmadıysa eğer, Ecevit gibi bir adama nasıl böyle cümleler bırakırdı? Bilmiyor muydu durumu? Bilmesi gerekiyordu.
“Benim babamı kim yıkadı?” dedi yine. Nefesi de sesiyle beraber titremeye başladı. Göğsü hızla inip kalkıyordu. Ona hissettirilen şeyi fark ettiğimde ben de titremeye başladım. “Benim babam,” dedi. Çenesi zangır zangır titredi, cümleyi tamamlayamadı. Gözlerini açıp kapattı, bir sağa baktı bir sola baktı. “Benim babamı kirli mi gömdüler?” İkimizin de nefesini kesti bu cümle. Soluksuz dinliyordum bu sorularını. “Firuze benim babam… Benim babamı kim yıkadı? Benim babam…” Sayıklıyor, titriyor ve ağlıyordu. Bir çocuk gibi hem de, için için ağlıyordu. “Temiz, pak… Benim babam beni sırtında taşıdı. Babam. Temiz, pak… Benim babam…”
Kelimeler rastgele toprağa atılan tohumlar gibi bitiyordu dilinde. Nerede ne diyeceğini bilemeyişi, o topraklarda nerede ne açacağı belli olmayan filizlere benziyordu. Gözyaşları kırkikindi yağmurları gibi akmaya başladı gözlerinden. Kırk ikindi, kırk yatsı, kırk sabah… Hiç durmadan ağlayacak sandım. Öyle içli, öyle kederli, öyle bereketliydi ki gözyaşları dinmeyecek, kırk ikindiden sonra da dinmeyecek, yazı da görecek, güzü de aşacak ve hatta kışı da yaşayacaktı sanki. Halbuki Ecevit’in gözleri küçüktü, değil kırk, dördü zor taşır sanırdınız ama şimdi gözlerinden sayısız yaş akıyordu.
Ellerim toprakta biten düzensiz filizlerden birine dokundu. Öyle hor, onu ezecek, kıracak, ona zarar verecek gibi değil, aksine severek, okşayarak, sahiplenerek ve ona iyi bakacağımı hissettirerek yaşlarına dokundum. Parmak uçlarım hızla yaşlarını siliyordu ama yetişemiyordum. Küçük gözlü çocuklar, küçük gözlü büyük adamlara dönüşünce bir çocuktan daha fazla ağlayabiliyordu. Ona öyle nazik, öyle kibar, öyle hassas dokundum ki, yüzünü mü seviyorum yoksa yaşlarını mı siliyorum hiç anlayamayacaktı ve ben de hiç söylemeyecektim.
“Hüseyin amcayı hiç yıkamadan gömseler bile, onun kadar kimse tertemiz gömülmemiştir Ecevit.” Artık iki elim, canhıraş Ecevit’in yaşlarını siliyordu ve Ecevit’i seviyordu. Bana ne için kızarsa aksini yaptığını söyleyecektim. Bu yalan da olmazdı. “Bazı insanları kırk gün yıkasınlar nasıl temizlenmezse,” Bu bazı insanlar benim babamdı. “Bazı insanları hiç yıkamasalar bile tertemiz, ak, pak gömerler. Ecevit, senin baban Hüseyin Tarhan. Unuttun mu?”
Saçlarından dolanan ellerim, öksüz bir çocuğun başında dolanan bir annenin eli, yetim bir çocuğun başında dolanan bir babanın eli ve hem yetim hem öksüz bir çocuğun başında dolanan cumhuriyetin eli gibi hissettirsin istedim. Tüm çabam, tüm gayretim bunun içindi. Şimdi onu sarıp sarmalamak, hatta öpmek, yanaklarından, saçlarından, gözlerinden ve kirpiklerinden, her bir zerresinden, sonra sıkıca sarılmak, kocaman, koskocaman sarılmak istedim. Çok istedim bunların hepsini. Elimde avucumda sadece yüzü vardı. Ben konuştukça daha çok ağlıyordu. Hiç sesi çıkmıyordu. Ecevit öksüzlüğü ve yetimliği öyle güzel sahiplenmişti ki ağlarken hiç sesi çıkmıyordu. Benim ne annem ne de babam ölmüştü, ben hep sesli ağlardım. Ecevit’in kimsesi yoktu, hep sessiz ağlıyordu.
“Unutmadım,” dedi. Elini elimin üzerine koydu ama itmek için değil. Tutmak için. Ecevit isterse bana dair her şeyi unutsun, bu dünya üzerinde annesini babasını, ondan sonra layığıyla hatırlayan tek kişi olduğumu biliyordu.
“Hüseyin Tarhan tertemiz yaşadı, tertemiz gömüldü.”
“Firuze,” dedi söylediklerime muhtaçtan. Kırkikindi yağmurlarına rağmen kendi toprağında bir damla su yoktu. Kurumuştu, kıtlık çıkacaktı kalbinde. Tüm memleketin kederi vardı yüreğinde. Ah nasıl olacak diyordu, nasıl olacak, nasıl doyacak bu halk, nasıl büyüyecek bu bebekler, bu kızlar nasıl mektep yolu görecek, bu köye nasıl elektrik gidecek, bu hainler nasıl sürülecek bu topraktan, bu memleket nasıl daha iyi hale gelecek, fakirler nasıl doyacak, çiftçi nasıl ekecek, öğretmen kalemi defteri nereden sağlayacak, bu öksüz çocukların başını kim okşayacak, bu yetimler nasıl büyüyecek, tencereler nasıl dolacak, ekmek için buğday nasıl bulunacak, bu ülke düşmandan nasıl korunacak, içindeki düşmanlar nasıl seçilecek? Bir ülkenin derdi kederi vardı kalbinde. Taşıyamıyordu sanki. Rahat vermiyordu kendine, bu ülke nasıl ayağa kalkacak, nasıl dik duracak diyordu. Huzur vermiyordu kendine. Öyle sahici, öyle büyük bir dertti.
“Senin annen de baban da ak pak gömüldüler. Biliyorsun Ecevit sen bunu. Başka ölüler sana bunu unutturmasın. Hüseyin amca da, Leyla teyze de ak pak gömüldüler. Tertemiz insanlardı onlar, helali hoş insanlardı. Başka ölülerle kıyaslama onları. Haksızlık. Herkes biraz pistir Ecevit, sen de ben de dahil. Herkes biraz ya da çok pistir. Senin annen baban hariç. Tertemiz doğdular, tertemiz yaşadılar, tertemiz gömüldüler.”
Amacım Ecevit’in gözyaşlarını dindirmek değildi. Daha temiz, daha acısız akmalarını sağlamaktı. Daha çok şiddetlendi. Biraz yetimliğini ve öksüzlüğünü bıraktı. Sesini de duydum. Buna sevindim. Çok sevindim. Ecevit öksüzlüğünü ve yetimliğini unutunca çok sevindim. Mutlu oldum. Başını ansızın bana doğru kaydırdı. Dizlerime doğru yatırdı. Bir sığınakmışım gibi. En savunmasız anında, bana gelmiş gibi. Bacağıma bastırdı yüzünü. “Tertemiz doğdular, tertemiz yaşadılar, tertemiz gömüldüler,” diye tekrar etti. Bunun ona nasıl iyi geldiğini söylerken değil duyarken anladım.
Saçlarını okşadım, bir elimi sıkıca tutmuş yanağına yaslamıştı. Sanki, ilk kez böyle hissetmiştim onun için, çoğu zaman kendim için hissederdim ama, benden başka kimsesi yoktu.
Şimdi belki benden çok sevdiği, saygı duyduğu, saydığı bildiği insanlar olsa da benden başka kimsesi yoktu. Babası öldüğünde yanında değildim ama annesi öldüğünde Ecevit benim yanı başımdaydı. Oyun oynuyorduk, annesini, babasını ve kardeşini bekliyorduk. Hüseyin amca kucağında yalnızca Melike’yle çıkageldiğinde ve oğlunun elini tutup evlerine gittiklerinde, haftalarca Ecevit’i görememiştim ama Ecevit o evden çıktığında soluğu yine benim yanımda almıştı. Annesinin ölümünü benim yanımda unutmuştu. Benimle hatırlayıp ağlamıştı. Ben gözyaşlarını silerdim ve ben onunla ağlardım. Bana sarılırdı. Ecevit annesinin ölümünü benimle atlatmıştı. Hatırlıyordum. Şimdi benim dizimde ağlaması bir mucizeyi de olması gerekeni de barındırıyordu.
Başımı eğdim, alnımı şakağına yasladım. Kalbim hızla çarpıyordu, korkuyordum ona böyle dokundukça ama mühim değildi. O beni itmiyordu, elimi bırakmıyordu, hiç önemi yoktu gerisinin. Çok zaman geçti. Akrep belki birden fazla kez yer değiştirdi. Tüm vücudum uyuşsa da biraz olsun kıpırdamıyordum yerimden. Ecevit’in ağlayışı dinmişti. Derin derin, kısmen huzurlu nefesler alıyordu. Uyuduğunu düşündüm. Başını yavaşça yastığa almak istedim, aldım da. Saçları kucağımda kurumuştu. Ellerimiz birbirine temas etse de artık birbirine dolanmamıştı. Burada uyuyakalmak istemedim. Sabah kalktığında, dün geceden faydalandığımı düşünsün istemiyordum. Hiç yaşanmamış gibi davranacaktım. Hiç ağlamamış ve hiç benden başka kimsesi olmadığını hissetmemiş gibi.
Uyuşmuş bacaklarımı oynatmaya çalıştım. Ecevit’in elinden çekmek istedim elimi. Üzerini örtecek ve çıkacaktım. Elimi çekmek istediğimde oldu ne olduysa. Bırakmış eli yeniden tutundu bana. Mırıldandığında kelimelerini seçemedim. Başımı hafifçe ona doğru eğdim. “Duyamadım, ne dedin?” dedim kısık sesle. Uyku sersemiydi.
“Firuze.”
“Buradayım Ecevit, söyle. Dinliyorum.”
Elimi daha çok sıktı, yatakta biraz kaydı. Bir alan açtı. Gözleri kapalıydı. Uyku sarhoşuydu.
“Firuze.”
“Buradayım Ecevit. Duyuyorum seni.”
“Firuze,” diye adımı sayıkladı yine. Başka bir şey demeyecek sandım. Elimdeki elini sıktım, uyuyana kadar yanında dururdum. Çok huzursuzdu, geniş bir yatakta değil, kör bir kuyunun içinde hayatta kalmaya çalışıyordu sanki. Ben kalırdım yanında. Direnir uyumazdım o uyuyana kadar. “Firuze, gitme.”
Eğer ki bana uzun bir cümle kurmuş olsaydı, birkaç kelimeden oluşsaydı, onlarca farklı anlam çıkarırdım ama sesi yalındı. “Efendim?” Sahiden anlayamadım. Duydum ama anlayamadım. Gözlerini araladı, küçük kızarmış gözlerini, yüzüme baktı. Gözbebekleri şimdi buradan simsiyah gözüküyordu. Uykuluydu ama ne dediğinin bilincindeydi. Sancılı bir bakıştı. Arkasında kalan yastığı aldı ve açtığı boşluğa yerleştirdi. Parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdi ve beni yastığa doğru çekti. Elimi yüzünün altına aldı tıpkı benim onun eline yaptığım gibi.
Bu kal demekti.
“Ecevit,” dedim titrek bir sesle. Gözlerini çoktan kapatmıştı. Ölünün gölgesi silindi üzerimizde sadece ben ve o kaldık. Bir ölüyle olmaktan daha rahat değildi Ecevit’le baş başa kalmak. Aynı yatakta, dip dibe, onun isteğiyle… Kalbim arsızca nasıl vuruyordu öyle göğsüme. Sanki bir davul tokmağı, bir mermer ustası ya da kriz geçirmek üzere olan bir organ… Bunu istiyor muydu?
“Yalvarıyorum sus.”
Sesime tahammül edememek değildi bu, ne istediğini bilmek, onu istemek ama ondan kaçmaktı. Bunu biliyordum. Beni yeniden kendine çektiğinde uyuşmuş bedenimi yanına rahatlıkla aldı. Ben de direnmedim. Yanı başına aldığı yastığın üzerine düştü başım. Ölümün gölgesi de silindi. Ecevit’in yanında, ayaklarının ucunda bir kez uyumuştum. O hastayken, başında sabahlarken dalmıştım. O gün nasıl huzurluysam tam şimdi bir o kadar heyecan bindi kalbimin üzerine. Huzura dair hiçbir şey yoktu bedenimde. Titriyordum adeta. Öylece sırt üstü yatarken nasıl komik gözüktüğümü tahmin bile edemiyordum. Kalbimin atışları duyuluyordu odada ve Ecevit’in de duyduğunu bilmek daha çok utandırıyordu beni.
Ölümün kokusu da yok oldu ve Ecevit’e baktım titrek bakışlarımla. Nefes almıyordum, hareket etmiyordum. Yirmi beş yaşımda ilk kez bir adamla aynı yatağı paylaşıyordum. Bu yakınlık, değil beni uzaklaştırmak milim oynamıyordum mesafe açılır diye. Ecevit çektiği acının gölgesinde değil, bizzat benim gölgemde acısıyla uyuyordu. Kanım deli bir hızla akıyor, aynı yatağı paylaşıyor olmak bedenimde her zerreye ne hissettirirse ayrı ayrı hissettiriyordu.
Tavanda gölgelerimize baktım. Kadın bir put gibi durmuşken adam neredeyse kadına sokulacaktı. Yatağı da, kadını da, konumu da yüz kat daha çok sahiplenmişti. Ecevit ve sahiplenmeleri… Ecevit ve kimselere vermeyecek gibi sıkıca tutmaları…
O gölgeleri izleye izleye çözüldüm. Ürkek, küçük, kırsal bir alandan doğduğu günden beri çıkmamış genç bir kızın yüreği nasıl çarpar, ne kadar utanır, ne için korkarsa hiç eksiğim yoktu. Yavaşça Ecevit’e çevirdiğimde bedenimi yüzüne baktım utançla. Utanmamak düşünceden değil maruz kalmaktan geçerdi. Düşünce zihinde kaldığı için, benim için bir kadın ve erkeğin aynı yatakta olması dünya akışında dünyanın en olağan olayı gibi gelse de, şimdi bunu yaşarken dünyada ilk yapan gibi hissediyordum. Benim zihnimde günah, ayıp ya da yanlış tabuları kadın erkek ilişkilerinde yoktu. Ama şimdi aklımı kaçıracaktım. Bir erkekle yaşadığımı hissettim. Ve bu erkek Ecevit’ti. Her şey kâbus olacakken tatlı bir rüyaydı. Kalbim çağlıyordu. Başımı yavaşça, çekinerek de olsa Ecevit’in sinesine doğru ittim. Belki faydalanmak, belki bir daha elime geçmeyecek bu fırsatı kullanmak, belki önüne geçemediğim bir dürtüydü bu. Yüzümü sinesine en yakın noktada tutmak istedim. Uzaktan çatıya benzettiğim gövdesini bir de yakından deneyimlemek istedim.
Ecevit ve ben aynı anda derin bir iç çektik. Kokusu bizzat kalbime doldu. Daha fazlasına nasıl cesaret edilir, daha fazlasına ihtiyaç var mı yoksa bu kadarı bile yeter miydi bilmiyordum ama Ecevit biliyordu. Beni öldürecek sandım. Hem de kanımı akıtmadan, tam da söylediği gibi. Eli havalandı, elinin kemikli yüzü tişörtümün açıkta bıraktığı kolumdan usulca süzülerek omzuma doğru tırmandı. Yalnızca parmak uçları saçlarımı çekiştirecek kadar uyardı beni. Gözlerimi yumdum istemsizce. Onu izlemek değil, yalnızca hissetmek istedim. Ne yapacak bilmiyordum. Hiç ortası yoktu. Ya nefret ediyordu ya da ölesiye seviyordu. Ya dosttu ya düşmandı. Ya açtı ya toktu. Ya parmak ucundaydım ya da avucunun içindeydim. Parmak uçlarından büyük, geniş avuçlarına düştüm beklemediğim anda. Eliyle boynumu kavradı. Bunları yaparken gözleri kapalıydı. Görmüyordu benim gibi, hissediyordu.
Kavradığı boynumu önce parmak uçlarıyla sıktı. Ense kısmımda canımı yakmayan ama baskısını hissettiğim bir dokunuş hissettim. Parmaklarını gevşetti ve şahdamarıma çok yakın yere bastırdığı avucunu bu kez hissettim. Ağzımdan kontrolsüz bir ses çıkacak diye çok korktum. Ecevit bana ne yapıyordu? Canım yanmıyordu, farkındaydım. Canımı yakmak için de yapmıyordu. Farkındaydım. Baskısı hissedilmek içindi sadece. Sonra o baskıyı da bitirdi ve başparmağıyla birkaç kez ardı ardına tenime daireler çizdi. Bedenim bir mezar taşı gibi kaskatı kesildi. Nefes almıyordum, titriyordum ve ağlayacak kadar kendimi gırtlağıma kadar dolmuş hissediyordum. Eli boynuma sürtünerek yükseldi ve saçımdaki mandal tokaya uzandı. Tokayı açtı ve saçlarımdan kurtardı. İnce uzun parmakları narince değil ama öfkeyle de değil sadece biraz seri, baskın bir tavırla saçlarıma daldı ve tokanın arkasında kalmış topuzu açtı, saçlarımı yastığa doğru savurdu. Lakin bitmedi parmaklarını çıkarmadı saçlarımdan bu kez saç derimde hissettim parmaklarını.
“Ecevit,” derken buldum kendimi. Efendim derse söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Sadece adını sayıkladım. Efendim demedi o da, parmakları saçlarımın arasında dolanıyordu.
“Haddini bilsin,” dedi kısık sesle.
“Ne?”
Haddimi mi bilmeliydim? Ben ne yapmıştım? Gözlerimi açacak gibi oldum. Sesi çok sinirle çıkmıştı. “Haddini bilsin.” Haddimi mi bilmeliydim, haddini mi bilmeliydi? Kimden bahsediyordu? Bana söylemiyor muydu?
“Kim?” diye sorguladım. Zihninde bir başkası mı vardı? Kimi düşünüyordu? Cevap vermedi. “Kim haddini bilsin?”
“Uyu,” diye mırıldandı. Eli saçlarımdan hiç çıkmamıştı. “Uyu, Üzüm Buğusu.”
***
11 Mayıs 1992.
Ankara, Çankaya.
Leyla’ya Tarhan olduktan sonra hayat, mutlu bitmiş bir romanın son sayfaları gibi hissettirdi hep. Çilekeş, biçare başkarakterin tüm çileleri bitmiş, çaresini bulmuş son sayfalarda saadeti yazıyordu yalnızca. İşte Hüseyin Tarhan, Leyla’ya o uzun kitabın mutlu sonunu vermişti. Kalem defter Leyla’ya da ancak böylesi yakışırdı. Zaten Leyla da, o son sayfalara varana kadar ‘Mevla’m ne eylerse güzel eyler,’ diye diye sabretmiş bir kadın. Aksi durumda lanet de geleydi Leyla’nın son sayfalarını güzel yazmayacak olan kaleme, yazara, deftere. Leyla Tarhan, şu çivisi çıkmış dünyanın, paslanmış yüreklerin, kör olmuş gözlerin, hırstan, kıskançlıktan, hasetten, açgözlülükten katran karası kesilmiş kalplerin arasında ay gibi parıldadı ömrü hayatı boyunca.
Leyla severdi. İnsanı severdi, karıncayı, penceresinden geçen kuşu, açan papatyayı, bir yudum suyu, askıya ekmek bırakan insanın iyiliğini, kapının önüne bir kap su koyduran vicdanı, düşkün halde olan talebesinin gururunu incitmeden gönlünü hoş eden öğretmeni, hastasına gülümseyen hekimi, patates almaya gelen ailenin çocuğuna çilek uzatan pazarcıyı… Leyla severdi. Yaşamayı, yaşatmayı, ona yaşadığını hissettiren her bir şeyi çok severdi Leyla. Ama en çok ailesini. İçine doğduğu aileyi değil ama- kabul onları da severdi- kendi kurduğu aileyi… Leyla içinde çılgın bir mutluluk taşırdı, kalbinde büyüyen saadeti vardı Leyla’nın. Dilinde hep şükürle dolaşırdı.
Çok şükür Allah’ım. Bin şükür sana. Bana Hüseyin gibi bir eş, Ali Ecevit gibi bir evlat nasip ettin. Binlerce kez şükürler olsun. Ne çok severmişsin beni. Ailelerin en güzelini bana verdin. Ne çok seviyorsun rabbim sen beni. Biraz fazlasında gözümü bırakmadım. Bin şükür sana. Hüseyin… Ah Hüseyin’i nasip ettin bana. Şükürler olsun sana. Ah Ali Ecevit’im. Ah benim güzel oğlumu nasip ettin bana. Ne çok severmişsin Allah’ım sen beni. Nasıl yetişeceğim senin sevgine?
Yarın sabah tez vakitte doğuma gidecekken yuvasında, karnı burnunda haliyle fıldır fıldır dolanıyordu. Kalbi heyecanla çarpıyordu, yerinde duramıyor, uyuyamıyor, nefes bile alamıyordu. Eli karnında kitaplığının yanına gitti. Eşiyle oğlu, kızlarının odasında ona söylemedikleri bir şey yapıyorlardı. Onlara söz vermişti, girip bakmayacaktı. Doğumdan sonra görecekti. Sürprizi bozmayacaktı. Eli karnında kitaplarına bakarken son kez olduğunu bilmese de kalbine bir ağırlık çöktü ansızın. Yaşar Kemal demişti ya, ‘Ta yüreğinde... Bir yerleri acıyordu. Neresi ama, hiçbir yeri... Ama acıyordu,’ diye. Öylesine amasız, nedensiz, sonuçsuz, öylesine ama bir o kadar da yerli yerinde bir ağrı çöktü içine. Ruh bedenden iki adım önde yürürdü. Leyla’nın ruhu da ölüme Leyla’dan iki adım daha yakındı. O yüzden genç kadını uyutmuyor, evine veda ettiriyordu. Hiç farkında değildi. Leyla’nın gözlerinden ardı ardına yaşlar akmaya başladı. Nedenini niyesini yine bilmedi ama çok şiddetli ağlamaya başladı. Sesini bastırıyordu da şu gözyaşlarına hiç çare bulamıyordu. Doğum sancısı da daha başlamamıştı. Ağrıdan değildi de işte… Neydendi?
Parmakları kitaplarının üzerinde gezindi. Bu kitaplarının ölünce Ali Ecevit’ine bile nasip olmayacağını bilse herhalde acıdan ölüverirdi olduğu yerde. Neyse ki bunu hiç bilmeden göçüp gidecekti hayattan. Evinin en sevdiği ikinci köşesine baktı. İlki mutfağıydı. Küçüktü mutfağı ama yetiyordu. Ne güzel kokuturdu evi mutfağına girince. Ne maharetliydi. Ne lezzetliydi eli. Mutfağına doğru ilerledi. Yazdan kalmış domates soslarını, menemenleri saydı. Pek kalmamıştı. Toplasan beş yemeklik ancak vardı. Ağustos gibi yine yapmak gerekirdi. Kızı o vakitlerde üç aylık ancak olacaktı. Zor olurdu ama yapmak da gerekirdi. Kışın güzel domates bulmak zor oluyordu. Yapacaktı bir şekilde. Ali Ecevit’i domatesleri yıkardı. Hüseyin’le o doğrar pişirir sonra da kavanozlardı.
Muhakkak. Biraz meşakkatli olacaktı ama domatessiz de olmazdı. Sonra gitti tarhanasını kontrol etti. Ondan vardı daha. Yapmasa da olurdu, eriştesine de baktı. Az kalmıştı ama erişte yapabileceğini sanmıyordu. Çok zordu. Yani zor değildi de üç aylık bebekle zor olurdu. Neyse artık bu sene de erişte az yiyiverirlerdi. Hem Ali Ecevit makarna daha çok seviyordu. İçine bir de krema koydun mu tabak tabak yiyordu. Bu aralar en çok onu seviyordu. Annesinin kıymalı tarhanasına burun kıvırıveriyordu. Bir gün yapmayı bırakırım hasret kalırsın Ali Ecevit, demişti Leyla. Ali Ecevit ona da burun kıvırmıştı. Çirkin geliyordu bu tarhananın tadı. Zaten hangi çocuk tarhana severdi ki? Ama yine de, keşke, Leyla da demeseydi öyle, Ali de burun kıvırmasaydı.
Biraz dertli çıktı Leyla mutfaktan. Hiç göremeyeceği yazın telaşesini sırtladı.
Evinin en çok sevdiği ikinci köşeyse şu iki kişilik kanepesiydi. Bazen Hüseyin’le bazen oğluyla koyun koyuna uyuyuverirdi, bazen mutfakta pişirdiğinden bir tabağa alır ilk orada tadardı, bazen bir bardak sıcak çayını içerdi, bazen kitabını okurdu, fasulyesini ayıklar, babasının evinde hiç yapamadığını yapar bacaklarını boylu boyunca uzatır da dinlenirdi. Leyla Tarhan’ın telaşsız, sıradan ama eşsiz hayatının birer nadide parçasıydı tüm bunlar. Ne çok severdi yuvasını. Ah Allah’ım sen ne çok seviyorsun öyle beni. Ne çok seviyorsun Allah’ım beni. Sen kılmadığım namazların, tutamadığım oruçların günahını affet. Ben sana yetemiyorum. Ne çok seviyorsun da gözümü bir başkasında bırakmadın benim…
Yine o koltuğunda oturdu, son kez bacaklarını uzattı. Uzun siyah saçlarını koltuğun gerisinden sallandırdı. Kirpikleri ıslaktı ama ağlamıyordu artık. Saçlarında tek bir beyaz tel bile yoktu. Simsiyahtı. İnsanın saçlarına aklar düşmeden ölmeli miydi? Ölmese daha iyiydi. Önce ak düşmeliydi saçlarına. Ölüm pek arsız, yüzsüz, alçak bir şey olmalıydı. Yoksa Leyla’nın tek bir teline ak düşmemiş, sırma saçlarından utanırdı.
Hüseyin ve Ali Ecevit işlerini bitirince odada sessiz sedasız, fısır fısır çıktılar. Leyla ne konuştuklarını duymadı ama geldiklerini anladı. “Bitti mi işiniz?” diye seslendi. Ali Ecevit hiç rahat durmadı, koştur koştur geldi anneciğinin yanına. Ah nasıl heyecanlıydı. Kardeşi geliyordu. Hem de kızdı. Öyle mutlu, öyle telaşlıydı ki Ali Ecevit bir iki gündür gözü Firuze’yi bile görmüyordu. Firuze daha doğmadan gıcık oluvermişti bu bebeğe. Ecevit’i görür görmez diyecekti ki bebekler altına yapıyormuş biliyor musun Ecevit?.. Kötü kokulu olacak. Iy…
Ecevit artık öylesine annesinin kucağına atlayamıyordu. Koca bir top vardı sanki annesini karnında. Temkinli yaklaştı annesinin kollarına girdi. Hüseyin, odada çıkan çöpleri atıyordu. Yarın kızı doğuyordu, aklını kaçıracaktı sanki, sokaklarda yalın ayak dolanmak istiyordu. Yarın eşi ölecekti, aklını kaçırırdı bilse, sokaklarda yalın ayak dolanmak aklamazdı onu.
Anne oğul sıkıca sarıldılar. “Anne,” dedi Ali Ecevit. “Yarın geleceğini biliyor mu şimdi?” diye sordu ve küçük ellerini annesinin karnına koydu. Ne garipti sanki kendisi hiç annesinin karnına girmemişti.
“Biliyor bence,” dedi Leyla. Çok garipsedi bu soruyu. Bilemedi cevabını.
“Vay,” dedi Ecevit etkilenmiş bir sesle. Küçük dudaklarını büzüştürdü ve ıslık çalmaya çalıştı. “Bence heyecandan uyuyamaz o bu gece.”
Leyla başını geriye atarak için için güldü oğluna. Hüseyin ona varmış, saçlarını sevmiş, alnına buseler kondurmuştu. Gülüşünü okşamıştı parmak uçları. “Atilla Bey yarın sabaha bir araba ayarlamış,” dedi buselerinin arasında. “Şoför götürecekmiş.”
“Öyle mi?” diye sordu Leyla. Aslında araba zaten ayarlanmıştı da, arabayı Hüseyin sürecekti.
“Öyle. Allah razı olsun. Olmaz öyle dedi. Bırakırmış şoför.” Allah razı olsun, dedi Leyla içinden. Birini bin etsin, daha çoğunu versin. Çoluğundan çocuğundan eksik etmesin. “Hadi Gül Güzeli’m. Uyuyalım. Yarın erkenden kalkacağız.”
Uyumak çok mümkün değildi de, belki birkaç saat dalarlardı. “Ben Ecevit’i uyutayım önce,” dedi Leyla. Hissettiği için mi? Bilinmezdi ama son kez olduğu kesindi. Hüseyin bir şey demedi. Kalkmasına yardım etti. Ecevit’in elinden tuttu. Oğlunu odasına götürdü, yatağına yatırdı. Yavaşça oturdu yamacına. Saçlarını okşadı.
“Yarın Aylin teyzeni üzme olur mu Ali Ecevit?” Leyla’nın bunu söylerken sebepsiz sesi titredi. Oğluyla vedalaşıyordu. “Yemeğini ye, Firuze’yle oyna biz geleceğiz. Gecikirsek de huysuzluk etme olur mu oğlum? Uslu uslu bekle beni.”
Ali Ecevit biraz ofladı. “Keşke Firuze’yle beni de götürseniz. Olmaz mı anne?”
“Olmaz anneciğim. Konuştuk ya. Hastane orası. Hem sıkılırsınız. Sen bekle biz geleceğiz.”
Ecevit elini annesinin karnına yasladı. Merakla bakışlarını kaldırdı. “Canın yanacak mı anne?”
Leyla gözyaşlarını nasıl saklayacağını şaşırdı. Niye böyle ağlıyordu şimdi? Evinin kokusunu çekti içine. Sonra oğluna eğildi onu öpüp kokladı. “Yok annem canım yanmayacak. Onu da nereden çıkardın? Hadi bakalım. Uyu sen de. Yarın döndüğümde uykun olmasın.”
Ali Ecevit annesini kafasına sardı ellerini. Ne çok seviyordu… Ah ne çok seviyordu annesini. Bu dünya üzerinde en çok annesini seviyordu. “Anne bana ninni okusun,” dedi nazik bir sesle. Bundan sonra tüm ninnileri kardeşine okuyacaktı biliyordu. Kıskanmıyordu. Hiç hem de. Ecevit tek çocuktu ama her şeyini paylaşmayı Firuze’den öğrenmişti. Hiç tek çocuk gibi davranmıyordu. Bu istek, masum bir istekti.
“Okusun canımın içi, anne sana ninni okusun.” Leyla birkaç saniye sesini bulmak için bekledi. Ağlamaktan, Ecevit’i korkutmaktan korkuyordu. Babası Ankara’nın yerlilerinden olsa da anneciğinin kütüğü Karadeniz’e dayanıyordu. Leyla da en büyük çocuğuydu evin. Anneciği onu, anneannesinden kalan ninnilerle büyütmüştü. Leyla az biraz bilirdi oraların ezgilerini. Son gecesinde, anneciğini anımsar gibi, annesinden öğrendiği bir ninniyi söyleyiverdi.
“Ha bu feleğin kuşu
Demirdendir pençesi…”
Leyla daha sıkı sardı kollarını Ali Ecevit’ine. Yüreği kan ağlıyordu. ‘Ta yüreğinde... Bir yerleri acıyordu. Neresi ama, hiçbir yeri... Ama acıyordu.’ Oğluna son kez sarılıyordu. Ah daha neleri vardı halbuki. İlkokulu bitirince okumayı söktüğünde yaptığı gibi pasta kesecekti evde, hediyeler alacaktı oğluna. Okuma bayramı yapacaklardı. Kıvançla kutlayacaktı bunu. Sonra ortaokul… Sonra lise. Ah bir de lisede kep atacaktı oğlu. Leyla bir fırsatını bulursa, oğlunu arkadaşlarının yanında utandırmadan Ali Ecevit diyecekti… Bir kere de ben takayım mı oğlum? Oğlunun utandığını hissederse hemen vazgeçecekti. Sonuçta liseden mezun olunca on sekiz ancak olacaktı. Olurdu, utanırdı arkadaşlarından, kimsenin annesinin bu körpe heyecanını görmesini istemezse anlardı Leyla, cahil bir anneye sahip gibi hissetmesin isterdi hemen vazgeçerdi.
“Oğlum adam olacak
Kanı deli akacak.
Mertliğin destanını
Benim oğlum yazacak…”
Ha bir de yüksekokul vardı. Hani şu üniversiteler. Ankara Üniversitesi. Oğlu seneler önce dökülmüş süt dişleriyle Cebeci Kampüsünün adını okurken söz vermişti. Ali Ecevit belki unutmuştu ama Leyla unutmamıştı. Dört gözle bekliyordu. İçinde kalan en büyük hayaliydi. Ali Ecevit’i yapacaktı.
Gidecekti oralara, anneciğini de götürecekti. Üniversiteden mezun olurken de cübbesini isteyecekti, kepini takacaktı. İşte o vakit kesin verirdi annesine. Lisedeki gibi kanı deli akmazdı. Al anneciğim derdi. Lisede de derdi de… Leyla emin olamıyordu işte. Al anneciğim, giy tabi cübbemi. Ne de çok yakıştı sana. Al bu kepi de tak. Leyla Hanım hangi bölümden mezun oldunuz, diye takılırdı annesine. Kaç ortalamayla bitirdiniz fakülteyi. Oh oh maşallah… Pek de zekiymişsiniz. Demek yüz ortalamayla bitirdiniz. Oğlunuz mu ders çalıştırdı sizi… Ne çok yakıştı size cübbeyle kep. Utandırır dururdu annesini. Öper koklardı. Bir sürü fotoğrafını çekerdi. Annem. Annem benim. Benim güzel annem, ne çok yakıştı sana, der dururdu.
Leyla sessiz sessiz ağladı da okudu ninnisini. Üçüncü tekrarda oğlu uyuyakaldı. Biraz daha öpüp kokladı. Gözlerini alamadı odadan çıkana kadar. Kapının önünde biraz oğlunu izledi. “Allah’ım sen Ali Ecevit’imi koru,” dedi. “Sen benden al ona ver sevgini. Benden çok oğlumu sev. Tırnağına taş değdirme. Allah’ım Ali Ecevit’imi koru.”
Yatağa girene kadar aynı duayı ededurdu. Sonra Hüseyin geldi, sarıp sarmaladı karısını, öpüp kokladı. Çok özlediğini fısıldadı defalarca kez. Allah biliyor ya Hüseyin’in de Ali Ecevit’ten pek bir farkı yoktu. Onun da bu dünya üzerinde en sevdiği Leyla’ydı. Leyla onun nasibiydi, kimselerle paylaşmadığı, çeşmenin başından bu yatağa kadar kimselere göstermediği nasibiydi. Nasip paylaşılmaz Leyla demişti kızgın sesle. Nasip… Ne güzel, ne kıymetli bir sözdü.
Sabahı bulana kadar Hüseyin de Leyla da az biraz uyuyuverdiler. Sonra sabah saatten önce uyandılar. Çantaları her bir şeyleri hazırdı zaten. Hüseyin arabaya yüklerken Leyla oğluna baktı kapı ucundan ama gitmedi yanına. Uyanmasın istedi. Sabah daha çok erkendi, uyanırsa uyumazdı. Keşke uyansaydı son kez. Karnı burnunda çıktı evden. Kapının önünde Aylin’i bekliyordu da bu saatte Firuze’yi hiç beklemiyordu. Saçları dağınık, gözleri uykudan küçülmüş, pijaması sağdan soldan dağılmış kız annesinin elini tutmuştu.
“Firuze,” dedi Leyla şaşkınca. “Niye uyandın kızım sen?”
Firuze annesinin elini bıraktı ve Leyla’nın kucağına koştu. “Meraklı bir fare olduğu için tıkır tıkır sesleri duydu,” dedi Aylin. Firuze koca göbeğine sarılamayınca bacağına sarıldı hamile kadının.
“Bebek bugün geliyor mu Leyla teyze?” diye sordu ve kulağını yasladı karnına.
“Geliyor bir tanem.”
“Ya gelmezse?”
“Gelmesini bekleriz.”
“Allah Allah ya…” dedi Firuze burun kırıştırarak. “Gelmezse kız Leyla teyze, gelsin hemen.”
Firuze bu gıcık olduğu bebeği bir o kadar da merak ediyordu. Ecevit’in kardeşiydi sonuçta. Ucundan bakmak istiyordu. Ecevit’e benzeyecek miydi acaba?
“Tamam öyle yapayım,” dedi Leyla gülerek Aylin’e bakıp. Firuze’nin saçlarını okşadı, öpüp kokladı evin ikinci kızını. “Ecevit’le oynayın güzel güzel tamam mı?”
“Tamam,” dedi kız. Zaten en büyük isteği buydu. Yoksa bebeği o kadar çok merak etmiyordu. Aylin bin bir zorlukla kızını eve geri gönderdi. Firuze eve girmeden önce son kez Leyla teyzesine döndü ve el sallaştılar. Leyla’yla baş başa kaldı Aylin.
“Merak etme, gözüm üstlerinde olacak. Ecevit uyansın direkt eve alacağım. Gözün arkada kalmasın,” dedi ve yaklaştı Leyla’ya. Sarılacaktı.
“Gözüm arkada değil,” dedi Leyla gülümseyerek. “Ecevit önce Allah’a sonra size emanet,” Leyla sanıyordu ki bu emanet yalnızca birkaç saatlikti. “Hakkınızı helal edin Aylin Hanım.”
“Saçmalama Leyla. Bana böyle garip garip konuşma. Ben Firuze’yi doğurmaya giderken hiç böyle konuşmadım sana. Yapma Allah aşkına.”
Leyla güdü bu telaşa. “Olsun, helallik istenir ne olur ne olmaz,” dedi. Ne olurdu, ne olmazdı? Aylin daha fazla duramadı, sarıldı kadına. Belki de Leyla, Aylin için sıkışık kaldığı bu bürokratik hayatın içinde çıkarsız, gerçek bir dost gibiydi. Dost değildi belki ama vardı işte. Bir yerden çıkıyordu, Aylin Hanım portakallı kek yaptım bir fincan çayla yiyelim mi derdi. Bir de çok mutluydu. Aylin bazen imrenirdi onun o solmayan yüzüne. Minicik şeylerden büyük şeyler yaratmasına şaşırırdı, bir yapraktan çiçek bahçesi yaratmasına, bir tas bulgurdan en güzelini çıkarmasına, biraz undan ekmek yapıvermesine, yumuşak başına…
“Helal olsun, gözün de arkada kalmasın. Ecevit’e gözüm gibi bakarım,” dedi sırtını sıvazlarken. O Firuze’ye senelerdir gözü gibi bakıyordu kendisi de Ecevit’e birkaç saat bakabilirdi. Aylin arabaya kadar geçirdi. Leyla birkaç kez durdu dönüp evine baktı. Gidip Ali Ecevit’e sarılmak istedi ama zor tuttu kendini. Bindi arabaya gittiler.
Ecevit kahvaltıyı Akın malikanesinde yaptı. Firuze sabah uyandığını, Leyla’yı gördüğünü nispet yapa yapa onlarca kez anlattı Ecevit’e. Kızmıştı Ecevit. Annesi onu niye uyandırmamıştı? Saatleri geçip gidiyordu. Ses seda yoktu. Ev telefonu çaldı çok zaman sonra. Aylin çocukları bıraktı ve koştur koştur telefona gitti. Açtı telefonu, tahmin ettiği gibi Atilla’nın sesini duydu.
“Bir haber aldın mı?”
“Çocuklar yanında mı?” diye sordu Atilla donuk bir sesle.
“Hayır değil. Doğum bitmiş mi?”
“Aylin…” Kısa bir an duraksadı ve soluklandı. “Leyla ölmüş.”
Telefonun karşısında ayna vardı. Aylin kendisine bakıyordu. Ayna parçalansa ancak yüzü bu kadar değişirdi. Konuşamadı birkaç saniye. Leyla ölmüş. Bir hiç gibi, öylesine, alelade bir söz sanki. Leyla ölmüş. Daha dün gece yaza yapacağı hazırlığı düşünen Leyla ölmüş. Domatesler tükenmiş, erişteler bitmiş, tarhanalar hep kalmış, Leyla da ölmüş. Öyle mi işte? Öyle değildi işte. Ali Ecevit öksüz kalmıştı. “A… An- Anlamadım?”
“Leyla ölmüş. Bebek yaşıyor. Kanaması olmuş galiba. Ölmüş. Sakin ol bağırma, korkutma çocukları.”
Aylin’in değil bağırmaya konuşmaya bile takati olmadı. Zorlukla tutundu gümüşlüğe. Nefes nefese çömeldi. “Atilla,” dedi. İdrak edemiyordu. Birleşmiyordu parçalar. “Atilla ne diyorsun?”
“Bebekle Hüseyin’i almaya gidiyorum. Firuze’yi odasına çıkar, kötü etkilenmesin,” dedi. Başka da bir şey demedi. Aylin elindeki telefonla gümüşlüğün önüne çöküverdi. Firuze’yi görmeyene kadar da kalkmadı. Saatlerdir yoklardı, şimdi geçen bir saat kadar zor geçmedi o vakit. Aylin ne zaman ki Ecevit’i gördü o zaman ağlamaya başladı. Uzaklaştı onlardan ama Firuze’yi uzaklaştırmadı.
Ecevit’ten bir de Firuze’yi alamazdı. Akşam olmuştu neredeyse. Arabanın sesini duyar duymaz koştu bahçeye. Bir ihtimal, hangi akla hizmet bilinmez Atilla yalan söylüyor sandı. Leyla’yı aradı gözleri. Yoktu… İki kişi gittikleri hastaneden iki kişi döndüler. Gözlerinin içi parlayan adam şimdi düştü düşecek, bir ölü gibi yürürken kucağında kızını tutuyordu. Ağzı açıktı, kapatamıyordu. Gözleri açıktı, kırpmıyordu.
Hüseyin aklını kaçırmıştı, ayakları yalın değildi ama aklını kaçırmıştı. Nasıl bebeği kucağında tutuyor bilmiyordu. Gülümseyecek gibi oluyordu yürürken, gözlerinden yaşlar akıyordu sadece. Aylin bebeği düşüreceğini hissedince almak istedi ama vermedi. Eve doğru gitti ama eşikten geçmedi.
“Ecevit,” dedi. Kimse sesini duymadı. Kucağındaki bebek de ağlıyordu babasıyla beraber. “Ali Ecevit,” dedi yine. Biraz duyuldu sesi. Ecevit değil ama Firuze duydu. Bebek geldi bebek geldi diye ortalığı ayağa kaldırdı. İkisi de koştular kapıya doğru.
Hüseyin hiçbir şey söylemedi. Sadece boşluğa doğru elini uzattı. Ecevit’i tutmuyordu ama oğlu daha iyi biliyordu evin yerini. Ecevit koşa koşa gitti babasının yanına, elini tuttu. “Baba baba!” dedi. “Bakayım baba!” Parmak uçlarına yükseldi bebeği görmeye çalıştı. “Annem nerede baba?” dedi yükseldiği uçta. Kapının ötesine baktı, bir sağa bir sola. Annesini göremedi. “Hastanede mi bıraktın baba annemi?” diye sordu bu kez Ecevit.
Hüseyin’in dudağından ağzından acı dolu bir feryat yükseldi. Ayakta kalacak kuvveti yoktu. “Ev,” dedi oğluna bakmadan. Boşluğa bakıyordu. “Ev, Ali Ecevit. Oğlum ev.”
Onları eve götürmesini istiyordu. Eve girdiler. Sonra Tarhanlar kapılarını örttüler. On beş gün, hiç açılmadı kapı. Aylin kapılarının önüne anne sütü ve mama bıraktı her gün. Geceleri ağlayış sesleri yükseliyordu Tarhanların evinden. Bir bebek, bir erkek çocuğu, bir koca adam… Hepsinin hıçkırıkları birbirine karışıyordu. Ne kapıları ne pencereleri açıldı on gün boyunca. Gelen tek ses ağlamalarıydı. Yatarken ağlıyorlardı, sabah uyanınca ağlıyorlardı, yemek sofrasında ağlıyorlardı, Hüseyin evlatlarını yıkarken ağlıyorlardı, gece ansızın uyanıp ağlıyorlardı, ikindi vakti ağlıyorlardı… Beş vakit namaz kılar gibi, üç vakit yemek yer gibi ağlıyorlardı. Leyla gitmişti. Tarhanların yuvasında artık çiçekler solmuştu, portakallı kek kokmaz olmuştu, lavantalar şişelerinde kalmıştı, yumuşatıcı kokmuyor, yemekler tuzsuz oluyor, çamaşırlar tam kurumuyordu. Leyla ölmüştü, Ali Ecevit öksüz kalmıştı. Leyla ölmüştü… Gül Güzeli Leyla, ah Leyla. Bahtının karalığını çitileyerek açmış Leyla. Ömrünün en güzel günlerinde kuş olup uçmuştu. Ali Ecevit öksüz kalmıştı.
***
Hiçbir ihtimal, sandığımızın aksine tümüyle kötü hissettiremezdi. Yalnızca her ihtimalin yaşanması gereken kişiler vardı. O kişilerle yapılan hiçbir şeyin sanıldığı kadar kötü geçmeyeceğini biliyordum artık. Bir erkeğin yatağında, onun koynuna çok yakın yerde, dip dibe uyumak, kokusunu solumak, isteyerek ya da istemeyerek dokunmak beni aylar önce intihara sürükler sanıyordum. Annemin manipülatif bir tavırla zihnime ekmeye çalıştığı evlilik fikri, annemin sandığının aksine güzel şeylere sebep olmuyordu. Ne yapardım diyordum, ne yapar, nasıl yaparım? Nasıl yaşarım? Midemi bulandırıyordu, bana çok güvensiz hissettiriyordu, korkutuyordu hatta. Hayatımdaki çoğu şey gibi bunu da kontrol edemezsem ve bir adamla o konumda bulursam bir gün kendimi, ne yapardım? Daha korkunç hangi ihtimal vardı benim için? Bir adamla aynı yatağı paylaşmak, kokuların birbirine karışması ihtimalinin kötülüğünü silecek ne vardı?
Ecevit vardı.
Koynunda değil ama koynuna çok yakın bir noktada geçirdim tüm gecemi. Herhalde dün gece ölmediysem bu yatakta, ben ecelimle zor ölürdüm. Ecevit’in koynuna çok yakın bir noktada uyumak, hiçbir koşulda günah sayılmamalıydı. Onun sık sık saçlarımda dolanan parmakları, bazen, bazenleri boynuma dokunan parmak uçları zihnimde toz zerrecikleri gibi uçuşuyordu. Kapı çalmasa, ben daha çok uyurdum. Kendimi biraz daha Ecevit’in koynuna itip yeniden dalacaktım. Gözlerimi açacak kadar ayılmamıştım. Ama kapı sesine yenildim ve açtım. Gözlerimi kırpıştırdım ve araladım. Ecevit’in henüz uyanmamış yüzüne baktım. Çok mızmızlanırdım Ecevit uyanmasın telaşesine düşmesem. Ama yataktan hızla kalkmak zorunda kaldım. Saat kaçtı bilmiyordum ama çok geç olmadığını ama sabahın da köründe olmadığımızı tahmin edebiliyordum.
Tüm gece taranmış saçlarımı omuzlarımın üzerine bıraktım ve odadan çıktım. Kapı ben açmadan bir kez daha çaldı, delikten bakmayı akıl etmedim. Hem yeni uyandığımdan hem de vakit kaybettikçe kapı yeniden çaldığı için. Açıkçası site görevlisi sandım. Günlerdir Ecevit eve pek uğramıyordu ve birileri gelip kediye bakıyordu. Evde olup olmadığımızı kontrol etmeye geldiklerini düşündüm en başta. Üzerimde yakası da kendisi de bana bol gelen ve uyurken iyice dağılmış tişörtü düzeltmeden kapıyı açtım. Orta yaşlarının üzerinde bir abla beklediğim için uzun boylu, siyah takım elbiseli, omuzlarına attığı kabanı tam giymemiş orta yaşlarda bir adamı görmeyi hiç beklemedim. Adamla göz göze geldiğimde arkasında da birkaç adam daha vardı ve omuzlarının gerisinde duruyorlardı. Göz göze geldiğim adam benim için nasıl beklenmedikse ben de onun için beklenmedik oldum. İkimiz de birbirimize şaşkınca, ben biraz irkilerek baktım.
Uzun denecek bir boydayken geniş omuzlarıyla dik bir duruşu vardı. Saçları geriye taranmışken sakalları şekilli kesilmişti. Bunca özene rağmen yüzündeki ifadeden olacak tat tuz kaçıracak, insanı tedirgin edecek bir tipe sahipti. Gözlerini benden ayırmadı ve yüzüme doğru konuştu. “Yanlış mı geldik?” Bana söyledi sandım ama konuştuğu ben değildim. Arkasındaki adamla aynı anda cevap verince fark ettim.
“Kime bakmıştınız?”
“Hayır abi, Ali Ecevit Tarhan’ın evi.”
Ali Ecevit’in adını bu adamlardan duymak iyice tadımı kaçırdı. Kapıyı yüzlerine kapatmak istedim de durdum. Dünkü hastanedeki adamlardan halliceydi. İki gündür ne çok maruz kalıyorduk bunlara. Üstelik bu karşımdaki adam gözlerimin içine bakmaktan hiç çekinmiyordu. Bülent yaşlarında, belki biraz ondan büyüktü. Tuhaf ve rahatsız ediciydi.
“Ali Ecevit Tarhan’ın evi mi?” diye sordu bana bakarken.
Herhalde Ecevit içeride yatmasa ve elimde patlama olasılığı bu kadar yüksek olmasa yalan söylerdim. Hayır değil derdim. “Evet,” demek zorunda kaldım. “Siz kimsiniz?”
“Evde mi?” diye sordu bu kez en öndeki adam. Kollarını arkasında bağlamıştı. Tanıdığım bir jargonun daha kaba haliydi.
“Evde, biraz bekleteceğim,” dedim ve kapıyı hiç düşünmeden yüzlerine kapattım. Öyle biraz örtmedim. Direkt kapattım. Hiç güven vermiyorlardı. Odaya geri dönerken Ecevit’e yaklaştım. “Ecevit,” dedim yumuşak bir sesle. Dokunmadım korkmasın diye. Sesimi adım adım yükselttim. Üçüncüden sonra zaten gözlerini araladı. Açıp kapatırken uykusundan hemen kopmamıştı. Bıraksam rahatlıkla uykuya dalacaktı.
“Kapıda birkaç adam var.”
“Ne?” Sesini tekte bulamadı, boğazını temizledi. “Kim var?”
“Birkaç adam. Seni soruyorlar. Dün o hastanedekiler gibi tipleri. Kapıdalar.”
Ecevit gözlerini kırpıştırdı ve bedenini hafifçe kaldırdı yataktan. Ortalığa bakınırken telefonuna uzandı ve saate baktı. Ben de onunla beraber gördüm. Saat sabah dokuzdu. “Kim la bu?” dedi ağzının içinde. Ellerini saçlarına daldırdı, doğruldu ve kapıya yürüdü uykulu gözlerle. Peşinden gittim, bir adım arkasında durdum. Kapıyı o da delikten bakmadan açtı. Karşımıza çıkan adam bıraktığım konumda duruyordu. Kafasını bile çevirmemişti sanki. Ecevit’le birbirlerine baktıklarında ben Ecevit’i izledim. Yüzünden şaşkınlık geçti ama ilk defa gördüğünü de hissetmedim. Tanıyordu.
“Selamın aleyküm,” dedi adam Ecevit’e bakarken. Kalın, tok bir sesi vardı.
“Aleykümselam,” diye karşılık verdi Ecevit beklemeden. “Hayrolsun?”
“Abimin manevi oğlum dediği adamı bir ziyaret edelim, çayını içelim dedik.” Adam gözlerini kısa bir an bana çevirdi sonra yeniden Ecevit’e baktı. Başta anlayamadım bu cümlesinden bir şey. “Fena mı yaptık Cengiz’in oğlu?” dediğinde seçebildim. Ecevit’in dün bahsettiği gelen kardeş miydi? Ecevit’in arka yerinde, suratsız ve nemrut şekilde duruyordum. Herhalde biraz daha zorlasam Ecevit’in kolundan bacağından da tutacak daha kötü bakacaktım. Adamın rahatsız eden bir enerjisi vardı.
“Cengiz’in oğlu değilim de,” dedi lafa başlamadan önce ek parantez açar gibi. Evet, Hüseyin’in oğluydu. “Fena yapmadın tabi, bir çayımı iç. Buyur. Hoş geldin,” dedi Ecevit ve kapıyı biraz daha araladı. Adam arkada bağladığı ellerini çözdü ve omuzlarını gere gere eve birkaç adım attığında arkasından diğerleri de gelmeye çalıştı ama Ecevit engel oldu. “Haneme herkesi almam,” dedi net bir sesle. O kadar sevindim ki buna, yüzümdeki keyfi gizleyemedim. Kedimiz bile mutlu olmazdı. Hepsinin belinde silah olduğunu biliyordum. Babamın korumalarının kulaklıksız ve sigortasız halleriydi. Tabi bir de muhtemelen hepsi birer suç makinesiydi. Babamın yanında işini hakkıyla yapan insanlarla kıyaslanmamalılardı bile. Adam olduğu yerde durdu ve omzunun üzerinden arkasına baktı. Gelmek isteyen diğer üç kişiyi de eliyle durdu. “Aşağı geçin,” dedi yalnızca. Omzunun üzerinden bana baktı ve sanki bu cümleyi ben kurmuşum gibi dikkatli bakışlar altında başını salladı. Açık ara şimdiye kadar Ecevit’in yanında en rahatsız olduğum bakışlardı. Ecevit başını salladığında adam salona ilerliyordu. Ecevit arkasından gittiğinde ben de mutfağa geçtim. Dün geceki sofra masadaydı. Kaldırmamıştım. Sessizce çay suyu koydum, masaya dokunmadım. Tabak çanak sesi çıkarmak istemiyordum.
Adam gitti evin sahibi gibi baş köşeye oturdu. Bacaklarından birini kırdı, bileğinden diğer dizine yasladı ve geriye yaslandı. “Ali Ecevit,” dedi kendi kendine. Seslenmedi. Hani, demek o sensin der gibi. “Demek Ali Ecevit ha,”
“Ali Ecevit,” diye tasdikledi Ecevit onu. Karşısındaki tekli koltuğa oturmuştu ve bakışlarından anlıyordum, kalkık olan tek kaşından, adamın oturuşunu süzüşünden… Hiç hoşnut değildi. “Karar verdiniz mi gömüleceği yere?”
“Karar verilecek bir şey yok, İstanbul’a gömülecek.”
Herhalde adamın ağzından çıkacak olan hiçbir kelime benim dikkatimi bu kadar çekmezdi. Tüm dikkatimle ona baktım. O vakte kadar Ecevit’e bakıyordum, onu görmemeye çalışıyordu gözlerim. İstanbul’a mı? Cengiz’i İstanbul’a mı gömeceklerdi? Adam bakışlarımı fark etti, başını kaldırıp bana baktı. Gözlerini istediğinin üzerine dikiyordu. Birkaç saniye bile geçmeden Ecevit hızla, “Farah kabul etti mi?” diye sordu. İstanbul’dan sonra Farah.
“Farah kim?” Ecevit’e baktı. Sesindeki yabancılık değildi, insan yerine koymamaydı.
“Cengiz Atmaca’nın kardeşi. Ben oğlu değilim ama Farah kardeşi. Tanımış ol.”
Adam kafasını geriye doğru attı hafifçe. “Çıkaramadım. Her neyse. İstanbul’a gömülecek.”
“Farah kabul ederse İstanbul’a gömülecek Behçet. Farah istemezse Ankara’ya gömülecek.”
Eğer ki İstanbul’a gömülecekse nasıl olacaktı? Korkuyla Ecevit’e baktım. O küçük, zilli de kafasını kaldırdı, huzurla uyuduğu uykusundan uyandı. Merakla dikkat kesildi konuşulanlara. “Onun değil benim istediğimin bir önemi var. İstanbul’a, aile mezarlığına gömülecek abim.”
“Derdin ne senin?” diye çıkıştı Ecevit çekinmeden. “Kadın ben Ankara’da yaşıyorum, gidip geleceğim mezarına diyor devamlı. Ankara istiyorsa Ankara’ya gömülecek. Senin gidip ziyaret etmek gibi bir derdin yok.”
Herhalde daha makul bir sebep olamazdı. Kadın haklıydı. Çok çok haklıydı. Her seferinde İstanbul’a gidemezdi. Ecevit’e bakıyordum. “Aile mezarlığına gömülecek abim.”
Ecevit boynunu büktü ve soluklandı. “Sabır selamet,” dedi. Eli sakallarında gezindi. Ne yapmalı ne etmeli bu adamı ikna etmeliydi. Evet doğrusu onun dediğiydi. Bu adamın o mezara gidip sık sık ziyaret etmeyeceği aşikardı. Üstelik dün Farah’ın o perişan halini düşününce kimin daha çok üzüldüğü açık değil miydi? Elbette Farah’ın dediği olmalıydı. Çok saçmaydı. İstanbul fikri çok saçmaydı. Bir mezarın sık sık ziyaret edilmesi mi yoksa ailesiyle yan yana yatması mı daha mühimdi? Ruha iyi gelecek olan o mezarın sık sık ziyaret edilmesiydi. “Cengiz de Farah nasıl isterse öyle olsun isterdi. Kendi aranızda halledin ya da Farah’ın dediği olacak. Ankara’ya gömülecek.”
“O meymenetsiz yüzünden abim ömrünü hapishanede tamamladı. Dua etsin mezarına gitmesine izin veriyorum.”
“Behçet Bey,” dedim dayanamadan. “İstanbul’u kibrinizden yüzünden istiyorsunuz. Aile mezarlığı değil mevzu, Farah’a inat olsun diye Ankara’yı istememeniz. Kadın haklı, sık sık gideceği mezarlığı yaşadığı şehirde istiyor. Bu hakkı ondan alamazsınız.”
Bakışlarını benim üzerimde topladı. Bir insanın bir insana bakma süresi olmalıydı. Bu biçilmiş bir sayı değildi ama histen oluşuyordu. Beni ilk defa görüyordu. Bakışları adeta meydan okumak için bu kadar uzun sürede insanda duruyordu. Kaşları kalkıkken gözleri hafifçe kıyafetime kaydı sonra yine yüzüme baktı. Şimdi eğer ki burada kıyafetimden dem vurarak benim lafımı küçümserse onu diplomamla dövecektim. Hazırda bekledim.
İlgili bakışlar ardında bu soruyu alsam da yadırgamadım. Bana laf çarpacağına çok inandım. Ağzımı açıp tam dolu dolu Firuze diyecekken, “Her neyse,” diye girdi araya ve Firuze dememi engelledi Ecevit. “Ölü sizin keyfinizin kahyası değil. Beklemez. Gömmemiz lazım bir an önce. Oturun anlaşın.”
Hayır her neyse değildi, hem bu adam çok tehlikeli duruyordu. Farah’ı tehditle bile ikna edebilirdi. “Adım Firuze,” dedim açıkça. Ne söyleyecekse söyleyebilirdi. O adam Farah’ın dediği gibi Ankara’ya gömülecekti. O adamdan aklınca bir küçük görme cümlesi bekledim. Onu sudan çıkmış balığa çevirecektim. Adamın bakışları bir kez daha gözlerimde dolandı. Kaşlarını çattı ve söylediğimi tekrarladığında “Firuze,” diye konuştu.
Ecevit tekrardan araya girdi ve “Her neyse,” diye bu kez yüksek sesle konuştu. Adeta önünde bir masa vardı da ona vurmuştu. “Her neyse,” dedi ayaklanırken. Bana doğru ilerledi ve “Sen bir gelsene,” dedi. Tüm kişisel gelişimimi geride bırakmak için çok hazırdım halbuki. Ama kolumdan tuttu beni odaya doğru çekti. Odaya girer girmez kapıyı kapattı.
“Ne yapıyorsun sen?”
“Farah’ın dediği doğru, İstanbul çok saçma!”
“Sen ne diye adamla münasebete giriyorsun? Niye adını söylüyorsun?”
“Gelmiş karşımızda pişkin pişkin…”
“Fi-ru-ze!” diye adımı hecelere böle böle konuştu. “Firuze. Bana bak, çıkma odadan. Ben şu herifi gönderene kadar çıkma odadan.”
“Ne alakası var ya?” diye sordum. Niye çıkmayacaktım odadan. Adam bizimle hadsiz konuşacaksa biz iki kişi hadsiz konuşacaktık ve İstanbul fikrinden vazgeçirecektik. “Ben de çıkacağım. Ben niye odada kalayım?”
“Adamın bakışları hoşuma gitmedi.”
“Pişkin çünkü.”
“Bana analiz yapma.”
“Ecevit!”
“Firuze dedim! Çıkma. Geç biraz daha uyu. Çıkma. Anlıyor musun beni? Çıkma.”
Kapıyı açıp kendisi çıktı ve beni içeride bıraktı. Apaçık bir telaş sardı içimi. Odada dört dönmeye başladım. Ecevit İstanbul’a mı gidecekti? Bunu istemiyordum, belki bencilce, belki çocukça ama bunu istemiyordum. İstanbul benim önümde bir tabu gibiydi. Sanki her şeyi aşabilirdim ama İstanbul’a gitmesini aşamazdım. Burada böylece oturmak, konuşulanlardan habersiz olmak, beklemek yapabileceğim bir durum değildi. Ben ayrı, içimdeki zilli ayrı telaşa düşmüştü. Halbuki o Farah’ı aşmıştı, derin uykulara yatıyordu artık ama şimdi cin gibi uyanıktı. Gözlerini açmıştı.
İstanbul’a mı gidecekler? Gitmesinler. Bir şey yap gitmesinler. Biz daha gitmedik. Bir şey yapsana! Hadisene! Biz resmini çizdik ilk, gitmek bizim hakkımız. O bir kere giderse bir daha seninle gitmez ki. Biz gidelim, söyle ona bizim hakkımız. Biz gidelim.
Korkunç bir baskı vardı içimde. Aklıma yalnızca beyaz elbise geliyordu artık. Bu hayale neden bu kadar tutulmuş, erişilmez kılmıştım bilmiyordum ama benim dünyamın en ulaşılmaz haliydi. Bir başkasıyla yapılırsa, kendimi nasıl toparlardım bilmiyordum. İçimdekiyle olan bağ bile nasıl zedelenirdi… Onun bu vakte taşıyabildiğim tek hayaliydi. Bu karmaşa beni kaldırdı ve odadan çıkardı. Farah’ın hakkını savunmalıydım. Kapıyı açtığımda iki adam da bana baktı ama ben birinden özellikle kaçtım. Çay suyu kaynamıştı, hatta Ecevit çay da koymuştu. Elimdeki bahaneyi aldı benden. Çayı bahane edecektim. Gittim üzerine su ekledim ve oyalanmaya çalıştım mutfakta.
“Kardeş senin için çok kıymetli herhalde,” dedi Behçet. İstanbul meselesini sonuca ulaştırmışlar mıydı?
“Her insan gibi. Burada kardeşini kabullenmeyen sensin.”
“Zaten duydum ki kardeşini arıyormuşsun.” Benim bahanelerle çıktığım ve bahaneler aradığım konumu mu aniden oldukça anlamlı nedenler buldu. Hiç çekinmeden merakla döndüm bu adama. Melike’yi biliyor muydu? Hiç hoşuma gitmedi bu. “Melike’ydi değil mi adı?”
“Mevzu benim kardeşim değil.”
“Duydum ki kardeşini ararken Cengiz Resul Atmaca’nın ismini kullanıyormuşsun. Helali hoş olsun, Cengiz abimin oğlu gibiymişsin. O da böylesini isterdi.” Ecevit parmak uçlarını birbirine vurmaya başladı. Altından ne çıkacağını bekledi. Bu adam elbette iyi niyetle söylemiyordu.
“Behçet, sadede gel.”
“Diyorum ki kardeşin kardeşimdir. Abim öldü diye, sağda solda abimin ismini kullanmaktan sakın çekinme. Uzun yıllara dayanan hukukunuz var. Var da…” Ağzında bir şey varmış gibi bir kez çiğnedi ve boynunu kütletti. “Söyle bakalım Ali Ecevit, abimin adına ihtiyaç olan yerde de abimi temsil edecek misin? Sana güvenebilir miyiz?”
Bir mafya babasını Ecevit nasıl temsil edebilirdi? Daha o gün karın altında, kan dökmeden bu işi halletmeye çalıştığını söylemişti. Ecevit o Cengiz denen adamla ne paylaşırsa paylaşsın Hüseyin Tarhan’ın oğluydu. Bir mafya babasını temsil edecek karakterde, duruşta ve düşüncede değildi. Mayasına yoktu. Onu neden buraya sürüklemeye çalışıyorlardı?
“Bana hacet mi var? Sen varsın işte. Onun için burada değil misin? Bunca hareket omun için değil mi? Meydan senin. Senelerdir istediğin de olmuştur senin.”
“Ben Behçet Atmaca’yım. Bize Cengiz Atmaca lazım.”
Ecevit elini hafifçe havalandırdı ve hay aksi der gibi şekil verdi. “Yani sen o talebi geceleri Allah’a artık. Çok kafayı da kırma da, malum adam öldü. Hatta dört gözle gömülmeyi bekliyor. Ölüyü ben yıkadım, gözleri açıktı. Size zahmet karar verin de gömelim adamı artık.”
Tümüyle alaya aldı ama artık Ecevit’i bu cümlelerin atında yatan metni okuyacak kadar iyi okuyordum artık. “İyi madem, sen de artık tek tabanca, Cengiz’in adını kullanmadan devam edersin. Çok yardıma ihtiyacın olursa uyumadan Allah’tan istersin.” Manipüle ediyordu. Farkındaydım. Psikolojik üstünlüğü yakalamak istiyordu ve en zayıf noktasından giriyordu.
“Cengiz Atmaca senin tekelinde değil. Bana bak, Behçet. Ben de senin kapıya diktiğin adamlardan değilim. Bana şart sunamazsın.”
Ne isteyeceklerdi? Neyin pazarlığını yapıyorlardı. Ben açıkça bilmiyordum ama sanki Ecevit biliyordu. “Hem ayranım dökülmesin hem gö-“
“Terbiyesizleşme,” dedi Ecevit ve kestirip attı. “Burası senin çöplüğün değil. Terbiyesizleşme.” Ben küfrederek baskınlığı eline almasını engelledi sandım ama Behçet denen adam döndü bana baktı.
“Bir kuru çayınız yok tamam, suyunuz da mı yok?” dedi gözlerimin içine bakarken. Alay ediyordu aklınca. Hakkı çaydanlığı kafasına vurmaktı. Yine de sabırla, döndüm arkamı ve ne kadar demlendiyse artık dediğim çay için bardak çıkardım. Çayları dökerken yanımda bir beden daha hissettim ve Ecevit aldığım iki çay bardağını da parmaklarının arasına geçirdi ve lavabonun içine bıraktı bardakları.
“Sana odadan çıkma dedim.”
Sesimi çıkarmadım. Yeni bir bardak çıkardı ve tezgâha koydu. Benim doldurduğumu kullanmadı. “Ben getirecektim,” dedim söylediğini duymazdan gelip. Yan bir bakış attı bana ve “Kahvaltı da hazırla istersen,” diye karşılık verdi ters bir sesle. Yemin ederim bu kadar aksi konuşmasa gerçek anlar ve hazırlamaya kalkışırdım.
Çayı dolduruşunu izledim sessizce. Kendine almadı elinde bardakla geri döndü, adamın önüne koyup kalktığı yere oturdu. “Şeker?” diye sordu adam alayla. Aslında evde şeker vardı ama Ecevit aksi gidecek ya, “Biz şeker kullanmıyoruz,” diye yanıtladı. Dudaklarını ıslattım. Doğru söylüyordu aslında kullanmıyorduk. Ecevit’in odasının önünde bir kıpırtı hissettiğimde oraya döndüm. Dünyanın en kedersiz gününe uyanmış gibi miyavlaya miyavlaya bir avuç karartı çıktı odadan. Herkesin dikkati kısa bir an orada kalsa da benden kimse umursamadı. Artık sadece ben kediyi izliyordum. Kenara çekildim mama yemeye giderken bana sürtünmesin diye. Kontrolsüz bir tepki verirsem bu ortama uygun kaçmazdı şimdi.
“Evli misiniz?” diye sormasa ben kediyi izlerdim yemek yerken boğulmasın diye. Bakışlarımı yeniden onlara çevirdim. Adamın gözü önce Ecevit’in ellerinde sonra benim ellerimde dolandı. Sanırım yüzük aradı.
“Senin tam olarak derdin ne, açık açık konuşalım artık benim tadım kaçmaya başladı.”
“Değilsiniz. Bekar hayatı,” diye kendi sorusuna kendi üslubuyla cevap verdiğinde belki de bu kadarı bile yeterdi Ecevit’i öfkelendirmeye ama adam ağzının içinde arsızca “Güzel,” diye mırıldanınca ben de kendimi çok rahatsız hissettim. Geldiğinden beri gözlerini benden çekmeyen bir adam için bunun güzel olması ne demekti? Neyi ima ettiğini hissedebiliyordum. Ecevit’in koltuğun üzerinde duran elinin yumruk oluşunu ve yüzündeki kasların aynı anda nasıl şekil değiştirdiğini gördüm.
“Ne dedin sen?” diye sordu. Öyle bir soruyordu ki sanki onun yanlış duyma ihtimali en iyisiydi. Behçet’in suratındaki lakaytlık sinsice çıktığı yere geri girdi. Onun gözünde ilk cinayetini çocukken işleyen, konum olarak muhtemelen kendinden üstün olan abisinin arkasında durduğu bir adam vardı.
“Evli adamlarla iş zor yürür. İyi güzel, bekar adamsın.”
Ben bir aptal ya da iyi niyetli olup buna inanabilirdim ya da Ecevit’in öfkesini bastıracak bir açıklama diyerek avunabilirdim. Bu adamı hayatımda kaç kere görecektim? Ecevit’in şimdi burada bir şey yapması ve dışarıdaki adamların buraya girmesinden daha kötü değildi adamın yaptığı geri vitesi kabul etmesi. Ama işte ben bazen Ecevit’in vitesinin asla geri alınmadığını unutuyordum.
Başını bana çevirdi ve ürkütücü bir dikkatle göz kontağı kurdu benimle. “Odaya geçer misin?” Sonunda soru işareti olan her cümle elbette ki soru cümlesi değildi. Dudaklarını aralayacak gibi oldum ama kaşlarını kaldırdı, bu itiraz etme demekti. Burada kalmam adamı daha kışkırtıcı bir cümleye itebilirdi. Ecevit’i kontrolsüzlüğe itebilirdi. Gözlerimi kırpıştırdım ve derin bir nefes aldım. Odaya doğru adımlarken Ecevit arkamdan, muhtemelen ona kurulmayayım diye, “Teşekkür ederim,” dedi.
Odaya girdim, kapıyı kapattım ama dibinden ayrılmadım. Sesleri duyayım diye. İlk kez, üzerimde Ecevit’in kıyafetleri bana kötü hissettirdi. Ya da hissettirmeye kalktı ama ne zaman ki kollarımı birbirine sardım kıyafetlere sarıldım bir noktada bu his uçup gitti. Ben fısıltılar duyuyordum ya da tamamen zihnimin uydurmasaydı. Emin değildim. Alt dudağım parmak uçlarım arasında ezildi. Hiçbir şey duyamıyordum. Birbirlerini dövmediklerine göre fısıldayarak yakın mesafeden konuşuyorlardı. Dakikalarca kapı önünde bekledim. Tek bir şey bile duyamadım. Bir yerden sonra normal tonda konuşmaya geçtiler. Ecevit ondan önce ne söyledi, ne karşılık aldı bilmiyordum.
“İhtiyaç karşılamayacaksan bize ihtiyacın olmayacak,” Cümlesini zorlukla seçtim. Ecevit kurmamıştı bunu. Ecevit sanırım benim dinlediğimi tahmin ettiği için kısık sesle konuşuyordu. Sinsi, ucube.
Artık kulağım kapıya yapışmak üzereydi. Ecevit’in sesini biraz olsun duyamıyordum. Yazarak mı cevap veriyordu bu adam? Odaya ilk geldikten sonra konuştukları umurumda değildi, tek derdim şimdi ne konuştuklarıydı. Adamın Ecevit’ten ne isteyeceğiydi. Ecevit’in bu destekten vazgeçebileceğini sanmıyordum. Senelerdir hapisteydi, çıkalı iki yıl olmuştu. Kimseyi tanımıyordu, ona iyi kötü her an yardım edecek ve aynı zamanda güçlü biri yoktu. Bazen bize açılmayacak kapılar Cengiz’in adıyla açılıyordu. Biz o pavyondan onun adıyla çıkmıştık. Hiçbir kuvvet bizi oradan çıkaramazdı. Ecevit vazgeçmezdi. Melike’yi bir an bile aksatacak şeyi kabul etmezdi. Normal koşullarda yapmayacağı her şeyi Melike için yapardı. Kendi canını da güvenliğini de umursamazdı.
Toplasam üç cümle daha ancak duydum. Biri bile sinsi Ecevit’e ait değildi. Adam, kontrol edeceksin dedi, sen sağlayacaksın onu dedi, kendi bileceğin iş kimse senin kafana silah dayamıyor, emir de verdiğim yok dedi. Daha da başka bir şey duymadım. Ne kabul etmiş ne de etmemiş gibiydi bu konuşmalar. Ecevit’in kabul etse bile el pençe kesilip hadi söyle ne yapacağımı diyeceğini sanmıyordum zaten. Tek seferlik bir şey mi istiyordu yoksa genele yayılacak isteklerde mi bulunuyordu onu da bilmiyordum. Sadece kolyemi sıkıca tutacak kadar korkuyordum. Kendimi korumaktan daha büyük bir Ecevit’i koruma içgüdüm vardı. Gözlerim yatağa kaydı. Dün gece beraber uyuduğumuz yatak hâlâ dağınıktı. O dağınıklığı, çarşafların kırışıklığı, yastıkların birbirine girmesini, yorganın üstümüzde aldığı şekli incelemek, kapı önünde dikkat kesilmişken dış tarafa, beni adını koyamadığım hislere bulandırdı. Utandırmak desem değil, mutluluk sanırım değil, göz kaçırmak istediğim ama dikkatle de bakmayı sürdürdüğüm bir histi. İkimizin bedenini hayal ettim bir gece vakti yatakta. Dışarıdan bize bakmak zor olmadı. Ben her an kalkacak ya da kovulacak kadar eğreti uzanırken Ecevit tüm yatağa sahip çıkmıştı. Neredeyse cenin pozisyonu almışken Ecevit’in sinesine yakın yerdeydi yüzüm. Orada uyuyordum. Ecevit’in elleri saçlarımdan önce boynuma dokundu. Boynum… Nasıl anlatılırdı ki bu? Hay aksi, ne desem, nasıl anlatsam da yanlış kelimeleri ya da eksik kelimeleri söylemesem? Boynumda gezdirirken parmaklarımı, içimden boğazıma doğru nükseden şeyin ne adını ne de sanını biliyordum. Sadece iç gıcırdatan, sıcak bir titreklik veren, çok yoran ama hissetmek için de çok arzulanan tuhaf şeyin adıydı. Evet bu yalnızca boynumla alakalıydı. Bir başka dokunuş bu hissi verirse bu ne olur kestiremiyordum.
Saçlarım tüm gece taranmış kadar akıp gidiyordu parmaklarımdan. Ne bir düğüm ne bir kargaşa vardı. Yumuşacıktı. Gözlerim kapanmıştı, kapı aniden arkadan itilip açılınca o buhran ya da o mutluluk, o büyü ya da etki kapının açılmasıyla geriye doğru sendeleyince bozuldu. Gözlerim açıldı ve dengemi korumaya çalıştım. Ecevit’in koca eli kapının kolundayken geriye doğru sendeledim. “Pes sana!” dedi sanki bu kapıyı açarken arkada olduğumu bilmiyormuş gibi. “Kapı mı dinliyorsun sen?”
“Özellikle kısık sesle konuştun değil mi?”
“Eldeki malzemeyi biliyorum.”
“Ne konuştunuz?” dedim umursamadan.
“Bir şey konuşmadık. Hadi kahvaltı hazırla, çok meraklısın ya.”
Gözleri kısa bir an yatağa takıldı ama geri çıktı odadan. “Nasıl bir şey konuşmadık? Konuştunuz. Sana bir şeyler söyledi duydum. Anlat bana da, ben adamın yanında seni bozmamak için girdim odaya. Yoksa hayatta girmezdim.”
Ben bu cümleleri kurarken o sigarasını yakıyordu. Eli havada, sigarası dudaklarının arasında kaldı. “Odaya girmezdin de elin adamına çay mı koyardın?”
“Adama kalk da çayını kendin mi al diyecektik?”
“Benim ellerim armut mu topluyor?”
“Benim de toplamadığı için ve mutfağa yakın olduğum için ben koydum.” Kasten yapıyordu, konuyu değiştirip sorularımdan kaçmaktı amacı, bana unutturmak istiyordu ama farkındaydım. Yine de hem onunla kavga eder hem de sorularımı sorardım. Yapabilirdim.
Ellerime baktı ve yine ne diyeceğini şaşırdı. Çenesinin kilitlenmediği anlarda da kelimeleri toplayamıyordu. Bir duygu vardı ki içinde her ona maruz kaldığında direkt olarak diline vuruyordu. O anlarda çok çaresiz duruyordu. “Ellerin armut toplamasa da…” Çayı işaret etti ama cümle devamı gelmedi. “Ellerin armut toplamıyor diye çay koymak zorunda mısın elin adamına? Gereksiz münasebet bunlar. Sen anlamıyorsun değil mi?” Dilini dudaklarına sürttü ve omzunu kütletti. “Bu münasebetler sıkıntılı münasebetler. Fark etmiyorsun sen.”
Konuyu münasebete de getirince daha fazla izin vermedim ve “Ne konuştunuz elin adamıyla?” diye sordum.
“Seni ilgilendirmeyen şeyler.”
“Ecevit ne istedi senden?”
“Kimse benden bir şey isteyemez,” dedi bir bardağa çay koyarken. “Kahvaltı hazırlamayacaksan hazırlanıp çıkacağım.”
“Cevap ver bana. Adam senden ne istedi? Beklentisi ne? Yapmazsan ne yapabilir?”
Sesli bir nefes aldı ve tavana baktı. “Allah’ım hesap soruyor,” dedi. “Hesap soruyor kafayı yiyeceğim, hesap soruyor.” Elimin altında bir şey olsa üzerine fırlatacaktım da neyse ki elimin altı boştu.
“Hesap sormuyorum, soru soruyorum! Ecevit çok tehlikeli insanlar,” dedim. “Çok tehlikeli insanlar. Dün o hastanede yığınla adam vardı.”
“Benim de gözlerim görüyor,” dedi sadece ve sigarasını söndürdü. Çayını aldı ve odasına doğru girdi. Derin bir nefes aldım, kahvaltısız çıkmasın istiyordum evden. Henüz daha gömülmemiş bir adam vardı, oraya gitmesi gerekiyordu ve o adamın Ankara’ya gömülmesi gerekiyordu. Dünden kalmış yemekleri topladım. Pilav bozulmuştu. Döktüm hepsini. Masayı toparlarken yeniden kapı çaldı ama ben bakmadan Ecevit çıkıp baktı. Ekmek ve gazete uzattı kapıdaki adam Ecevit’e.
“Sağ ol abi, sana da zahmet oldu,” dedi alırken. Adamla kısaca selamlaşıp kapattı kapıyı. Ekmeği masaya koyarken gazeteye bakıyordu. Pür dikkat okuyunca, o kaşlarını çatınca, suratını asınca ben de merak ettim gazeteyi. Kahvaltılıkları masaya bırakırken gazete manşetini okudum.
REKABETE KARŞITLIK EŞE SUSKUNLUK
Hemen altında Alparslan ve Bülent’in katıldıkları bir davetten dostça görünen bir fotoğrafları vardı. Birbirlerinden hiç hoşlanmazlardı. Alparslan belli bir yere kadar Bülent’i takmazdı ama Bülent öyle kirli bir hırs haline getirmişti ki onu adına bile tahammül edemiyordu, tam bir ezik, kuş beyinli ve içi boş bir tenekeydi. O yüzden en çok onun sesi çıkıyordu. Bu fotoğraf nasıl olmuştu da çekilmişti anlamıyordum. Kasti bir poz olduğu geldi aklıma. Sanmıyordum ki Alparslan’ın Bülent’e iki dakikadan fazla tahammül edeceğini ya da Bülent’in kuduracak bir şey bulmayacağını. Haberin devamını okudum.
Ulusal Mutabakat Partisi Grup Başkanvekili ve 10. Cumhurbaşkanı adayı Atilla Akın’ın kızı Firuze Akın’ın babası aleyhine yaptığı açıklamaların ardından gündem Akın ailesiyle sarsılmıştı. Yerel seçimlerde adaylığı konuşulan Firuze Akın’ın karşısına rakip olarak çıkacağı iddia edilen ve Firuze Akın’la evliliğe giden bir ilişki yürüttüğü söylenen Alparslan Yiğit dün Uluslararası Barış Gecesi Resepsiyonu — Ankara Barış Forumu 2011 gecesi çıkışı Bülent Akın’la kameralar karşısına geçti.
Birbirlerine tahammül ettikleri gibi bir de çıkışta kamera karşısına mı geçmişlerdi? Dayanamadım ve hıh dercesine güldüm. Ecevit’in bakışları bana dönerken gözlerim farklı bir yazı tipinde yazılan sol köşeye takıldı. Kambur Kalem adında bir mahlasla yazılan yanlışım yoksa Osmanlı Türkçesine yakın bir dille yazılmış köşe yazısıydı.
İlk cümleleri okuyor, anlamaya çalışıyordum ama ne zamanki yazının seyri değişti, Bülent için, “Bu şehzâde, çapsızın, ehliyetsizin teki imiş; elinden bir iş gelmez, eline geçen işi de allem eder, kallem eder, yine yüzüne gözüne bulaştırırmış. O da yetmez, bir de çalar çırparmış.” Cümlelerini okudum öncesi sonrası neyden bahsettiği ilgimi çekmedi ve sinirlerim bozulmuş gibi güldüm. Öyle keyiflendim, öylesine okurken zevk aldım ki başa sarıp bir kere daha okudum. Muhtemelen dava üstüne dava yiyecek olan bu anonim şahıs, ne yazsa dava yiyecekti zaten en azından hakkını vererek yazmıştı. Bülent’in bunu okurken yüzünün gireceği şekli görmek için feda edeceğim şeyler vardı. “Şerefini sikeyim senin.”
Ecevit orta yere, geldiği gibi öylesine, öfkeyle küfrettiğinde neye uğradığımı şaşırdım. “Ne?”
“Neye gülüyorsun sen?” dedi Ecevit. Bana mı küfretmişti? Tutuldum kaldım ve ona baktım. Gülüşüm soldu. “Kasten cevap vermemiş. Neyi komik geldi sana?” Ciddiyetle gülüşümü sorguluyordu.
“Kim neye cevap vermemiş?” diye sordum. O neden gülmüyordu da bu kadar öfkeyle küfretmişti? Bana küfretmesine ihtimal bile vermiyordum. “Okumadım ben. Kim ne demiş?” dedim ve diğer kısımları okumaya kalktım. Ecevit çekip aldı görüş alanımdan.
“Okuma,” dedi ve çekti gazeteyi. Parmak uçları kâğıdı sıkıca tutmaktan bembeyaz kesilmişti.
“Ben Bülent’e çapsız yazmalarına güldüm,” dedim ne çıkacağını bilmediğimden. Geçen seferki gazeteden sonra yine yalan bir haber varsa, ki artık ne yazabilirlerdi onu da bilmiyordum ama nasıl açıklanır biliyordum. “Kim ne demiş bakayım bir?” Gazeteye uzanmaya kalkıştığımdan tüm temasımı kesti. Aldı ilk sayfasını çekiştirdi ve yırttı. Ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyordu, hiçbir kelime tam değildi, hiçbiri cümle değildi.
“Bakma tamam.”
“Ya söylese-”
Artık yırtılmış olan gazeteden ne okuyabilirdim bilmiyordum ama cevabı Ecevit’ten duyabilirdim. Israrcı davranacaktım. Telefon çalmaya başlayınca ısrarım da yarım kaldı. Ecevit geçti gitti yanımdan odaya girdi ve telefon sesi kısa zamanda kesildi.
“Efendim?” Kapı eşiğinden ona baktım. “Saat?” Yeniden sustu. Avucunda yırttığı gazetelerin parçaları duruyordu. “Seni şimdiden uyarıyorum,” dedi Ecevit telefondakine. O ana kadar cenazeye dair bir telefon sanmıştım ben. “Olur da bir hinlik yapmaya kalkışırsan, cin olmadan adam çarpayım dersen mahvederim seni. İnsan gibi geleceğiz, konuşacağız gideceğiz. Aksi durumda ben de insanlığı bırakırım.”
Ecevit karşısından gelen sesi dinledi. “İyi,” dedi. Başka da bir şey demedi kapattı telefonu. Ben sormadan, “Seher,” dedi. Seher’in kardeşi olan Yıldız’a ve aslında Seher’in kızının resmiyetteki annesine, en son gittiğimiz evde iki gün zaman vermiştik. Seher’in bize ulaşması için iki gün. Şimdiyse o sürenin ikinci yani son günündeydik. Seher bizi iki gün daha aramasa fark etmezdik, cenazenin içinde iki günün de peşine düşmezdik ama bu da demek oluyordu ki tehdidimiz layığıyla yerine ulaşmış ve işe de yaramıştı. İki günü biraz olsun geçirmemişti. Bu da demekti ki psikolojik olarak üstündük.
“Akşam,” dedi sadece. Sonra elindeki gazetelere baktı, cümlesini tamamlamadı ve çıktı odadan. Elindeki yırtık gazeteleri kaldırdı. “Şu adamı o gün dövseydim, bugün böyle konuşmayacaktı.” Cevap vermedim çünkü ne konuştuğunu bilmiyordum. Ayrıca, yine konuşurdu sandığının aksine. “Ama yok, Firuze Hanım illaki araya girecek, çomak sokacak.” Elindekileri çöpe sıkıştırdığında masadaki kahvaltılıklara baktı. Hanım demesini göz ardı etmeye çalıştım çünkü hiç güzel bir hanım değildi bu. Cici bici hissettirmedi. İğneledi beni.
Odaya girince kapıyı örttü. Üzerini değiştirecekti. Kahvaltı etmeyeceğini anladım. Birkaç dakika sonra siyah kazak, siyah kot pantolonla çıktı. “Akşam geleceğim, yedi sekiz gibi,” dedi. Kabanını da giydi. Dış kapıya doğru gidince son anda durdu ve geriye doğru bir adım geldi. O vakte kadar, uyandığımızdan bu ana kadar, dün gece ne onun ne de benim hatırımdaydı sanki. Ne o benim gözlerime bakınca ne de ben onun gözlerine bakarken aynı yatakta nefes aldığımızı anımsamıyorduk. Kısacık bir ana sığdırdık tüm geceyi. Ansızın dönünce bana, göz göze gelince, bakınca gözlerime içli içli, dün gece tek kimsesinin ben olduğumu hatırladım ve sanırım o da hatırladı. Yüzümü inceledi. Evet, o da hatırladı. Gözleri boynuma dokundu sonra hızla gözlerime baktı ve soluklandı.
“Kahvaltını et,” dedi yalnızca. “Tamam mı?”
Ben de tıpkı onun gibi soluklandım. O da benim hatırladığımı fark etti. “Tamam,” dedim. Gülümsedim.
***
Seher bizi en iyi ihtimalle pavyona çağırmıştır diyerek Ecevit’in evinde kalan siyah eteğimin üzerine siyah body giymiş, üzerine kaban almış, altıma çizmelerimi çekmiştim. Yine Ecevit’in evinde kalan makyaj malzemelerimle yüzümü renklendirmiştim. Kabanımın kuşağını sıkıca bağladım çünkü Ecevit’in evinde bir çorabım kalmamıştı. Çizmenin örtmediği bacaklarım çıplaktı ve hava çok soğuktu.
Bugün İnci’yle konuşmuştum. Kendisini daha iyi hissettiğini söylese de kapatmadan önce, ne zaman geleceğimi sorunca, tam da Melike için hazırlanıyorken kalbim çok ağrımıştı. Bu Melike’ye yapıyorum, kardeşime yapmıyorum ağrısı değildi. Yalnızca Melike’nin nasıl Ecevit’e ihtiyacı varsa, çok güzel bir hayatta bile olsa, İnci’nin de bana ihtiyacı olduğunu hissetmiştim. O üzmüştü beni. Biraz da regl olmanın etkisiyle ağlamak istemiş ve ağlamıştım. İlk fırsatta gidecektim kardeşimin yanına. Ama önceliğim, sıcak bir yuvada olduğuna emin olmadığımız Melike’ydi. Biliyordum, İnci’nin yanında annem ve babam vardı.
Ecevit arabanın fenerlerini yaktı üzerime doğru. Adımlarım daha da hızlandı ve bindim araca. Kemerimi bağlarken, “Nereye çağırdı?” diye sordum.
“Sence?” dedi.
“Pavyona.”
“Tabii… Bayadır gitmiyoruz, özledik sandı.”
Göz devirdim ama kıkırdamamın da önüne geçemedim. Aklımdaki soruları sormak için ilk fırsatı bekliyordum. O yüzden yüzümdeki gülümseme de eğreti duruyordu. Aklım başka bir yerdeydi çünkü. Ecevit arabayı sürmeye başladığında soluklandım. Ellerim kucağımdaydı, o söyler belki diye bekliyordum. Bu Behçet denen adamı ikna etmişler miydi? Cenaze gömülmüş müydü? Bilmiyordum, tüm gün de merakım bu olmuştu.
“Şimdi bu kadın yine bir şey söylemezse?” diye sordum sessiz durmadan.
“Kardeşinin ailesini yıkar,” dedi Ecevit rahatça. Dudaklarımı öne doğru uzattım ve bacak bacak üstüne attım.
“Peki kardeşinin ailesini yıkmak onun için o kadar da önemli değilse?”
“O zaman bizi neden çağırdı?” diye bir karşı argüman sundu. Evet iki gün içerisinde bizi çağırıyor olması, en son gittiğimizde birbirine giren mekanını sindirip yeniden bizimle görüşmek istemesi çaresiz kaldığını hissettiriyordu ama yine de ya istediğimizi bize vermezse ne yapacaktık?
“Mantıklı ama yeterli değil,” dedim. Ecevit başını kısa bir an bana çevirdi. O da farkındaydı. Sadece şansımızın yaver gitmesini istiyordu. “Ya yine de kardeşini gözden çıkarırsa? Sakladığı şey kendisi için kardeşinin ailesinden daha önemliyse mesela?”
Ecevit sıkıntıyla soluklandı ve yolu izlemeyi sürdürdü. Bir süre cevap vermedi. Bunu düşünmediğine ihtimal vermiyordum. Ki öyle de oldu, kısa bir sessizlikten sonra, “O durumda biz de okları onun ailesine çevireceğiz, bir tek kızı var. Kardeşinin ailesinden vazgeçer ama kızından vazgeçmez.”
Aklıma o yelloz, çirkef ve annesi kılıklı geldi. Nefesimi tuttum ve yola baktım. Çirkef de olsa, yelloz da olsa, annesi kılıklı da olsa, Melike’yle ya da İnci’yle akran sayılacak yaşlardaydı. Küçüktü ve suçu yoktu. Annesini o seçmemişti.
“Kıza ne yapabiliriz ki?” diye sordum çekinerek. Ecevit’in gözünü kararttığını biliyordum ama suçsuz bir genç kıza bir şey yapmayacağını da biliyordum.
“Koşullar ne gerektiriyorsa.”
“Ecevit o kız annesini seçmedi,” dedim hızla.
Aklındaki belki ufacık bir şeydi ama ucu çok açık konuşuyordu, istemsizce geriliyordum. Ecevit’e güvenmediğimden değil, o Seher şırfıntısının bizi hangi raddeye getireceğini tahmin edemiyordum.
“O kıza bir şey yapmayacağımı ben bilirim,” dedi Ecevit ve kendini işaret etti. Sonra eli bana döndü ve beni gösterdi. “Bir de sen bilirsin. Bunu sadece biz bilirsek geriye hiçbir sorun kalmaz. Önemli olan yapacaklarımız değil zaten, düşündürteceklerimiz. Korkması. Korkacağı eylemlerde bulunmak. Kıza bir şey yapmam ama o Seher’e,” dedi nefretle.
“Gerekirse kızının ölüsünü aratırım. Olmayan ölüyü arar. Çünkü ben senelerdir aynısını yapıyorum.”
Sandığımdan daha fazlasını düşünmüştü. Mesela kızının olmayan ölüsünü ona nasıl aratacağını. Bu çok fazla demedim. Çünkü bu denklemde korumak isteyeceğim tek kişi Yeliz olurdu. Annesi kılıklı çirkefti ama masumdu. Suçu günahı yoktu. Ona bir şey olmayacaksa ve Melike’yi bize bulduracaksa Seher de anneliği de canı cehennemeydi.
“Anladım,” dedim. “O zaman bu akşam da önüne bunun için mecbur kalırsak zarf atalım. Sonuçta bu kadın, kızının okuluna kadar girdiğimizi bilmiyor. Alttan alttan tehdit ederiz. Çok atıp tutmadan. O da düşünsün ne yapabilirler diye.”
Ecevit benden daha iyi kalır diye tahmin ediyordum ama elimden geleni yapardım. “Aynen öyle,” dedi söylediklerimi desteklerken. İçinden düşünmeye devam etti. Ben stres anında nasıl konuşarak anlatmak istiyorsam o da bir o kadar içine dönüyordu. Sessiz sakin dünyasında ölçüp tartıyordu her şeyi. Başımı cama yasladım ve o gideceğimiz yeri düşünürken ben yalnızca Cengiz’in cenazesini düşünüyordum. Yirmi dakika dayanabildim. Sonra sordum. O bana neden söylemiyordu ki zaten anlamıyordum.
“Cenazeyi gömdünüz mü?”
Nefesimi tuttum. Yalvarıyordum bu sorunun cevabı evet olsaydı. Gömselerdi ve artık bitseydi bu mevzu. Farah’ın kazanmasını istiyordum. “Hayır,” dedi ama o. Adeta yıkıldım ve bunu da yüzüm hiç gizlemedi.
“Bir cenazenin bu kadar bekletilmesi normal mi? Aptal mı bu adam? Kardeşi Ankara istiyor işte,” dedim hınçla. Karşımda olsa bir kaşık suda boğacaktım.
“O da kardeşi ya Firuze,” dedi başta. “Ama onun dışında aptal değil, alçak. Haysiyetsizin teki.” Farah direnemez de kaybederse ne olacaktı? İstanbul’a mı gideceklerdi? Bu daha yaşanmadan beni böylesine kötü yapıyorsa gerçekleşme ihtimalinde ne olacaktı? Nasıl aşacak, kabul edecek, kendime gelecektim? Ya da nasıl engel olacaktım? Böyle bir şansım mı vardı?
Sıkıntıyla yolu izledim. Geçen sefer beni bir panik atağın eşiğine getiren pavyonun ön kapısına yaklaştığımız sırada Ecevit’in telefonu çaldı. Annem benim hislerimin hep korkutucu derecede kuvvetli olduğunu, enerjimin de iç ürküttüğünü söylerdi. Farah’ın araması bir denk geliş değildi. Ben onun arayacağını hissetmiştim zaten. Ecevit tek eli direksiyondayken diğer eliyle telefonu açtı. Avucumu sıktım ve bacaklarıma bastırdım. Kalbim korkunç bir hızla atıyor, bulunduğu yeri zorluyordu. Nefesimi tuttum.
“Efendim? Evet evet söyle. İyiyim, sen? Tamam… Tamam… Anladım. Emin misin?.. Tehdit mi etti seni? Emin misin? Bak eğer ki… Tamam. Tamam sen bilirsin. Yok hayır. Olur. Olur tamam. Sen nasıl istiyorsan… Tamam Farah. Yok hayır ayarlarım ben. Tamam… Eyvallah. Yarın haberleşiriz. Görüşürüz.”
Yaklaşık bir iki dakikaya ancak tekâmül eden bir konuşma yaptı. Telefonu kapattığında arabayı da park etmişti. Kemerini çözdüğünde hiçbir şey söylemeden arabadan ineceğini anladım. “Neye karar vermişler?” diye sordum titrek bir sesle. Elim ayağım titremek için bekliyordu. Kulaklarım uğuldarken belki de bunun cevabını şimdi duymamalıydım. Sorduktan sonra çok pişman oldum. Keşke sormasaydım.
Ecevit bana baktı, göz göze geldik. Görüş alanım net değildi. Ağlamıyordum ama gözlerim parlıyordu biliyordum. Ecevit gözlerimi izliyorken fark etti söyleyeceği şeyin bendeki etkisini. Ben de anladım vereceği cevabı. O an, tam o saniye içimde bana sıkıca tutunan bir hayal, ağaçtaki son yaprak gibi düştü, gökyüzündeki son yıldız gibi söndü ve kalbim karanlığa gömüldü. Ecevit’in sesini duydum. “İstanbul’a gömülecek.”
Bu anı yalnızca hayal kırıklığı olarak anlatmak kendime yapacağım en büyük kötülük olurdu. İçimdeki tüm toprak kurudu, çoraklaştı. Bir gün sonrası için hatırımda kalan tek şey benden alındı ve o an öleceğimi hissetmedim, içimdeki ölümü hissettim. Nasıl anlatabilirdim bunu? Ne kadar uzatabilirdim ne kadar kısaltabilirdim? Tek kelimem yoktu ve sonu olmayacak kadar çok cümlem vardı. Tüm takatim çekildi bedenimden. İçimde öyle derin bir sessizlik vardı ki o küçük zilli bile konuşmuyordu. Cebinde Ecevit’le çizdiği kız kulesi vardı. Ona bunu nasıl kabul ettireceğim, onunla beraber kurduğum bu hayali ondan nasıl alacağım bilmiyordum. Yalnızca tek bildiğim şimdi değildi. Bir iki saat kadar ayakta kalmam gerekiyordu. Tek hayalim feci şekilde can vermemiş gibi, bir yetişkin gibi görevimi yerine getirmem gerekiyordu.
Gözlerimi Ecevit’ten kaçırdım ve hızla arabadan indim. Kuşağımın önünü açtım. Nefes alamıyordum. Sırtımı Ecevit’e döndüm. Başımı gökyüzüne kaldırdım ve ilk zehri akıtmak sonra da susmak için beş saniye verdim kendime. Yıldızları gördüm, bir, gözyaşım aktı, iki, elimdeki tek hayal öldü, üç, beyaz elbisem aklıma geldi, dört ve ölmek istedim, beş.
Beş saniyem bitti. Ellerimi göz altlarıma bastırdım gülümsedim ve Ecevit’e döndüm. Bunun yasını şimdi tutamazdım. Ecevit’e doğru olan adımlarımı aniden pavyonun bulunduğu sokağa art arda giren arabalar durdurdu. Bir an bana bu, kurşunlandığım günü hatırlattı ve o arabaların camlarından silahlı adamlar sarkacak sandım. Bunun zihnimde böyle kaldığını şimdi fark ediyordum. Lakin bu kez o üç araba durdu ve içinden bir ordu sayılacak kadar adam indi. Bu da en az ellerinde silahlarla camdan sarkmaları kadar korkunçtu. Ecevit beni arkasına çektiğinde, büyük bir tepki vermedi, bizi arabaya geri bindirmedi.
“Selamın aleyküm. Behçet abinin selamını getirdik,” dedi adamlardan biri. Elinde bir dosya tutuyordu.
“Sana aleykümselam ama Behçet abiden selam istemedik,” dedi Ecevit. Pavyonun önünü kontrol ettim. Birazdan onlar da yığılacaktı buraya.
Tehlikeyi sezmiş olmaları lazımdı. Ecevit’in telefonu yeniden çaldığında boşta olan eliyle cebinden çıkardı. Tek eli benim üzerimdeydi. Öne doğru çıkarım diye tetikte duruyordu. Ecevit telefonu açtı ama konuşmadı. Sadece dinledi. Tam o sıra adam elindeki dosyayı uzattı Ecevit’e. Ecevit telefonu kapatmadan dosyayı açtığında elini çekti benden. Ben de yaklaştım ve açtığı dosyaya baktım.
Dosyanın içinden bir zarf çıktı. Yardım ettim ben çıkardım zarfı. Kahverengi zarfın ağzı yapışkanla kapatılmamıştı. Yırtmadan açtım ve içindeki kâğıdı aldım bu kez. Ecevit’in de görebileceği şekilde yazarken Yeliz’in fotoğrafını gördüm. Altında tam olarak şu yazıyordu.
Anne adı, Seher
Baba Adı; Raşit
Raşit ismi başında Şeyh olmadan hiç tanıdık gelmedi bana ama Ecevit, “Şeyh Raşit’in kızı mı?” diye sordu şaşkınlıkla. Şeyh Raşit mi? Cevabı ben duymadım ama Ecevit’in duyduğuyla yüzünden daha ciddi bir şaşkınlık geçti. Yeliz, Seher’le Raşit’in kızı mıydı? Kız babasını biliyor muydu? Daha da önemlisi baba kızını biliyor muydu? Ecevit bir şey söylemeden telefonu kapatıp bana baktı. Biz Raşit denen adamın kızıyla mı dip dibe girmiştik? Ağzının içinde küfürle mırıldandı. Ecevit elindeki dosyayı ve zarfı arabanın içine bıraktı ilk şaşkınlıktan sonra.
“Biz burada olacağız Ecevit Bey. Bir kısım da içeride müşteri olarak oturuyor. İşinizi halledin çıkın, bir isteğiniz olursa buradayız. Dediğim gibi Behçet abinin selamı var.”
Cengiz’in gölgesi bir adım Ecevit’in gerisindeydi. Belki hapishanede olduğu için belki bunu bizzat Ecevit tercih ettiği için ama şimdi, bu sabah tanıştığımız adam bizim bir adım önümüze rahatlıkla geçebildiğini gösteriyor, adeta boy gösterisi yapıyordu. Biz ondan yardım istememiştik, Ecevit’in bunları ona anlattığını da hiç sanmıyordum ama Ecevit’in şimdiye kadar yardım istediği herkes bir noktada artık bu adama hizmet ediyordu. Güç bedenimde korkuya ve unutkanlığa sebep oldu.
Ecevit söylenilenlere yanıt vermedi. Elini bana uzattı sadece, sıkıca tuttu elimi. Şimdi o benim elimi sıkıca tutarken ve ben şaşkınlıktan unutmuşken yeniden anımsar gibi oldum. Kalbim öylesine kan akıtıyordu ki Ecevit’in elini bile onun kadar sıkı tutamadım.
Geleceğimizi bildikleri için galiba kimse bir yerde durdurmadı bizi. Sadece iki adam bize eşlik etti ve yolu yürüdü. Geçen sefer dağılan ortalıktan eser yoktu. Geçip giderken Ecevit’le dans ettiğimiz yere baktım yalnızca. Kapılardan geçe geçe Seher’in odasına vardık. İçeri girdik. Bizi görünce ayağa kalkmadı ya da herhangi bir tepki vermedi. Yayıldığı koltuğunda yine en iğrenç şekilde oturuyordu. Oturacağımız yeri işaret ediyordu sanki biz bilmiyormuşuz gibi.
Ecevit’le aynı anda oturduk. “Amma da vakit oldu, ne haber görüşmeyeli? Özledin mi bizi?” diye sordu Ecevit geriye yaslanırken. Bacak bacak üstüne attı ve Seher’e baktı. Karşısındakini çılgına çevirten bir rahatlık ve alay vardı ifadesinde.
“Bu hikâyenin sonu size iyi olmayacak,” dedi Seher. Bize, bizi ilk fırsatta öldürecekmiş gibi bakıyordu. Hatta Ecevit’e rahat bir ölüm bile vermezdi elinde olsa.
Ecevit başını geriye atarak kahkaha attı. Bu kadar sinir bozmasak da olurdu zaten. Konuşup çıkmalıydık hemen. Hemen… “Ya bana masal anlatma Seher. Bir varmış bir yokmuş, öyleymiş böyleymiş. Kafamızı sikme gece gece. Ben sana elimi kolumu sallayarak buradan çıkacağım dedim, çıktım. Ben buraya elimi kolumu sallayarak gireceğim dedim girdim. Geç bu ayakları.”
“Son gülen iyi gülecek,” dedi bu kez.
“Öyle böyle. Tamam. Hadi bakalım. Gelelim sebebi ziyaretimize. Canım sıkıldı benim, başlayalım. Şimdi plan programı anlatıyorum sana. Soru soracağım, cevap vereceksin. Sonra biz çıkacağız, bir daha da birbirimizi görmeyeceğiz. Tamam mıyız?”
Kadın cevap vermedi, öylece yüzümüze baktı. “Tamam kabul ediyorum. Raşit için, 99 senesinde gizli tanık oldun mu?”
Kadın yine ismi duyar duymaz tetiklendi. “Oldum,” dedi sadece.
“Güzel. Şimdi bana ifadende ne söylediğini söyleyeceksin mevzu burada kapanacak.”
Kadın dudaklarını yaladı. O evinden çıkan ve kızını arabaya bindiren modern kadın gitmiş, varoş bir kadın geçmişti karşımıza. Saçı makyajı, kıyafetinin rengi… Hepsi birbirinden avamdı. Bunu kasten yapıyordu muhtemelen. “O dönem geneleve geliyordu. Orada bizim kızlara anlatıyormuş bazen bu çocuk kaçırma mevzularını, onları anlattım.”
Ezberlenmiş cümleleri söylüyordu. Normal koşullarda da inanmazdık da, şimdi çocuğunun babasından geneleve gelen adam diye bahsetmesi iyice kesinleştirdi yalan olduğunu.
“Kaç ifade vardı Firuze hatırlıyor musun?”
“Bununki hariç altmış iki.”
“Hatırladığın bir hayat kadını ifadesi var mı?” dedi ve rahatça çürüttü. Tabi Seher, yalanlarını bizim bildiklerimize göre ayarlamadığı için en başından patladı. O altmış iki ifadeyi de okuduğumuzu tahmin edemezdi. Yüzündeki soluşu gördüm.
“Hayır yoktu. Senin var mıydı?” diye sordum. O beş saniyeden sonra bir robot gibi davranıyordum.
“Tüh benim de yoktu. Koskoca savcı, gizli tanığın ifadesinden sonra olayı bizzat duyan kadınların ifadesini almamış. Görüyor musun sen bu işi?” dedi ve Seher’e döndü. “Seher, Seher… Hadi biraz daha masal anlat. Develer tellal, berberler pire. Hadi anlat al hevesini daha gerçekleri konuşacağız.” Bir süre durdu ve kadının yanıt vermesini bekledi. Hiçbir tepki vermiyordu.
“Altmış iki ifadeye ulaşacak kadar eliniz kolunuz uzun da benim ifademi mi bulamadınız?”
“Ne söylediysen artık, yok etmişler senin ifadeyi. Olsa ben bulurdum zaten, gelip senin şu meymenetsiz suratını çekmezdim. Bak ben sıkılmaya başladım, bak ben sıkılırsam sıkarım. Hadi anlat. İfadede ne söyledin?”
Seher yenide sustu. Bu şekilde kontrolü kaybetmiyordu ama çok sık yutkunuyordu. “Kardeşinin selamı var bu arada,” dedim ben de. “Senin yediğin boklar yüzünden ailesi dağıldı dağılacak. Ne yapalım Seher, yıkalım mı?”
“Sikimde değil,” dedi açıkça ve beklediğimi bana verdi. Mantıklıydı ama yeterli değildi. Bu kadın hiç aile umursar mıydı?
“Demek öyle şeyler anlattın ki şimdi zamanında sana yardımı dokunmuş kardeşini riske atıyorsun. Vay canına. Bak benim merakım şimdi arttı. Anlat hadi bekliyorum.”
“Anlatmıyorum lan,” diye bağırdı patladığı yerde. “Ateş olsanız cürmüm kadar yer yakarsınız. Sikerim yapacağınız işi. Siktirin gidin mekanımdan. Elinizi ardınıza koyun.”
Bizi söyleyeceği tek bir yalanla o kadar kandıracağına inanmıştı ki elinde başka yalan yoktu. Anında çirkinleşti. Ecevit’e baktım, ne yapacağımızı o seçecekti. Ya planladığımız gibi kızını öne sürecek göz korkutacaktık ya da kapıdan girmeden aldığımız haberi kullanacaktı Ecevit. Ben şimdi iyi bir seçim yapamazdım.
“Tamam kalkalım. Hadi Firuze, çay bile ikram etmedi. Böyle ev sahibi mi olur? Biz bir şans verdik, kullanmamayı tercih etti.”
Ecevit yerinden kalktı ve benim de kalkmamı bekledi. Çıkacak mıydık hemen? İkisini de yapmayacak mıydık? Kafasındakini çözemiyorduk. Kalktım ben de. Kapıya yaklaşmışken Ecevit kapıya döndü. “Ya bu arada senin mezhebin ne geniş anasını satayım. Başka adam mı kalmadı? Sen onun bunun koynuna soktuğun adamdan çocuk mu yaptın?”
Bunu söylerken Ecevit öyle acımasız ve alaycıldı ki bu kadın Ecevit’in elinin altında, alnına silah dayalıyken bile bu hale gelmemişti. Sırtından üç kurşun yedi sanki. Hepsi de ayrı ayrı önünden çıktı. Hiçbir şey ama hiçbir şey onu şimdiye kadar bu hale getirmedi. Düşecek sandım.
“Düşünsene baban azıp geneleve geliyor, orada kucaktan kucağa dolaşıyor, erkek orospusu oluyor. Sonra seni de oranın sahibiyle yapıyor. Ben böyle kaderin amına koyayım. Ne denir ki? Kızı biliyor mu acaba babasını?” Bunu bana soruyordu.
“Sanmıyorum,” dedim. Sonra ekledim. “Acaba babası kızını biliyor mudur?”
Ecevit cıkladı ve başını geriye doğru attı. “Sanmam. Böyle erkek orospularının çok çocuğu olur. Nereden bilsin? Çocuklara yazık oluyor. Neyse hadi gidelim, bakarsın bir baba kız kavuşması yaratırız,” dedi ve eli kapıya uzandı. Tek bir şey, Behçet Atmaca’nın bize sağladığı tek bir bilgi bize küfürler savuran bu kadını ince bir ipe dizmişti. Kadın yerinden nasıl kalktığını anlamadı. Öyle bir yürüdü ki üzerimize ben saldıracak sandım. Saldırdı da. Bunları Ecevit söylese de ilk temas bana oldu. Savurmak istedi adeta beni bağırarak. Ecevit araya girmese yapacaktı da.
“Siktir git lan!”
Arkasına çekti beni Seher’in kuduz gibi etrafa saldırmasını izledim. “Kimsiniz lan siz?” diye bağırıyordu. Bizi öldürmek istiyordu ama yapamıyordu. “Kimsiniz lan siz? Kimsiniz!” Ecevit’in yakasına yapışmak istediğinde Ecevit onun yakasına yapıştı ve sırtını duvara çarptı. Dirseğini boynuna bastırırken Seher nefes nefeseydi.
“O ifadede ne söyledin de o adamı korumak için ifadeni yok ettiler? Söyle yoksa ortalığın anasını sikmezsem namerdim.”
Kadın nefes alamıyordu ama Ecevit biraz olsun geri çekmiyordu kolunu. “Söyle!” diye bağırdı. Kadın konuşmadıkça Ecevit deliriyordu. Melike’ye gidecek adımı atamıyorduk. Farkındaydım. Bunu gördükçe daha da kontrolden çıkıyordu. Kadın elinin altındaydı, ağzından çıkan tek şey yeterdi bize. “Söyle lan, söyle! Ne anlattın da korudular o adamı?”
“O adamı korumadılar,” dedi Seher nefes nefese, inleyerek. Ecevit kolunu gevşetmiyordu. “Ecevit bırak konuşsun!” desem de etki etmedi. “O adamı korumadılar,” dedi. “O adamı değil, Mümtaz Asa’yı korudular. O adamı korumadılar!”
Mümtaz Asa.
Bu isim bu odada en çok benim için tanıdıktı. Bu odanın içinde, o adamla aynı sofraya oturmuş tek kişi vardı. O da bendim. Mümtaz Asa. Ulusal Mutabakat Partisi eski ve en uzun süreli genel başkanı. Babamın, partideki koltuğunu sağlamlaştıran, bugün babam hâlâ partideyse o adam sayesindeydi. Mümtaz Asa. Yüzü belirdi gözümün önünde.



Gazetelerde birkaç seferdir padişaha rakip aranıyor Ankara seçimleri falan çok konuusluyo bence Firuze seçimlere aday olucak
O haddini bilsini kime dedi ya ay çok iyi bölümdü nasıl bekliycez şimdi
Firuza balim ya bebegim🥹
Firuze neden bu kadar yüreğimi sızlatıyor ya??? Kalbimi sıkıştırıyor resmen. Ah Firuze🥺
Okurken o kadar çok ağladım ki ben bile şaşırdım bu kadar kalbime dokunmasina