top of page

on altı kasım bin dokuz yüz doksan iki

  • Yazarın fotoğrafı: Dilan Durmaz
    Dilan Durmaz
  • 23 Kas
  • 8 dakikada okunur

16 Kasım 1992’den sonra

 ilk

16 Kasım,

2008

Ankara.


Ali Ecevit dün gece hiç uyumadı.


Dışarıda geçirdiği vaktin, dört duvar arasında geçirdiği vakti geçmesi için altı aydan dört ay eksik kadar daha vakit geçmesi lazım. Gökyüzünü tel örgüler arasında görmeyeli dört ay oluyor, henüz alışmadı. İnsanlar ona, büyükler, küçükler- Ali Ecevit hapishanenin en küçüğüydü hep, sonra o kadar çok sene geçti ki ondan küçükler olmaya başladı, abi sıfatını annesinin doğurduğu kardeşiyle değil, içerideki küçük mahkumlarla kazandı- iyiler, kötüler, suçlular suçsuzlar diyorlardı ki; dışarıdan bir hayat var Ali Ecevit. Kuşlar uçuyor, bahar geliyor, güzel yemekler pişiyor, iyilik de kötülük de gırla, güneş her sabah doğuyor, korkma dışarıda seni bekleyen bir hayat var.


Ali Ecevit, dört aydır o hayatı daha bulamadı. Bazen, bazı sabahlar uyandığında, yine o kuru yatağı arıyor, ayrı tabaklarda yemek yemeyi yadırgıyor, gözleri tabldot arıyor, öğlen saat on ikiyi vurunca gökyüzünü görmek için çabalıyor, kıyafetlerini elde yıkamamaya yeni yeni alışıyor, yemek saatlerini değiştiremiyordu. İnsanlar ona yalan söylemişlerdi. Dışarıda onu bekleyen bir hayat yoktu. Bazen, bazenleri, keşke hiç çıkmasaydım o delikten diyordu. İnsanların, insan gibi yaşayan insanların yanında bir yabani gibi duruyordu. Bir hayvan, bazen yırtıcı, bazen ürkek ama asla bir insan değil, bir hayvan gibi hissediyordu kendini. Bu dünya, bu ülke, bu şehir, geçtiği sokaklar, batan güneş, doğan ay, bunlar artık Ecevit için değildi. Bu dünya, bu ülke, bu şehir, geçtiği sokaklar, batan güneş, doğan ay da artık Ecevit’i istemiyor değildi, unutmuştu. Ona eve gelen yetim bir çocuk gibi davranıyorlardı. Yetim dendiyse merhamet anlaşılmasın sakın, evdeki artan bir boğaz, lokması sayılan bir besleme, varlığı zarar bir müsvedde gibi. Artık her şey, insan için olan her şey, başkaları içinde. Ecevit o başkalarından değildi.


Bugün 16 Kasım 2008, Ali Ecevit 26 yaşında.


Çizme üstünü, izi kalmasın. Sil.


Bugün 16 Kasım 2008, Ali Ecevit 28 yaşında.


Bugün 16 Kasım 2008, Firuze 23 yaşında.


Çiz altını, vurgula. Sakın silme.


Bugün 16 Kasım 2008, Firuze 23 yaşında.


Ecevit çıktığı evin sokağından caddeye kadar yürüdü. Elleri cebindeyken göz göze geldiği herkes onun dört ay öncesine kadar hapisten çıktığını anlıyor sanıyordu. Bu öyle sahici bir sanmaktı ki, adının Ecevit olduğundan daha emin, onun yüzüne bakanın her şeyi anladığından. Hatta, vatan haini olduğunu bile yanından geçen fark ediyor sanıyordu. İnsanlardan uzak yürüyordu, kimsenin yanına oturmuyor, sıra bekleyecekse birkaç adımdan aşağı yaklaşmıyor, bir çocuğa gülümsemiyor, bir yaşlıya selam vermiyordu. Bunlar kendini insanlardan koruduğu için yaptıkları değildi, insanları kendinden korumak için yaptığı şeylerdi. Özellikle çocuklardan ölesiye uzak duruyordu. Geçen günlerde bir bebek, annesinin kucağından sarkan, güzel, tatlı, önde iki dişi çıkmış bir bebek Ecevit’i görünce bir gülmüştü bir gülmüştü ki dönüp herkes onlara bakmıştı. Elini uzatıyordu Ecevit’e, küçük parmaklarıyla bu adam ona dokunsun diye annesinin kucağından iyicene sarkıyordu, gülüyordu, şakıyordu. Ecevit oradan nasıl kaçacağını şaşırmıştı. Tövbe estağfurullah hiç ister miydi kendi çocuğuna 16 yıl hapis yatmış bir katilin dokunmasını? Tövbe estağfurullah.


Bir dolmuşa bindi, geçti en arkaya oturdu. Bugün 16 Kasım’dı. Doğum günü olduğunu anımsamıyordu. Sahiden ama, öyle unutmuş gibi yapmıyordu. Ecevit için 16 Kasım doğduğu gün demek değildi. 16 Kasım deyince aklına gelenleri sayacak olsa doğdum demezdi. Ama kimin doğum günü olduğunu çok iyi anımsıyordu. Bugünü özellikle mi seçmişti? Hayır dese yalan olurdu pek tabi. Bugünü bazı insanların ne şekilde kutladığını, neler yaptığını, pastasını kaç mumla üflediğini, ne giydiğini, ne kadar güldüğünü, kimlere sarıldığını korkunç bir hırsla, hınçla, nefretle merak ediyordu. Sefalet içinde geçinen bir halkın, televizyon karşısında, kırk çeşit yemekli sofralarda oturan krallarının, padişahlarının attığı kahkahaları izlerken hissettikleriydi kalbinden geçen. Öyle büyük bir hınçtı ki bu, insanlar 16 Kasım’da ölsün istiyordu. Tam 16 Kasım’da mumlarını üflemeden önce, kahkahalarının arasında, kanı akmadan ölsün istiyordu. 16 Kasım’ı mutlu geçiren herkes ölsün istiyordu.


Gözlerini kapattı. Elinde bir adres vardı. Birkaç kez gitmişti de ama durduğu, beklediği yoktu. Cesur mu değildi? Bilinmezdi. Hazır mı değildi? Muhtemeldi. Bugün orada mı olacaktı? Belki de. Yalnızca bugün, oraya geleceğini biliyorum diyecek kadar hissediyordu. Bugün oraya gelecekti. Belki, bir tesadüf olur, orada ölürdü. Kim bilir. Ecevit’in gözünün önünde, orada, hiç kanı akmadan, en mutlu olduğu günde, doğduğu günde, 16 Kasım’da.


Dolmuştan indi. Ümitköy’ün sokaklarında yürümeye başladı. Çok hızlı yürüyemiyordu. Bazı insan özellikleri, körelmişti ya da gelişmemişti. Gerçi küçükken futbol oynarken çok hızlı koşuyordu. Gelişmemiş değil, körelmişti.


Ali Ecevit hem gelişmemiş hem de körelmişti.


İçinde ne olduğundan habersiz olduğu kapının gözükmeyecek kadar uzağında oturdu. Bir kaldırıma çöktü. Cebinden sigarasını çıkardı yaktı. Bugün onu buraya getiren neydi? Atilla Akın’ın kızı, çıkar mıydı bugün malikanesinden? Ona özel dikilmiş elbisesinin içinde özenle allayıp pulluyor olmalılardı onu. Firuze Akın, Ali Ecevit için bir kitabın başkarakteriydi. Kitaptaki herkes ona hizmet ediyordu, herkes onun emrine amadeydi ve her şeyin en güzelini o yaşıyordu. Atilla Akın’ın kızının bugün daha mühim işleri olmalıydı. Akşam ona yapılan çikolatalı pastanın yirmi üç mumunu üfleyecekti, kahkahalar atacak, yeni yaşını kutlayacaktı. Bugün dünyanın en güzel insanı olmalıydı, en mutlu, en neşeli… Ali Ecevit yutkundu. Ölmeli, dedi. Ölmeli. Diğerleri acı çeke çeke, sürüne sürüne, ölmeyi dileye dileye ölmeli ama o tez vakitte ölmeli. Daha fazla mutlu olmamalı, babasının malikanesinde daha fazla mutlu bir hayat sürmemeli, hatta bugün, en güzel elbiselerin içinde, en büyük gülümsemesinin tam ortasında aniden ölmeli. Daha fazla yaşamamalı. Ölmeli. Bugün ölmeli. Bir yaşına daha büyük bir pastayla kutlamamalı. Ölmeli, ölsün.


Bunları içinde öylesine çok tekrar ediyordu ki kapıya bile bakmıyordu. Kimsenin içeride olmadığını sanıyordu. Firuze şimdi allanıp pullanıyordu, Firuze çok mutluydu, nefret kusacaktı, Firuze çok mutluydu, kan kusacaktı, Firuze bugün doğum gününü kutluyordu, ölecekti. İç geçirdi. Senelerdir televizyonda gördüğü o yüzü görmek için bugün doğru bir gün değildi. Ali Ecevit bugün göreceği mutluluktan sonra ne yapacaktı? Yola nasıl devam edecekti? Onun da kanı aksın istemeyecek miydi?

Altı tane sigara yaktı arka arkaya. Parmakları soğuktan uyuşuştu, dönüp de bana mısın demiyordu. Ne zaman kalkacaktı bilmiyordu. İçeride kimse yoktu, boştu, buna inanıyordu. Ya daha niye kalkmıyordu? Neydi onu kör bir inançla burada oturtan? Bilmiyordu. Hiç bilmiyordu.


On altıncı sigarasını yaktı. Soğuktan titriyordu. Gözlerini kapatmıştı artık. On altı kasımda, on altıncı sigarasını içip kalkacaktı. Böylesi daha iyiydi. Bir gün daha görmese olurdu. Bir gün daha… Muhakkak bir gün daha. Bugün değil.


Sigarasından son bir nefes kaldı. Alacaktı ve kalkacaktı. Gidecekti. Kapalı gözlerinin ardından, bir kapı sesi geldi. Ankara ayazını yardı Ali Ecevit’in bağrına düştü ateş gibi. Öleceğini sandı. Kaşları çatıldı, yüreği burkuldu, kolu kanadı kırıldı. Gözlerini tam altı saniye sonra açtı.


Başını kaldırdı. Gözleri bulanık gördü, buğulandı. Kapının önünde sırtı dönük kadına baktı. Uzun bedende dikkatini en önce saçları çekti. Beline kadar uzanmış saçlarının uçları yer yer kıvrıktı. Uzundu, seyrek değildi, kapıya doğru eğilince hacimle yere doğru dökülmüştü.


Ecevit tanıdı. Şimdi dönse, yüzü bambaşka bir insanı görse, ne çok değişmiş derdi. Şimdi dönse, beklediği yüzü görse, hiç değişmemiş derdi. Saçlarından tanıdı.


Bir taşı kucağına yatırmıştı sanki, hiç kalkmadı, hareket etmedi, peşine düşme gayretinde bulunmadı. Altında mavi düşük bel İspanyol paça bir pantolon vardı, üzerine kahverengi uzun bir kaban, sütlü kahve tonlarında yün bir şal, siyah botları, makyaj sürmediği bir yüzü vardı. Çabucak kızarmıştı ama burnu ve kulakları. Uykudan uyanalı bir saat ancak olmuştu. Bir şey yememişti, saçlarını tarayıp çıkmıştı. Kapalı yerde duramamıştı. Bugün 16 Kasım’dı, Firuze 16 Kasımlarda hiçbir yere sığamazdı. Bir kuş olsa, gökyüzüne çıksa, şehirler, ülkeler gezse yine de 16 Kasım’da hiçbir yere sığmazdı.

Ellerini cebine koydu, saçlarını kulaklarının arkasına çıkardı, nefes alamayan kulaklığını çıkardı, biraz baktı, nefes alamayacağını anladı ve vazgeçti, düğümü açmadan taktı. Gözleri solgun, yüzü bitkin, adımları hızlıydı. Sonuna kadar açtı şarkının sesini, zihnindeki ses olmadan yürümek istiyordu. Her 16 Kasım’da mutsuz değildi, Firuze’nin kronik mutsuzluğu vardı. Dizi ağrır gibi, şekeri yükselir gibi, tansiyonu düşer gibi mutsuzlukla yaşıyordu Firuze. Lakin 16 Kasım’da daha da mutsuzdu. 16 Kasımlar ona yaşadığını hatırlatıyordu. Her 16 Kasım’da ölümün ona çok yaklaştığını hissediyordu sonra bir 16 Kasım daha geliyordu.


Ecevit kısa bir an gördü Firuze’nin yüzünü. O televizyonun ötesinde gördüğü, özenle, süsle püsle, şık kıyafetlerle, yapılı saçlarla gördüğü o genç kız, genç kadın o kitabın içinden çıktı ve dağınık saçları, özensiz kıyafetleriyle Ecevit’in karşısına çıktı. Çirkinleşmedi. Gerçek oldu. Firuze karşısındaydı. Firuze Akın karşısındaydı. Yürüyordu, nefes alıyordu, hareket ediyordu. Gerçekti. O televizyonun ardındaki değildi.


Ecevit biraz geç kalktı peşinden gitmek için. Kucağındaki taşı zor indirdi, soğuktan kesilmiş bedenini kaldıramadı. Bedenindeki öfke, nefret, hınç ve acı birden fazla bedene dönüştü. Sırtına bindi, birkaç bedenle kalktı. Çok az mesafe var sandı aralarında. Firuze’nin bu kadar hızlı yürüdüğünü bilmiyordu. Kendinin biraz yavaş yürüdüğünü de farkında değildi. Firuze hep bir yerlere yetişir gibi hızlı yürüyor, Ecevit senelerdir uzun mesafe yürümediği için yavaştı.


Aralarına onu kaybetmeyeceği kadar mesafe açtı. Öylesine hızlı yürüyordu ki Firuze, sağına soluna bakmıyor, kendisine çalınan kornaları duymuyordu. Ecevit onun peşinden yürüyorken defalarca kez araba çarpacağını sanıyordu. Aptal mı bu diyordu, ölmek mi istiyor diyordu, ölecekse ölsün o zaman diyordu, başkasının da başını yakacak diyordu, sorumsuz, bencil…


Firuze yersiz yönsüz, kimseyi duymadan yürüyorken dur durak bilmiyordu. Gitmek istediği bir yer yoktu. Varacağı durak da yoktu. Öylesine çok yürüdü ki ardından gelen Ali Ecevit’i yordu, yürümekten bitkin düştü, solukları hızlandı, yoruldu. Yetişemeyeceğini sandı. Gözlerinin önünden kaybolsun diye bekliyordu. O zaman pes edecekti. Firuze yorulmuyordu. Gözden kaybolmasını beklerken Firuze ansızın bir esnaf lokantasının önünde durdu. Burası zaman zaman geldiği, belki senede bir, senede iki, belki üç kez. Geliyordu. Yutkundu ve camına baktı. Bugün çıkan çorbayı görmeye çalıştı. Yaklaşık bir saattir yürüyordu. Acıktığından değil günün devamında yemek yemek zorunda kalmamak için biraz çorba içmek istedi. Ecevit onun durduğu yerin ötesinde bekledi. Nereye baktığını göremiyordu. Firuze bir dakika dolmadan içeri girdiğinde ilerlemeye başladı. Ne olduğuna merakla baktı, tabelayı gördü, esnaf lokantası yazısında duraksadı.


Firuze bir 16 Kasım’da esnaf lokantasına mı gelmişti?


Camdan içeri baktı nerede olduğunu görmek için. Sırtı kapıya dönük, en köşe masaya oturmuştu. Üzerindeki kabanı çıkarmış ama şalını çıkarmamıştı. Saçları şalla beraber biraz elektrikleniyordu. Ecevit de yavaşça girdi, Firuze gibi bir uçtaki masaya oturdu. Nefes nefeseydi. Firuze’nin sırtına bakmak zor değildi. Ama ne vakit ki sipariş vermek için kafasını kaldırdı, soluna döndü Ecevit’in bedeni karıncalandı. Sırtındaki diğer bedenleri hissetti. Titredi. Bir kişi Ecevit’in yanına bir kişi Firuze’nin yanına geldi. İkisi de hiç anlaşmadan, “Az mercimek çorbası,” dedi. Yanına da başka bir şey istemediler. Firuze hiç bilmedi ama Ecevit gördü Firuze’nin masasına konan mercimek çorbasını. Firuze hiç ekmek kullanmadı Ecevit iki dilim ekmek yedi yanında. Zaten Ecevit, çorbayı ekmeksiz yemeyi bilmezdi.


Tıpkı Firuze’nin çaprazında, Ecevit’in tam karşısında oturan çocuk gibi. Üstü başı kirli bir çocuktu. Çocuk işçi olduğu her halinden belliydi. Bir tas çorba, kuru ve pilav almıştı. Çorbayla beraber dört dilim ekmek yemişti. Genç adam ve genç kadın hiç anlaşmadan çocuğu izliyorlardı zaman zaman.

Ecevit çorbayı çarçabuk bitirdi, Firuze’yse son lokmaları alırken çorbası çoktan soğumuştu. Biter bitmez beklemedi, kalktı yerinden, kasaya gitti. Ecevit’inki kör cesaret değildi. Firuze’nin onu tanımayacağını adı kadar iyi biliyordu. Kalktı, peşinden kasaya vardı. Çocuğun yediklerine baktı göz ucuyla. Ödeyebilirdi. Firuze’nin arkasında durdu hemen. Başka insanlar gibi uzakta durmadı, aralarına mesafe açmadı. Göğsü şişti, öfke sinesine yuva yaptı, çatısını nefret üstlendi. Ecevit’in bedeni titremeye başladı. Arkasını dönüp gitmek istedi. Yapamadı.


“Senin az mercimek çorban vardı abla.”


“Şu masadaki çocuğun da hesabını ödeyeceğim,” dedi Firuze sessizce. Ecevit Firuze’nin dönmeden gösterdiği yere baktı. Aynı çocuktu. Ağzını açmak istedi, hayır ben ödeyeceğim demek istedi ama sustu. Cesaret edemedi. Yanı başındaydı. Yıllardır televizyonda gördüğü o yüz şimdi yanı başındaydı. Kanlı canlıydı. Elini uzatsa dokunacaktı, elini uzatsa öldürecekti. Firuze kendisine söylenen tutarı öderken, cüzdanını çıkarmak, kulaklığını takmak ve hızlıca yürüyüp gitmek istedi. Birden fazla işi aynı anda yapmayı hiç bilmezdi. Küçükken de… Bunu Ali Ecevit Tarhan çok iyi bilirdi. Öyle ki yaşanacağı sezdi, Firuze ona çarpmadan geri çekilmeye çalıştı ama çok geçti. Firuze telaşla çarptı Ecevit’e. Eli ayağı birbirine girdi ikisinin de, ikisi de birbirini itmek istedi. Firuze için yabancı birinin teması yeterdi itmesine, Ecevit içinse… Sebep çoktu.


İkisi de birbirini itemedi, tutunur gibi oldular ve geri çekildiler. Firuze ağzının içinde ‘pardon’ diye mırıldandı. Başını kaldırmadı, göz göze bile gelmedi çarptığı kişiyle. Hızla geri çekildi. Yürümeye başladı kaçar gibi. Ardında bir tahribat bıraktı. Ali Ecevit Tarhan, tam on altı yıl sonra Firuze Akın’a dokundu.


*** 


 sanırım seneler önce, ilk karşılaşmalarında bir kepçe mercimek çorbası dört dilim ekmeği beraber ödemek isteyeceklerini bilmek sizin de hakkınızdı. sevgilerimle.

 

23 Yorum


İremnur Zulkadir
İremnur Zulkadir
6 gün önce

Yeni bölüm gelsin artikk

Beğen
Elif
Elif
6 gün önce
Şu kişiye cevap veriliyor:

Bencedeeeeeee oofff offff

Beğen

İremnur Zulkadir
İremnur Zulkadir
6 gün önce

Yeni bilumm

Beğen

Elif
Elif
06 Ara

Uyudum uyandım yine bölüm yok ama ben bir şey fark ettim son zamanlarda yazarların hepsinde bölüm konusunda bir böyle şey var çözebilmiş değilim hala Artık neredeyse çoğu okuduğum kitap sadece bir kitap dışında bölümler çok aksıyor Aynı günde gelmese bile öbür gün geliyor falan ama yani hiçbir bilgilendirme olmadığı için sürekli sitede kalmak zorunda kalıyoruz ve benim dün gece tekrardan girecektim uyumadan önce Eğer ürün geldiyse okuyacaktım şeye giremedim siteye yani siteden Kaynaklı mı yoksa ben sürekli siteye girdiğim için mi bir şey oldu Hiçbir fikrim yok bu sabah açıldı zaten

Beğen

Lilo Braid
Lilo Braid
05 Ara

Bugün bolum olacak mi olmayacaksa haber verin çünkü hala bekliyorum 😭🥺

Beğen

Elif
Elif
05 Ara

Bir şey sorcam ciddiyim bölüm gelmiyo mu bu haftada kaç saattir bekliyorum

Beğen

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

  • Facebook
  • Twitter
bottom of page