VII “usul esasa mukaddemdir”
- Dilan Durmaz
- 21 Şub
- 30 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 24 Şub
1998 Kasım
Dünya iyi bir yer değil, dünyayı iyilik kurtarmaz ve iyiler hep kazanmaz. Öyle ki iyilik genellikle kaybeder. Hayat akışı, Tanrı’nın müdahalelerine kapalı. Aksiyse cennet ve cehennemi de inkârı getirir. Tanrı insan gönderir, insan iyiliği ya da kötülüğü seçer ve kötülük iyilikten daha fazla efor gerektirir. Sebeptir ki fazla efor başarı getirir ve kötülük kazanır. Söylenen o ki, bu dünyada kazanan ölümden sonraki yaşamda kaybeder. Dünya adil değil ama yaşam adil. Cennet ile cehennem varsa elbet.
“Konuşmuyor mu?”
“Konuşmuyor, barbar bir tip. Ağzını bıçak açmıyor. Yabani gibi. Islahhaneden gelmiş zaten, yeni değil.”
Saçları kırlaşmış, elleri buruşmuş adam gözlerini kitaptan kaldırmadı, yavaşça sayfa sayısına baktı. “Suçu neymiş?”
“Adam öldürme.”
“Kaç yaşında öldürmüş?”
“Onu bilmiyoruz abi ama öğren dersen,”
Yaşlılığın küçülttüğü gözlerini kitabından kaldırdı ve yatağında oturur vaziyette durmuş elindeki taş olduğu tahmin edilen parçayı çevirip duran çocuğa baktı adam. Saçları sıfıra vurulmasa da çok kısaydı. Kıyafetleri eski püskü, tırnakları dibe kadar kesik, kaşları çatık, bakışları yaşının iki katı kadar, kilosu az bir çocuktu. Normal bir insanın sonraki hareketi önden az da olsa tahmin edilirdi. Ayağa kalkacak insan, bacağını yere sarkıtırdı, elleriyle yataktan destek alırdı ya da önce gideceği yere bakardı. Bu yabani çocuk hiçbirini yapmadan, destursuzca kalktı yerinden. Onun için alışması çok zor olacak bir lükse ilerledi. Çaya. Çok garipsiyordu. Hiç belli etmiyordu ama almaktan çekiniyordu da. Adam kitabını yatağının içine bıraktı ve kendine çay koyan çocuğun arkasındaki masaya oturdu.
“Bir çay da bana koy,” dedi sırtını izlediği çocuğa bakarken. Sesi duyulmamış gibi tepki alamadı ama yeniden söylemedi aynı cümleyi.
“Burada işler böyle mi yürüyor?”
Ecevit; kendisi için bile çay almaya çekiniyorken buradaki en yaşlı adama çay koymamanın bedelini hesap ederken sordu bu soruyu. Gözüktüğü kadar barbar değildi. O çayı koymamasının bedeli ağır olacaksa, o çayı koyardı. Erinmezdi. Bu bedel, o sıcak çayı içmemesi bile olurdu. Yeteri kadar büyük bir bedeldi mesela çaydan mahrum kalmak onun için.
“Hangi işler?”
“Çay alıp çay vermeler?”
“Herkes kendi çayını kendi alır, benim çayımı da hep başkası getirir.”
Ecevit’in elleri titremedi ama içi titredi. Her yerde varlar, dedi içten içe söverken. Her yerde varlar bu orospu çocukları. Her yerde en az bir tane varlar, ezmek için, yermek için, başını ezmek için. Her yerdeler. Ecevit elindeki iki bardaktan birini karşısındaki adamın karşısına birini kendi önüne koydu ve oturdu. Korktuğunu belli etme. Korkarsan başını ezerler. Kork ama belli etme. Ciğerini biliyorsun artık bunların. Korktuğunu belli etme.
“Yaşına hürmetten,” dedi Ecevit. “Bu seferlik, yoksa ben kural nizam bilmem. Yaşına hürmetten.” Çayı adamın önüne koydu ve oturdu masaya. Bu adamın torunu yaşındaydı, kaç yıldır içerideydi bilmiyordu ama herkes ona saygı duyuyordu. Geldiğinden beri hürmet edildiğini görüyordu. Zihnindeki canavarlardan bir farkı vardı ama bu ihtiyarın. Sağa sola aç bir köpek gibi saldırmıyordu. Herkes ona hizmet ediyordu, herkes onun sözünü dinliyordu ama ağzından köpükler aka aka bağırıp çağırmıyordu. Sabah erken uyanıyordu, bir hapishane köşesinde çürümüyormuş gibi temiz kıyafetler giyiyordu ve günün büyük saatini kalın kitaplar okuyarak geçiriyordu.
“Senin yaşın kaç?” diye sordu ihtiyar. Ecevit çatık kaşlarıyla adama baktı. Soytarı gibi kalmıştı bu kıyafetleriyle yanında.
“Ben diyeyim on altı, sen de on sekiz.”
“Buradaysan en az on sekizsin,” dedi adam karşısındaki çocuğa bakarken. Genç bir adam bile demiyordu. Çocuk gibiydi hâlâ. Suratından belli oluyordu. Kaşlarını istediği kadar çatabilirdi, büyük cümleler de kurabilirdi ama yaş tahmin edecek kadar insan tanımıştı bu vakte kadar.
“Belki de,” dedi Ecevit uzatmadan.
“Hatırlamıyorum yaşımı.”
“İnsan yaşını hatırlamaz mı?”
“Bazen hatırlamaz ihtiyar, sen saymayı bırakmadın mı daha?”
Adam bu umursamaz tavırların altındaki ifadeyi, zaman zaman kaçan gözleri, o yaratılmaya çalışılan duruşun altındaki gerçeği görebiliyordu. Hiç uzatmadan sordu, “Kemik yaşın kaç senin?” diye sordu, anlaması geç olmadı. Yeni çıkmaya başlayan sakallarına baktı.
“Ben on altı saydım en son,” dedi. Tahmin ediyordu ki on yedi daha olmamıştı. Bu bir yalan değildi saymayı bırakmıştı.
“Sen saymayı niye erken bıraktın?”
“Öyle gerekti.”
Ecevit karşıya dikti gözlerini ve çayından bir yudum aldı. Bardağın dörtte biri boşaldı. Yokluk öylesine benliğine işlemişti ki elindekinden olacak korkusuyla onu bir an önce tüketme çabasına giriyordu fark etmeden. Yemeğini çabuk yer, çayını çabuk içerdi.
“Suçun neydi senin?”
Ecevit güldü ve adama baktı. “Adam öldürme,” dedi rahat bir tavırla. Bu suçu işlemediği için mi artık bu kadar rahat dile getiriyordu yoksa artık işlemediği suçun arsızı mı olmuştu? O da bilmiyordu.
“Kimi öldürdün?”
“Savcının oğlunu.”
Adam bekledi devamını ama sorduğundan bir adım bile ötesine gidemiyorlardı. Yanıtlar kısa ve öz oluyordu. “Sonra?” diye sordu ama. Olması gereken sohbeti biliyordu, muhakkak bir açıklama ya da savunma gelmeliydi.
“Sonrası yok işte, savcının oğlunu öldürdüm.”
Sahiden pek kural, nizam, adap bilmiyordu. Çayı kıtlıktan çıkmış gibi hızla bitirdi. Karşısında bir büyük vardı, oturuşuna yansımadı bu. Yabani gibi bakınıyordu ortalığa.
“Bu işler burada böyle olmuyor,” dedi yaşlı adam. “Kimi öldürürsen öldür, ne sebeple yaparsan yap, kendince haklı ya da haksız ol, bu alemin en alçağı ol iki kelam eder kendini savunursun.”
Ecevit daha çok güldü bu söylenilene. “Eh be ihtiyar,” dedi alayla. “Katil de kendini savunmayıversin.”
“Der,” dedi adam başını sallayarak ve kesinlikle emin oldu. Çocuğun elindeki taşı seçebildi. Şekilsiz bir firuze taşı avucunun içine parçalara ayrılmak istercesine baskı görüyordu. “Katil olmayan.”
Ecevit seneler sonra, artık katil olduğunu ona bile kabul ettirdikleri bir zamanda, güle güle işlemediği bir suçun itirafını yapıyorken artık tanımadığı bir ihtiyardan katil olmadığını duydu. Yüzündeki alay parçalara ayrıldı, etrafa saçıldı. Ne yapacağını bilemedi.
Yaşına devlet on sekiz diyordu.
Kendisi on altı sayıyordu.
Şimdi on hissediyordu.
Seneler sonra ilk kez katil olmadığını duyuyordu. “Sormayacak mısın bana, işlediğim suçu?”
“Ne suç işledin sen?” dedi hızla Ecevit. Yanılmıyordu, onun da buna ihtiyacı vardı.
“Bir orospu çocuğunu geberttim,” dedi adam. “Kardeşime göz koymuştu, gebermeyi hak etti. Geberttim,” kimliğini, kim olduğunu, işlediği onlarca suçu söylemedi. Buraya girmeye kendisini ikna eden son suçunu söyledi yalnızca. Kendi suçu bile değildi ama işlemeyi en çok hak ettiği suçtu. “Bak,” dedi. “Gördün mü, her insan kendini savunur. Yeter ki suçlu olsun,” durdu tekrar etti ve Ali Ecevit Tarhan için bir başlangıcın kapısını araladı.
Bu yabani çocuğu, yaşı on altı ama kendi aralarında olan bu barbar çocuğu, bir savcının oğlunu öldürmek gibi ağır bir suçla yargılanan çocuğu kıskacı altına aldı.
“Elbet bir savunma bulunur, yeter ki suçlu olsun kişi. Destursuz katilim diye dolanan, gerçek katil değildir. Suçlu olan bilir ki; usul esasa mukaddemdir.”
***
“Babana verdiğim şansı sana da veriyorum,” dedi açık sözlülükle. Soğuk ona işlemiyordu sanki. Buz tutmuştu her uzvu, beni üşüten soğuk onu ancak ısıtırdı. “Bana ihanet edeceksek şimdi al sık bu silahı sonra ara babanı, gelip seni kurtarsın,” o bana ben silaha bakıyordum. “Bana yine ihanet edeceksen Firuze, şimdi burada sık kafama. Bitsin bu mevzu. Bir daha sana bu şansı vermeyeceğim, ilk ihanetinde ben alacağım canını. Silah bile kullanmayacağım. Bir yola çıkacağız, seçimini yap.”
Ben, henüz beş yaşındayken Ecevit ikinci sınıfa başlamıştı. Ona verilen harçlıklarını biriktirmiş ve iki oyuncak almıştı bize. Biri benim içindi. Küçük el örmesi bir bebekti. Sayısız oyuncağımın yanında hacmiyle gözükmeyen ama yatarken yanıma aldığım, adını Ela koyduğum küçük bir oyuncak bebek… Diğeriyse kendisi için aldığı bir futbol topuydu. Okula götürmesi normal koşullarda yasaktı ve öğretmeni anne babasını bu konuda defalarca kez uyarmıştı. Lakin Ecevit öylesine severdi ki futbol oynamayı gizlice götürmekten bıkmazdı. O topu bana verirdi okul dönüşü ve ben ertesi güne kadar saklardım odamda. Bana o zaman derdi ki senden başka kimseye güvenemem Firuze… Sekiz yaşında harçlığını biriktirerek aldığı topu bana emanet ederdi ve o top tahmin edilebilirdi ki o çocuk için çok kıymetliydi.
Önüme uzattığı silaha uzandım. Gözlerini gözlerimden ayırmadı. Silahına dokundum ama bıraktığı yerden tümüyle almadım. “Sana ihanet edeceğimi mi düşünüyorsun?”
“Sana güvenmiyorum,” dedi açıkça. Bunu biliyordum ve artık bunu kabulleniyordum da.
“Doğru,” dedim sakince. “Hainin kızı da hain olur.”
“Aynen öyle.”
Silahı ona doğru ittim ve temasımı kestim. “Fikirlerini değiştirebilirim, yapacaklarını değiştirebilirim ama hislerini değiştiremem Ecevit,” dedim kırgın bir sesle. Nefes alıyordum ama derinlikten çok uzaktı. “Kendimden biliyorum, onlar dış kuvvetlere tamamen kapalı. Umarım bir gün, en azından ölene kadar tek bir an bile olsa, bana yeniden güvenirsin.”
“Ben ölene kadar mı?” diye sordu.
“Hayır, ben ölene kadar,” dedim.
“Allah uzun ömür versin o halde,” dedi ve her seferinde ileriye çektiğim çizgiyi biraz daha itti. Gözlerim dolmadan gülümsemeyi başardım ve burnumdan derin bir soluk aldım ve gökyüzüne baktım. Lütfen, yalvarıyorum uzun bir ömrüm olmasın ve ölmeden önce bir kez de olsa bana yeniden güvendiğini görebileyim. Bunun için uzun bir ömre ihtiyacım olmasın, yalvarıyorum.
Dişlerimi sıka sıka bu içimdeki amansız acının biraz olsun azalmasını bekledim. Soğuk tüm yüzümü tahriş ediyordu, yaşlar soğuktan daha hızlı doluşuyordu gözlerime. Gökyüzü güneşsizdi ama karanlık değildi. Kalbim gibi. Kalbimin gün yüzü gibi. Gece bitiyordu, hava aydınlanıyordu ama güneş hiç doğmuyordu. Kalbim biraz olsun ısınmıyordu. Yeniden konuşana kadar biraz zaman verdim kendime. Ne şımarık bir insandım. Boğazım düğümlenirken bile konuşmayı reddediyordum.
“En baştan başlayalım,” dedim Ecevit’e bakarken. Ben gökyüzünü izlerken o beni izliyordu. Göz göze geldik. “Sen şimdiye kadar neye ulaştın, neye ulaşam…”
“Orada bir dur,” dedi Ecevit ve elini yavaşça havalandırdı. Silahını aldı ve beline geri koydu. “Öncesinde alıp sıkmayacağın silaha böyle dokunma bir daha, sen bu tarz işlerin içinden geliyorsun bilmen lazım. Kansızın biri çıkar işlediği suçu sana yıkar, uyanık olacaksın. On yaşında çocuk değilsin sen, bu kural bir. İkincisi de seninle yol arkadaşı değilim ben, bana yol tarif etmeyeceksin. Kural üç; akıl vermeye kalkmayacaksın bana, süreci yöneten benim Firuze. Mevzu benim mevzum. Zarar da benim kâr de benim. Sen sadece vicdan rahatlatmak için bana yardım ediyorsun. Kural dört; gün gelecek ben bilmediğim şeyleri öğreneceğim, o zaman senin nefes almana bile tahammül edemeyeceğim, yanımda kalıp siktiri boktan teselliler vermeyeceksen uzak duracaksın benden.”
İşaret parmağı masanın üzerinden bana sallanıyordu ve kurallarını açıklıyordu teker teker. “Kural beş,” dedim ama kesti beni.
“Kuralları sen koymuyorsun. Kural beş yok şimdilik.”
“Kural beş,” dedim yeniden, içimde tek bir korku vardı. Bunu da onun gibi kuralla vermek makul geldi. “Benim tek amacım Melike’yi bulmak. Babama ihanet edeceksem sadece Melike’yi bulmak için edeceğim. Bunun için ne gerekiyorsa yapacağım, Ecevit her ne olursa olsun, her ne yaşarsam yaşayayım, seninle kardeşini bulmak için buradayım ailemi yok etmen için burada değilim,” dedim. Gözünü karartmıştı biliyordum, neler yapacağını tahmin bile edemiyordum. Melike için kim suçluysa, kim ihaneti hak ediyorsa bedelini ödeyecekti ama onun dışında ne olursa olsun ailemi Ecevit’in eline bırakamazdım. Ne İnci’yi ne de annemi bırakabilirdim. Biliyordum ki namlunun ucunda Bülent bile olsa yine engel olmaya çalışırdım gün gelince. Buna kan bağı mı denirdi? Ya da hainin kızı gerçekten hain olurdu.
Ecevit güldü ve başını çevirdi. “Benim o kansız ailenle hiçbir işim yok,” dedi. “Tek derdim kardeşimi bulmak ama bil ki kardeşimi bulamazsam, o zaman eceliniz olacağım. Masum suçlu ayırt etmeyeceğim. Dua edin, dua et ki Melike dokunmaya kıyamayacağım bir hayatın içinde olsun.”
“Tek derdin Melike,” dedim üstüne basa basa.
“Tek derdim Melike,” dedi.
“Sana güveniyorum,” dedim onun aksine. Gözlerimi kör ettim, dilimi yuttum ve yalnızca kalbimi duydum. O kardeşini istiyordu. Tek derdi olmasa da en büyük derdi buydu. Olmasa babamla bir anlaşmaya gitmek istemezdi.
Hiçbir şey söylemedi ona olan güvenim için, beklemedim de zaten. “Şimdi, en önce benim canımı garanti altına alacağız ki rahat rahat adım atayım. Diğer türlü babanın bir kör kurşununa kurban gitmem an meselesi. Hani gördüğüme engel olurum da yalnızca Allah’ın gördüğüne gücüm yetmez. Babanın deyişiyle senin hatırın için benim kılıma dokunmuyor,” dedi. Bunu babam ne zaman söylemişti? Ecevit’le mi görüşmüştü?
“Ama işin aslı şu; şimdi tüm ülkenin gözü onun üzerindeyken, olası bir beceriksizlikle benim ölümüm de patlak verir, ismi anılır, daha fazla dikkat çekmek istemiyor. Adının temize çıkmasını bekliyor ama bunu yaparken bile senin adını kullanıyor, iyi baba pozları kesiyor aşağılık bir pislik olduğu için.”
Parmak uçlarıyla gözlerini ovuşturdu. Güldü bu söylediklerine. Belki de babamın dizlerinde yalvardıktan sonra gidip konuşmuştu. İki ihtimal vardı, bunlardan biri sahiden Ecevit’in söylediği gibiydi. Tüm oklar üzerindeyken, ülke iç karışıklık riskiyle karşı karşıyayken babam risk almak istemiyordu. Çapsız diye eleştirip yerden yere vurduğu gazetecilerin eline Ecevit’in adı geçerse, yedi soyuna kadar araştırıp bu olayı patlatırlardı. İkinci ihtimaldeyse babam doğruyu söylüyordu. Belki Ecevit’e açıkça söylemiyordu ama benden değil de benim canımdan korkuyordu.
İçinde biraz olsun bana duyduğu bir sevgi varsa, bana karşı babalığı kaldıysa Ecevit’i bu saatten sonra hayattan koparmanın bende yaratacağı yıkımı biliyordu. Babam farkındaydı, Ecevit’i alırsa benden, beni kaybederdi. Ben yıllardır onun uzaklarda da olsa yaşıyor oluşuna tutunuyordum. Tutunduğum tek dalı kırarsa, içimdeki yaşam ağacı yerinden sökülürdü.
Elbette bu da bir ihtimaldi yalnızca. Belki de bu, babamın umurunda bile değildi.
“Babanın evde, çok önemli şeylerini sakladığını düşündüğün bir yer var mı? Biliyor musun?”
Babam eve oldukça iş getiren ama bizim önümüzde çok konuşmayan bir adamdı. Özellikle ben varsam, daha da seçerdi kelimelerini. Kaldı ki daima çatışırdık, asla yıldızımız barışmazdı, savunduklarımız benzemezdi. Bülent’in yanında daha açık olurdu. Annem de çok ilgili değildi, onu pek çekmezdi. Genel hatlarıyla bilir, fazlasını dinlemek istemezdi.
“Bir kasası var,” dedim, aklıma geldiği gibi. “Ama ne annem de Bülent’in açtığını gördüm. Ortak bir kasa değil. Sadece babam birkaç kez açar kapatır. Çok sık da şahit olmadım. Küçüklükten beri var. Toplasam beş altı kere ancak görmüşümdür açıp kapattığını.”
“Şifresi peki?”
“Bence bir tek babam biliyor.”
Çok kıymetli, maddi değeri olan şeyleri koydukları kasa annemlerin odasındaydı. Bülent’in de kendine ait bir kasası vardı ama babamın çalışma odasındaki kasa, bir kara kutu gibiydi. Çok açılıp kapanmazdı, oraya giren şeyler bir daha zor çıkardı ve ben neredeyse hiç merak etmemiştim. Babamla alakalı her şeyin, öğrendiğim an midemi bulandıracağını biliyordum.
“Ne koymuş olabilir?”
“Ecevit babamın zihni korkunç çalışır. O kasada asla ulaşmamızı istemediği şeyler varsa bir gün o kasayı açmaya çalışırsak aklımıza gelecek olan şifreleri düşünüp onları koymamaya dikkat etmiştir. Ve o kasayı 20 yıl önce aldıysa, 20 yıl sonra kızının o kasayı açmak isteyeceği ihtimali bile düşünmüştür. Ve ben pek gitmem babamın çalışma odasına.”
Aradığı şeyin o kasada olup olmadığını bilmiyorduk. Sahiden Ecevit ne arıyordu? “İşte senin görevin o kasayı açmak ve o belgeleri bana getirmek.”
“Ne var o belgelerde?”
“Kural beş, kişisel meraka yer yok.”
Kabul mevzu onun mevzusuydu, kâr da zarar da onun olacaktı, Melike onun kardeşiydi ama ben böylesine boşluğa adım atmak istemiyordum. Önümde bir çukur varsa da bilip adımlamak istiyordum. Düşeceksem de düşeceğimi bilmeliydim.
“Ecevit, bana hiçbir şey söylemeden her şeyi isteyemezsin. Ben babamın kara ku…”
“Ben sana bilmen gerektiği kadarını söyledim zaten Firuze,” dedi net bir şekilde. Bu tek taraflı bir anlaşma gibi davranıyordu adeta. “Bunu neden yaptığını biliyorsun. Baban gözlerini canıma dikti, başarır mı bilmem ama ihtimal var. Kendimi garantiye almam gerekiyor. Bu kadar. Senin bilmen gereken bu kadar ama sen fazlasını bilmeden adım atmayacaksan, her şeyi böyle didik didik edeceksen en başından bitirelim. Kalk git masadan, başlamadan sonlansın. Ben sana gelmedim bana yardım et diye, sen bana geldin sana yardım etmek istiyorum diye. Kalk git, hadi. Sen yoluna ben yoluma. Çıkma bir daha karşıma, denk düşmeyelim.”
Gözlerimin içine baktı, kalkıp gitmemi bekliyordu. Kalkıp gidersem, durdurmayacaktı. Kalkıp gidersem, öleceğini bilse yine benden yardım istemeyecekti. Kalkamadım. Onun farkında olduğu ama belki asla sesli dile getirmediği gerçeği ben çok iyi biliyordum. Babam çok güçlüydü ve bu güç tümüyle somuttu. Ecevit’e isterse her şeyi yapardı, Ecevit kendini en güvenli sandığı yerde bile yapardı. Ecevit’in fiziki gücünü yirmi kişiyle yıkardı, Ecevit’in gözü karalığını en aydınlık anda indirdiği darbeyle derbeder ederdi. Ecevit babamı ancak zekasını kullanarak durdurabilirdi.
“O belgeler babamı durdurmaya yetecek mi?”
“Kalk git dedim Firuze sana.”
“O belgeler sana dokunmamasına yetecek mi yetmeyecek mi Ecevit cevap ver!”
“Önüne silah koyacağım, hadi beni vur diyeceğim, silaha bile bakmayacak.”
Kendinden çok emindi, aralık kapı bile bırakmıyordu. Yenilgiyle omuzlarım düştü. Bir usulsüzlük dedim içimden. Babamın kariyerini etkileyecek bir usulsüzlük. Aklıma ilk gelen buydu. Babamı durduracak tek şey saltanatının yıkılma ihtimaliydi.
“Tamam,” dedim öylece. “Sana güveniyorum. Açmaya çalışacağım. Öncelikle odasına bakacağım. Orada da bir kasa var. Onun şifresini bulmam daha olası. Ne belgesi ama bu? Ne aradığımı bilmeden o olduğunu anlayamam. Bir dosya mı? Evrak mı?”
“Biri Gündoğan hastanesine ait bir belge. Zarfın üzerinde olur ya da başka bir köşesinde. O hastanenin isminin geçtiği herhangi bir şey. Bir de Kanada’ya kesilmiş bir uçak bileti ve babana ait olmayan kimlik fotokopisi. Bunlar zaten oradaysa muhtemelen iç içe yerleştirilmiş. Ne bulursan al, ben bakacağım. Bunlar lazım bana.”
Çantamdan not defterimi çıkardım ve yazdım söylediği isimleri. Hafızası çok da güçlü biri değildim. Bazen çok komik şeyleri bile unuttuğum olurdu. Risk almadım. “İnci gibi yazma,” dedi. “Karışık yaz, senden başka kimse okuyamasın.” Söylemek için biraz geçti. Yazdığım yerin üzerini siyah kalemle karaladım, karaladım, karaladım… Olabildiğince çirkin yazdığımda Ecevit defterimi önümden çekip aldı ve yazıma baktı.
“Hiç eksilmedi şu estetik anlayışın, bu mu çirkin yazı?”
“Çirkin işte. Okunmuyor.”
“Ben okuyabiliyorum,” yazıya biraz daha baktı bir süre. “Başkası okuyamaz muhtemelen tamam neyse,” dedi ve defteri önüme geri bıraktı.
“Senin kadar çirkin yazamam Ecevit,” dedim, tıpkı seneler önceki gibi. Cümleler yer değiştirmişti ama anlamları neredeyse aynıydı. Göz göze geldik. Bana, küçük yırtık bir kâğıda Üzüm Buğusu yazarken o çirkin yazısına burun kıvırmıştım, senin kadar güzel yazamam Firuze demişti. Biraz da mahcuptu bunu söylerken. Üzülmüştüm, olsun demiştim. Ben senin yazını okuyabiliyorum.
O şimdi hiç hatırlamazdı biliyordum ama yine de yüzümde buruk bir gülümseme oluştu. Ecevit gözlerimle olan temasını kesip sandalyesini itti ve kalktı. “Hadi kalk,” dedi. “Bırakayım seni. İşim gücüm var.”
Önden yürüdü hızlı adımlarla. O hep hızlı yürürdü zaten, bense hep yetişmek için koşardım. Bazen geride kaldığımı fark edince yavaşlamazdı ama elimden tutardı. Beraber koşardık. Yavaşlamaya hiç tahammülü yoktu ama beni gerisinde de bırakmayı sevmezdi. Şimdi aramıza uzun uzun mesafeler girdi, dönüp de bir kez bile bana bakmadı. Ben yine koştum ama. Yetişemedim ama yaklaştım. Arabasına bindim, sessizce oturdum. Konuşmak istemiyordu, o da hiçbir şey söylemedi. Bense çok konuşmak istedim de sustum. Cevap vermeyecekti.
Ben söylemeden arabayı yine arka tarafa park etti ve inmemi bekledi karşı yolu izlerken.
“Sana haber vereceğim,” dedim. Başını salladı yalnızca. “Görüşürüz,” dedim, başını bile sallamadı. İndim arabadan ilk çantamı attım arka tarafa doğru. Kimse aramadığına göre yokluğum fark edilmemişti. Buradan ilk tırmanışım değildi. Sadece bir yerden inmek bir yere tırmanmaktan daha kolaydı. Dikişlerimin tazelendiğini biliyordum, vücudumun iki gün boyunca yangısal bir tepkiyle konuştuğunu biliyordum. Yine de tırmanmaktan başka çarem yoktu. Ön taraftan girersem, öleceklerini bile bile babama söylerlerdi.
Beton bir yükseklik vardı. Belki içinden suyla alakalı belki de elektrikle alakalı bir yapı geçiyordu. Emin değildim. Onun üzerine çıktım. Tek yapmam gereken artık kolaylıkla kollarımı uzatacağım duvara asılmaktı. Bunu yapabilirdim. Biraz asılacak sonra bacaklarımla destek alacaktım ve geriye atlamak kalacaktı. O en kolayıydı.
İlk denemem beynime diken gibi saplanan acıyla başarısız oldu. Halbuki geçen gün de tırmanmıştım buraya. O zaman dikişlerim daha iyiydi kabul ama bu yara da dün açılmamıştı. Bu kadar acı, ne anlamsızdı. Acının geçmesini bekledim. “Bir kerede yap Firuze,” dedim tek nefeste. “Bir kere de yap, bir kerede kurtul hadi.”
Gözlerimi kapattım ve ellerimi tutunduğum yere sapladım. Duvarın tüm girintileri çıkıntıları avuçlarıma saplandı kendimi yukarı doğru çektim. Bacaklarım zedelendi duvarı tırmanırken. İnlemelerim dudaklarımdan firar ediyordu, engel olamıyordum. Başardığımı sandım. Ben öyle sanıyordum ama dışarıdan öyle gözükmüyordu galiba. Ecevit tehlikeyi ne zaman fark etti de o bahsettiğim yüksekliğe çıkıp beni tutmaya çalıştı görmedim. Göremedim. “Firuze,” dediğini duydum ama tırmandığım duvarın ince zemininde dengemi kurduktan sonra atlamayı planlıyordum ama dönüp Ecevit’e bakmadan geriye doğru dengemi kaybettim. Atlamak istediğim yere düştüm. Ağaç dalları boylu boyunca sırtıma battı ama acı acı üstüne bindi. Kolum bedenimden ayrıldı sandım, acı ağzımdan kusarak akmak istedi. Çığlığımı dudaklarımı ısırarak engelledim ama genzime kadar kan doldu sandım. Yediğim kurşunun acısı dahi böyle değildi. Kulaklarım çınlıyor, beynim zonkluyordu. Koluma bakmaya bile korkuyordum, atamadığım her çığlık gözyaşı olarak dökülüyordu.
“Fi ru ze!” adımı heceledi dişlerinin arasında ve yanıma atladı hızla.
“Bir şey oldu,” dedim nefes nefese. “Koluma bir şey oldu, bir şey oldu, bir şey old…”
“Kıpırdama sakin ol,” dedi. Kabanımın önü açıktı zaten, eliyle yakamı ittiğinde yüzünde oluşan ifade beni daha şiddetli ağlatmaya başladı. Bedenim titremeye başladı. Ellerimi hissedemiyordum, soğuk bir rüzgâr ensemden üflüyordu. Midem bulanmaya başladı, başım dönüyordu. Bedenimi kaldırdı yerden ama birkaç adım sonra bıraktı. Gireceğimiz kapıyı açtı ve ilk kendisi girdi. “Otur yere, dön arkanı bana,”
Dediğini ne anladım ne de yaptım. Mide bulantım artıyor, soğuk soğuk terliyordum ve acı katlanarak artıyordu. “Otur Firuze,” dedi yeniden. Sadece bunu yaptım. Sırtımı kendine çevirdi ve kolumu kucağıma bıraktı. “Destek alma hiçbir yerden ben seni çekeceğim,” dedi ve elini belime sardı. Beni küçük kapıdan sürükleyerek içeri çekti. Bedenimi kaldırdı ve yatağın üzerine yerleştirdi. Ağlıyorken nefes almaya çalışmak beni nefes nefese bırakıyordu. Canım çok yanıyordu, tırnaklarımı avuçlarıma batırdım, acıyla öne doğru eğildim. Üzerimdeki kabanı çıkarmak istedi ama geriye doğru ittim kendimi.
“Hayır hayır çıkarma onu, çıkarma, çıkaramam, oynatamıyorum.”
Beni dinlemedi, sağlam olan kolumdan sıyırdı sonra diğerine uzandı. “Ecevit lütfen çıkarma,” dedim. Ellerinden kurtaramıyordum kendimi. Hareket edemiyordum. “Lütfen çıkarma, makas bulalım keselim,” dedim. Sağ elim avucunu tuttu. Gözlerine baktım korkuyla. Kolumu oynatamıyordum bile, acıyı biraz bile arttıracak tek şey kanımı çekecekti damarlarımdan. Çok korkuyordum, istemiyordum.
Kabanımın kumaşına dokundu “Çok kalın makas kesmez,”
“Bıçakla keselim o zaman,”
“Firuze saçmalama,” dedi ve beni dinlemeden hızlanarak kabanımı çıkarmak için ilk hamleyi yaptı. Kemiğe dayanmış bir oyuğa bıçak saplanıyordu sanki. Derim değil, kemiklerim parçalanıyordu adeta. Başımı geriye doğru ittim ve acıyla inledim. Dik tutamadım kendimi, geriye doğru devrilecektim. Ecevit’in kazağını tuttum, avucumda sıkıştırdım.
“Nerede makas var?” dedi ama cevap verebilecek halde değildim. İnim inim inliyordum. Geri çekilip aramak istedi ama kazağı avucuma mıh gibi kazınmıştı. İzin vermedim. Yüzünün bana yaklaştığını hissetmedim. Nefesini gerdanıma çok yakın bir yerde hissettiğimde anladım. Üzerimde ince bir body vardı. Dişlerinin arasına aldı dikişli olmaya bir yerini ve çekiştirdi hızla. Ufak bir yırtık oluşturunca da koluma doğru yavaşça yırttı. İçimde beyaz bir atlet vardı. Kırmızıya bulanmıştı. Kanı görünce daha şiddetli ağlamaya başladım. “Bakma,” dedi parmak uçlarıyla çenemi iterken.
“Dikişlerim açılmış mı?”
Onları bu acıyla ölürdüm ama yine de yeniden diktirmezdim. Gerekirse bu acıyla bir köşede kan kaybıyla ölümü bekleyecektim ama asla dikiş atılmasına izin vermeyecektim. “Eldiven var mı?” diye sordu Ecevit. Başımı salladım yalnızca. Yaraya bakmaya çalışıyordum. “Yerine değiştireceğim, sakin ol.”
Beni yeniden belimden sardı ve yatağın başlığına doğru sürüdü. Sırtımı başlığa yasladı ve elimi kazağından ayırdı. “Bakma yarana, geliyorum ben hemen.”
Arkasını döndüğü an yarama bakmaya çalıştım. Kanlı bandajlardan başka hiçbir şey göremiyordum. Eldiven bulup taktı, bir kaba su koydu ve pamuklar, bezlerle geldi yanıma. Hiçbir şey söylemeden bandajları çıkarmaya başladı. O kadar çok ağladım, öyle çok ağladım ki zaman zaman duruyordu, o nükseden acının geçmesini bekliyordu ama sonra devam ediyordu. Başım başlığa yaslıydı, yorgunluk ağlamama bile izin vermedi bir yerden sonra. İç geçiriyordum sadece artık. Zaman zaman tenime değen soğuk su biraz olsun iyi hissettiriyordu ama çok kısa sürüyordu.
“Bu yaranın şimdiye elli kere kapanması gerekiyordu,” dediğini duydum. “Dikişleri bile taze. Bu yaranın şimdiye kadar kapanması gerekiyordu.” Dudaklarım bir çocuk gibi büzüldü. “O Bülent’in dikişsiz yerini bırakmayacağım,” dedi. Bunları bana söylemiyordu. Duyduğumu bile düşünmüyordu belki. “Sikik orospu evladı, onun götünden kan alacağım.”
Yarayı açan, o yaranın çabucak kapanmasına mı güveniyordu açarken? Yarayı açanın yarayı deşene kızana hakkı var mıydı? Şimdi bu çektiğim acıdan kim sorumluydu? Şimdiye kadar iyileşmesini engelleyen ailem mi yoksa bu yarayı açan mı? Peki herhangi biri pişman mıydı?
“Dikişlerin açılmamış,” dedi, bu kez ağzının içinden konuşmadı. Daha yüksek sesle konuştu. “Temizliyorum ben yaranı, krem süreceğim sonra öyle kapatacağım temiz bezle.”
“İyileşecek mi?”
“İyileşecek, atlama bir yerd…”
“Yenisini açmayacak mısın?” bu kez ben onu dinlemedim. Halbuki o hep benim cümlelerimi bölerdi. Gözlerim kapalıydı bunu söylerken, acıdan açamıyordum ya da onun yüzündeki acımasızlığı görmekten kaçıyordum. Yanıt vermedi. Daha da cesaretlendim. “Kolay kapanır diye kolayca yaralıyorsan gör diye söylüyorum, bak kapanmıyor.”
Yanıt vermedi.
“Açacaksan da öfkelenme nasıl kapanmadı diye. Yarayı deşmek açmaktan daha kolaydır.”
Başımı arkamdaki başlığa vurdum. O acıdan sandı belki ama öfkedendi bu. Yine aptal ebedi cümlelerle anlatmaya çalışıyordum kendimi. Basit kelimelerle kendimi ifade etmekten acizdim. Niye yaptın diye bile soramıyordum. Bir daha yapacak mısın demiyordum. O yaranın üstüne masaj yaptılar diyemedim. Yazmaktan kafayı yemiş bir edebiyatçı gibi çırpındı durdu kelimelerim ağzımda. Süslü cümlelerimde hiçbir karşılık almadı zaten. Ruhum ölüme terk edilmiş bir yaşlı gibiydi. Kimse onu duymuyordu, görmek istemiyordu, kendisine yük olur diye kaçışıyordu tüm tanıdıkları. O yaşlı gibi yattığı yerden sayıklıyordu.
Pansuman yaptı, acım sanırım biraz azaldı. Ağlamıyordum artık. Dolabımdan çıkardığını tahmin ettiğim kazağı boynumdan geçirdi, kirli atletimin üzerine giydirdi. Bu kez mızmızlanmadım, giydirmesini bekledim. Ayakkabılarımı çıkardı ve beni sağ omzuma doğru yatırdı. Üzerimi örttü sessizce. Gözlerim artık açıktı ve onu görebiliyordum. O beni görmüyordu ama ben onu görüyordum. Evet evet acı muhakkak azalmıştı, soğuk soğuk terlemiyordum. İkimizin de hiç beklemediği bir anda elini tuttu elim. Parmaklarımı parmaklarının arasından geçirdim. Bu şekilde elini tutmayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki dinen ağlayışlarım minik minik başladı yine.
Elini çekmedi ama “Firuze,” dedi. Bu elimi bırak demekti. Umursamadım. Çenemin altına kadar yanaştırdım ellerimizi. “Biraz böyle kalsak olmaz mı?” başımı eline doğru eğdim ve yasladım.
“Olmaz,” dedi.
“Olsun,” dedim.
“Olmasın Firuze,” dedi ama bunu söylerken elini çekmedi. Çekse gücüne direnemezdim halbuki. Çekmiyordu. Bırakmamı bekliyordu. Bırakmayacaktım.
“Olmalı,” diye direttim.
“Olmamalı Firuze,” diye reddetti. Eline daha çok sarıldım.
“Küçük Ecevit hiç bırakmazdı ama hasta Firuze’yi.”
“Küçük Ecevit büyüdü.”
“Evet büyüdü. Küçük gözlü büyük adam oldu,” alnımı daha çok yasladım eline. Ne olurdu yanağıma dokunsaydı, saçlarımı bir kez olsun okşasaydı. Bunun için Tanrı benden kaç yılımı isterdi? Verebilirdim. Yemin ederim verebilirdim. Yedi yaşındaki Firuze bile artık yaşamak istemiyordu. Ölelim Firuze diyordu. Ölüm kelimesini o pek kullanmazdı. Ben kendime öl Firuze derken o sessiz kalırdı ama son zamanlarda onun da sesini duymaya başlamıştım artık.
“Yazısı çok çirkin hâlâ.” Dudaklarım gülümsedi ama gözlerim hiç yanaşmadı ona. Ecevit’in elini yanağımın altına ittim. O okşamasa da ben dokunsun istiyordum. “Elleri büyümüş, boyu uzamış, eskisi gibi bakmaz olmuş Firuze’ye. Büyümek bu demek mi, ben hiç bilmiyorum.”
“Firuze…”
“Güzel şeyler söylemeyeceksin sus. Yedi yaşındaki Firuze duyuyor, sen konuşunca kulaklarını tıkamıyor sesini duymak için. İnsan bir gün bile yaş almaz mı, o almadı,” dedim. Elini o kadar sıkı tutuyorduk ki artık istese de gidemezdi. Gücü bana yeterdi ama içimdeki şu yedi yaşındaki çocuğa yetmezdi. Ömrü hayatı boyunca da yetmeyecekti.
“Büyütseydin Firuze,” dedi. Bu bir illüzyon değilse, beynim oyun oynamıyorsa sitem dolu bir cümleydi.
“Sen de ne istediğini bilmiyorsun. Daha bugün uzun ömür dilemedin mi bana? Büyütseydim ki yirmi beşimi göremese miydim?” dedim açıkça. Onun büyümesi demek, bu iğrenç dünyaya dahil olması demekti. Onun büyümesi geçmişin içimde değil gerimde kalması demekti. Ben oyun arkadaşımı kaybetmiştim bir gece ansızın. Bu nasıl amansız bir hastalıktı biliyorlar mıydı? “Tek bir şey büyüdü ama onu bırakıp,” dedim. Ne olduğunu sormayacaktı ama şimdi o büyüyen şey Ecevit’in eli yanağıma temas ediyor diye benim kalbimi deli gibi attırıyordu. Bu bir psikolog için klinik vaka olabilirdi ama beni yaşatan en yegâne şeydi.
“Ecevit,” diye ona seslendim. “Cebinde bisküvi var mı?”
Cevap gelmedi bir süre. Eli yanağımda olmasa beni bırakıp gitti sanacaktım. “Bisküvi mi?”
“Evet, tadı damağımda kaldı,” dedim. Ecevit olmasa, ölsem yemek yemezdim de sırf konuşmak için konuştum onunla. Yine bir süre sustu. Benimle konuşurken söylediklerini çok uzun düşünüyordu.
“Bisküviden sonra damağına başka tat değdi mi?”
Cevap vermedim. Cebinde bisküvi var mıydı? Yalnızca bunu bilmek istiyordum ben. “Firuze,” dedi korkunç bir sesle. “Firuze günler oldu!” dehşetle konuşuyordu. İki kremalı bisküviyle hallolacak bir şeyi büyütüyordu. “Dolabında yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Yanıtsızlığım elini kopardı benden. O kadar da sıkı tutamıyorduk demek ki. Gitmediğine dair sesleri duyuyordum. Gözlerim kapalı geri gelmesini bekledim. Gözlerimi açmadan ton balığının kokusunu alabiliyordum.
“Kalk Firuze,” dedi. “Kalk ye bunu. Aklını mı kaçırdın sen?”
Söylediği hiçbir şeyi yapmıyordum. O beni kaldırmayana kadar kalkmadım. Ton balıklı sandviçe baktım ama yine uzanmadım. Kendisi aldı avucuna “Aç ağzını,” dedi.
“Sen de ye.”
“Ben sabah yemek yedim zaten. Senin gibi aklımı kaçırmadım, aç ağzını.”
“Ne koydun içine?”
“Allah’ım sen bana sabır ver,” dedi sadece ve ağzımı zorla açtı. Yaptığının çok azını yedim ama midem katı bir şeyle karşılaşmanın sevinciyle kabul etti birazını. Tamamı için zorlamadı. Benden nefret ede ede yediriyordu zaten, daha fazla üstelemedi. Geri yatırdı beni ama yine tuttum elini. Bu kez daha sıkı olduğuna inanmak istedim.
“Bak benimle iş yapacaksan, böyle meymenetsizlik yapmayacaksın. Ben senin hastalığınla, açlığınla uğraşamam. Bana dinç insan lazım.”
Sessizce durdum.
“Duyuyor musun, cevap ver bana.”
“Ton balığını mısırsız yemediğimi hatırlıyorsun, unutmamışsın.”
Elini çekmeye çalıştığında korkuyla sarıldım. “Tamam özür dilerim, gitme…” dedim hızla. “Lütfen tamam özür dilerim. Hatırlamıyorsun hiçbir şeyi. Söylemedim öyle bir şey. Gitme…”
Nasıl böylesine çabuk duygu değişimi yaşıyordum bilmiyordum ama korkum nefesimden bile hissediliyordu. “Gitme, omzum çok ağrıyor. Lütfen Ecevit.”
Benim korkum onda bıkkınlık yarattı. Çekmeyi bıraktı elini ama soluklarından anlıyordum bıktığını. “Özür dilerim,” dedim yeniden. Hatırlamıyorum diyorsa hatırlamıyordu. Neyde inat ediyordum? Ne aptaldım! Allah’ım ne aptaldım! “Özür dilerim,” dedim yine.
“Uyu,” dedi. Sonra o geceden sonra ilk kez bana öyle seslendi. Uyumam için. “Üzüm Buğusu, uyu.”
***
Millais’ın Ophelia tablosundaki her çiçeğin bir anlamı vardır. O tabloyu gördüğüm ilk an hissettiğim esareti, duyduğum hayranlığı ve o anlam veremediğim bağlanmayı tam olarak hâlâ anlamış değildim ama biliyordum ki o tabloda çözemediğim bir sır vardı. Çözülmek için bekliyordu köşede ve o gizem benim sanatımı tetikliyordu.
Sanatımı besleyen iki nadide parça vardı.
Bunların ilki Ecevit’ti.
Bunlardan ikincisi Millais’in Ophelia tablosuydu.
Camları aşan müzik sesinden biraz bile rahatsız olmuyordum. Fırçayla topladığım saçlarımla çok uzun zamandan sonra çılgınca çiziyordum. Bedenimin gördüğünü sandığı ama belki de görmediği çok az şefkat bana yeniden bu şevki vermişti. Saatlerce çizecektim. Şarkının sesi hiç susmayacaktı. Bluetooth ile telefonumdan minik hoparlöre bağladığım telefonumun sesi gelen aramayla şarkıyı bölündüğünde yüzüm buruştu. Bölünsün istemiyordum anım. Ayağa kalktım aramayı meşgule atmak için ama hayır arayan Ecevit’ti. Meşgule atmam mümkün değildi. Nedensiz bir telaş, biraz da heyecanla açtım telefonu.
“Ecevit…” dedim önce. Karşımdan hızlı bir yanıt aldım.
“Neredesin?” dedi.
“Atölyedeyim. Bir şey mi oldu?” onun beni araması için bir şey olması gerekiyordu sanki. Başka türlüsü aklıma yatmıyordu sanki.
“Söylediğim kağıtlar ne durumda?”
“Odalarındaki kasayı açmayı başardım ama tahmin ettiğim gibi orada değil, çalışma odasındaki kasa şifresini bulmaya çalışıy…”
“Bir saat,” dedi beni dinlemeden. Anlayamadım.
“Efendim?”
“Benim canımın sağ kalması için bir saat. Fazla değil.”
Benim canım. Ecevit’in canı. Benim canım. Elimde tuttuğum fırçayı sabit tutamadım ve kaydı elimden. “Ecevit anlamıyorum,” dedim korkuyla. Dehşet atölyenin içine daldı. “Ne diyorsun sen? Neredesin? Biri bir şey mi yaptı?”
Ailemden kimseyle günlerdir görüşmüyordum. Babam neredeyse eve bile gelmiyordu. Dün, babamın yargılandığı davada suça yönelik yeterli delil bulunamadığından dolayı kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmişti ve yandaş tüm gazeteciler bu takipsizlik kararını bangır bangır açıklarken, ülke genelinde bir bombanın pimi çekilmişti. Muhaliflerin açıklamaları ardı ardına gelirken, halkın örgütlenmesi için çağrıda bulunuyorlardı ve ben bunları dinlememek için eve neredeyse gitmiyordum.
“Bir saat içinde bana o evrakları bulman gerekiyor. Bulduğun an, özel numaradan üç ayrı mesaj at. Her mesajın arasına on saniye koy ve mesajlarda sadece bir nokta olsun. Başka bir şey yazma, numaran açık sakın atma, toplamda üç mesaj üç nokta, evrakları da açıp bakma.” Çok sakin konuşsa da dehşet benim bacaklarıma sarıldı. Bana yapmam gerekenleri söylerken bacaklarıma zincirler sarılmıştı.
“Babamın şifresini bilmiyorum!” diye bağırdım. “Ne oluyor? Bana bir şey söyl…”
“Aksi bir durumda ben babanı öldüremezsem baban beni öldürecek, sakın ola ki mezarımı sizden biri kaldırmasın,” dedi aklımı kaçıracaktım. Neyden bahsediyordu. Bir sağa gittim bir sola. Ne yapacağımı bilmiyordum. “Verin köpekler yesin. Şimdi kapatıyorum, beni sakın arama ben seni arayana kadar. Unutma, üç mesaj, üç nokta, gizli numara…”
İlahi Bakış Açısı
Ahşap kokusu, kirliliği temsil etmese de çoğu insanın hoşuna gitmezdi ve marangozlar üstü başı pislenmeden kirli gözüken insanlardı. Ali Ecevit Tarhan, hiç olmadı iki günde bir, kısa bir vakit için bile olsa uğradığı bu dükkânda çoğu zaman aynı yere otururdu ve hiç marangoz gibi gözükmezdi. Eline ne alırsa alsın, ne yaparsa yapsın dükkana giren müşteri onun sahibi olmadığını anlamış gibi başka birini arardı. Belki de insan ve ahşap marangozları sahiden hiç benzemezlerdi. Biri oldukça somut çalışırken diğeri tümüyle soyut çalışırdı.
Kırk tilkinin dolaştığı ama iki tilkinin kuyruğunun bile birbirine değmediği zihninde ortalık oldukça sessizdi. Ecevit zihni sessiz bir adamdı. Çok düşünür, az söylerdi ona kafasının içi. Diğer türlüsüyle baş edemezdi zaten. Eli yarılanmış çaya uzandı ve sıcak çayı ağzının içinde tek yudum yaptı. Çaya düşkündü, çayı severdi ve ağzı artık sıcaktan kolay kolay yanmazdı. Sakallarına dokundu ve camın gerisinden tesadüf eseri sokağa baktı. Her şey yolunda gitmiş olsaydı, o sokakta derin düşüncelere dalacak, parmakları kirli sakallarında biraz dolaşacak sonra elindeki işe bakacaktı ama keskin bakışları sokağın sonundaki siyah büyük arabayı tekte seçti.
İçinden çıkan dört adamı izledi oturduğu yerden. Arabanın önünde durdular, içlerinden biri, hepsine birer tane olacak şekilde birer tane uzun sopa uzattığında Ecevit sükunetle onları izliyordu ama zihnindeki tilkiler hareketlerini biraz hızlandırdılar ve Ecevit’e telefonunu aldırdılar. Hızla rehbere girdi, Firuze’nin numarasına bastı ama aramadı. Öncelikle numarayı tümüyle telefonundan sildi ve ezberindeki numarayı kendisi tuşladı.
Çok geçmedi, telefonu ikinci çalışta açıldı. “Ecevit…” dedi telaşlı bir ses. Ecevit Firuze’nin kendisinden telefon alınca yaşadığı duyguları farkındaydı.
“Neredesin?” dedi sakince.
Firuze kırk fırın ekmek yese yine de bu sesten herhangi bir endişe duyamazdı. Tehlike elinde sopalarla bu sese yaklaşıyordu ama sesin sahibi yerinden bile kalkmamıştı. “Atölyedeyim. Bir şey mi oldu?”
“Söylediğim kağıtlar ne durumda?”
“Odalarındaki kasayı açmayı başardım ama tahmin ettiğim gibi orada değil, çalışma odasındaki kasa şifresini bulmaya çalışıy…”
“Bir saat,” biçtiği zaman dükkâna doğru gelen adamlardan daha yakındı ama verebileceği en uzun zamandı.
“Efendim?”
“Benim canımın sağ kalması için bir saat. Fazla değil.”
“Ecevit anlamıyorum, ne diyorsun sen? Neredesin? Biri bir şey mi yaptı?”
Belki de tam olarak bu korku Firuze’ye günlerce sürecek şeyi bir saatte yaptıracaktı. Ecevit biliyordu bunu. “Bir saat içinde bana o evrakları bulman gerekiyor. Bulduğun an, özel numaradan üç ayrı mesaj at. Her mesajın arasına on saniye koy ve mesajlarda sadece bir nokta olsun. Başka bir şey yazma, numaran açık sakın atma, toplamda üç mesaj üç nokta, evrakları da açıp bakma.”
“Babamın şifresini bilmiyorum!” diye bağırdı Firuze. O adamları gören sanki telefonun ardından oydu. “Ne oluyor? Bana bir şey söyl…”
“Aksi bir durumda ben babanı öldüremezsem baban beni öldürecek, sakın ola ki mezarımı sizden biri kaldırmasın,” dedi Firuze’yi ölesiye korkutacak cümleleri, korkunç bir sakinlikle dile getirirken. Olağan cümleler aktarıyordu adeta. “Verin köpekler yesin. Şimdi kapatıyorum, beni sakın arama ben seni arayana kadar. Unutma, üç mesaj, üç nokta, gizli numara…” daha fazla cümle kurmadı, kapattı hızla ve kalan son üç saniyesini de Firuze’ye ait olan arama geçmişini silmek oldu. Bu telefonda görecekleri tek şey Firuze’yle olan bir konuşma olurdu. Başını kaldırdığında ellerdeki sopaların daha varmadan kalktığına şahit oldu. Ecevit hızla yerinden kalktı ve o sopa darbeleri dükkânın camına inmeden çıktı meydana, korkusuzca dört adama baktı ve tek başlarına önlerinde dikildi. Savaşır mıydı? En alasından. Kazanır mıydı? İhtimal dahilinde. Bu dükkan zarar görür müydü? Muhtemelen. Bunu istemiyordu.
“Hey hey,” dedi ellerini kaldırırken. “Hayırdır ya? Gündüz vakti kundakçılık mı yapacaksınız?” elleri gelecek olan ilk darbeye karşı temkinlilikle havada duruyordu. Adamlara bakarak kafasını salladı. “Geldiniz selamın aleyküm dediniz de aleyküm selam mı demedik?” diye sordu aralarındaki mesafeyi korumadan. Onlar yaklaşmadan kendisi yaklaştı. Bu karşı taraftan korkmadığını gösteren ilk beden diliydi. “İndirin sopaları, derdiniz ne anlatın. Çözelim. Borcumuz harcımız mı var birine?”
Sopalar inmedi ama durdu. “Ecevit Tarhan,” dedi önlerindeki uzun boylu, eli yüzü düzgün adam. Elbette ki Atilla Akın, çevresinde daima memur tiplemesinde insanlar taşıyordu. Adı mafyaya çıksın istemezdi, her türlü barbarlığı yapsa da.
“Ali Ecevit Tarhan,” diye düzeltti sakince. “Buyur benim. Bak bu böyle olmuyor,” dedi Ecevit yeniden sopalara bakarken. “Gelin oturun iki çay koyayım derdiniz neyse halledin. Barbar mıyız biz? Esnaf esnafın camına göz diker mi?”
Adamlar, zorluk çıkaracaklarına emin oldukları adamın bu tavırlarını aptalca buluyordu. Dört kişi bu adam için mi toplanmışlardı? Tek kişi de yeterdi diye düşündüler. Adam borçtan harçtan bahsediyordu, canından olacaktı.
“Sen o çayı bizim dükkânda içeceksin,” dedi en öndeki adam. Ecevit bir aptal gibi gözükmeye devam etti.
“Ha şöyle. Davet ettiniz de icabet etmedik mi? İçeriz. İndirin şimdi o sopaları, çoluk çocuk var. Yanlış anlayacak insanlar. Bir kabanımı alıp geliyorum, az müsaade edin.”
Ecevit o sopalar inmeyene kadar yere, dönüp arkasını girmedi. Kabanını aldı ama asıl dert kaban değildi. İnce bir elektrik telini aldı avucunun içine ve uzun bir çivi seçti hızla. “Çayın altını kapatıyorum bekleyin,” dedi kapıya doğru. Hızla teli çiviye sardı, daha tehlikeli bir hale getirdi. Oval olanı bir insanın elinden almak daima daha kolaydı. Oval bir kalem, bir masadan kayıp giderdi ama köşeli bir kalem sabit durabilirdi. Köşeli bir çiviye ihtiyacı vardı. Çiviyi aldı, cebine attı ve ocağın altını kapattı. “Hadi,” dedi adamları gerisinde bırakıp önden yürümeye başlarken.
“Tavşan kanıdır inşallah Atilla Akın’ın çayı,” dedi alay etmeye devam ederken. Arabaya ilk o bindi ve yerleşti. “Tavşan kanı, merak etme sen.” Yanıtını aldı, bu bir tehditti ama Ecevit’in o dalgaya vuran bakışlarını yıkamadılar, arabalarında sahiden çay içmeye giden bir adamı taşıyorlardı sanki. Beynindeki tilkiler durmadan devam etti hareket etmeye. Sakin kalmaya çalışmıyordu, aksine sakindi. Bunu bekliyordu. Sadece bu biraz erken olmuştu. İki gün daha süre biçmişti kendi kafasında. Bu demek oluyordu ki Atilla’nın ismi tümüyle temize çıkmıştı ve artık tüm dikkatini ona vermişti. Çok uzun sürmedi yol. Bir yerden sonra Ankara trafiğinden sıyrıldı araç, daha da hızlandı ve varacakları yere vardılar. Firuze’ye bir saat vermişti, görüyordu ki bonkör bile davranmıştı.
Kapı açıldığında kimse ona dokunmadan kendisi indi. Bir mahkûm gibi buraya getirilmek istenmişti. Buna izin vermemişti. Çünkü Ali Ecevit Tarhan artık mahkûm değildi, ona yargısız infaz yapılacak yaşları geçeli çok olmuştu. Sıra ondaydı ama öyle ki kendisi çok adil bir yargıçtı. Veremeyeceği hesap, üstesinden gelemeyeceği tek bir insan evladı yoktu. Çünkü Ali Ecevit Tarhan’ın kaybedecek tek bir şeyi bile yoktu.
“A TİL LA!” ismi bağırarak, heceleyerek ve alayla getirildiği sapma bir köşede kalmış, ağaçlık bir alanda koca bir köşk gibi duran evin bahçesinde söyledi. “Bak kim geldi! Çayı koydun mu?” cebinden sigara çıkardı ve evin camlarına bakmaya başladı. Sigarasını yakarken evin ikinci katında, orta yerde açılan balkona çıktı seslendiği kişi. Elleri cebindeydi, en az karşısındaki adam kadar rahattı, üstteydi ve hep üstte kalacağını düşünüyordu. Bu mesafenin biraz bile altında bakacağı adam bu dünyada yoktu henüz ona göre. Atilla Akın, tam da kızının söylediği gibi kendini tapılacak bir varlık gibi görüyor, yalancı peygamberliğini ilan edeceği günü bekler gibi güç zehirlenmesi yaşıyordu. Yüzüne çarpık bir gülümseme oluştu ve muhtemelen varlığı dakikalar sonra yokluğa karışacak olan adamı izledi.
Çok sabretmişti, onu bir kuru ekmek parçası gibi avucunda parçalamamak için ama tehlike büyümese de kızının dibine giriyordu. Vakit gelmişti. Çok beklemişti.
“Hoş geldin evlat,” dedi tıpkı seneler önceki gibi.
“Evladını sikeyim senin,” dedi Ecevit sonra durdu ve elindeki sigarayı kaldırdı. “Son sigaram mı?” diye sordu. Atilla Akın’ın yüzündeki gülümseme büyüdü ve kahkahaya dönüştü. Bunu seviyordu. Karşısındaki insanların gözündeki büyüklüğünü yapacaklarını duyunca anlıyordu ve bu ona korkunç bir zevk veriyordu.
“O zaman söyle köpeklerine dokunmasınlar da içeyim,” dedi ve çevresini sarmış adamlara baktı. Atilla, o son sigaraya izin verecekti ve kendini vicdanlı bir adam sanacaktı. Ecevit hızla başını çevirdi ve bahçeyi incelemeye başladı. İlk plan Firuze’ydi. Tamam. İkinci planı hazırdı. Üçüncü plana da ihtiyacı vardı. Sigarasından bir nefes aldı ve ciğerlerine baskı uyguladı, içinde tuttu dumanı.
Üç metre civarı. Duvarların yüksekliği o kadar vardı. Tırmanmak mümkün değildi, çevresinde dayanak yoktu. Sigara bitene kadar ortalığı taradı, ilk ikisi kadar olmasın sağlam bir plan daha attı cebine öyle geçti içeri. Merdivenler geçtiği kapının karşısındaydı. Hızla tırmandı ve bir adım önünde olan adamın gittiği odaya vardı. Açılan kapıdan girdi ve baba oğlu gördü.
“Vay vay vay,” dedi Bülent’e bakarak. “Ödlek de buradaymış.” Ansızın tüm ellerin silahlara gideceği bir hamle yaptı ve Bülent’in üzerine atlayacak gibi oldu ama bu tümüyle palavraydı. Eller silahlara gitti ama avuçlara düşmedi. “Korkma lan, baban burada. Şaka yaptım.”
Ecevit gitti, Bülent’in karşısındaki koltuğa oturdu ve geriye yaslandı ona bakan adamlara baktı teker teker. “Hani çay?” diye sordu. Atilla’yı gördü ve alınmış bir tavırla ona dikti gözlerini.
“Çay yoksa giderim bak.”
“Sen daha bacak kadarken karıma demiştim ki bu çocuk çok kurnaz,”
Ecevit güldü ve Bülent’e baktı. “Sen daha bacak kadarken biz de evde senin hâlâ altıaaaaanın bok götürdüğünü konuşuyorduk, Allah insanı doğurduğuyla sınamasın.”
Bülent’in hareketlerini babası “Bülent,” diyerek durdurdu. “Bırak havlasın dursun. Bırak.”
“Babası Bülent ağlıyor deme öyle,” kapının önündeki adamlara seslendi. “Çay getirsenize oğlum bana.”
“Hiç anlamadın değil mi Ecevit?” diye sordu Atilla Akın. Oturdu çalışma masasının başına. Karşısındaki adamın tüm kışkırtma çabalarına göğüs gerebilecek sinsilikteydi. Bu kurnaz herife istediğini vermeyecekti. Oğlu vermek için can atıyordu ama vermeyecekti. “Benim olduğum yerde senin gibiler hizmet görmez hizmet eder.”
“Sen çok geride kaldın ihtiyar,” dedi Ecevit hiç beklemeden. Aynı sinsilik Ecevit’te de vardı, karşısındaki adamın manipülasyonlarına kurban olmayacaktı. “Küçük balık büyüdü, büyük balıkla da dost değil.”
“Küçükken de böyleydin, kızımla olan samimiyetine güvenirdin kendini bizim evden sanırdın. Sonra elimden bir bardak kayardı, anneni çağırırdım temizlesin diye. Anneni gör de yerini anla isterdim ama anlamazdım.”
Ecevit dudaklarını yaladı ve soluklandı.
Annesinin adını alması bile direnişine engel olacak kuvvetteydi, kendini telkin etti. “Alnının akıyla para kazanan bir anne babadan anlayacağımı anladım zaten ben. Sonuçta bu ülkeye alnının teriyle para kazanan insanlar da lazım. Hırsızı, çalanı çırpanı, hak yiyeni… Herkes başbakan olursa vay bizim halimize.”
“İşte bak kendin söyledin,” dedi Atilla elini öne doğru açarken. “Terleyen hep sizdiniz, teri silinen hep biz olduk. Baban annenin terini silmedi…”
“Senin yedi sülaleni ölülerine kadar sikerim, mezarında bile tek parça yatamazsın,” dedi ve bu manipülasyonun kurbanı oldu.
“Alnının akıyla yapılan işten mi utanıyorsun?”
“Senin gibi kalifiyeli bir orospu çocuğunun anne babamdan bahsetmesinden hazzetmiyorum. Karşında ne koyun güder gibi güttüğün, donlarına kadar çalıp çırptığın seçmenin var ne de göt korkusundan sesini çıkarmayan oğlun var. Bak bana bak, Ali Ecevit Tarhan’ım ben. Ben sizden hiçbir zaman olmadım.”
Durmaksızın küfürleri savuruyor, tükürürcesine konuşuyordu. Ecevit’in korkusuzluğu buradaki herkesi şaşırtıyordu Atilla Akın dışında. “Kısa bir vakit sonra ölecek bir adama göre çok konuşuyorsun.”
“Sen buraya sana yalvarayım diye mi getirdin yoksa beni? Aklı yarımlar. Burada kaç tane adamsınız, toplanıp bir akıl bile etmediniz mi? Biz bu adama ne yaparsak yapalım yalvarmaz demedi mi lan hiçbiriniz?”
Ecevit bu ihtimale güldü uzun uzun. Sinirleri bozulmuştu, sahiden gülüyordu. “Sana kızımdan uzak dur dedim.”
“Ulan başlatma kızından,” dedi Ecevit gülüşlerini keskin bir bıçakla kesip. “Kızım, kızım, kızım. Ne kızı lan? Benim derdim senin kızınla olsaydı, senin şimdi nüfusunda Firuze Akın diye biri olmazdı. Kuş kadar canı var, kızını zapt edemeyen benden uzak tutamayan beceriksiz sensin. Yazık lan sana. Sen kızını değil kendini düşün. Oğlunu düşün. Ensenizde boza pişiyor lan, almıyor musunuz kokuyu?”
“Sana para teklif ettim, sana iş teklif ettim, sana başka ülkelerde hayat teklif ettim… Sen her zaman doyumsuz bir piç olduğun için…” Zamanında Firuze’nin yüzüne yediği darbeye sebep olan söz şimdi Ecevit’i çılgına dönüştürdü.
“Benim babam belli,” dedi Ecevit bastıra bastıra. Elinin tersini masaya vurdu arka arkaya. “Ama senin çocuklarının babası yok. Alçak puşt. Sen mi benim babamın varlığından şüphe edeceksin, önce o koca elini götüne yerleştir de benden korumaya çalıştığın kızını yerden yere vurma. Oğlun o gün diri diri yakıyordu kızını, evlatlarını canavar oğlundan koru. Piç görmek istiyorsun, buyur bak burada,” dedi ve Bülent’i gösterdi. Bülent’i artık yerinde tutmak için hiçbir sebep yoktu. Yerinden kalktı ve Ecevit’in üzerine atladı ama Ecevit’in tamamen ayaklanmadan attığı kafayla geriye doğru savruldu. Bir saatin dolmasına çok az kalmıştı. Firuze muhtemelen şifreyi bulamamıştı. Ecevit’e göre bu kanı beş para etmezlerle daha fazla muhatap olmanın bir faydası yoktu. Atilla Akın yerinden kalkmadı ama emri verdi. Bülent dahil beş kişi Ecevit’in üstüne üşüştü. Ecevit yerini sağlama alana kadar kendisine inen darbelerden korundu. Alışıktı, tek olmaya ve karşısında tek kişi görmemeye. Yerinin sağlamlığına emin olduğu an eli cebine gitti ve çıkardı çiviyi Bülent’i boynundan yakaladı ve “SİKTİRİN GİDİN LAN!” diye bağırdı, çiviyi atardamarının tam üzerine bastırdı.
“Karotis nedir bilir misin Atilla?” dedi. Atilla Akın’ın gözleri şah damarının üzerindeki demir dikenli bir tel sarılmış çivideydi. Eliyle herkese dur işareti yaptı ve sakinliği tümüyle yok olmadı ama ufalanmaya başladı. “Bak şimdi ben size neyin nasıl olacağını anlatayım mı? Aç kulağını beni iyi dinle,” dedi ve Bülent’i elindeki çivinin ucuyla uyardı. “Bu çivi şimdi senin tam şah damarının üstünde. Beynine giden kanın büyük çoğunluğu tam olarak buradan geçiyor. Ben bu çiviyi batırınca ne olacak biliyor musunuz? Bak baban biliyor sanki,” dedi ve düşmanının gözlerinin içine baktı. Atilla Akın karşısındaki tek tehlikenin kızı için olmadığını zaten biliyordu. Firuze görünen kısmıydı. Firuze gösterdiği kısmıydı. Kalbi kasıldı, Atilla Akın şah damarını çok iyi bilirdi.
“Saplayıp çıkaracağım ki kanı engellemesin. Kan nasıl akacak biliyor musun? Böyle ince ince sızmayacak, fışkıracak. Babanın suratına kadar kan fışkıracak. Kanı özledin mi?” Bülent korkuyla titriyor, hareket dahi etmiyordu. Yapacağı tek yanlış hareket bu senaryoyu gerçek kılabilirdi. “Sonra böyle dakikalarca, canından eksilte eksilte, acı çeke çeke vücudundaki kanın akışını hissedeceksin. Kurtarabilecek misin oğlunu?” diye sordu yine Atilla Akın’a. Kimse ona müdahale edemiyordu. “Kurtaramazsın. Ruhunu ortaya koysan kurtaramazsın. Buraya bin kişiyi yığsan kurtulamazsın. Sen çırpındıkça oğlun kan boşaltmaya devam edecek,” Bülent’in ensesini biraz daha gövdesine bastırdı. “Ulan diyeceksin ölmek bu kadar zor mu? Ulan diyeceksin keşke beynime bin kurşun yeseydim de ölene kadar ölümü yaşamasaydım. Ulan diyeceksin, on sekiz yıl önce böyle can aldım ben.”
“Ecevit,” dedi Atilla elini kaldırırken. “Otur konuşalım.”
“Oturup konuşmayı siktim öldü, ulan siz kimsiniz de beni ölümle tehdit ediyorsunuz? Biri birine öldürecekse benden size sıra mı gelir sanıyorsunuz?” çiviyi biraz daha batırdı ve Bülent’in kulağına doğru batırdı. “Hadi barbarlık yapsana. Gücün kardeşine mi yetiyor? Hadi lan kurtulsana elimden.”
Burada altı kişiye karşı tek kişiydi ama yine de altı kişiden biri bile onunla baş edemeyecekti. Öyle birini almıştı ki önüne, kimse kıpırdayamıyordu. Elinde bir silah bile yoktu, ona dört silah doğrultulmuştu. Yine de öndeydi, yine de geriye düşmüyordu. Yine de onu yenemiyorlardı. Yine de ondan korkuyorlardı ve yine alçakça davranıyorlardı. Atilla Akın’ın stresle kasılan kalbi camın ötesinde Ecevit’in beynini hedef alan silahla biraz sakinleşiyordu. O silah kendini kırmızı bir ışık olarak belli etti ve Ecevit’in üzerinde dolandı.
“Bırak oğlumu,” dedi adam.
Ecevit kafasını cama çevirdi ve ona uzaktan yöneltilmiş silahı kırmızı ışıktan rahatça seçti. Doğruyu söylemişti. Bugün ya o ya da onlardan biri mutlaka ölecekti. Yine de güldü “Vay korkaklar vay,” dedi ve çiviyi daha çok bastırdı. Bir adım geri gitti ama silah da onunla beraber geldi. “Tavandan da biri sarkacak mı?”
“Ecevit bırak oğlumu, yoksa beynini dağıtacağım. Cesedini bile kimse bulamayacak.”
“Yine de ölümüm oğlun kadar acılı olmayacak.”
Yapacağı teklif belliydi. Buradan çıkmak için tüm kozları oynayacaktı. Bülent’i gözden çıkarmayacaklarını biliyordu ama o arabayı çalıştırana kadar onlarca boşluk yakalayabilirlerdi frene basana kadar. Kurşun ulaşana kadar çiviyi saplayabilir miydi? Çok düşük ihtimaldi. Öleceğine emin olduğu an, ilk hamleyi o yapmalıydı. Ecevit ilk kez çıkmazı hissetti ve hadi Firuze, demekten alıkoyamadı kendini.
“Şimdi ben buradan elimi kolumu sallayarak çıkacağım senin oğlunun canını bağışlayacağım,” dedi kendi canını da kurtarmıyormuş gibi. Ali Ecevit Tarhan ölmek üzereyken bile alayı bırakmadı.
“Baba sakın izin verme!” dedi ve çivinin derisinde derin bir çizik yaratmasına sebep oldu. Hadi Firuze, dedi tekrardan.
“Seni bu saatten sonra buradan çıkarır mıyım?”
“Paşalar gibi de çıkacağım buradan.”
Atilla Akın ölüm emrini vermek için gerekli olan işareti vermek üzereydi. Önce biraz aksini iddia edecek sonra çaresizce kabul etmiş gibi yapacaktı. Kapının önüne kadar oğlunun onun elinde inmesine izin verecekti. İlk fırsattaysa o kurşunu sıktıracaktı. Aynı anda iki farklı yerden. Kurşundan hızlı olmasına bile şans vermeyecekti. Oğlunun canı ihtimallerin ötesindeydi. Bir kirli pazarlığın adımını atmak için hazırlandığında odayı bir mesaj sesi doldurdu. Ecevit dışında kimse dikkat etmedi bile.
Saydı içinden Ali Ecevit Tarhan. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi sekiz, dokuz, on… Hadi Firuze.
İkinci mesaj sesi geldi ve Atilla Akın konuştu. “Buradan çıkışın yok bırak oğlumu. Bırak!”
Saydı içinden Ali Ecevit Tarhan. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi sekiz, dokuz, on… Hadi Firuze.
Ve üçüncü mesaj sesi geldiğinde Ali Ecevit Tarhan Bülent’i öne doğru savurdu, bıraktı. Tüm namlular çekildi, silahlar ateş almadan konuştu. Neredeyse gözlerinin içi parlıyordu.
“28 Eylül 1999’da Kanada’ya kestiğin uçak biletinde 29 numaralı koltukta senin yerine kim oturuyordu hatırlıyor musun?” yetmedi bir cümle daha kurdu. “Aynı gün İspanya sınırları içine giren devlet adamının adı bana çok tanıdık geldi, kim biliyor musun?”
Parmak uçlarını ritmik şekilde birbirine vurdu ve ciddiyetle karşısındaki adama baktı. “Kronolojik hata yaptım, biraz daha geriye gidelim. 16 Ocak 1993’te bir bebek doğdu, tanıyor musun o bebeği?”
Ali Ecevit Tarhan yakasını düzeltti ve boğazını temizledi. “Şimdi bunların hepsi bir saat içinde benden haber alınamazsa, öncelikle muhalif gazetecilerin eline belge belge gidecek. Dava ettiğin tüm kanallar ellerinde belgelerle teker teker canlı yayına çıkacak. Ya şimdi bana bir çay söyle, herkesi çıkar oturup konuşalım, sonra ben elimi kolumu sallayarak çıkayım ve benden ses seda bekleyen insanları arayayım. Ya da sık kafama, sen bilirsin.” Kendinden emin adımlarla gitti ve kalktığı yere oturdu.
Atilla Akın kendini yalancı peygamber ilan edecek kadar gücü bileklerine almış, şeytanla aynı masaya otursa zararsız çıkacak bir adamdı. Çaresizlik nedir bilirdi ama yaşamaz, yaşatırdı. Ölüm nedir bilirdi ama tatmaz tattırırdı. Kimisine göre bir lider, kimisine göre bir soytarıydı. Kimisi ondan baba diye bahsederdi, kimisiyse tiyatrocu. Kimisine göre ülkeyi yönetirdi, kimisine göre hiçliğe sürüklerdi. Kimisine göre uçurumun kenarından almış, kimisine göre uçurumdan itmişti. Atilla Akın için tek bir payda varsa o da şuydu ki yenilmezdi. Gerekirse alçaklık yapar kazanırdı. Gerekirse çalar çırpar kazanmış gibi yapardı, kazandığı bir hayatı yaşardı. Gerekirse kandırır kazanırdı. Gerekirse yok eder, tek kalır yine kazanırdı.
Ensesinden soğuk bir darbe yemeyeli on sekiz yıl olmuştu. En son denizin ortasında oğlunun öldürdüğü bir beden yüzerken o darbeyi hissetmişti. Daha gençti, bu olayı bir darbe gibi hissetmişti. Şimdi olsa daha sakin kalırdı. Ya şimdi? Darbeyi ensesinden yedi, üstelik ne gençti ne de toydu.
Karşısında Ali Ecevit Tarhan vardı.
“Çıkın,” dedi sadece.
“Baba!” diye bağırdı Bülent.
“Çıkın!” dedi. Oğluna baktı, elini masaya vurdu.
“Çıkın!”
Bu kelime defalarca kez tekrar edildi ve öyle sonuca ulaştı. Atilla Akın kravatını gevşetti ve gözlerini yumup açtı. Terlemeye başladı. Eksik taşla satranç oynanır mıydı? Oynanmaya başlanmıştı.
“Çay dedim,” dedi Ecevit keyifle.
Atilla eline telefonu aldı ve birini aradı. “Bir çay gönderin odaya,” dedi. Karşısında kendi yarattığı canavara baktı. Atilla Akın kendisini yok edecek canavarı, kendi elleriyle yaratmıştı.
Küçük balık büyümüş, büyük balık olmuştu ve bu düşmanlık siyaset sahnesine benzemiyordu. Küçük balıklar büyüyor, büyük balıklar dost olmuyordu. Okyanus rengini kızıla boyayacak, o satranç masası bir gün kurulacaktı ve Atilla Akın kendi elleriyle yarattığı canavarla savaşacaktı
Okurken resmen ağlattı Allahım gerçekten çok kötü oldum. Çok çaresizsin be kızım neden böyle oldu ki😭
ben özünde ecevitin merhametli biri olduğunu düşünüyorum. ama şartlar normal değil işte.. belki de vicdan azabından biraz da firuzeyle öyle ilgilendi.
bölümün en vurucu yeri bence “Kolay kapanır diye kolayca yaralıyorsan gör diye söylüyorum, bak kapanmıyor.” kısmıydı..
okyanus rengini kızıla boyayacak derken.. kan dökülecek yani