XIII “makul sürede edilmeyen itiraz, kabul sayılır”
- Dilan Durmaz
- 3 gün önce
- 32 dakikada okunur
Mart 1991
Ali Ecevit Tarhan, bazı geceler, bazı akşam yemeklerini Akınlar malikanesinde kurulan sofrada yerdi. Bu sık olmaz, azımsanacak kadar da nadirleşmezdi. Karar Firuze’ye bırakılırsa her gece beraber yemek yerlerdi ama bazen küçük kız, annesinden ‘ama o da ailesiyle yemek yemek ister’ cümlesini duyunca mecburen ısrar etmezdi. Zaman zaman o da kaçar giderdi, onların sofralarına otururdu. Bu Atilla Akın’ı öylesine rahatsız ederdi ki, Ecevit’in onların sofrasına oturması işine gelirdi. Kızının gitmesine gerek yoktu, o çocuk gelebilirdi kızı çok istiyorsa.
Yine öyle bir gecede, Aylin’in yanında kızı, kızının yanında Ecevit vardı. Masanın başında Atilla Akın oturmuş, Aylin’in karşısındaysa Bülent vardı. Firuze annesinin elini itiyordu. Kendisi yemek yiyebilirdi. Artık büyümüştü. Ecevit kendisi yerken annesinin devamlı ona lokma uzatması hiç hoşuna gitmiyordu. Hem gittiği anasınıfında da kendi başına yiyordu. Kimseden de yardım istediği yoktu.
Aylin Akın kızının rahatsızlığını fark edince daha fazla müdahale etmedi. Çünkü Firuze’nin, kirli bir inadı vardı. Hiç olmadık yerde yakasına bulaşırdı ve kimse temizleyemezdi. Yemek yememesinden daha kötü ne vardı ki? Firuze eline çatalını aldı. Ecevit’in tabağına baktı. Oradan bir yaprak sarma gözüne kestirdi.
Diğerlerinden daha ince uzundu. Onu almak istedi. Bu iki çocuk için oldukça olağandı. Firuze yemek yerken hiçbir zaman rahat durmazdı zaten yanında Ecevit varken. Ecevit’in tabağındaki her şey ona daha lezzetli gelirdi. Çatalını Ecevit’in tabağına atmaya çalıştığında annesi hızla bileğinden tuttu ve “Firuze,” dedi hayretle. “Ne yapıyorsun?”
“Ben o sarmayı alacağım.”
“Ne kadar ayıp!” dedi kadın. Aylin Akın bunu şekilciliğinden yapmıyordu ama böyle adab-ı muaşeret kurallarının bu yaşlarda bir insana verilebileceğini düşünüyordu. Hem bunu şimdi yapıyorsa okulda da mı yapıyor demekti bu? Tamam Ecevit’i biliyorlardı ama diğer çocuklar? Firuze hassastı. Çok çabuk mikrop kapardı. “Tabak bizim şahsi eşyamız. Bir başkasının tabağına asla dokunmuyoruz.”
“Alabilir Aylin teyze,” dedi Ecevit. Büyük bir keyifle verirdi hem de sarmasını. O başka sarma alırdı ne olacaktı ki? Firuze bunu yemek istediyse, kesinlikle verebilirdi.
“Senin tabağından alamaz.”
“Alabilirim,” dedi Firuze inatla. “Hem biz hep alıyoruz ki Ecevit’le.” Ecevit beklemedi, Firuze’nin istediği sarmaya çatal bastı ve Firuze’nin tabağına koydu.
“Firuze bir daha kesinlikle görmeyeceğim,” dedi kadın. Sesi ciddiydi, itiraz istemiyordu. “Okulda da mı böyle yapıyorsun yoksa?” Ecevit’te Firuze’ye baktı. Tabağına koyduğu koca sarmayı ağzına sıkıştırmaya çalışıyordu. Ona kaç kez demişti, koca koca lokmalar alma diye ağzına. Bu kız hep böyle yutamayacağı lokmalar mı çiğneyecekti? Firuze başını iki yana salladı.
“Yok Aylin teyze,” dedi Ecevit sanki aynı okuldalarmış gibi ama Ecevit bilirdi. Bir kez sormuştu. Okuldaki arkadaşlarının tabağından da alıyor musun diye. İşin aslı ilk Firuze sormuştu. Ellerinde bir Firuze’nin bir Ecevit’in ısırdığı bir çikolata varken Firuze merakla sormuştu.
‘Okulda da böyle yapıyor musun?’
‘Yok,’ demişti Ecevit. ‘Annem başkasının yediği şeyden yenilmez dedi. Ya dişlerini fırçalamıyorlarsa?’
Firuze ayaklarını sallaya sallaya karşıyı izlemişti. Biraz da utanmıştı. Bazı geceler, çok yorgunsa ve annesinin de gözünden kaçtıysa o da fırçalamıyordu. ‘Benden de yeme o zaman,’ demişti dürüstçe. Yalan söylemek nedir, neye yarar pek bilmezdi zaten. ‘Ben de bazen fırçalamayı unutuyorum ki.’
Ecevit’in elinde kaldı çikolata. Firuze bundan sonra her gece dişlerini fırçalayacaktı. Keşke bunu söylemeseydi Ecevit’e. İçindeki gizli kutuya koysaydı. Ecevit’le oynadıkları bir oyunun materyaliydi bu. Bazen, bazı şeyleri söylememeleri gerektiğinde içlerinde kutuda gizliyorlardı. Sonra da o kutu dolunca içini çöpe boşaltıyorlardı. Bu çoğunlukla daha fazla vakit geçirmek için anne babalarına söylemedikleri gerçeklerden oluşuyordu. Mesela acıkınca, acıktıklarını gizliyorlardı. Bazen tuvaletlerinin geldiğini, hatta bazen susadıklarını… Keşke Firuze bunu da gizleseydi.
Firuze ona uzatılan çikolatayı almadı. Omuz büktü. Neredeyse ağlayacaktı. Keşke söylemeseydi, keşke fırçalasaydı. ‘Alsana Firuze,’ demişti Ecevit. Eline zorla tutuşturmuştu. ‘Sen ayrısın.’ Bunu söylerken tümüyle doğrucuydu. Umurunda bile değildi Firuze’nin dökülmeye yüz tutmuş küçük dişleri. Ecevit oyuncuydu. Bir oyunda şartları eşitlemeyi çok severdi. Durmadı, çikolatayı yemediğini görünce ‘Sen de hep benim tabağımdan yemek alıyorsun, okulda da böyle yapıyor musun?’ diye sormuştu. Firuze hızla düşmüştü bu eşitliğe. ‘Yok,’ demişti hemen. Ecevit çikolatanın kabını hemen sıyırmıştı Firuze rahatlıkla yesin diye. Sonra aynı karşılığı duymuştu. ‘Sen ayrısın.’
Öyle ki Firuze sarmayı yerken Ecevit cevap verebilirdi. “O okulda yapmıyor. Sadece benim tabağımdan alıyor,” dediği an Atilla Akın girdi araya.
“Üstüne gitme kızımın Aylin,” dedi. “Başkasının yemeğine göz dikmiyor, babasının yemeğini yiyor yine.” Ecevit ve Firuze hariç herkes anladı ne söylediğini. Ecevit’in anne ve babası duysaydı yine otursun isterler miydi bu sofraya? Atilla Akın’ın art niyetli söylemediğini düşünmek isterlerdi. Aylin Akın kocasıyla göz göze geldiğinde tersler gibi baktı. Hoşuna gitmedi duyduğu ama yine de üstelemedi.
“Sarma muhabbetiniz bittiyse benim söylediğimi konuşalım mı?”
“Senin söylediğini konuştuk bitti zaten oğlum,” dedi Atilla Akın. Firuze’nin yanağına dokundu. Sevdi kızını.
“Ya biz niye taşınmıyoruz İstanbul’a? Burası çok sıkıcı baba, çok sıkıcı!” dedi. Derdi sıkıcılık değildi. Derdi kesinlikle İstanbul sokaklarıydı. 1 Mayıs’a az kalmıştı.
“Meclis burada Bülent!” dedi Atilla Akın. Oğlunun derdini sezebiliyordu, görmezden gelmeye çalışıyordu ama Bülent adeta babasının önünde cirit atıyordu. “Benim yerim de meclis. Sizin yeriniz de benim yanım.”
Bülent ve Atilla arasındaki çatışmaya Firuze’nin tatlı sesi engel oldu. “Biz büyüyünce İstanbul’a taşınacağız Ecevit’le biliyor musunuz?” Bu sevimli ses herkesi gülümsetebilirdi. İki kişi hariç. Biri Atilla Akın, diğeriyse kesinlikle Ali Ecevit Tarhan’dı. Küçük çocuğun boğazına dizildi lokmaları. Ah bu kız, ah bu kız hiç içinde tutmak nedir bilmiyordu! Her şeyi ulu orta söylüyordu. Ecevit biraz korktu, biraz da çekindi. Başını kaldıramadı.
“Öyle mi?” diye sordu Atilla Akın. Kızına sorsa da Ecevit’e bakıyordu.
“Öyle. Biz gideceğiz. Öyle konuştuk. Beraber gideceğiz. Öğretmenime de söyledim.”
“Ecevit,” diye seslendi adam küçük çocuğa. Yüzüne bakmadığını görebiliyordu. Seslenince mecburen bakacağını biliyordu. Ecevit küçük gözlerini adama çevirdi. Çok ciddi bakışlara maruz kaldı. Evet gideceklerdi ama bunu şimdi kimsenin bilmemesine gerek yoktu. “Kızımı götürüyormuşsun?” diye sordu.
Bu çocuk dedi içinden, bu çocuk büyümüş de küçülmüş. Bu çocuğun ettiği hiçbir kelam çocukluğuna verilmemeli. Kurnaz. Pek kurnaz.
“Firuze İstanbul’a gitmek istiyor,” dedi Ecevit dürüstçe. Geri adım atmadı. Korktu ama durdu yerinde.
“Tamam babası onu götürür.”
“Ben Ecevit’le gitmek istiyorum babaaa,” dedi küçük kız son sesli harfi uzata uzata. Kesinlikle babasıyla oyun oynayamazdı. Ecevit’ten başka kimseyle oynayamazdı hatta. Bu sene başladığı okulda bile akşam olmasını bekliyordu. Kimse Ecevit gibi oyun uyduramıyordu.
Ecevit yutkundu ve Firuze’ye baktı. Yok bu kız hiç susmak bilmeyecekti. İçinden geçeni hep söyleyecekti. “Ben kızımı göndermem Ecevit,” dedi adam. Sadece karşısında büyümüş halini görebildiği adama bakıyordu. Firuze okula başlarken Ecevit düşkünlüğü biraz azalır sanıyordu. Sonuçta başka çocuklar başka arkadaşlar demekti ama olmamıştı.
“Siz de gelirsiniz,” dedi çekinerek. Bir orta yol bulmaya çalışıyordu ama asla vazgeçmiyordu.
“Ben giderim de sen gelir misin orası şüpheli evlat. Büyüyünce iş güç sahibi olacaksın, bakalım böyle görüşebilecek miyiz yine? Karar verdin mi yapmak istediğin mesleğe?”
Atilla Akın satranç oynamayı severdi. Şimdi bir piyon olan çocuk, birkaç sene içinde oyundan çıkmazsa yerini değiştirmesi gerekirdi. Oyunda kalsın istemezdi. Biricik kızını layık görebileceğini sanmıyordu ileride ama işler sarpa sararsa, oyunda kalmayı başarırsa bu çocuk Şah’ın yanında güçlü sayılabilecek bir yere geçmesi gerekirdi. Aksi halde, bir piyon olmaya devam ederse belli bir yaştan sonra bu masaya oturtmak istemezdi. Kafasında kırk tilki dolaşıyordu, kırkının da kuyruğu birbirine dolanmıyordu. Aylin Akın o tilkilerin sayısını seçemese de gördü. Rahatsız oldu ve boğazını temizledi. Kocasının aksine Ecevit’e sadece aklı başında bir çocuk gibi bakıyordu.
Ali Ecevit Tarhan bu sorunun ona tekrar sorulacağını biliyordu. Hazırlanmıştı. “Avukat olacağım,” dedi. Atilla Akın’ın yüzünde bir gülümseme oluştu. Oğlunda göremediği bir potansiyel vardı, belki de bu zamanı geldiğinde piyon olarak bırakmak istemeyeceği çocuk bu potansiyelle yaşıyordu. Belki de yetiştirmesi gerekiyordu kendisi için. Yine de… İçeri giren kadına baktı. Kadın oğluna gülümsedi, Atilla Akın bir kez daha hatırladı.
Piyonlar, piyon olarak kalmalıydı. Zamanı gelince de oyundan çıkmalıydı. Öncelik daima bu olmalıydı.
***
Bir yapıyı ev diye hissetmek için neyi barındırması gerekirdi?
İçinde aile olan her yapı ev sayılır mıydı? Sayılıyorsa içimdeki hissin sebebi, resmiyette ailem olan insanların sahiden ailem olmayışı mıydı yoksa aidiyet duygusundan tümüyle kopmam mıydı? Tamam öncesinde de hep ev diye atölyemden bahsederdim ama eve gidiyordum dediğimde aklıma burası gelirdi. Artık hiç gelmiyordu. Bahçeden geçerken bir yabancının evine yürüyordum sanki.
İnci ve bir yerde hâlâ annem bu evde yaşıyordu. İçimde yok olan aidiyetin ta kendisiydi.
İki şey vardı kalın halatlarla bağlı olduğum. Geriye kalan her şey ince iplerle bana bağlıydı. Hor kullanıldığı her an ip kopuyor insanlar ya da ben bağlıyordum iki kopan ucu. Sanırım artık bağlamıyor, insanların bağlamasına izin vermiyordum ya da insanlar da bağlamakla uğraşmıyordu. O iki kalın halatı da içimdeki küçük Firuze’ye borçluydum. Ben bana kalan her güzel şeyi ona borçluydum. O olmasa avucumda sadece atan bir kalp kalırdı biliyordum. Ona minnettardım. Bu aralar beni kızdırsa da, içimde ağlamaktan nefessiz kalsa da ve kalbimi yumruklasa da.
Dışarıdan iletilen kapı bana bu kez annem tarafından açıldı. Pek yapmadığı bir şeydi bu. “Ah Firuze Hanım, evi attığım adresten mi buldunuz?” Yüzümde samimiyetsiz bir tebessümle geçip gittim yanından. En son annemle de pek iyi bırakmamıştım ilişkimi. Onun sadece günlerdir babamla ilgilendiğini tahmin ediyordum. Babam hakkında bir fikrimse yoktu. Ecevit’i dinleyecektim ve yalnızca dinlenecektim. Duş alacak, kıyafetlerimi değiştirecek, yumuşatıcı kokan çarşaflarda yarına kadar uyuyacaktım. Annem bilinçsizce elimden tuttu. Bu o kadar sert bir tutuştu ki, avucumdaki sargıyı fark etmeden benim acıyla kopardığım nidayı duydu ve elini çekti.
“An ne!” diye heceledim ve elimi nereye koyacağımı şaşırdım.
“Firuze!” dedi dehşetle ve bıraktığı elimi yeniden tutmaya başladı. “Ne oldu eline?” Tutmasına izin vermedim ama bandajı gördü. “Ne oldu kızım eline?”
“Bir şey yok kesildi,”
“Kanlanmış. Sevinç,” diye bağırdı ortaya doğru.
“Anne bağırma. Bir şey yok bırak!”
“Sevinç pansuman malzemelerini getir.”
“Anne bırak.”
“Nasıl kestin bunu?” Bazen bazı zamanlarda büyütülmesi gerekenleri görmezden gelirken büyütülmemesi gereken her şeyi abartarak yaşıyordu.
“Şişe kırıldı, elim kesildi.”
Gözlerini bana kaldırdı ve kısabildiği kadar kıstı. Belki ne kadar küçük bakarsa bana yalanımı yakalayabileceğini düşündü. Yalanım yoktu halbuki. “Dün atölyedeydin,” dedi. Sustu sonra, irkildi ve elimi daha sahiplenici tuttu. Aklına neyin geldiğini o an anladım. Hayır yanlıştı. Dün elimi kasti olarak kesmemiştim.
“Hayır anne,” dedim sadece. “Şarap içtim, sarhoş oldum ve şişeyi devirdim. Hepsi bu kadar.”
Korkma demedim ona. Kendi yarattıkları sorunların mağduruydular. Korkmak istiyorsa korkabilirdi. “Firuze ölümü gör,” dedi kendisine hiç yakışmayacak bir şekilde. Yüzümü ekşittim. “Berbat bir cümle.”
Sevinç ablanın getirdiği pansumanlarla salona doğru yürüdük. Kimseyi istemedi yanımızda. “Açma pansumanımı daha dün gece yapıldı,” desem de umurunda değildi. Onun derdi yarayı görmekti. Vereceği tepki ona göre büyüyecek şekillenecekti. Pansumanı titreyen elleriyle açtı ve gördüğü görüntü ağzından acı dolu sesle döktü. Yarama bakmadım başımı kaldım ve karşıya diktim gözlerimi.
“Firuze bu normal bir kesik değil,” dedi. Sesi titriyordu. “Bu çok derin, çok… Şekilli. Firuze…” Nefessiz kaldı. Parmağımın ucuna gözyaşı damladı. Anlıyordum neye ağladığını. Sandığı gibi bir şey yoktu. Belki sandığı olmuştu ama bu kesik başta onun için yaratılmamıştı. “Yine mi?” diye sordu. Bana kızmıyordu, yalnızca içindeki şüphelere yenilmişti.
“Ne kadar yanlışlıkla kesildi desem de inanmayacaksın. O yüzden kendimi anlatmaya çalışmayacağım.”
Annem saniyeler içinde böylesine ağlamaya nasıl başardı bilmiyordum ama neredeyse başı dizime düşecekti. Onu izliyordum ama tam anlamıyla net bir duygu hissetmiyordum.
Annem iyi bir tiyatro oyuncusuydu bir gözyaşını on gözyaşına çevirebilir miydi? Evet yapabilirdi.
“Hiç iyi değilsin,” dedi gözlerime bakarak.
“Her zamanki gibiyim.” Hatta belki de içi boşalan kalbimde bazı hisler dirilmişti. Belki de bu hissin adı acı da olsa yeniden böylesine derin acı duyabilmek yaşadığımı hissettiriyordu.
“Yeniden psikolog seanslarına başla. İstersen İstanbul’a gidelim. Doktorun orada. Yalnızca ben ve sen biraz orada yaşarız. Ya da bir şekilde onu buraya getiririz. Ya da başka bir dok…”
“Anne babam tamamen iyileşti sanırım,” dedim ve uzayacak cümlelerini kesip attım. Ecevit’in dün gece güzelce sardığı elimi açmıştı, içine ağlıyordu. Ne yersiz davranıyordu böyle, farkında değildi. “Benimle uğraşmaya başladın yine.”
“Özür dilerim,” dedi ve elini yanağıma koydu. “O an çok acı çekiyordum, ne söylediğimi bilmiyordum.”
Bir an, sahici bir an neden özür dilediğini ve hangi andan bahsettiğini hatırlayamadım. Artık annemle aram kronik bir şekilde bozuktu. Bu spesifik bir olaya dayanmıyordu sanki. Hatırlamaya çalıştım boş gözlerle. “Firuze bana öyle bakma, özür dilerim,” dedi yeniden. Bakışlarım onu kahretti. Böylesine içi boş gözlerde ne gördü bilmiyordum. “Babanın yaşadığından bile emin değildim. O an bir gürültü duymak, sizin kavganızı dinleme…”
“Her neyse anne,” dedim ve olayı da hatırladım. Ben onu teselli ettikten hemen sonra Bülent’le olan kavganın ortasına geçip bana saldırmasından bahsediyordu.
“Her neyse değil,” dedi. Pamuk çıkardı ve üzerine renksiz bir sıvı döktü. “Yemin ederim çok pişman oldum. Sen beni teselli eden, elimi tutan tek çocuğumdun. O ana kadar hiç kimse saçlarımı okşamamıştı benim.” Gözlerimi yumdum ve acı ağzımdan ses olarak dökülmesin diye bekledim. “Firuze elin dikişlik.”
“İstemiyorum. Bir an önce kapat yarayı. Neden açtın ki zaten?”
“Özür dilerim,” dedi ama elim için değildi. Anlayabiliyordum. “O an sorguların suallerin bende patlama yarattı. Öfkem sana bile değildi. Babanaydı. Babanın yaptığı işeydi ama…”
“Ama benden çıkardın.”
“Dilin seni öldürecek,” dedi. Gülümsedim. Benden özür dilerken bile bana hak vermiyordu.
“Sessizliğin öldürmesinden iyidir.”
Tek tek parmaklarıma dokundu. Hissettiklerimi sordu. Eski bir doktor olarak, ne yapması gerektiğini biliyordu. Sanırım verdiğim tepkiler, elim için korktuğu ihtimalleri öldürdü. Yara derindi ama temizdi sanırım. “Duş alacağım, poşet mi sarayım yoksa eldiven mi?”
“Ben sana yardımcı olurum,” dedi yaşlarını silerken. Topuklu ayakkabılarının üzerinde doğruldu ve bu kez o saçlarımı okşadı. “Ben yıkarım kızımı.”
“Anne o kadar düşkün değilim,” dedim kaşlarımı bükerken. “Kendim yıkanabilirim. Sadece soru sordum. Lütfen cevaptan fazlasını verme bana.” Saçlarıma sayısız öpücük konduruyordu. Sevmeye çalışıyordu beni. “Dün gece bu pansumanı sana kim yaptı?” diye sordu. Evet tek elle yapamayacağımı fark edebilirdi. Yanıt vermedim. “O adam mı?” diye sordu.
“O adam diye bahsedeceğin herkesin adını bildiğini düşünüyorum.”
“Sana zarar veriyor.”
Gülümsedim. Bu cümleyi anne ve babamdan duymamalıydım. “Herkes gibi mi yoksa sizin kadar değil mi demeliyim?”
Sorduğumu görmezden geldi, “Soğan kokuyorsun,” dedi açıkça. İşine gelmeyen her cevabı almazdı. Soru kendisine ait olsa bile sahiplenmezdi.
“Soğanlı menemen yedim.”
“Sabah sabah… Mide bulandırıcı. Hiç senin yapacağın bir şey değil.”
“Hayatımda yediğim en güzel menemendi,” dedim yerimden doğrulurken. O da peşimden geliyordu biliyordum. Sabahlarca o menemeni yiyebilirdim”
“O adam senin beklediğin adam değil Firuze,” demeye kalktı. Adımlarımı hızlandırdım. Ecevit’le günlerdir öyle şeyler öğreniyorduk ki annemin romantizm kokan cümlelerine tahammül edemedim. “Gözünün önünde senin yaşantına uygun insanlar var, görmüyorsun.”
“Anne sus artık,” dedim yalnızca. Odaya vardım girmesine izin vermedim. Tatlı bir düşteydik sanki onun için. Ya da 15. Yüzyılda. Bense on beş on altı yaşlarında bir soyluydum. Günlerim romantizm akımının parçası olmakla geçiyordu sanki. Annem gerçeği farkındaydı. Yokmuş gibi davranarak önce kendini sonra beni kandırmaya çalışıyordu. Kilitlediğim kapıya vurdu. “Eldiven tak ve lastik tokaları üst üste bileğine geçir. İşin biter bitmezse hepsini çıkar. Kan dolaşımına zarar verir.”
Önümdeki ceketi açtığım an sutyenimle kaldım. “Ve ilk fırsatta rica ediyorum dişlerini fırçala. Kapıyı açarsan da banyoya girmesem bile çıktıktan sonra saçlarını taramak istiyorum,” dedi. Yanıt vermedim ama o olumsuz cevabı duydu. Topukları yere vura vura ayrıldı koridordan. Gidişini bekledim. Dediğini yaptım, elimi korudum sudan. Sırılsıklam oldu sandım pansumanım ama hayır ıslanan tek şey eldivendi. Kaynar diyeceğim kadar sıcak suyla yıkandım. Banyodan çıktığımda saçlarım taranmıyordu. Uzun zaman olmuştu onları adam akıllı taramayalı. Kendimi zorladım ve taradım. Bu aralar çok insan içine çıkıyorduk. Ecevit üstü başı pak ve temizken bense bir o kadar dağınıktım. Bazen paspal, bazen döküntülü, bazen ütüsüz. Kabanım önümü kapatıyordu ama saçlarımı ve yüzümü hiçbir şey kapatmıyordu.
Elimde ne kadar sprey varsa sıktım ve taradım. Çoğu yer açıldı ama arkada kalan bir kısım vardı ki kulaklığım gibi açılmak nedir bilmedi. Bir karmaşa vardı orada. Yoldum adeta ama yine de tam anlamıyla açılmadı. Pes ettim bıraktım. Yatak çarşaflarım temizdi, istediğim gibi yumuşatıcı kokuyordu. Bu koku, benim için değil ama içimde uyuttuğum o çocuk için paha biçilemezdi. Onu hiçbir pahalı koku bu huzurlu uykuya yatıramazdı. Islak saçlarımla yatağa yattım. Üzerimde alt üst takımlı bir pijama takımı vardı. Uzun zamandır bu kadar temiz olduğumu hissettim. Yatağın ortasında cenin pozisyonu aldım ve telefona baktım. Arama ya da mesaj yoktu. Gözlerimi kapattım. Herkesin işi vardı zaten. Bir L koltuk ya da bir yatağın ucu kadar rahat hissettirmedi bu koca yatak. Yine de uyuyabildim. Karnım tok sırtım pekti. Uzun saatler uyudum.
***
Ben hep, uykusunda hafif biri olmuştum. Yağmur damlasının cama çarpma sesi, bir kedinin miyavlayışı ya da penceremin önünde kanat çırpan bir kuş yeterdi uyanmama ve bir daha uyuyamamama. Yatağımın içinde titreşen telefon da beni biraz korkutarak uyandırdı. Bir hikâyenin ana unsurlarından çoğunu unuttum. Neredeydim, ne zamandı ve biraz da ben kimdim. Beni uyandıran aygıtı elime aldım ve ismi okudum.
Ecevit arıyor.
Aynı hikâyenin ana unsurlarından çoğunu hatırladım. Gözlerime kirpiklerim batıyordu, açıp kapattım ve pencereden gökyüzüne baktım. Hava kararmak üzere miydi yoksa hava aydınlanmak üzere miydi? Bu arada derede renk bir gün batımı mı yoksa şafak vakti mi seçtiremiyordu bana. Telefonu açmak önceliğim oldu. “Efendim,” demek istedim ama sesimi kelimenin yarısından sonra bulamadım. Boğazımı zorladım, yutkundum, biraz öksürdüm. Senelerdir sigara içmiştim sanki.
“Uyuyor muydun?” diye sordu.
“Evet,” dedim ama amacım kesinlikle buna devam etmek istediğim için değildi.
“İyi, uyanınca ararsın.”
“Hayır hayır Ecevit kapatma,” dedim hızla. Sesim daha gür çıktı. Neredeyse bir spiker gibi konuşacaktım kapatmasın diye. “Uyandım, kapatma. Bir şey mi oldu?”
“Sağ mısın değil misin, başına bir bela sardın mı sarmadın mı diye aradım. Yarın yola çıkacağız ya.”
Yarın demese buradan nasıl korkarak kalkacağımı hayal bile edemiyordum. Az önce gün doğumdan şüphe etmiştim. Ya yarına kadar uyuyakalsaydım? Bensiz giderdi. Biliyordum. Beklemezdi bile beni.
“Sağım, başıma bela da sarmadım. Geldim, annem pansumanımı değiştirdi, duş aldım, dişlerimi fırçaladım, saçlarımı taradım sonra da uyudum.” Neden bu kadar ayrıntı vermiştim, hiç bilmiyordum. Sadece söylemek istedim.
“Dün işgal ettiğin yatak rahat değildi herhalde bunca saat uyuduğuna göre.”
“Rahattı Ecevit,” dedim. Koltuk da rahattı yatak da rahattı.
“Değildi Firuze,” dedi. Neyin yolunu kapatmaya çalıştığını anlıyordum ama izin vermeyecektim
“Rahattı Ecevit.”
“Bir daha gelme evime,” dedi beklemeden. Benimle çatışmak için alan bile tanımadı. Açıkça söyledi. Duymazdan geldim. “Yarın kaçta çıkacağız yola?”
“Dokuz gibi çıkarız.”
“Tamam.”
“Kahvaltını yap. Yolda mola vermem, gideceğimiz yerde yemene fırsat olur mu bilmiyorum.”
“Sandviç yapayım mı bize?” O belki de kahvaltı yapacaktı. Yine de yapacaksam ikimize de yapacaktım ya da hiç yapmayacaktım.
“Kendin için yap,” dedi.
“Tamam ikimize de yapacağım,” diye anladım ve karşılık verdim. Hiçbir şey söylemedi.
Kapatacaktı birazdan biliyordum. “Ben yarın atölyeye gelirim, oradan alabilir misin beni? Ya da istersen evine gelir…”
“Atölyeye gelmen kâfi.”
Hali hazırda en mantıklısı buydu belki de ama yine de diğer ihtimali de sunmak istedim. Gözlerimi kapattım ve soluklandım.
Kapatmadım ama konuşmadım da, “Diyeceğin başka bir şey var mı?” diye sordu.
“İşlerini hallettin mi?” diye sordum merakıma yenik düşüp.
“Evet.”
“Ne işin vardı ki?” diye sordum. İçimde utanç yoktu, utanılacak bir şey yaptığımı da pek düşünmüyordum. Sadece öğrenmek istiyordum. O nasıl bana sorduysa ben de sorabilirdim.
“Hesap soruyor,” dedi. Bunu söylerken göğsünün nasıl daraldığını hissettim. “Allah’ım hesap soruyor. Kafayı yiyeceğim.”
“Sadece soru sordum.”
“Sorma Firuze ” dedi. Başka da bir şey demedik birbirimize kapattık telefonu. Parmaklarımı açıp kapattım. Uyuşukluk hissediyordum. Avucumun içindeki acı da elimi hareket ettirmeyene kadar hissedilmiyordu. Telefonu yastığımın altına sıkıştırdım. Karnım aç değildi. Uyanmak için hiçbir sebep bulamadım. Birkaç kez kapım tıklatıldı. Tıklatışlar vurmaya evrilmeden elimden geldiğince yanıt verdim. Babamdı bir yerde gelen. Israr etti açmam için ama uykumun geldiğini söyledim. Annemin kesik olan elim için nasıl bir evham yarattığını tahmin edebiliyordum. Korktukları şeyi de biliyordum ama umurumda değildi. Belki de buydu babamın üzerinde kurmadığı o korkunç baskının sebebi. Korku onları durduruyordu.
Annem yemek için geldi sonra. Uykumdan uyandım onun kapıdaki sesiyle. Biraz huysuzlandım ve sesimi yükselttim. Bir kere daha uyandırılmaya niyetim yoktu. Saçlarım kurumuştu, boyları da uzundu yastığın üzerinde süzülüyorlardı. Biraz susamıştım ama kalkıp alacağım kadar değildi. Bir başkası daha gelmeye tenezzül etmedi ve ben tümüyle yeniden uykuya daldım. Alarm kurmayı da unutmadım ama ihtiyacım yoktu. Alarmdan önce uyandım.
Tam olarak nereye gideceğimizi, orada insanlarla konuşabilmek için ne olacağımızı bilmiyordum. Krem renginden bir pantolon aldım. Üzerimde yine aynı renkte v yaka, üzerime tam oturan, vatkalı bir ceket aldım. Altıma giymem gereken şey topuklu ayakkabı olsa da spor ayakkabı giyecektim. İçimden gelmedi topuk tıkırtılarını duymak. Saçlarım kendinden düzdü, düğüm olmuş yeri açmak için biraz çaba gösterecektim ama tam o sıra kapım yine çaldı. Bu sabahın ilk çalışıydı ama sabrım akşam bitmişti.
Bu kez ilerledim ve açtım kapıyı. “Ne var?” diye yükseldim kim olduğuna bakmadan. Kapının önünde İnci elinde bardakla bana gülümsedim.
“Sana muzlu süt yaptım.”
Bu kapıyı yüzüne kapatmayacağım tek kişiydi. “Gel,” dedim yalnızca ve geçmesi için yolu açtım. Kapıyı ardından kapatsam da kilitlemedim. Benim için hazırladığı bardağa baktım. İçinde yulaf, fındık, muz ve süt olduğunu içmeden biliyordum ama canım hiç istemiyordu. Hem ben inip sandviç hazırlayacaktım bize.
“Ne kadar güzel olmuşsun,” dedi beni izlerken.
“Teşekkür ederim, sen daha güzelsin.”
“Hayır değilim,” dedi ve omuz düşürdü.
“Anneme çekerek hepimizin hakkını yedin. Bana ve abime hiçbir şey kalmadı.”
“Bülent için katılıyorum dediklerine ama senin için katılmıyorum,” dedim. İnanmadı bana. Evde adının hakkını veren tek kişiydi halbuki. Çok güzeldi. O kadar güzeldi ki bazen beni bu hayatta tutacak kadar güzel olduğunu düşünürdüm. Babam hep ölen halama benzediğini söylerdi. Bana göreyse İnci, babama dair hiçbir şeye benzemezdi.
“Saçlarının uçlarını maşalayayım mı?” diye sordu ama benden yanıt almadan maşayı çoktan prize taktı. “Annemin kuaförü de gelecek birazdan. İstersen ona da maşalatabiliriz.”
“İnan hiç gerek yok. Senin yapmana da İnci. Düzler zaten kalsınlar.”
“Hayır ya olmaz. En son sergi gecende böyle güzel giyinmiştin,”
“Çok açık sözlüsün.”
“Güzel derken özenli. Tamam ya bakma öyle. Annem hep bir sanatçı dağınıklığı olduğunu söyler sende. Kafanın içine o kadar dikkat kesilirsin ki dışının dağıldığını görmezsin. Kabul edelim abla bunu. O kadar yanlış değil. Sen sadece çok güzel olduğun için göze batmıyor. Ben bu kadar salsam,”
“Allah aşkına saçmalama da maşala şu saçlarımın uçlarını,” dedim. Gözümde kendini görmüyordu ve bu yaşları onun için güzellik standartlarının farklı bir evrede olduğu yaşlardı. O da yetmiyordu Aylin Akın gibi bir kadın tarafından büyütülüyordu. Annem şekilci bir kadındı. Muzlu süte cam bir pipet batırmıştı. Çok hareket etmeden ona uzandım ve bir yudum aldım. O ısrar etmeden ben bir iki yudum almalı, içiyormuş gibi yapmalıydım.
“Biriyle mi buluşacaksın bugün?” diye sordu. Aynadan ona bakıyordum.
“İşim var.”
“Peki,” dedi yalnızca. Sesinin tonundan yine bilirdim bu sorunun devamının geleceğini. “Hayatında biri olsa bana söyler miydin abla? Ben söylerdim sana biliyor musun?”
“Annem mi gönderdi seni yanıma?”
Bunlar İnci’nin bana soracağı sorular değildi. İnci benim mutluluktan uzak bir hayat sürdüğümü biliyordu. Benimle böyle konular hakkında konuşmayacağını da bilirdi. “Hayır yalnızca merak ettim.”
“Hayatımda biri yok. Olma ihtimali de düşündüğüm ya da düşünebileceğim bir duygu gibi gelmiyor bana. O yüzden bu sorunun cevabını bilmiyorum.”
“Ama her insan doğar, büyür, yaşar ve evlenir,” dedi. Ona bunca saydığı şeyden yalnızca birini yapabildiğimi söylemek isterdim ama sustum. Aynadan kendime baktım. Bazı insanlar doğar, büyümeden ölür. “Annem seni dolu dolu yaşanacak bir aşkın iyileştireceğini düşünüyor biliyor musun?” dedi sessizliğime karşılık. Güldüm.
“Annem başka bir evrende dünyaya gelseydi kesinlikle romantizm yazan ve çok satan bir yazar olurdu.”
“Neden yalnızca romantizm kitaplarında mı olur söylediğim bir aşk?” diye sordu. Kelimelerimi dikkatli seçmeye çalıştım. Benim hayatım gibi değildi onun hayatı ve benim geleceğim gibi olmayacaktı onun geleceği. Onun o tüylü pembe kalemiyle yazdığı hiçbir noktaya siyah mürekkep bulaştırmaya hakkım yoktu.
“Elbette hayır ama herkes o kitaplardaki gibi âşık olmaz ölmeden. Annem bu ayrıntıyı kaçırıyor. Burası tümüyle kurgu. Umarım sen bir kitaptan fırlamış bir aşkı yaşarsın.”
Kaldı ki annemin de öyle bir aşk hayatı yoktu. Babam annemi tek bir gün bile hak etmemişti. Annem her ne kadar pişman olmasa da evliliğinden, ben emindim ki babamla yapmadığı bir evlilikten çok daha mutlu olacaktı.
“Kendini de kat. Umarım sen de yaşarsın.”
“Beş yaşamak istemiyorum,” dedim. O duraksamadı ama ben kendimle göz göze geldim.
“Sana bir şey söyleyeceğim ama kızma,” dedi. Saçlarım çabuk şekil alır, çabuk da bozulurdu. Hızla yapıyordu, izliyordum.
“Kızacağım bir şeyse söyleme.”
“Alparslan ab…”
Dehşetle büyüdü gözlerim ve saçlarımı aldım ellerinden. “Tamamlama İnci,” dedim yalnızca. Elindeki maşaya da uzandım. “Teşekkür ederim ama bu sohbet fazla annemceye kaçıyor. Duymak istemiyorum senden bunları.”
“Sana nasıl baktığını hiç görd-”
“İnci sinirleniyorum,” dedim açıkça. Eline getirdiği bardağı tutuşturdum ve beden dilimi kapıya yönelttim. “Annem ve babam büyük kızımız evlenmedi depresyonuna girdiyse lütfen onlara ilet. Seve seve ayrı eve çıkarım,” dedim. Bu tümüyle boş bir söylemdi. Ben bunun da savaşını zamanında çok vermiştim ama elim boştu. Bu tümüyle Alparslan lehine yapılan bir çalışmaydı. Sahi babam işin içinde miydi?
Bilmiyordum ama annem tümüyle merkezdeydi. O kafasındaki romantizm dünyasında beni bir başka adamın iyileştireceğini sanıyordu. Annem farkında değildi. Annem benim neyle savaştığımı, kalbimi ve beynimi farkında değildi. Annem senelerdir benimle büyüyen vicdan azabını bile anlamamış bir kadındı.
İnci’yi bir şekilde çıkardım odadan ve tekrar girmesin diye de kapıyı kilitledim. Üzerimde kurmak istedikleri şeyin adı mecburiyetti. Annemi tanıyordum. Annemin amacını da seziyordum. Maşayla arkadan birkaç tutam saçı daha yaptım ama devam etmeden fişi çektim. Göz altlarıma ve kapaklarıma kapatıcı sürdüm. Dudaklarımı nemlendirdim ve yanaklarıma yüzümdeki solgunluğu alsın diye allık sürdüm. Üzerimdeki ceketten vazgeçtim, boğazlı krem bir kazak giydim. Altıma da beyaz spor ayakkabılarımı geçirirken üzerime siyah yün bir kaban aldım. Kolyemi çıkardım boğazlı kazağımın içinden mutfağa gidene kadar kutup yıldızının uçlarıyla oynadım. Zeytin ezmeli ve beyaz peynirli bir sandviç hazırladım annem tepemdeyken.
Nereye gittiğimi sordu, kime hazırlandığımı sordu, sandviçin sahibini sorguladı. “İnci’yi kafanda kurduklarına karıştırma. Atölyede olacağım, beni de rahatsız etme,” dedim yalnızca. Sandviçim ve küçük çantamla çıktım evden. Sinirden portakal sıkmayı bile unuttum. Ecevit’e mesaj attım, atölyeme yaklaştıkça bir gündür uzaklaştığım hayatımı hissettim. Yine ön taraftan girdim atölyeme. Tüm perdeleri çektim. Yerde kurumuş kan lekelerim vardı. Ecevit gelene kadar kalan camları ve kan lekelerini temizledim. Bir kısmını kanımla boyadığım tablo yarım kalmıştı. Onu kaldırdım ve yüksek bir alana koydum. Devam edecektim. Kanlanmış paletimi yıkadım. Krem rengi üstüm ıslandı. Yer yer kirlendi. Bu kadardı işte. Benim temizliğim paklığım bu kadardı. Elimden daha uzun süreler gelmiyordu.
Ecevit’in geldiğine dair bir mesaj aldığımda arka yerden çıktım. Olabildiğince az yere temas etmeye çalıştım ama olmuyordu. Üzerimdeki siyah kabanı olabildiğince kapattım kıyafetime. Duvara tek elimle tırmanmam gerekiyordu. Yapardım ama sandviçlerim vardı. Onlar düşmesin isterdim. Önce yükseldiğim yerde onları koydum duvarın üzerine. Sonra zorlukla tırmandım. Başlardaki kadar zorlanmıyordum artık. Hem küçükken de çok tırmanırdım hem de yaralı omzumla tırmanabilmek zamanında bana müthiş bir cesaret vermişti. Çıkana kadar pantolonumu kirlettim ama en azından paçalarıydı kirlenen nokta. Ecevit’in arabasını aradı gözlerim. Az ötedeydi, arabanın içinden bana bakıyordu. Elimi salladım göz göze gelsek de. Hareketsizce beni izledi. Gelseydi sandviç torbasını verecektim. Yine elimi salladım sonra da gelmesi için bir işaret yaptım duvarın tepesinde. Ayaklarımı aşağı doğru salladım ve oturdum duvara.
“İnsene Firuze,” dedi bana yaklaşırken.
“Sandviçleri al, düşmesin onlar.”
Poşeti aşağı doğru uzattım ve almasını bekledim. Önce poşeti sonra çantamı aldı ve çantayı poşetin içine koydu. Bacaklarıma doğru uzandı. “Ben atlayabilirim,” desem de tuttu bacaklarımdan. Kendimi öne doğru ittim ve yavaşça bırakmak istesem de Ecevit’in acelesi vardı. Tekte çekti beni. Omuzlarına tutunana kadar ben çok çekti indirdi beni. “Seni beklersek,” dedi önden giderken.
“Elim yaralı diye yavaş inmek istedim,” diye açıkladım. O hatırlamazdı ama küçükken hep ondan daha hızlı tırmanır ondan daha hızlı inerdim. Ve ondan daha çok da düşerdim. Poşeti arka tarafa koydu ve kemeri bağladı. Ben de aynı şekilde bağladım kemerimi. Kabanımı çıkardım ve arkaya koydum. Üstüme baktı. “Hayırdır avukat kıyafeti mi?” diye sordu.
“Belki avukat belki öğretmen. Bilmiyorum ne lazım olursa,” dedim yalnızca. “Kahvaltı ettin mi?”
“Etmedim.”
“Ben de etmedim. Bize sandviç hazırladım.”
“Aç değilim ye sen.”
“Ben de aç değilim,” dedim. Keşke bir termosa çay doldursaydım. İçer miydi bilmiyordum ama keşke koysaydım da getirseydim. Arabayı çalıştırana kadar ters ters bana baktı. En az bir iki saatlik bir yolumuz vardı. Sanırım hiç konuşmamam gerekiyordu. Benimle sohbet etmek isteyeceğini hiç sanmıyordum. Önüme döndüm ve ellerimi kucağımda birleştirdim.
“Yeni bir şeyler buldun mu?” diye sordum.
“Buldum.”
“Ne buldun?”
“Arşiv taraması yaptım. O dönem bu konuyla alakalı haberlere baktım. Çocukları nasıl kaçırdıklarına, kaçırıp ne yaptıklarına, mağdur ailelere… Çete çökertilse de bulunmayan tam yirmi sekiz çocuk var. Melike’yi onlar kaçırdıysa yirmi dokuz.”
“Bulunmayan çocuklar varsa çete çökertildi diyebilir miyiz?”
“Bilmem Firuze. Devlet öyle diyor, bir babana sormak lazım,” dedi. Çok isterdim babama bu soruları sormayı, her şeyi kolaylaştırmayı ama benim babam buradaki her şeyin tek sebebiydi. Cevap vermedim. “Sözde çete çökertilmiş. Çete lideri ortalıkta yok. Başını ezmeden çeteyi çökerttik diye dosya kapatılmış. Siyasi bağlantılar olabilir işin içinde. Bazı çocukların kimlikleri değiştirilmiş.”
Dudaklarımı soymaya başladım. Siyasi bağlantılar lafı ilk kez beni korkutmadı. Doksanlardan bahsediyorduk. O dönem kimler baştaydı hatırlamak istemedim. Bu bağlantılar güçlü ve büyük bağlantılar mıydı? Yoksa daha küçük müydü? “Biz şimdi gidince tam olarak o aileden neyi öğrenmeye çalışacağız?”
“Herhangi bir şeyi ya da her şeyi. Neyin işimize yarayacağını elimize geldikten sonra anlayacağız. Kaybolan çocuk şu an yirmilerinin başında. Aklında kalan her şey bizim işimize yarar.”
Başımı salladım ve yola baktım. Kafamın içinde birden fazla kez bir konuşma çevirdim. Beğenmedim baştan aldım. Soracağımız en etkili soruları düşündüm. Alacağımız cevapları düşündüm. Gideceğimiz eve alınmazsak ne yapabileceğimizi düşündüm. Kovulursak ne yapabileceğimizi düşündüm. Ecevit’e baktım sonra. Acıktın mı diye sormak istedim ama kızacağını bildiğimden sormadım. Sonra bir zaman sonra o, yola çıkalı neredeyse kırk dakika olmuştu. “Yesene sandviçini Firuze,” dedi.
“Sen de yiyecek misin?” diye sordum. Bunu anlamasını beklemezdim ama gerçek buydu. O yemediği sürece çıkarıp yemeyecektim.
“Ya bizim göbek bağımız bir mi kesildi?” diye sordu. Başımı kaldırdım ve ona baktım. Hatırladı mı diye onu izledim. Ses seda çıkmadı ikimizden de. Annesinin bizim için söylediğini de mi hatırlamıyordu? Bazen o kadar bazı şeyleri beraber yapmak isterdik ki annesi isyan ederek bize bunu sorardı. “Sizin göbek bağınız bir mi kesildi?” derdi. Bize kızdığını düşünürdüm ama göbekbağı ne onu bile bilmezdim. Parmağımın ucuyla göbek deliğime dokunurdum. O kızgın olduğunu düşündüğüm güzel gözler bana gülümserdi. Saçlarımı okşardı.
Parmağım yine göbek deliğime gitti. Gülümsedim. “Hatırlıyor musun?” diye sordum. Annesiyle olan herhangi bir şeyi içinde ben bile olsam unutmaz diye umdum. Gözlerini yoldan çevirmedi ve “Neyi Firuze?” diye sordu yalnızca. İki dudağım birleşti, çenem büzüldü ve göbek deliğimdeki parmağımı çektim. Başımı salladım yalnızca. Ondan annesiyle ilgili bir anıyı çalmışım gibi hissettim. Leyla Tarhan beni çok severdi. Onun bir kızı, o yaşarken hiç olmamıştı. Bazen bana keşke senin gibi bir kızım olsa derdi. Çocukların duası kabul olur, bana dua et olur mu, derdi. Ettiğimi hatırlardım. Çok aklıma gelmezdi ama gelince küçük ellerimi açıp dua ettiğimi hatırlıyordum. Melike’yi ilk öğrendiğinde ben sana dua ettim biliyor musun Leyla teyze demiştim. Sarılıp öpmüştü beni. Ben de sana hep dua edeceğim, demişti.
Leyla Tarhan’ın dua ettiği kız ve ailesi, kızı ve ailesinin hayatını mahvetmişti.
Dilimi damağıma bastırdım ve önüme döndüm. “Boş ver,” dedim yalnızca. Hatırlamasın istedim zaten. Leyla teyzeyle yaşadıklarımız çok daha azdı. Biri bile azalmasın isterdim zaten. Ben bile zorlukla hatırlıyordum. Hüseyin amcayla olanlar hep daha fazlaydı. Mesela senelerdir hiç aklıma gelmemişti Melike için dua ettiğim. Çocukların duası gerçekten kabul oluyordu sanırım. Şimdi aynı çocuk, Melike’yi bulmak için dua etmeliydi. Annesi istemezdi muhtemelen ama artık. Nefret ediyordu Leyla Tarhan benden. Yüzünü pek anımsamıyordum artık ama emindim ki yaşadığı yerde bana lanet etme şansı varsa ediyordu. Ailem hiç acı çekmiyordu, benim acım onun içini az da olsa ferahlatıyor muydu? Ferahlatsın isterdim. Çektiğim acı dört kişilik miydi? Belki daha fazlasıydı. Yeter miydi onun için?
Muhtemelen yetmezdi ama elimden geleni yapacaktım. Onun içi biraz ferahlasın diye bile. Oğlu göremezdi çektiğim vicdan azabını ama o görebiliyordu biliyordum.
“Niye ağlıyorsun Firuze?” dedi hiddetle bir ses. Yüzümü cama çevirdim ve hızla yaşlarımı sildim.
“Ağlamıyorum”.
“Bir de yalan söylüyor…” diye söylendi kendi içinde. Hiç tahammül edemiyordu.
“Aklıma biri geldi ya, ağlayamayacak mıyım ben istediğim zaman?” diye sordum aynı hiddetle.
Üste çıkmazsam, daha çok ağlayacaktım.
“Kim geldi aklına?” diye sordu. Tahmin edebiliyordu, biliyordum.
“Boş ver,” dedim yalnızca. Annesini düşünmemi istemezdi biliyordum. Babasının adını ağzıma almamı bile etmiyordu.
“Ben boş vereceksem, sen de ağlayacaksan düşünme o zaman,” dedi açıkça. Bu annemi aklından çıkar demekti. “Kimi düşünüyorsan düşünme.” İsim vermediğim için açıkça üstüme gelmiyordu.
“Buna sen karışamazsın,” dedim ben de vermediğim ismin cesaretiyle. “Düşündüklerime ve hissettiklerime karışamazsın.”
“Haddini bilsin o zaman düşündüklerin de hissettiklerin de.”
“Buna da ben karışamam.” Karışmak gibi bir isteğim de yoktu zaten. Arabanın hızını arttırdı. Ona isim vermedim, o da istediği her şeyi söylemedi. Burnumu çektim ve yola baktım. Mendilim yoktu. Ellerimle sildim. Ağlamak istedim ve ağladım da. Ne yapabilirdim ki? Ağlamak istiyordum. Gülmemize ket vurmayan ama ağlamamızı engellemek isteyen bu düzenden de nefret ediyordum. Ağlamama oyunu da oynamak istemedim. Yol da bitmiyordu zaten. Sandviçlerimizi yemedik.
Ağlamam durunca kirpiklerimi kuruttum.
Öyle ya da böyle aradığımız yere vardık. Kapının önünde sandalyeler vardı, bir an düğün var sandım. Hayır çalgı çengi yoktu. Dua sesleri duydum. Cenaze var diye korkarak indim arabadan. Ecevit’in elindeki adrese baktım, kapı numarası tutuyordu. “Cenaze mi var?” diye sordum. Ecevit bir bu eksikti der gibi inceliyordu ortalığı. “Umarım yoktur,” dedi yalnızca. Geldiğimiz yerde apartmandan çok bahçeli müstakil evler vardı. En yüksek evse üç katlıydı gördüğüm kadarıyla. Ecevit oturan adamlara doğru ilerledi.
“Selamın aleyküm,” dedi.
“Aleykümselam,” dediler toplu bir şekilde. Bize çevrildi gözleri. Üstümüzü başımızı incelediler. “Mevlüde mi geldiniz?” diye sordu bize daha yakın oturan adam. Omuzlarım rahatladı. En azından ölüm değildi.
“Evet,” dedi Ecevit. “Acarların evi değil mi burası?”
“Evet evet doğru. Merhumenin birinci yılı. Allah rahmet eylesin. Buyur geç, hanım kızımız da yukarı çıksın. Bir çay isteyeyim ben. Daha yemeği dağıtılmadı.”
Ecevit’e bir adım daha yaklaştım. Tek başıma çıkmak istemiyordum yukarıya. Kim öldü onu bile bilmiyorduk hem. “Ben bir yukarıya da selam vereyim sonra inerim. Bu arada merhumenin adı neydi? Biz biraz uzaktan geliyoruz,”
“Hamza.”
“Yasin’in neyi oluyordu?” diye sordum bu kez. Elimizdeki tek isim Yasin Acar’dı. Adam bana baktı. Yanlış bir şey mi sormuştum?
“Dedesi oluyor da siz kimdiniz?” Kalbim küt küt atmaya başladı. Böyle sorulara verecek cevabım yoktu. Arabada mevlit okutulan bir eve geleceğimi hiç düşünmemiştim.
“Biz Yasin’in okuldanız,” dedim hızla. Biraz sakin olsaydım Ecevit daha makul bir şey söyleyebilirdi aslında. Arkadaşı diye özellikle söylemedim. Yaşımız büyüktü. Adam beni işaret etti.
“Hoca mısın sen?” diye sordu. Gözlerimi kırpıştırdım. “Evet,” diye geveledim. “Ben hocasıydım. Geçen sene öldüğünde ben de yanındaydım. Çok zor atlattı. Mevlide davet edince de gelelim dedik.”
Adam yerinden ayaklandı “Hocam,” dedi bana. Dehşetle Ecevit’e bakmamak için zor tutuyordum kendimi. Ne hocasıydım ben? Branşımı bile bilmiyordum. “Hoş geldiniz. Deseniz ya en başından. Ben eşlik edeyim buyurun.”
“Yok yok,” dedim hızla. “Lütfen oturun. Şimdi ayıp böyle bir günde göz önünde olmak. Biz girip çıkacağız zaten. Çok teşekkür ederiz, çok incesiniz. Burasıydı değil mi kapı? Gel Ecevit, oturun lütfen,” dedim ve Ecevit’in kolunu tuttum. Adam neyse ki ısrar etti.
“Evet orası. Siz söyleyin Yasin’in okulundan olduğunuzu. Annesi hemen oturtur sizi bir yere,” dedi. Hızlı hızlı eve yürüdük. Ben koşacaktım neredeydi.
“Yavaş hoca,” dedi Ecevit. “Biraz daha zorlarsan insanlar beden eğitimi hocası olduğuna ikna olacak,” dedi.
“Alay etme.”
“Böyle bir yalana ihtiyacımız olduğunu hiç sanmıyordum.”
“Ben de! Ağzımdan çıktı ne yapayım. Ne yapacağım ben şimdi?”
“Hocalık,” dedi gülerek ve ilerledi. Kapıda ayakkabılarımızı çıkardık. Kimse bizi sorgulamadı zaten. İçerisi çok kalabalıktı. Bir yerde sadece kadınlar oturuyordu bir yerde sadece erkekler. Orta alan karışık sayılırdı. Sanırım sığmamışlardı. Ayrı oturamazdık, bu orta yerde oturmalıydık. Kadınlar tesettürlü olmasa bile başını örtmüştü.
“Ecevit sanırım eşarba ihtiyacım var,” dedim. Ortalığa bakındı. “Elbet biri görüp uzatacak,” dedi. Küçük bir boşluğa geçtik. İki sandalye en köşede yan yanaydı. Dediği de oldu, aniden bir kadın yanıma yaklaştı ve beyaz uçları işlemeli bir şal uzattı. Ecevit’e baktı. “İçeride bir kişilik yer açıldı,” dedi ve erkeklerin oturduğu yeri gösterdi.
“Ben geçerim birazdan,” dedi yalnızca. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. “Burada oturmamda bir sakınca var mı?”
“Oraya geçseniz daha uygun olur,” dedi kadın yalnızca nazikçe. Beyaz şalı hızla saçıma örttüm, kadın bizden uzaklaştı ve gidip başka bir köşeye oturdu. Burada oturan erkeklerin hiçbiri de Ecevit kadar büyük değildi zaten. “Sakın kalkma.”
“Bir daha derlerse kalkmak zorundayım.”
“Tamam ben de geleyim o zaman.” Stresle şalı biraz geriye itmeye çalıştım ama çok ittim.
“Düzgün ört Firuze,” dedi ve saçımı kapatacağı kadar çekiştirdi.
“Daha önce hiç mevlide gitmedim.”
“Ben çünkü her hafta birinin mevlidine katılıyorum. Ayrıca nereye geliyorsun sen? Beraber oturabilsek ben burada oturacağım zaten, seni de oradan çıkarırlar.”
“Çıkaramaz kimse beni,” dedim inatla. Gitmesin istiyordum. Ne yapacaktım burada? Biri bana bir şey sorsa tek bir şey bile bilmiyordum. Ellerimizi önümüzde bağladık. Kimse gelip tekrar bir şey söylemedi bize. Ben içimden dua ettim Melike’yi bulalım diye. Ecevit sessizce durdu. Belki o da dua etti. Sonra yemek dağıtıldı. Bir kabın içinde pilav vardı. Yanında şeffaf bir poşetin içinde iki tane tulumba tatlısı ve bir paket ayran. Ecevit ikimiz için de kaşık aldı. Kendi kabının üzerindeki ambalajı kaldırdığında “Yiyecek misin?” diye sordum. Neyi garipsediğimi garipsedi. Bana döndü ve baktı. “Evet? Sen yemeyecek misin?” Dudak büzdüm sadece. Pilava baktım. Etliydi. Ecevit bir kaşık aldı ve önüne baktı. Ben de kendi paketimi açmak istedim ama üstüm öylesine açık renkti ki üzerine bir şey koymaya çekiniyordum. Daha fazla kirlenmek ve pasaklı bir çocuk gibi dolaşmak istemiyordum. Ecevit fark etti zorlandığımı, kendisi aldı paketin üzerindeki ambalajı. Plastik kaşığımı da açtı ve pilavıma batırdı. “Ayran içmek istediğinde söyle,” dedi yalnızca.
Kaşığın ucuyla aldım. Beklediğimin çok üzerinde çıktı. Tam yerinde pişmişti, tadı oldukça lezzetliydi. Kaşığa aldığım miktar arttı. O benden çok daha hızlı yedi nasıl bitirdiğini anlamadım. Ben daha yarısına bile gelememiştim. “Ayranımı açar mısın?” diye sordum. Sandalyenin yanına koymuştu kapalı paketi. Eğilip aldı ve bana uzattı. Birkaç yudum içtim ve iki bacağımın arasına sıkıştırmaya çalıştığımda izin vermedi, eline aldı. Tek elimle elimden bu kadar geliyordu. Sol elimi çok aktif kullanamıyordum. Parmak uçlarımla tutabiliyordum ancak. Rahatsız olmasın diye sık sık almadım elinden. Yiyebildiğim kadar yediğimde Ecevit’in kendi çöplerini koyduğu poşete uzanmak istediğimde “Bitirsene,” dedi pilavımı işaret edip.
“Doydum.”
“Bitir Firuze. Yazık günah,” dedi. Bir lokma ekmeği israf ettiğini görmemiştim şimdiye kadar. Fazlasıyla hassastı bu konuda. “Ye çabuk onu. Hadi, bitir.” Poşeti almamı engelledi. Pilavı yememi bekledi. Gırtlağıma kadar doldum yine de yedim. Öyle aldı elimden. Ayranımı da içtim. İkimiz de tatlıya dokunmadık, onu torbanın içine koymadı. Biri geldi, çöpleri toplamak için onları ayrı olarak uzattı.
“Temiz, hiç dokunmadık,” diye açıkladı. Bu hassasiyetinin geldiği yeri düşünmek istiyordum. Düşünürsem, cevabı bulursam bir daha nasıl yemek yerdim bilmiyordum. Kaçıyordum. Kaçmaya devam edecektim. Son bir kez daha dua okundu. İnsanlar yavaş yavaş dağılmaya başladı. Artık yavaş yavaş ev sahibini seçmeye başlıyorduk. Ortalıkta dolanan genç bir çocuk arıyordum ev sahibi olan ama göremiyorduk. Herkes o kadar kalktı ki ben ve Ecevit göze batmaya başladık. Annem yaşlarında bir kadının gözleri bize dikildi. Yabancı oluşumuz anlaşılmaya başlandı.
“Siz?” dedi kadın. “Yeni mi taşındınız?” diye aklına gelen ilk ihtimali sordu. Gelenlerin büyük bir çoğunluğu komşuydu. Ecevit’le sindiğimiz yerden kalktık. Bu kadar görünmezlik yeterdi zaten.
“Merhaba,” dedim. “Allah kabul etsin öncelikle.”
“Amin, Allah razı olsun,” dedi kadın ama sorduğu soruya cevap arıyordu. Görüyordum.
“Yasin Acar’ın annesi misiniz?” diye sordu Ecevit. Kadın Ecevit’e baktı. Sanırım insanlar bizden rahatsız oluyordu.
“Evet de siz nereden tanıyorsunuz oğlumu?”
“Biz küçükken oğlunuzun kaçırılmasıyla alakalı bir mevzuyu konuşmak için geldik,” dedi açıkça. Kadının yüzündeki irkilmeyi gördüm. Ecevit çok açıkça konuşuyordu ve çok hızlı ilerliyordu.
“Siz kimsiniz? Çıkar mısınız evimden? Ben bu konu hakkında konuşmak istemiyorum,” dedi ve kapıyı sonuna kadar açtı.
“Sakin olun lütfen,” dedim nazikçe. “Bakın biz,” dedim ve soluklandım. “Gazeteciyiz,” Sanırım burada en makul bu şekilde olabilirdik. Bunu arabada düşünmüştüm. Hazırlıklıydım. “Biliyorsunuz, o dönem çok büyük bir çete vardı. Çökertildi dense de yirmi sekiz çocuk bulunmadı. Şu an dosyanın yeninden açılması gündemde ama bunun için kamuoyu baskısı lazım. Bağlı çalıştığımız gazetede bir haber dosyası açmak istiyor bu konuda. Hiçbir gizlilik asla ihlal edilmeyecek. Size söz veriyorum,” dedim. Kadın artık yalnızca bana bakıyordu. Gözleri tedirgin, beden dili bize çok uzaktı.
“Sizi anlıyorum. Kimse böyle bir konuyu konuşmak istemez. Kimse böyle bir konuyu yeniden açmak istemez ama Türkiye’de tamı tamına yirmi sekiz mağdur aile var. Bunlardan biri siz de olabilirdiniz. Onlar sizden çıkacak birkaç cümleye muhtaçlar. Sadece birkaç basit soru soracağız. İstemediğiniz sorulara yanıt vermek zorunda değilsiniz, istemediğiniz soruları çizeceğim. Hiçbir şekilde özel bilgilerinizi de görmeyeceksiniz. Lütfen bize yardımcı olun.”
Kadın renk atmıştı adeta karşımda. Nasıl büyük bir travmaysa bu hâlâ geçmemişti. Zorlamadan ikna etmemiz lazımdı. “İlk geldiğimiz aile siz değilsiniz. Sizden önce de gittiğimiz aileler oldu. Herkes sizin gibi başta istemedi ama o yirmi sekiz aileyi düşününce ikna oldular,” dedi Ecevit. Artık o da gazeteciydi. Kadın yutkundu ve soluklandı.
“Nereden buldunuz evimi?” diye sordu.
“Biz gazeteciyiz,” dedim. Umarım bu cevap ona yeterdi. “Lütfen hiçbir art niyetimiz yok. Bugün bulunmayan çocuklardan biri oğlunuz olsaydı onun için de çabalayacaktık. Çok vaktinizi almayacağız.”
Başındaki eşarbı çıkardı ve köşedeki sandalyenin üzerine koydu. Göğsü daralmıştı adeta. “Bekleyin biraz, evde hâlâ misafirlerim var,” dedi ve ayrıldı yanımızdan. Kadın odalardan birine giderken Ecevit’le göz göze geldim. Bana bakıyordu. “Ne oldu?”
“Hangi gazetedeyiz?”
“Ülke Burada. En tarafsız aklıma o geldi.”
Başını salladı. Kadın bir şekilde kalan herkesi gönderdi, bizi de girmediğimiz odaya aldı. Ortalık dağınıktı, elinden geldiğinde biraz toparladı. Sonra iki bardak çayla geldi. “Biz mevlit olduğunu bilmiyorduk,” dedim. “Kusura bakmayın.”
“Önemli değil,” dedi. Stresliydi görebiliyordum. “Bir an önce sorun ve gidin çünkü bu olay bizim evimizde konuşulmaz. Oğlum da çok rahatsız olur. Zor kendine geldi. Evimizi, mahallemizi bile değiştirdik.”
“Anlıyorum,” dedim. “Çok geçmiş olsun,” diye ekledi Ecevit.
“Sağ olun. Hangi gazeteden geldiniz siz?”
Aynı anda anlaşmadan cevap verdik. “Ülke Burada.” Kadın başını salladı. Tamam, gazeteci olduğumuza inanıyordu artık galiba. Çantamda küçük bir not defteri vardı, çıkardım kalemle beraber. Gazeteci olmak bunu gerektirirdi sanırım. Ecevit de telefonunu çıkardı ve ses kaydını açtı.
“Oğlunuzun kaçırıldığı günü hatırlıyor musunuz?” diye sordum. Kadın parmaklarını eğip büküyordu. Bu sorunun onun için nasıl tetikleyici olduğunu hissedebiliyordum.
“Evet. Oyun oynamaya çıkmıştı dışarı. Top biraz uzağa kaçmış. O gitmiş almaya. Arkadaşları bir daha gelmediğini söyledi. Bir yerden sonra eve gelmeyince babası çıktı. Yok bulamadı. Ben çıktım sonra. Bulamadık. Yer yarıldı da içine girdi sanki. Polise gittik. O dönem medyaya çok yansımıyordu bu olaylar. Yansıyordu da kapımıza gelecek kadar çok değildi. Öyleymiş.”
“Ne kadar süre bulamadınız?” diye sordu. Diğer cevap uzundu ama bunu yazabilirdim.
“Üç ay,” diye cevap verdi kadın.
“Peki o dönem, yaşadığınız yerde başka çocuk kaçırma vakası var mıydı?” Bir an önce öğrenmek istedikleri vardı. Kadının gözlerinin içine bakıyordu gözlerini kırpmadan. Kadının üzerinde bir baskı kuruyordu, cevap vermeme ihtimalini kaldırmak istiyordu ortadan.
“Oğlumdan önce olmadı.”
“Oğlunuzdan sonra?”
“Bilmiyorum. Biz taşındık zaten oradan. Bizden sonra ne oldu bilmiyorum.”
Ecevit’in sonraki sorusunu tahmin ettiğim için araya girdim. Kadının bizi kovmaması için yumuşak gitmeliydik. “Peki oğlunuz nasıl bulundu? Ne şekilde bulundu? Yanında başka biri var mıydı?”
“Siz de gazeteci misiniz?” diye sordu Ecevit’e bakarken. Ecevit bir yargıç gibi soru soruyordu.
“O stajyer,” dedim ve Ecevit dahil herkes bana baktı. Gülümsedim. “Yani yanlış anlamayın kesinlikle, sert bir şekilde sormuyor bu soruları. Mizacı öyle. Henüz stajyer olduğu için de bu durumu çok ayarlayamıyor henüz.Toyluğundan.” Ecevit güler gibi oldu. Ayağına dokundum, başını salladı.
“Gerdiysem sizi kusura bakmayın. Firuze Hanım doğru söylüyor,” dedi. Stajyer gibi konuştu bu kez.
“Estağfurullah,” dedi kadın. “Oğlum kaçtı ellerinden. Kaçırdıkları çocuklara ilk bir iki ay sokağa çıkarmıyorlarmış. Eğer dilendireceklerse tabi. Sonra yavaş yavaş dilendirmeye başlıyorlar. Oğlum kaçıyor ellerinden. O da çok hatırlamıyor. Hatta çoğu şeyi hatırlamıyor. Senelerce tedavi oldu. Allah belalarını versin. Üç ayda oğluma bunu yaptılar. Sadece üç ayda. Mezarlarında cayır cayır yansınlar,” dedi kadın. Bahsettikçe gözbebekleri büyüyordu.
“Eğer dilendireceklerse tabi dediniz. Dilendirmekten başka ne yapıyorlar kaçırdıkları çocuklara?” Benim gözümden kaçan cümleden bir soru çıkardı. Kadın gözümüzün önünde daha da kötü bir hale geldi.
“Bilmiyorum tam olarak ama,” dedi ve ellerini dizlerine bastırdı. Ağzından hunharca beddua yükseldi. “Duyduğuma göre çocuğun yaşı, cinsiyeti, sağlığı… Her şeye göre değişiyormuş. En işlerine yaramayacak çocukları dilendiriyorlarmış. Diğer çocukları bilmiyorum. Hayal bile edemiyorum. Oğlum bulunduktan sonra üç yıl boyunca hiç konuşmadı,” dedi kadın acıyla. “Senelerce rüyalarıma girdi neler yapabilecekleri.”
“Peki bebekleri? Bebekleri kaçırıyorlar mıydı?”
En işe yaramaz çocukları dilendirmek. Bu ne demekti böyle? Bir çocuk ne işlerine yarardı? Bir bebeği dilendiremezlerdi.
Kadın acıyla feryat etti adeta. Kadının huzurlu uykularını ondan alıyorduk. Görebiliyordum. “O dönem bazı zenginlerin hasta çocuklarına organ bağışı yapıldığını duymuştuk,” dedi kadın ve neredeyse bütün ipleri kopardı. Ecevit’le aynı anda irkildik. Ecevit’in bacağına dokundum sakin olması için. Tek yapabildiğim bu oldu. “Ciğerimizi yaktılar,” dedi kadın ve kalbinin üzerine vurdu. “Ciğerimizi yaktılar. Annelerin ciğerlerini yaktılar.”
“Size su getirmemi ister misiniz?” diye sordum. Adeta titriyordu.
“Ne soracaksanız sorun ve gidin.”
“Oğlunuz konuşmaya başladığında ya da konuşmadan önce bir şeyler çizdi mi? Çete çökertildi ama çete liderinin bulunmadığı yazıyor. Bu haber doğru mu?”
Kadın gözlerini bana dikti. “O şeytan kimlere kimlere yataklık yaptı. Onu kurtardılar,” dedi. Zenginlerden bahsediyordu. Çok zenginlerden. Burada zengin sıfatıyla oturan bendim ama benim bile aklımın almayacağı zenginlerden. “Ülke içi bir durum değildi bu. Dubai’den bağlantıları çıktı bunların. O şeytanı kurtardılar. El birliğiyle sakladılar. Devlet bile bulamadı. Olan çocuklara oldu. Kaç annenin ciğerini yaktılar. Benim oğlum üç yıl konuşamadı,” dedi. Kadın iyi değildi. Televizyon sehpasının altında bir kolonya vardı. Kalktım aldım ve kadının eline döktüm. İtiraz etmeden kokladı. Ecevit adeta kilitlenmişti. Kadını izliyordu öylece. Kafasında dönenleri tahmin edebiliyordum.
“Peki bu çete liderini çocuklar görüyor muydu? Oğlunuz bir şey söyledi mi?”
Kadın nefeslendi, kolonya iyi geldi sanırım. Kalktığım yere geri oturdum. “Hep aynı resmi çiziyordu psikoloğunun yanında. Bir tane adamı hep aynı çiziyordu. O olduğunu düşünüyorduk hep. Başka bir şey bilmiyor…” Kadının cümlesini anahtarla açılan kapı sesi böldü. “Anne,” diye bir ses geldi odanın dışından. Kalbim öyle bir hızla atıyordu ki artık sesi kulaklarıma çarpıyordu. Hissediyordum, bu çocuk oydu. Annesine seslene seslene geldi içeri. Bizi beklemediğinden olacak kapı önünde duraksadı. Önce bize sonra annesine baktı.
“Misafirler gitmedi mi?”
“Yasin,” dedi kadın ve kalktı yerinden. Ecevit’le göz göze geldik. Kadın gitti oğlunu bir küçük oğlan çocuğu gibi öpüp kokladı. “Gazeteden gelmişler. Bu küçükken çocukları kaçıran çete için araştırma yapıyorlarmış.” Çocuk annesi kadar keskin duygulara yer vermedi yüzünde ama nasıl gerildiğini gözlerimle gördüm. Ecevit durmadı yerinden kalktı. “Selamın aleyküm. Ben Ali Ecevit Tarhan,” dedi ve elini uzattı çocuğa. Çocuk o eli sıkmak istemedi belki ama elini kaldırmaktan başka çare de hissetmedi sanki.
“Aleykümselam,” Genç çocuğun gözleri bana kaydı bir an. “Yasin ben de ama ben sizin neden burada olduğunuzu tam anlamadım.”
“Bulunamayan çocuklar için dosyayı yeniden açacaklarmış. Kamuoyu baskısı oluşturmak istiyorlarmış. Elimizden bir şey gelir diye belki yardım edeyim dedim, çocuğunu bulamayanlar var oğlum hâlâ,” dedi kadın. Bize olduğu gibi değildi. Daha yumuşak başlıydı kesinlikle, oğlunu tetiklemek istemiyordu.
“Şimdiye kadar bulunmayan çocuklardan umudunu kessinler, bunca zamandır neredeydiler?” dedi çocuk tek kalemde. Bu cümle çok acımasızdı ve biz gazeteci değildik. “Bu baskıyı da seneler önce kuracaktınız. Makul sürede itiraz edilmeyeni hukuk kabul sayar. Kabul saydı kapattı dosyayı.”
Ben de kalktım yerimden. “Haklısın ama bizden öncekiler yapmadı diye biz de mi yapmayalım?” diye sordum. Zamanında yapılmayan itirazlara kızgındı. “Mağdur aileler var. Susmaya devam mı edelim? Eğer sizin için de uygunsa sizinle de konuşalım.”
“Ben hiçbir şey hatırlamıyorum,” dedi genç çocuk. “Annem bahsetmiştir zaten.”
“Bahsetti,” dedi Ecevit. Sesi bu kez daha yumuşaktı. “Ama sana da soralım istiyorum ben. Bak kayıp bebekler var,” dedi Ecevit. Bunun altında yatan gerçek kalbimi yumrukladım. “Senden bile küçüklerdi. Aileleri hâlâ gözyaşı döküyor. Ölüleri bile yok.”
“Abi yemin ederim hatırlamıyorum ki,” dedi. Yaşı küçüldü, adeta kaçırıldığı yaşa kadar geriledi. Ecevit ona yaklaştı. Adeta bir abi gibiydi. “Bak annem de çok kötü oluyor. Gidin. Hatırlamıyorum ki. Yemin ederim.”
“Kardeşim,” dedi Ecevit. Koluna dokundu. “Korkma, bak burada zerre kötü niyetimiz yok. Sizi de hiçbir şeye zorlamıyoruz. Gel sen biz kapının önünde iki çay içelim. Başka bir şey istemiyorum senden. İster anlat ister anlatma. İstersen sadece sohbet ederiz, kalkar giderim.”
“Ben bunu istemiyorum,” dedi kadın. Oğlunun adeta gözü seğiriyordu. “Hanımefendi yemin ederim kötü bir niyetimiz yok,” dedim. “Lütfen izin verin. Beş dakika sadece. Ecevit zorlamaz. Sadece konuşacaklar. İsterseniz burada hep beraber konuşalım.”
Ecevit çocuğun eliyle olan temasını kesmemişti. Bir abi gibi tutmuştu, bırakmıyordu. Çocuk bir annesine bir Ecevit’e baktı. “Beş dakika,” dedi.
“Bir dakika bile geçirmeyeceğim söz veriyorum sana. İstersen annenin yanında konuşalım.”
“Yok,” dedi. Annesi oğlunu korkutmaktan oğlu annesini korkutmaktan korkuyordu. Ecevit bana baktı. Kadını işaret etti. Bu benim burada kalmamı anlatıyordu. Kadının koluna girdim ve kalktığımız yere geri oturdum. Kendi elime kolonya döktüm, bir ben bir kadın kokladık.
“Ne okuyor oğlunuz?”
“Mimarlık,” dedi.
“Mezun olunca iş bulamazsa bana ulaşın,” dedim. “Benim güçlü bağlantılarım var, yardımcı olurum,” dedim. Kadın başını bana kaldırdı.
“Gerçekten mi?”
“Gerçekten. Durun hemen numaramı yazayım.” Kendi not defterime numaramı yazdım ve soyadımı eklemeden kadına uzattım. Beş dakikayı biraz geçti ama çok da ilerlemedi. Ecevit’i gördüm kapı önünde. “Hadi Firuze,” dedi. Yerimden kalktım. Kadının elini sıktım. “Kendinize çok iyi bakın. Çok teşekkür ederiz,” dedim. Ecevit de kadına başıyla selam verdi. Sonra çocuğun omzuna vurdu birkaç kez. “Bir şeye ihtiyacın olursa ara tamam mı beni?”
“Eyvallah abi,” dedi. Sadece altı yedi dakikada az önce önümüzde titreyen çocuğu kendisine abi diyecek kadar rahatlatmıştı. Hüseyin Tarhan’ın oğluydu, Ecevit. Bu asla imkânsız değildi. Hızlı hızlı peşinden gittim. Evden çıkarken “Kalem kâğıt,” diye seslendi bana. Hali hazırda elimdeydi zaten. Ona uzattım. Durdu yerinden boş bir sayfa açtı ve bir şey yazdı. Çok çirkindi yazısı. “Şeyh ne?” dedim devamını okuyamadan. Kâğıdı aldı ve yırttı. Cebine koydu.
“Raşit.”
“Kim bu adam?”
“Öldürmeden ölmeyeceğim orospu çocuğu.”
“Ne anlattı çocuk sana?” Arabaya bindim onun gibi. “Ecevit,” dedim. Ellerini direksiyona yasladı ve öne doğru eğildim. Göğsü inip kalkıyordu. “Çocuğun hiçbir boku unuttuğu yok,” dedi. “Unutmuş gibi yaparak unuttuğunu sanıyor. Hayatını sikmişler atmışlar üç ayda.”
“Verdiği ismin o çete liderinin ismi olduğuna emin misin?”
“Oysa ya da değilse, Melike’yi onlar kaçırdıysa ya da kaçırmadıysa… Andım olsun öldürmeden ölmeyeceğim,” dedi. Eğildiği yerden kalmamıştı o ana kadar. Ansızın başını kaldırdı. “Dua et Melike onların eline düşmemiş olsun,” dedi bu kez. “Öyle bir durumda babanı da öldürmeden ölmeyeceğim.” Yetmedi elini direksiyona vurdu. “Abini de öldürmeden ölmeyeceğim. Öyle bir durumda an,” durdu sustu. Bu cümleyi duymamalıydım zaten ben. Kulaklarımı kapatacaktım adeta. “Firuze sus kafamı toparlayayım. Şimdi sorma bana hiçbir şey.”
Dilimi yuvarladım. İkimiz de kemer bile takmadık. Ecevit arabayı çok hızlı sürüyordu. Bir yerden sonra kendi kemerini taktı, “Kemerini tak,” dedi bana da. Camlarımız açıktı. Ben de taktım. Telefonum çaldı. Kim olduğuna bakmadan meşgule attım. Sonra tekrar çaldı, tekrar attım. Ecevit ne kadar ilerlese de, yola çıktıktan neredeyse bir saat sonra üç tane araç ikimizin de dikkatini çekmeye başladı. Geçmediğimiz araç yoktu ama bu üç araç ne kadar hızlı gitsek de dibimizdeydi. “Camını kapat Firuze,” dedi. Dediğini yaptım ve arkama bakmaya çalıştım ama izin vermedi. Başımın üzerinden baskı uyguladı. “Eğil biraz topla kendini,” dedi.
“Ne oluyor?”
“Bilmiyorum,” dedi ve elini öne uzattı. Silah çıkardı ve iki bacağının arasına sıkıştırdı. Telefonum yeniden çaldığında bu kez baktım. Issız bir yolda sayılırdık. Ankara’nın merkezine daha vardı. “Sana eğil dersem, sorgulamadan tamamen yere çök tamam mı?”
“Babam arıyor.”
“Şerefsiz,” dedi. “Bu durumda benim eğilmem gerekir,” dedi ve güldü. Bir aynadan arkaya bakıyordu bir yola. Telefonu açtım. “Efendim baba?”
“Benim güzeller güzeli kızım…”
“Baba şu an pek müsait değilim.”
“Ah… Yoksa kenar mahallelere gezintiye mi çıktın? Hiç sorun değil, üç tane araç gönderdim sana birini seç ve bin babacığım.”
“Baba sen ne yaptığını sanıyorsun?” diye bağırdım.
“Hemen yanıma gelmeni istiyorum, konuşacağımız çok önemli bir konu var.”
“Hiçbir yere gelmiyorum. Durdur şu insanları, gelmesinler peşimden!”
“Güzel kızım bekliyorum dedim.” Hırsla önümü ön tarafa bindim. Adeta Ecevit’le oyun oynuyorlardı. Dengeyi kaybetti ve bir an sarsıldık.
“Gelmiyorum!” diye bağırdım ve kapattım telefonu yüzüne. “Ecevit durdur arabayı kaza yaptıracaklar sana.”
“Yarak dururum,” dedi ama baş edemezdi. Üç kişilerdi.
“Dur Ecevit. Kaza yapacaksın.”
Kaza yapmadı ama önümüz kesildi. Ecevit üç ayrı manevra yaptı. Üçünü de yediler bitirdiler. Kurtulamadı. Üç koldan saldırmışlardı. Ecevit kapıları kilitledi ve sakince bize gelen insanları izledi. Etrafımız sekiz kişiyle sarıldığında yutkundum. Bana bir şey yapmayacaklarını biliyordum ama Ecevit için emin değildim. Adamlardan biri Ecevit’in camına vurduğunda Ecevit camı açtı.
“Buyur, birine mi bakmıştınız?”
“Firuze Hanım buyurunuz araca, babanız sizi bekliyor.”
“Firuze Hanım’ı mı istiyorsunuz. Bir saniye sorayım hemen,” dedi Ecevit ve camı kapadı. Bana döndü. “Ne dedi baban?”
“Gelmemi istiyor. Bir şey konuşacakmış benimle.” Ecevit başını salladı ve camı geri açtı.
“Maalesef,” dedi sahte bir üzgünlükle.
“Kendisine sordum, AET turizmden memnunmuş. Bizle tamamlayacak yolculuğu ama meraklanmayın ben sapasağlam ulaştıracağım evine kendisini. Bizde yolcu rahatlığı önceliktir. Rahat olun?”
“Ne turizm?” diye sordu adam. Onunla alay ettiğini henüz anlamamıştı
“AET turizm. Ali Ecevit Tarhan turizm. Bak bana kalsa ben göndereyim yolcuyu, mesaim erken bitsin ama yolcu ne derse o. Açın yolu şimdi geçeyim.”
“Kardeşim bak,” dedi adam eğilerek. “Seninle bir derdimiz yok ama olsun istiyorsan olur. Firuze Hanım buyurun,” dedi. Telefonum yeniden çıkıyordu. Arayan İnci’ydi. Korku enseme çöktü. Açtım telefonu.
“Efendim ablacığım?”
“Abla neredesin?” dedi. Titriyordu sesi. Korkuyla ben de titremeye başladım.
“Ne oldu İnci?”
“Abla hemen gelir misin?”
“İnci neredesin sen?”
“Babam ikimizle bir şey konuşacakmış,” dedi. Hiçbir şeye İnci’yi karıştırmazdı babam. Ellerim ayaklarım uyuştu, başım dönmeye başladı. Aklıma tek bir şey geldi. Babamın kasa şifresini İnci bana söylemişti. “Lütfen gel abla, bekliyorum.”
“Sakin ol,” dedim. Sakin değildim. “Korkma,” dedim. Korkuyordum. “Geliyorum ben tamam mı? Sakın korkma.
Ecevit hızla camı kapattı, bense telefonu. “Firuze gitme,” dedi. “Buradan çıkarırım bizi. Gitme. İstemiyorum gitmeni. Korkma da. Çıkarırım buradan. İsterse otuz araç olsun. Bak şimdi önümüzdeki araç tamamen boş. Ben ineceğim arabadan. Sürücü koltuğuna geç, ben bir bahaneyle öndeki ara…”
“Ecevit, İnci…” dedim nefes nefeseydim. “İnci yanında. Babam İnci’yi hiçbir şeye karıştırmaz. Kasanın şifresini ondan öğrendim. Babam İnci’yi hiçbir şeye karıştırmaz. İnci çok kötüydü.”
“Bir şey yapar mı kardeşine?”
“Yapmaz,” dedim tek nefeste. Sonra her şeye lanet ettim. “Bilmiyorum!” diye bağırdım. “Allah kahretsin bilmiyorum.”
“Seni çıkarırım buradan Firuze, kendim bırakırım.”
Başımı hızla iki yana salladım. Hem İnci’yi hem de Ecevit’i riske atmaktı. “Çok riskli. Ben iniyorum. İlk sen hareket et, sonra benim aracım hareket etsin. Gittiğini görmem lazım.”
“Firuze,”
“Ecevit yalvarırım bana vakit kaybettirme. Yalvarırım. Şimdi değil. Lütfen.”
“Beni arayacaksın.”
“İlk fırsatta,” dedim. Ecevit avucunu direksiyona vurdu ardı ardına. Sonra camı açtı. “Yolcumuz ikna oldu ama şu araçla gitmek istiyor. Kabul müdür?” dedi ve en öndeki arabayı gösterdi. Kendi arabasıyla arasına mesafe açmak istemiyordu.
“Buyurun Firuze Hanım,” dedi adam. Ecevit kilitlediği kapıyı açtı ve ben inmeden “Fırsat bulamazsan fırsat yarat,” diye konuştu. İndim ve Ecevit’in söylediği araca ilerledim. Her ne kadar dil döksem de bizim önümüzden gitmedi, bindiğim araçla aynı anda hareket etti.
Eyvah eyvah 😲
Heyecandan bayışcam