XVI- "“Bir kimse, kendi kusuruna dayanarak hak talep edemez.”
- Dilan Durmaz

- 23 Haz
- 38 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 29 Haz
Biiiz geldik!!!!!
Bundan sonraki bölümler epey olaylı ve hararetli olacakken bu bölüm biraz daha karakterlere kulak verdiğimiz bir bölüm oldu. Benim için ve hikaye için önemli olduğunu düşünürüm bu bölümlerin. Ben severek ve en önemlisi çok hissederek yazdım.
Önce yıldıza basalım mı? Basalım, basalım...
Her yorum beş yıldıza bedelmiş. Biliyorsunuzdur inşallah:dddddd
Keyifle okuyun, yorumlarınızı, twitter, instagram ve tiktok paylaşımlarınızı ayrı ayrı takip edeceğim.
***
Ocak 1992
“Firuze yiyeceksin.”
“Yemeyeceğim.”
“Yiyeceksin.”
“Yemeyeceğim.”
Aylin Akın, kontrolsüz yükselme noktasına gelmiş sesini zorlukla bastırdı ve çöktüğü yerde alnını kızının dizlerine bastırdı, soluklandı. Kesinlikle nöbet ertesi bir günde uğraşmak istediği şey yemek yemeyi reddeden ve alabildiğine şımaran kızı değildi. Başını kaldırdı bastırdığı yerden ve kollarını önünde bağlamış, yaşının çok ötesinde bir tavırla kaşlarını çatmış, olabildiğince tavırlı, net ve agresif kızına baktı. “Bana bak,” dedi otoriter bir sesle. İşaret parmağı hafifçe kalktı ve daha sert bir tavırla yaklaştı bu kez. “Ben senin annenim ve senin yemek yemeni söylüyorum.”
“Ecevit gelmeden yemeyeceğim.”
“Kimseyi beklemeyeceksin yiyeceksin.”
“Yemeyeceğim.”
Böylesine net konuşurken ve annesi tarafından azarlanırken küçük kızın yüzünde ağlama dürtüsü yoktu. Bir yetişkin gibi meydan okuyordu. Daha altı yaşındaydı. Aylin Akın, Firuze’nin bu tavrı karşısında daha çok sinirleniyordu. “Kızım,” dedi son bir sabırla. “Çocuk okuldan dönmedi. Ne zaman döneceği belli değil, geç gelecek. Senin karnın aç. Ecevit’le yemek zorunda değilsin. Beraber yemek zorunda değilsiniz. Sen şimdi yiyeceksin, o ne zaman dönerse o zaman yiyecek. Belki de dışarda yedi. Karnı acıkan insanlar beklemez, yemeğini yer. Eğer ki onun da karnı acıktıy…”
“Yok,” dedi Firuze tavırla. “Yememiştir. Beraber yiyeceğiz.”
“Leyla!” Aylin Akın içindeki tüm öfkeyle evin boşluğuna doğru bağırdı. Firuze’ye bağırma istediğinin
tamamını tek bir isimle harcadı. Sesi evde yankı yaptı. “Leyla!”
Leyla Tarhan bulunduğu mutfakta adeta irkildi. Bir şey olduğunu sandı. Biri düştü, tehlikeli bir parça devrildi ya da daha kötü bir ihtimal… Hazırladığı yemeğin altını bile kısmadı, neredeyse koşar adım çıktı mutfaktan salona doğru gitti. Ne devrilen ne düşen birini gördü. Ama yine de kalbi hızlı hızlı atıyordu.
“Aylin Hanım?” diye sordu korka korka. Aylin’in içindeki öfke öylesine kısa süreli ama diriydi ki bağırarak konuşacak gibi araladı dudağını lakin hamile kadının karnına baktı. Henüz çok büyük değildi ama yine de belirgindi ve biliyordu ki bu kadın kesinlikle bir şey yapmamıştı. Duraksadı, soluklandı ve öyle konuştu. “Şu kızıma Ecevit’in geç geleceğini ve yemek yemek için senin oğlunu beklememesi gerektiğini söyler misin?”
Leyla Tarhan, beklediği dehşetin ardından böyle bir cümle duyunca olduğu yerde bir süre durdu ve korkusunun geçmesini bekledi. Aylin Akın’la göz gözeydi. Oldukça gergin bir kadına bakıyordu, yüzü kızarmıştı, beyaz teninde damarlar belirginleşmişti. Bu surata sebep olan kişiyi buldu ve ona döndü. Korkusu rüzgâra maruz kalmış hassas bir çiçek gibi dağıldı. O çatık kaşlara, önünde bağlamaya çalıştığı küçük kollara, minik parmaklara ve büzüşmüş dudaklara baktı. Yeşil hareleri küçülttüğü gözlerinden seçilmiyordu. Leyla Tarhan varla yok arasında karnına dokundu. ‘Senin gibi bir kız çocuğu bana nasip olsun,’ diye tekrar etti içinden. Firuze öylesine güzel bir çocuktu ki Leyla Tarhan gözlerini alamıyordu ondan. Annesi nasıl kızıyor hayret ediyor ama sonra kendisinin de zaman zaman Ecevit’e kızdığını hatırlıyordu.
Firuze, Leyla Tarhan’ı görünce fırsatı yakaladı ve annesinin onu sıkıştırdığı aralıktan hızla çıktı, “Leyla teyze,” diye koşarak kadının yanına gitti. Aylin Akın’ın dudakları aralık kaldı. Kolları adeta iki yana düştü ve kıstığı gözleriyle kızına baktı. Hayal kırıklığıyla başını iki yana salladı. Kızı yeri geliyor başkasını bile kendisine tercih ediyordu ama kimseyi şu Ecevit denen çocuğa tercih edemiyordu. Her şeyin muadilini, o an onu idare edecek başka bir halini bulabiliyordu ama Ecevit için böyle biri yoktu. Aklını kaçıracaktı şimdi kadın. Bu durum ciddi bir hal alıyordu. Belki kocasını dinlemeliydi ve bunun için bir şeyler yapmalıydı.
Firuze, Leyla teyzesinin elini tuttu iki yandan. Salladı ve kadının dikkatini çekmeye çalıştı. “Ecevit ne zaman gelecek Leyla teyze?”
Çoktan gelmesi lazımdı. Firuze okula daha başlamamış olabilirdi, Ecevit üç yıldır okula gidiyor olabilirdi ama bu bazı şeyleri değiştirmezdi. Onlar yine beraber yemek yerdi. Firuze birkaç saat Ecevit olmadan vakit geçirirdi sadece. Bu kadardı. Yemek önemli bir durumdu ve kesinlikle beraber yemeleri lazımdı.
Leyla Tarhan yavaşça çöktü. Artık eskisi kadar rahat çökemiyordu kesinlikle. Muhtemelen bir aya kadar çökmeyi bırakacak sadece eğilecekti. Firuze’nin ellerine tutunan ellerini sarıp sarmaladı. “O bugün okul çıkışı arkadaşlarıyla futbol maçı yapacaktı. Benden dün izin aldı. O yüzden geç gelecek. Ben de tam bilmiyorum geleceği saati. Sen onu bekleme, bugün benimle ya da annenle ye olur mu?”
Firuze’nin, Leyla Tarhan’ın yanına gelince düzelen kaşları yine çatıldı. Kızdı biraz, epey bozuldu. Leyla Tarhan hızla fark etti bu değişimi. “Ecevit’in arkadaşları mı var?” dedi küçük kız. Hiç hoşuna gitmedi bu durum. Ne demek Ecevit’in ondan başka arkadaşları vardı, bir de o burada beklerken onlarla oynuyordu. Olacak iş değildi!
“Okuldan. Seneye senin de olacak.”
“Yok,” dedi Firuze huysuz bir sesle. “Olmayacak. Benim arkadaşım var zaten.”
“Ama insanların birden fazla arkadaşı olabilir.”
“Olmaz. Bir tane annesi, bir tane babası, bir tane abisi, bir tane de arkadaşı olur.”
Aylin Akın göz devirdi ve kafasını çevirdi. Bunlar tümüyle onların suçuydu. Çocukları diğer çocuklar gibi büyümüyordu. Sokakta oynamazlardı, çok fazla insanla görüşmezlerdi, seçici ortamlarda bulunurlardı. Bu doktor olan kendisinin onlara sunduğu hayat değildi, siyasetin merkezine doğru ilerleyen babalarının sunduğu hayattı. Sonsuz imkân içinde, korkunç bir kısıtlama da vardı. Çocukların da arkadaş kavramı bile çok yavan, çiğdi.
“Hayır bir tanem,” dedi Leyla Tarhan. Küçük kızın elini öptü. “Bir tane annesi ve bir tane babası olur ama birden fazla arkadaşı olabilir. Senin de olacak. Okula başlayacaksın. Bir sürü arkadaşın olacak. Değil mi Aylin Hanım?”
Aylin ellerini dizlerine vurarak kalktı ve gülümsemeye çalıştı. “Evet Firuze. Hem de bir sürü arkadaşın olacak. Belki Ecevit’ten daha çok anlaşacaksın onlarla.”
“Yok,” dedi Firuze yine ve tuttuğu elleri bıraktı. Ecevit’in başka arkadaşlarının oluşu öylesine moralini bozmuştu ki bu yetişkin insanların olduğu yerde durmak istemiyordu daha fazla. “Ecevit gelince yemek yiyeceğim,” dedi ve aralarından sıyrıldı. Koşa koşa merdivenlerden çıktı. Leyla zorlanarak doğruldu yanındaki kadına baktı.
“Bu durumun tadı kaçtı farkındasın değil mi?” diyen kadını dinledi.
“Ben okula gidince düzeleceğini düşünüyorum,” dedi Leyla daha sakin bir sesle.
“Ecevit’in tamamen ne zaman düzeldi?” diye sordu. Biliyordu ki Firuze’nin daha ağırdı. Daha fazla gecikecekti.
“Birinci ve hatta ikinci sınıfta o da pek arkadaş edinmedi. Hep okuldan gelip Firuze’yle oynamayı bekliyordu. Bazen okula bile gitmek istemiyordu ama bu sene epey gelişme var. Arkadaş edinmeye başladı. Sınıf başkanı da olunca... Hep birbirlerini görüyorlar Aylin Hanım. Normal değil mi?”
“Bu kadar normal değil,” dedi kadın hiddetle. “Eminim Ecevit yemek yemek için Firuze’yi beklemiyordur!”
“Bazen o da bekliyor…”
Aylin Akın hayretle ona baktı. İri gözleri kocaman olmuştu. “Şaka gibi. Aklımı kaçıracağım şaka gibi! Gerçekten Leyla, Ecevit sizin çocuğunuz olmasaydı ve Ecevit’i bu kadar sevmeseydim başka hal çaresine bakacaktım. Uzaklaştırmaksa uzaklaştırmak! Böyle olmaz ki canım! Saçmalık! Ne zaman dönüyor Ecevit?”
“Maç ne zaman biterse ama bence gelir birazdan. Babası almaya gitti,” dedi ve dediği gibi de oldu. Beş dakikayı bulmadan Ecevit ve babası girdi eve. Leyla Tarhan elindeki işi bıraktı ve eve doğru ilerdi. Ecevit’le göz göze geldiklerinde “Anne!” diye bağırdı Ecevit. Birbirlerine pek koşmuş sayılmazlardı, Ecevit çabucak koştu. İyi futbol oynardı. Çok hızlı koşardı. Sanıyordu ki futbolu yaşlanana kadar oynayacak. Belki profesyonel olarak bir takımın altında forma giyecek. Bunlar hep sanmalardı.
Başı annesinin karnına çarparak durdu. Leyla Tarhan ağrıyla yüzünü buruşturdu ama bir şey demedi. Kollarını sardı oğluna ve eğilip saçlarından öptü. “Ali Ecevit,” dedi şaşkınca. Elini sırtına doğru kaydırdı. “Sen kışın ortasında nasıl bu kadar terledin?”
Hüseyin Tarhan “Ben sana dedim,” dedi yanlarından geçerken oğluna. Karısının saçlarına hızlı bir buse kondurdu, ellerinde torbalarla ilerledi. Ecevit “Firuze nerede?” diye sordu ve o terli haliyle Akın malikanesine doğru koşmaya çalıştı ama annesi engel oldu. “Çabuk banyoya!”
“Anne ya!”
“Oğlum terlisin diyorum!”
Elinden tuttu Ecevit’in, biraz zorla eve ve banyoya soktu. Ecevit artık büyüdüm diyor, kendi banyosunu kendisi yapıyordu. İşin aslı hamile annesine pek yormak istemiyordu. Hemen girdi, birkaç dakikada çıktı. Havluyla kuruladı kendini, annesinin hazırladığı kıyafetleri giydi. Koşa koşa Firuze’nin yanına gidecekti de annesi tuttu. İki bacağının arasına sıkıştırdı ve baş havlusunu aldı.
“Yemek yedin mi?”
“Hayır.”
“Harika, Firuze de yemek yemek için seni bekliyordu.”
“Niye?” diye sordu küçük çocuk şaşkınca.
“Okuldan çıkınca beraber yiyorsunuz ya.”
“Ama ben geç geldim. Söylemedin mi maçım olduğunu?”
“Söyledim,” dedi Leyla Tarhan ve imayla güldü. Biraz haylaz ama çokça efendi, yakışıklı bir oğlu vardı. Babasından çok annesine benziyordu yüzü. Huyunu babasından almıştı. Tez canlıydı. Onurlu, pek düzgün bir çocuktu. Öğretmenlerinin gözde öğrencisiydi. Biraz bilmişti, biraz baskındı, öğretmeninin çoğu zaman işini kolaylaştıran sınıfta dominant bir yanı vardı. Arkadaşlarını yönlendiriyor hatta bazen yönetebiliyordu. Sınıf başkanlığı görevini de pek layığıyla yerine getiriyordu. Öğretmeni bir kez Hüseyin Tarhan’a demişti ki, ‘Bu çocuk okur. Sakın ola ki bırakmayın peşini. Avukat da olur, hâkim de. Büyük adam olacak, kumaşından belli.’
Bu böylesi bir dönemde öğretmenden duyulan kadirli cümlelerdi. Her anne babanın kulağına fısıldanmazdı. Pek kıymetliydi. Hüseyin Tarhan ne çok gururlanmıştı. Ne çok göğsü kabarmıştı da abartılı bir tepkiyle öğretmenin karşısında taşkınlık yapmamak için sabretmişti. ‘Sağ olun hocam,’ demişti. ‘Hiç bırakmayacağız peşini. Allah razı olsun.’ Okuldan çıkıp eve varana kadar, eşine bu kutlu cümleleri söyleyene kadar ne zordu sabretmek. Ne heyecanlıydı bunları anlatırken. Gözlerinin içi parlıyordu. ‘Büyük adam olurmuş bizim oğlandan. Öyle söyledi öğretmeni.’ Oğullarını biliyorlardı, bunları da biliyorlardı ama öğretmen kavramı bu aile için öylesine kutsaldı ki, öğretmenden duymak çılgınca bir mutluluk vermişti. Gözlerinin içi gülmüştü günlerce.
Ak pak giderdi okula. Mavi önlüğü de beyaz yakası da hep ütülüydü. Saçları taraklı, tırnakları düzenli kesilmiş temizdi. Kitapları hep kaplı ve etiketliydi. Yazısı pek çirkindi ama defterleri hep temizdi. Annesi kızardı yıpranınca. Yazına bir şey yapamıyorum ama defterlerin temiz olacak Ali Ecevit derdi. Öğretmenine bizi mahcup etme. Ecevit de zaten hiç mahcup etmezdi.
“Ama biraz bozuldu,” dedi kadın gizliden gizliye gülerken.
“Niye ki?”
“Başka arkadaşlarının olmasına bozuldu sanırım.”
“Ama ben onları Firuze kadar sevmiyorum ki.”
Kadının yüzündeki gülümseme büyüdü. Ecevit’in küçük elleri annesinin gülüşüne dokundu. Annesinin saçlarını sevdi. Leyla Tarhan sarıp sarmaladı, öpüp kokladı oğlunu, dizlerine oturttu. “Biliyorum. Bilmez miyim? Ama o henüz okula başlamadığı için farklı arkadaşlar edinmedi ve senin edinmeni pek anlamıyor. Morali bozuldu. Seni çok sevmekten. Babanla o gün kilden kuğu yaptınız. Vermek ister misin? Gönlünü alırsın.”
“Küstü mü bana?” diye sordu küçük çocuk. Gözleri tümüyle bir çizgi gibi gözüküyordu artık. “Keşke onu da okula götürebilsem.”
“Küsmedi de… Hoşuna gitmedi. Yeni arkadaşlarından pek bahsetme ona tamam mı?”
“Aklıma gelmiyorlar ki zaten hiç. Çok sevmiyorum onları,” dedi açıkça. Oyun oynarken çoğunlukla Firuze’yi arıyordu. Kimse Firuze gibi değildi. Hiç kimse. “Sadece futbol oynuyorlar diye seviyorum. Firuze futbol oynayamıyor,” Leyla kahkahalarla güldü bu cümlelere, oğluna sarıldı.
“Tamam hadi hediyeni al gel de yemek yiyin. Güzel oğlum benim. Hadi bir tanem.”
Ecevit koşa koşa gitti beyaz kuğuyu aldı. Saracak bir paket bulamadı. Cebine sıkıştırdı. Annesinin peşine düştü. “Kardeşim bugün ne yapıyor?” diye sordu annesine yaslanıp. Hızlı hızlı yürüyordu.
“İyi. Abimi öp benim yerime diyor.”
Ecevit dudaklarını büzdü ve etkilenmiş bir sesle mırıldandı. “Sen onu benim yerime öpebilir misin?”
“İçimden öperim,” dedi ve mutfağın bahçeye açılan cam kapısından girdiler. Aylin Akın, Ecevit’i görür görmez kızının odasına çıktı ve seslendi. Firuze çok istekli, biraz suratsız ve yavaş adımlarla mutfağa indi. Ecevit’e bakmadı bile. Kabul biraz değil, epey suratsızdı. Gitti oturdu. “Ben çok acıktım Leyla teyze,” dedi. İki kadın anladı belki buradaki sitemi ama Ecevit henüz Firuze tarafından görülmedi sanıyordu.
“Firuze,” diye seslendi. “Bak sana ne yaptık babamla!”
Cebinden beyaz kuğuyu çıkardı. Firuze sadece ona uzatılan kuğuya baktı. “Sen yapmamışsındır ki Hüseyin amca yapmıştır,” dedi ve kuğusunu aldı. Ecevit’e kızması, kuğusunu almayacağı anlamına gelmezdi.
“Olsun ben de yardım ettim.”
Leyla Tarhan önce Firuze’nin önüne tabak koydu sonra oğlunun. Aylin Akın “Tamam Firuze sonra bak ona, hadi yemek zamanı,” dedi sabırsızca ve kızının yanına oturdu. Oyalanmadan yemeğini yesin istiyordu ve müdahale edecekti. Kendisi yedirecekti. Firuze kaşığı annesinden çekiştirdi ve almayı başardı. Kaşığını doldurdu ve ağzına sıkıştırmaya çalıştı hepsini. Yarısı döküldü ama pes etmedi. Yemeye devam etti. Sonra dayanamadı, ağzı dolu doluyken sordu.
“Senin başka arkadaşların mı var?” Ecevit’in cevabını dinlemedi bile. “Benim yok. Senin varmış. Ben de seninle maç yapabilirim.” Evet evet kesinlikle yapabilirdi. Babasından top isteyecekti. “Kim ki senin arkadaşların?”
***
“Farah?”
Dişlerimi birbirine bastırdım.
“Ecevit.”
İkisi de bir süre sessiz kaldı ve birbirine baktı. Dişlerimi birbirine daha çok bastırdım. Dikişlerimi hissediyordum ama bunun sebebinin dişlerimi sıkmak olduğu pek anlamıyordum. “Seni geri arayacağım demiştin,” dedi kadın. Sitem miydi sesindeki kızgınlık mı, henüz seçecek kadar tanımıyordum onu. Yalnızca Ecevit’in yüzüne bakıyordu. Bir an olsun gözlerini başka bir yöne çevirmiyordu.
“Sana bu akşam müsait değilim dedim,” diye yanıt verdi Ecevit. Kadının gözleri ilk kez Ecevit’ten çekildi ve arkaya kaydı. Eve baktı gelişigüzel ve sonra beni gördü. Çok kısa bir zaman kadar göz göze kaldık. Çekti gözlerini benden ve yeniden Ecevit’e baktı. İlk hissettiğim duygusu şu saniye sinirdi. Ecevit’e karşı açık seçik bir sinir.
“Önemli bir şey konuşmamız lazım.”
“Farah…”
“Ecevit buraya kadar gelmişken gideyim mi?” diye sordu açıkça. Kapının önündeydi. Tahmin ediyordum ki eve girmek isterdi. Çünkü bir insan, bir kapıyı çalıyorsa amacı o kapıyı açtırmak değildi. Eve girmekti. “Sana önemli bir şey konuşmak istiyorum dedim değil mi?” Geriye çekilip odaya girmek en uygunuydu sanırım. Ne konuşacaklarsa özel bir konuşmaydı bu. Ev bu kadar sessizken odadan duyulur muydu? Duyulurdu ama benim varlığımdan rahatsız olmazlardı en azından.
Ecevit’in yüzünü göremiyordum ama sırtı aldığı derin nefesle kabardı ve bir süre öyle kaldı. Nefesini geri verirken eşzamanlı olarak konuştu. “Bekle geliyorum,” dedi ve askıdan kabanını aldı. İçeri doğru ilerlediğinde kadınla yeniden göz göze geldik ve bu kez üzerimde olan Ecevit’in kıyafetine de baktı.
O an içimde koca bir dürtü, sebebi tam olarak ne bilmem, belki sadece adabı muaşeret gereği, belki o kadının gözünde kendimi görebilmek için tebessüm edecek gibi oldum. Çünkü ikimiz de birbirimize yabancıydık, ortak noktamızda tanıdığımız bir adam vardı ve böyle durumlarda o iki yabancı birbirine selam verebilirdi. Sanırım. En azından benim için. Lakin olmadı. Bendeki karşılık onda yerini bulmadı. Ben tebessüm edecekken o gözlerini çekti ve duvara baktı. Ne sıkıntısı vardı bilmiyordum ama yüzünden bariz şekilde okunuyordu bir derdi olduğu. Ve bu kapıyı, Ecevit’in kapısını, o derdi için çalmıştı. Ve yine tek bir cümle bile edilmese de hissettim. Benden pek
hazzetmemişti ya da zaten etmiyordu. Kimdi bilmiyordum. Beni tanıyor muydu onu da bilmiyordum. Ecevit salondan sigarasını ve telefonunu aldı geri geldi. Bana baktı, “Sen uyu, geliyorum ben,” dedi yalnızca ve anahtarı da attı cebine. Sanırım konuşulacak konu benim bulunduğum yerde konuşulmayacak kadar özeldi.
Gitti. Kapanmış kapıya baktım bir süre.
Kapalı bir kapıydı. Bir kör kuyu gibi beni içine çekti. Kuyuyu kör eden karanlığıydı, insanı kör kuyuya düşüren de kendi karanlığı. Defalarca kez yutkundum. İçimde bir yük vardı ne cinsini ne de hacmini hesaplayamıyordum ama gün geçtikçe ağırlaşıyordu. Adımlarım beni odaya da yatağa götürmedi. Camın önüne getirdi. Ne yapacaklarını merak ediyordum. Yan yana yürüyorlardı. Pek hızlı da sayılmazlardı. Tamamen çıkıp gidecekler miydi? Ecevit dönecek miydi? Peki ya ben bu gece burada olmasaydım kadın içeri girecek ve hatta burada mı kalacaktı? Ecevit’in tam olarak neyiydi bilmiyordum ama en azından arkadaşıydı.
Kadın aniden durduğunda Ecevit onun bir adım önüne geçti ama daha fazla açılmadı mesafe. Çünkü sanırım kadın konuştu. Ecevit fark etti durduğunu ve ona döndü.
Farah’ın elleri iki yana açıldı. İkisinin de artık yalnızca tek bir taraflarını görüyordum. Birbirlerine bakıyorlardı. Ecevit’in elleri kabanının cebindeydi. Kadın önce yavaş yavaş başladı konuşmaya ama bir yerden sonra bu mesafeden bile fark ettim, cümleleri hararetlendi. Beden diliyle beraber Ecevit’e kızıyor muydu, sitem mi ediyordu yoksa tümüyle kendi derdinin dışavurumu muydu bu bilmiyordum.
Bir süre sadece o konuştu. Ecevit durduğu yerde dinledi. Sonra Ecevit’in konuştuğunu kadının hararetinin duraksamasıyla fark ettim. Bir şeyler söyledi. Söylediği şeyler onu daha çok sinirlendirdi. Yanlışım yoksa sinirden güldü bile. Saçlarına daldırdı ellerini. Bir camın arkasından bile hissedebiliyordum bağırdığını. Öyle de Ecevit belki de bu yüzden gözleriyle sık sık çevreyi tarıyordu. Kontrol edemediği yüksek bir ses vardı.
Bu dakikalarca devam etti. Farah bağırmayı sürdürdü, Ecevit sakince cevap verdi yalnızca. Farah aralarındaki mesafeyi açtı. Bir an eli evi işaret etti. Bir adım geriye gittim ansızın eve bakarlar diye ama bu bir işaretten öteye gitmedi. Sadece elini savurdu ve eve yönelik bir şeyler söyledi. Ecevit’te yanıt verdi ama bu kez Farah susmadı. İkisi de aynı anda konuşmaya başladılar. Güvenlikteki adamın çıktığını gördüm. Ecevit elini kaldırdı ve sorun olmadığını bildirdi. Farah bağırmaya devam ediyordu, bir ileri bir geri volta attı, işaret parmağını Ecevit’e kaldırdı ve sonra daha fazla duramadı sanırım ayakta. Yolun iki yanı yeşil alana açılıyordu. Yer yer bitkiler ekilmişti. Yolla bahçeyi ayıran ince kaldırımın üzerine çöktü. Yüzünü daha net gördüm o zaman. Ağlıyordu. Ecevit bir süre olduğu yerde dikilmeye devam etti. Hatta arkasını bile dönmedi, Farah arkasında kalmıştı.
Meraklı gözlerim pür dikkat bu iki yetişkini izliyordu. Tek bir anlarını bile kaçırmak istemiyordu ve ben gözlerimin bu merakının sebebini biliyordum. Teselli nasıl edilir, bunu görüp görmeyeceğini merak ediyordu. Dudaklarım hafifçe öne doğru büzülmüştü. Dilimi dikişlerimin üzerinde gezdiriyordum ve kalbim hızlanmak için tetikte bekliyordu. İçimde uykuya yatmış bir çocuğu bam telime basacak tek bir hamle uyandırabilirdi. Onu uyandırmamak benim elimdeydi. Gidip uyursam ve ona eşlik edersem uyanmazdı ama ben çok meraklıydım. Görmek istiyordum.
Çayın altı açıktı, evin sessizliği yanan ateşin çıkardığı silik sesi bile çarpıyordu kulak zarıma.
Teselli neydi? Merakım dindi. Gözlerimdeki merak kayboldu, boşluğu hızla doldu. Ali Ecevit Tarhan arkasını döndü ve gidip o kaldırımda ağlayan kadının yanına çöktü, oturdu. Onunla aynı boşluğu izledi. Teselli buydu. O kadını oradan kaldırmak değildi, ağlama demek hiç değildi sadece yanına oturmaktı. Sonra cebinden sigarasını çıkardı, önce kendi dudaklarının arasına aldı, ucunu harladı ve kalan paketi yanındaki kadına uzattı. Kadın bir süre ona uzatılanlara baktı. Ecevit vazgeçip indirmedi elini. Sonra Farah sigarayı ve çakmağı aldı, sigarasını yaktı ağlamaya devam ederken.
İçimdeki bam teli tüm uyuyanları uyandırdı. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Ecevit’in camları temizdi, kendi yansımamı çok rahat görüyordum. Parlayan gözlerime baktım. Bir süre yalnızca onlar arka planda sigara içiyorlarken kendimi izledim. Yirmi beş yaşındaydım. Teselli nedir şimdi öğrendiğimi hissettim. Sırtımı döndüm ve odaya yürüdüm hızla. Gözlerimi kapattım yolda, yatağa kör bakışla yürüdüm. Daha sıkı yumdum, yaşlar baskıya gelmezdi. Ne kadar çok sıkı yumarsanız gözlerinizi o kadar dolmaya sonra da akmaya fırsat bulamazlardı. Yorganı başımın üzerine kadar çektim. “Ağlama,” dedim. Bunu yirmi beş yaşındaki Firuze’ye söylemedim. Onun gözlerini zaten kontrol altında tutmuştum. “Ağlama.”
Futbol oynamayı hiç öğrenmemiştim. Zaten hiç de sevmezdim. Ecevit de bana on yaşındayken de başka arkadaşlarının kim olduğunu söylemezdi. İnsanlar hep benim de yeni arkadaşlar edineceğime inanmıştı. Onlara o zaman da söylemiştim. İnanan olmamıştı. Ben bazı şeyleri kabullenebilirdim ama içimdekine nasıl kabul ettirecektim bu gerçeği bilmiyordum. Ecevit’in ben en çok seni seviyorum, onlarla sadece maç yapıyorum deyişine kendini çok inandırmıştı. Kimi kandırıyordum? Artık kimse futbol oynamıyordu ve arkadaşlıklar yalnızca maç için kurulmuyordu. Benim de bu gerçeği kabul etmem gerekiyordu.
***
Aralığın son günlerindeydik. Ankara soğuktu ama henüz kar görmemişti. Çok uzun zaman sonra, sonuncusunu anımsamıyordum, bir başka şey düşünmeden, zihnimde susmayan sesi dinlemeden, fırça darbelerini duymadan ve öylece ve yalnızca camdan yağan karı izliyordum. Sabah sanırım uykumu yeterince aldığım için hiçbir uyaran olmadan uyanmıştım. Yüzüm cama dönüktü. Kış aylarında güneşten çok gri bir gökyüzüyle dikilirdi tepemizde Ankara. Perdesi açık olan cam nerede olursa olsun dikkatimi çekmezdi o yüzden. Gökyüzü dikkatimi çekmezdi işin aslı. Güneşli de olsa, gri de olsa, yağmur da olsa… Ama bu sabah, gökyüzünden düşen beyaz parçalar dikkatimi çekmişti, hareket etmeden düşen taneleri izliyordum. Küçükken yağan karı Tanrı’nın biz çocuklar için hazırladığı bir oyuncak sanırdım. Koca bir pamuğu alır, gökyüzüne oturur ve parmağının ucuyla koparıp atardı. Ecevit’e söylediğimde bu fikrimi onun pek aklına yatmamıştı. İyi ama demişti, Ankara kocaman nasıl hepsine yetecek o pamuktan?
O zaten mantığına yatmayan ihtimalleri tüm gayretiyle çürütürdü.
Her ne olursa olsun benim ısrarım baskın gelmişti ve benim fikrim kabul görmüştü. Babamın benim için yaptığı o cam alanda oturur, minderin üzerine yatar ve yağan karı izlerdik. Belki de bu sabah dikkatimi çeken tam olarak buydu. Ecevit’in yatağında uyandığım bir sabah olmasa kar tanelerine bakıp geçecektim. Bir kar tanesinin bir yağmur damlasından farkı olmayacaktı tıpkı doğan güneşin
kara ve yüklü bir buluttan farkı olmadığı gibi.
Küçükken yaptığım gibi kar tanelerini saymaya çalıştım. Bu bir oyundu, şimdi benimle oynayan bir oyun arkadaşım yoktu ama ben yine kaybetmiştim. Gözlerim o kadar hızlı takip edemiyordu. Küçükken çocuk olduğum için sanıyordum. Yetişkin olduğumda sayabileceğimi ve kazanabileceğimi iddia ediyordum. Ecevit onu yenemeyeceğimi söylüyor bazen beni küstürüyordu. Küslüğümü uzatacak olursam, bu kalkıp eve gitmem demekti, küçük kollarıyla bana sarılırdı. Biz küçükken sarılarak barışırdık.
Dudaklarımı öne doğru büzdüm, sinemde kabaran şey özlem değil. Sinem kabarıyor ama özlemden değil. Bir daha onunla sarılarak barışamayacağımı bildiğimden. Bunun adı özlem değil. Biliyorum.
Kar taneleri hızını arttırdı. Tahmin ediyordum ki tutmuştu. Yerler beyaz bir örtüyle kaplanmıştı. Tüm kir kısa süreliğine de olsa gizlenmişti. Bugünün düne göre daha güzel olduğunu hissettim kısa bir an. Sonra geçti.
Ev çok sessizdi. Ecevit çoğunlukla benden önce uyanırdı. Uyanmamış mıydı? Gelmemiş miydi? Gelmediyse ne yapmalıydım? Gelene kadar kar tanelerini izlemeli ya da gitmeli. Bilmiyorum doğrusu hangisi ama kar taneleri cazibesini kaybetmeye başladığında başımı diğer yöne çevirdim. Hatıramda iyi kalmalarını isterdim. Gözlerim onları çirkinleştirmeden bakmayı bıraktım. Birkaç dakika daha yattım sonra kalktım. Yüzleşmem gereken bir yokluk varsa görmem gerekiyordu. Kapıyı yavaşça açtım. Başımı salona uzatana kadar Ecevit’in evde olmadığını hissettim. Ama hayır. Oradaydı. Başının altına koltuk yastığını koymuş ama öylesine kontrolsüz uyumuştu ki boynu düşmüştü. Yarısı karnının üzerinde yarısı yerde kağıtlar vardı ve üzerini değiştirmemişti. Uyuyakalmıştı. Çayın altını kapatmıştı önündeki bardak çayı yarım kalmıştı. Muhtemelen geldikten sonra birkaç kez daha doldurup içmişti. Onu izledim bir süre. Karı izler gibi.
Sonra sessizce lavaboya girdim. Saçlarımı toplamaya çalıştım ama başaramadım. Elimdeki sargı sinirlerimi bozuyordu artık. Sargı yaradan büyüktü, çok yer kaplıyordu. Hep öyle olurdu zaten. Lavabonun yanına gittim, sargıyı açtım yaraya baktım. Alttaki dolabı açtım, Ecevit’in sürdüğü kremi aldım ve yavaşça sürdüm. Daha iyiydi. Yaralarım onlara zarar vermedikçe, uygun koşulları sağladıktan sonra ve derinleştirmediğim sürece sanırım çabuk iyileşiyordu. Bunu bir aralık sabahı dışarıda kar yağarken yirmili yaşlarımın ortasında fark ettim.
Açık bırakmadım yine de yarayı, elimden geldiğince sardım daha çabuk iyileşsin diye. Sonra yine
suyu biraz açık bıraktım tuvalette işimi gördüm. Elimi ve yaralı elimin parmaklarını yıkadım, yüzüme su vurdum, çapaklarımı temizledim. Dün iç çamaşırımı aldıktan sonra havluyu da kirli sepetine atmıştım. Şimdi aynı yerde beyaz bir havlu asılıydı. Asıl havlunun asılı olduğu yere baktım. Orada da vardı bir tane. Ecevit kendi havlusunun yerini değiştirdi sandım ama hayır öyle değildi. Bu havlu sonradan indirilmişti. Yutkundum. Yine de kullanıp kullanmamak arasında kaldım ama o temiz havlu verebileceğini söylemişti. Sanırım bu havlu benimdi.
Usulca uzandım. Önce ellerimi sonra yüzümü kuruladım. Peteğin ısısıyla sıcacıktı. Üşümüyordum ama yine de bu sıcaklık bana iyi hissettirdi. Ağzımı çalkaladım son kez. Dikişlerime bakmaya çalıştım ama göremedim. Onlar da daha iyiydi sanırım. Baskıları azalmıştı. Banyodan geri çıktığımda eşikte kaldım. Ortalığa baktım. Ne yapmalıydım bilmiyordum. Odaya girip uyumak ya da öylece uzanmak istemiyordum. Gözüm mutfağa kaydı. Kahvaltı hazırlayabilir miydim? Ecevit’e baktım göz ucuyla. İster miydi? Bunu pek sanmıyordum. Yer miydi? Bundan pek emin değildim. Dün çayı içmişti. Bu kahvaltı edeceğine işaret miydi? Değildi sanırım. Emin olamıyordum. Mutfağa doğru ilerledim yine de. Dünden kalan suyu ve çayı döktüm, kaynasın diye su koydum ocağa. Sonra tam dolabının önüne geçtim ki duraksadım. Dolabını açamadım. Bu sanırım misafir olarak kaldığım bir evde hoş bir davranış değildi. Ben misafir olmazdım pek kimseye. Hatta hiç kimseye. Nerede ne yapılmalı bilmezdim ama sanırım buzdolabını ev sahibinden izinsiz açmamalıydım. Geri çekildim.
Mutfaktan salona doğru geçtim. Ecevit’e yaklaştım. Boynu tutulmamış mıydı? Uyanmadan bilemeyecektik. “Ecevit,” diye seslendim. Duymadı, kıpırdamadı bile. Yerdeki kağıtları aldım ve sehpanın üzerine koydum. Bilgisayarın kapağını ve birkaç kalemin ağzını kapattım. Yeniden seslendim. “Ecevit.”
Hayır duymuyordu beni. Başını tutmak ve biraz geriye itmek istiyordum. Ona cesaret edemedim ama hafifçe eğildim. Kağıtları karnının üzerinden almak istedim. Çok dikkatliydim. Parmak ucunda hareket ediyordum. Kâğıt bile hissetmedi ona dokunduğumu ama Ecevit hissetti. Bunu bana ikinci kez yaptı, bana ben olmadığımı düşünerek tepki verdi. Feleğim şaştı, nevrim döndü. Karnının üzerindeki elimi korkunç bir hızda ters çevirdi, diğer elini boynuma sardı ve bedenimi kendi yattığı yere serdi. Ters düz olduk. Elini boynuma, bacağını yatırdığı yerde bacağıma bastırdı. Tek yapabildiğim devrilen bedenim için çığlık atmak oldu. Eli boynuma birkaç saniye baskı uyguladı, korkunç derecede büyütmeye çalıştığı gözlerle göz göze geldim ve kalbim korkuyla göğüs kafesime çarpmaya başladı. Altında çırpınamadım Ecevit elini eteğini benden nasıl çektiğini anlamadı. Kuvvetini ansızın geri çekti ve benden kontrolsüzce uzaklaşmak istedi, dengesini kaybetti, sendeledi.
“Firuze,” dedi şokla. Elektrik akımına kapılmış gibiydi bedeni. Kalkamadım, doğrulamadım ve cevap veremedim. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Onun kapısına ilk geldiğimde beni yere nasıl yatırdıysa aynı dehşet vardı bedenimde. “Firuze ne yapıyorsun sen?” dedi. Bağırmıyordu, aksine zorlukla konuşuyordu. Sendeleyerek açtığı birkaç adımı geri kapattı ama bana çok yaklaşmadı. Eli kalktı ama dokunmadı. “İyi misin?” dedi dehşetle. Gözleri hâlâ hiç onun değilmiş gibi kocamandı ve ikimiz de titriyorduk.
“Ben…” dedim ve birkaç saniye durdum. Ne diyeceğimi bilemedim. Onu korkutmuştum, kendim de korkmuştum. “Kağıtları,” dedim ve ellerim altımızda ezilen kağıtlardan birini göstermeye çalıştı.
“Düşmüşlerdi. Sen uyuyakalmışsın. Kağıtlar… Onları almaya çalıştım.”
“İyi misin?” diye sordu tekrardan. Oturmamıştı, bana bakıyordu. Yeni uyandığı belliydi, gözleri bomboş ama bir o kadar da dehşetle bakıyordu. Yatırıldığım yerden doğruldum ve oturur hale geçtim. Boynumda ya da elimde değil, bacağımda bir sızı hissettim. Diziyle baskı uyguladığı yere dokunduğumda o da baktı. “Ben istemeden yaptım,” dedi. Neredeyse nefes nefese diyeceğim haldeydi. Surat ifadesi bir an olsun düzelmiyordu. “Firuze ben istemeden yaptım,” diye tekrar ettim. Sesinde bana karşı ilk defa bir suçluluk vardı.
“Tamam, ben iyiyim.”
Mutfağa gitti, bir bardağa su koyup getirdi ve elime uzattı. Bu an çok tanıdıktı. Bu suyu içince ya da sakinleşince gitmemi bekleyen bir Ecevit yoktu yalnızca. Suyu aldım. Dudaklarımla buluşturdum bardağı. O an oturdu koltuğa. O bir uçtaydı ben diğer uçtaydım. Geriye yaslandı ve başını geriye doğru attı. Ona bakıyordum. Gözlerini kapattı ve parmak uçları kapalı gözlerini ovaladı. Göğsü hızla inip kalkıyordu. En az iki dakika o halde kaldı. Açmadı gözlerini ve suyumu bitirmedim. İki bacağımın arasına sıkıştırdım bardağı. “Benden mi korktun?” diye sordum.
“Sen olduğunu anlamadım,” dedi. Tetikteydi adeta. Uyurken bile. Tehlikeye açık uyuyordu ve vücudunda korkunç bir savunma mekanizması oluşmuştu. Bu mekanizma benim için kapıyı kilitlemekse, Ecevit için hayattan kalmak için bir saldırı gibiydi. Nedenini sorgulamak dahi istemiyordum. Deli gibi kaçtım. “Uyurken bana yaklaşma bir daha,” dedi. Duruşunu bozmamıştı. Artık sadece gözlerini ovuşturmuyordu. “Seslen.”
“Seslendim aslında ben iki kere.”
“Daha yüksek sesle seslen. Dokunma. Çok yakınıma da gelme. Uzaktan seslen. Yaklaşma bir daha.”
Kendine güvenmiyordu. Ben Ecevit için tehlikeli olan değildim. Elimde bir bıçak olsa bile değildim ama bunun ayrımını yapabileceğine inanmıyordu. Sadece kendini savunmaya ve korumaya meyilliydi. Uyku yarı ölmek demekti. En savunmasız anıydı insanın. Ona uykusunda savunma kazandırmışlardı. Yutkundum. Kaçmaya çalışsam da peşimden geliyordu. Dişlerimi birbirine sürttüm. Aklımda hiçbir şey canlanmıyordu. Hayal dahi edemediğim şeyler Ecevit’in gerçeğiydi. O beni buraya düşmanmışım gibi yatırırken ve elini boğazıma sarmışken daha rahat nefes alıyordum. Şimdi tuttum nefesimi. Ağlamak ve bu kötü anı bile kendi üzerime çekmemek için direndim.
“Özür dilerim.”
Cevap vermedi.
“Bir dahakine yüksek sesle sesleneceğim. Düşünemedim. Özür dilerim.”
Gözlerini açtı ve başını yasladığı yerden kaldırdı bana baktı. “Seni boğuyordum,” dedi açıkça. “Ne diye özür diliyorsun? Ben seni boğuyordum,” dedi. Kendi cümlelerinin onu nasıl kötü yaptığını gözlerimle gördüm. Bu cümle onun için ağırdı. Kaşlarının arasına derin bir çukur kazıldı. Söylediği şeyle yüzleşti. Başını çevirdi, bu kez parmakları alnına baskı uygulamaya başladı. Başparmağı sabit şekilde şakağına baskı uyguluyor, diğer parmakları alnının üstünde git gel yapıyordu.
“İstemeden yaptın.”
Ağzının içinde bir dolu küfretti. Bu bana değildi. Açık ve netti. Ocağa koyduğum ve varlığını fokurdayan suyla hatırladığım suya baktık. Ecevit uzun uzun o çaydanlığı izledi. Kızacak sandım, çünkü bir şeye bu kadar uzun uzun bakması hayra alamet gelmedi bana. “Ben kahvaltı hazırlayayım dedim. Çay suyu koydum.”
Hiçbir şey söylemedi. Çaydanlığı izlemeye devam etti. Kafasını çevirirken kederle soluklandı. Kızmadı ama o aldığı nefes de yetti bana. Sebebini bilmesem de öylesine dertliydi ki nefes alırken, kendimi hiç iyi hissetmedim. Eli sehpadaki sigara paketine uzandı. “Acıktın mı?” diye sordu sigara paketinden bir dal çekerken. İnce uzun parmaklarını izledim. Tırnaklarının biraz olsun uzamasına izin vermiyordu.
“Hayır. Yalnızca seni uyandırmadan kahvaltı hazırlamak istedim.”
İçinde ölü izmarit taneleri olan küllüğü kendine çekti ve sigarasını yaktı. Birkaç saniye dudaklarının arasında tuttu. Parmaklarıyla destek almadı. Yanakları alabildiğine içine çöktü. Gözlerini kıstı, o dumanın ciğerlerine doluşunu izledim. Daha fazla çekemediği yerde parmaklarının arasına sıkıştırdı. Benim ciğerlerim sıkıştı ama onda etki etmedi. Biraz içinde tuttu sonra biraz burnundan ve ağzından geri çıkardı ama çoğu onda kaldı. “Tek elinle mi kahvaltı hazırlayacaksın?” diye sordu bandajıma bakarken.
“Elimden geldiğince.”
“Çok kötü sarmışsın elini. Sağlak değil misin sen?”
“Pek uğraşmadım. İyileşiyor zaten.”
“Hazır iyileşiyorken yine mahvedeyim dedin.”
Cevap vermedim. Hızla iyileşen bir yaraya nasıl bakılır bilmiyorum, kusura bakma bunu yakın bir vakitte ansızın öğrendim diyemedim. Sigarasını yine derince içine çekip küllüğe yasladı. “Gel,” dediğinde dudaklarından kelimeyle beraber çıktı duman. Elini uzattı bana doğru. Bir karış yaklaştım ve sargımı uzattım. Benim özensizce sardığım sargıyı açtı, yarama baktı. Düzgünce sardı, son kısmı alta sıkıştırdı. “Buraya bant yapışacak,” dedi. “İyi bak eline, tek el çok yavaşlatır bizi.”
Doğru söylüyordu. Saçlarımı bile toplayamıyordum. “Suya sabuna da dokunma. Ben halledeceğim kahvaltıyı. Dur sen,” Kalktı yerinden, sigarasıyla mutfağa doğru ilerledi. Çaydanlığın üstünü kaldırdı ve kaynayan suya baktı. “Bana çay yok galiba,” dedi. Üst tarafa çıkardığı çaydan iki kaşık koydu. Biraz sudan gezdirdi ama çok değil. Sonra su ekledi alta. Epey doldurdu. “Ben bu kadarını kahvaltıyı hazırlarken içiyorum.”
Ocağa geri koydu. Altını da biraz kıstı. “Ben bir duş alacağım,” dedi. “Sen bekle. Çıkınca halledeceğim.” Küllüğe eğildi, sigarasını bastırdı ve banyoya doğru gitmeden önce odaya girdi. Birkaç parça kıyafet aldı. Öyle geçti.
Ölü izmaritlere baktım. İnsanlara benziyordu. Mutsuz ölen, ateşe düşmeden ama tükenerek ölen insanlara. Başımı yasladım koltuğa onları izlerken. Kaç adet olduklarını saydım. Ecevit’e uyurken çok mu zarar vermişlerdi? On bir adet vardı. Hepsinin dibini görmüştü. Ben de bazen içerdim ama dibini görmeden ezer, söndürürdüm. Bir insanın ölmesi için tamamen tükenmesine gerek olmazdı. İlk zararı ne zaman vermişlerdi? Kaç yaşında kendini korumayı öğrenmişti? Bazen sigarayı erken söndürebilmek lazımdı. Dibine kadar yanmasa da olurdu. Ben böyle düşünürdüm, Ecevit yaktığı bir sigarayı bile ziyan etmemek için dibine kadar içerdi.
O bana her ne kadar otur dese de kalktım yerimden. Mutfağa geri yürüdüm, koyduğu su miktarına baktım. Islak mendil aldım, kahvaltı edeceğimiz masayı sildim. Sonra bir cesaretle dolabı açtım. Kahvaltılıklar tek bir rafa üstleri kapatılarak konulmuştu. Tek tek çıkardım hepsini. Üzerindeki kapakları ya da streç filmleri çıkardım, masaya dizdim. Menemen yapamazdım belki ama yumurta kırabilirdim tek elimle. Dolapları açıp kapattım ve tavayı buldum. Yağ koydum ve ocağın diğer gözünü de yaktım. İki yumurtayı tezgâhın üzerine koyarken salatalığı tuttum parmak uçlarımla. Diğer elim bıçağı kavramıştı. Salatalığı kolay doğradım ama domates zorladı beni. Çok da çirkin, yamuk yılık doğradım, sulandı da. Çok yavaş yapıyordum. İkinci yumurtayı da kırana kadar banyonun kapısı açıldı. Başımı çevirip bakmadım suçluymuşum gibi. Kapı hiç açılmamış gibi davrandım. Ecevit sanırım bir süre hareket etmeden bana baktı. Sonra yaklaştı. Kirlenmiş elimi suya tutarken ben yumurta tavasını salladı. Diken üzerindeydim bir şey diyecek diye ama sessizdi. Saçlarının ıslak olduğunu ve ıslak buklelerinin alnına değdiğini gördüm göz ucuyla.
Tabak ve bardak çıkardı. Çayın üzerine biraz daha döktü. Sonra dolaptan benim görmediğim şeyleri de çıkardı, onları da yerleştirdi sofraya. Olabildiğince dikkatli hareket ediyor, iki elime ihtiyaç duymayacağım şeyler yapıyordum. Ekmek bayattı, biraz tavada ısıtmak istedim ama bunun için dilimlemem lazımdı. Bunu yapmak istemedim. Geçen sefer belki bu konuda laf yediğimden belki başka bir şeyden bilmiyordum. Ekmeği tam sofraya koyacakken Ecevit, “Ver bakalım onu,” dedi ve benim yapmak istediğimi yaptı. Oturmak için onu bekledim.
“Çay demlenmiş midir?” diye sordum. Hayatımda kaç kez çay demlemiştim bilmiyordum. Pek aram da yoktu, bana da kalmazdı pek o iş.
“Otur sen,” dedi Ecevit. Yine de ekmeklerin ısınmasını bekledim. Isınınca koyduğu tabağı aldım ve sofraya koydum. Ecevit yine bir bardağı ılık doldurdu, diğerini de kendine hazırladı. Benim bardağıma çay kaşığı daldırdı tadına baktı. Sanırım beklediğinden sıcak gelmişti. Birazını döktü ve içme suyu ekledi. Geldi oturdu sofraya. Kendi ekmeğinin içini çıkardı, benim önümde ufaladı.
Kendimi kuş gibi hissediyordum böyle yapınca. Küçük bir parça aldım, yumurta sarısına batırdım, patladı ve hızla dağıldı. İyice üfledim yemeden önce. Acıktığımı hissediyordum. Yine peynir aldım, bebek maması gibi ezdim önümde. Dikişlerim iyileşiyor olsa da yemeği yine de çok fazla tutmaya cesaret edemiyordum ağzımda.
“Dün gece gelmeni bekleyecektim,” dedim ona bakmadan. Ecevit ve o kadın bahçede otururken uyuyakalmıştım. Zorla, zorlukla.
“Uyu demiştim.”
“Uyuyakaldım bir süre sonra. Çok mu geç geldin?”
Elleri duraksadı. Bakışları sırtıma bindi ama ben kahvaltıma bakıyordum. “Bilmiyorum kaçta döndüğümü,” dedi bir zaman sonra.
“Halledebildiniz mi?”
“Neyi Firuze?”
“Bilmem. Kadın iyi gözükmüyordu. Kim o kadın? Sen hastayken sana yemek de göndermişti.”
“Tanıman gereken biri değil,” dedi. Buna ben karar vermiyor muydum? Anlamıyordum.
“Melike’yle bir ilgisi var mı?” diye sordum bu kez. Biliyordum halbuki bu sorunun cevabını.
“Hayır yok.”
“Benden pek hazzetmedi,” dedim açıkça ve yüzüne baktım. O zaten bana bakıyordu.
Kaşları çatıktı. Bana kızıyordu adeta. Belki sözsel belki değil. Hiç fark etmiyordu. “Dün bir şey mi dedi?”
“Sadece hissel. Dün de biraz benim yüzümden eve girmemiş oldu arkadaşın. Ayıp oldu sanki,” Konuştukça tahammülsüzleşiyordu ama devam ediyordum. İçimde bir kemirgen dolaşıyordu. Bu soruların cevabını verebilirdi. Vermek istemiyordu.
“Başka derdin yokmuş gibi bunu mu dert edindin?”
“Dert edinsem uyuyamazdım. Uyudum. Sadece senin için söylüyorum.”
“Söyleme,” dedi açıkça. “Ben dert edinsem sana döner git derdim. Demediğime göre dert de yok zaten. Merak ettiğin her şeyi inciğine cıncığına kadar sormak istiyorsun sadece sen,” dedi. Merakımı görüyordu. Zaten ben de gizlemiyordum.
“Sen niye cevap vermiyorsun bana?”
“Allah’ım hesap soruyor,” dedi sabır çekerek. “Hesap soruyor kafayı yiyeceğim.”
“Aynen başka bir şey bildiğin yok zaten,” diye tersledim. Sinirlerimi bozuyordu. Kim olduğunu söylese başka bir şey sormayacaktım. Merak ediyordum. Devamlı ismini duyduğum taş olsa yine soracaktım ama o cevap vermiyordu. Buradaki taş Ecevit’ti çünkü. Bana sabır, başka insanlara teselli taşıydı. Benim telefonum çaldı. Bir an nerede olduğunu anlamadım. Cebimde titreşmesem fark edemeyecektim. Telefonumu istemeyerek çıkardım. Annem, babam ya da İnci’ydi. Belki akıllarına gelmiştim, belki bağıracaklardı, belki de gel diyeceklerdi. Hiçbirini istemiyordum ama olmadı da zaten.
Alparslan Yiğit arıyordu.
Meşgule atıp atmamak arasında kaldım ama o günün hatırı üstüme bindi. Açmalıydım. Açtım da.
“Efendim?”
“Günaydın,” dedi.
“Günaydın,” dedim.
“İnsanlara atölyede olduğunu söylememi istemiştin.”
“Evet?” diye sorguladım. “Atölyede olduğunu düşündüm ve geldim.”
“Atölyede değilim,” dedim sıkıntıyla. Gelmesin istiyordum zaten. Dirseğimi masaya bastırdım ve alnıma dokundum.
“Biliyorum gelince gördüm. Dün aradım seni iki kez nasıl olduğunu öğrenmek için,” dedi. Dün çoğunluğunu uyuyarak geçirdiğim bir gündü. Telefona yalnızca sabah annem aradığında bakmıştım.
“Bana inanır mısın bilmiyorum ama dün hiç telefonu elime almadım ve duymadım aradığını. Uyuyordum muhtemelen.”
“İnanırım,” dedi samimi bir sesle. İnandığını hissettim. “Neredesin?”
“Alparslan iyiyim, teşekkür ederim arayıp sorduğun için. Çok incesin,” dedim yalnızca.
“Bildiğim cevapları benden gizliyorsun,” dedi bu kez. Zaten atölyede değilsem ve o gece beni kimin yanında bıraktıysa nerede olduğumu elbet tahmin edebiliyordu.
“Öyle bir amacım yok. Şu an kahvaltı yapıyorum yalnızca.”
“Bülent gözaltına alındı,” dedi bu kez. Belki bilmediğimi düşünüyordu belki de bilsem de umursamadığımı tahmin ediyordu.
“Duydum öyle bir şeyler. Tutuklanmadı mı?”
“Baban öyle bir şeye sanmam ki izin versin.”
“Söylenilen haltları yemiş mi?” Bülent’in yapmayacağını değil de yapamayacağını düşünüyordum. Öylesine beceriksiz ve yeteneksiz bir adamdı ki o iyi ya da kötü niyetli bir şeyi işin içinde zekâ kırıntısı varsa tek başına halledemezdi. Dümdüz süzme salaktı. Ailenin en kabiliyetsiz adamıydı. Bülent babamın gölgesiydi. Çok ses çıkarır ama az icraat hatta hiç icraat yapardı.
“Bilemem. Sana soracaktım ben de.”
“Gözünü hırs bürümüş ve yapmıştır ama o vasıfsızlıkla nasıl becermiştir bilmiyorum.”
Alparslan güldü. Açıkça onunla bu konuyu konuşmalı mıydım? Artık bu da umurumda değildi. “En az bir akıl hocası ya da önayak şart. Bence de. Firuze annen kötü,” dedi cümlenin sonunda.
“Ben de pek iyi değilim.” Tüm bu cümleleri kurarken konuşmanın bir yerinden sonra gözlerim kapanmıştı. Telefonu kapatmayı bekliyordum. “Kahvaltıma devam etmek istiyorum. Aradığın için teşekkür ederim.”
“O adamlasın değil mi?” dedi. Bu cümle konuşmanın en başına aitti. Zorla bekletilmişti.
“Alparslan kapatıyorum, iyi bak kendine,” dedim yalnızca. Onu arayabileceğimi söyledi yalnızca ve ben bir şey söylemeden kapattım. Telefonun ekranını kilitlemedim ve son aramalara baktım. Alparslan’dan başka kimse aramamıştı dün zaten. Sessize aldım telefonu ve köşeye koydum. Zaten kimsenin aradığı yoktu ama yine de yanlışlıkla bile çalsa duymak istemiyordum. Yamuk yılık doğradığım domatesten aldım. O kadar kötü gözüküyorlardı ki yiyesim bile gelmedi. Tabakta bıraktım. Biraz daha peynir yedim.
“Bu adamın tam olarak senden beklentisi ne?” diye bir soru duydum. Ecevit çok hızlı yiyor ve içiyordu. Ona yetişemiyordum.
“Hiçbir şey,” dedim. Bu kafa yorduğum bir soru değildi. Benden bir beklentisi var mıydı ondan bile emin değildim. Sadece bilinmeliydi ki ben bir beklentiye girilecek son insan bile değildim. Benim bile kendimden beklentim yoktu.
“Hissel olarak,” dedi ve hisseli bastırdı. “Çıkarımın bu mu? Tanımadığın insanlar için on tane argüman sunuyorsun ya.”
“Neyi merak ediyorsun?” diye bu kez ben sordum. “Yani başka derdin yokmuş gibi bunu dert edinecek halin yok ya. Boş ver.”
“Ayağıma bağ olmaya çalışıyor,” dedi açıkça. Belki de onun Alparslan’ı sorgulaması benim Farah’ı sorgulamamdan daha makuldü ama böyle düşündüğümü bilmese de olurdu. Farah’la göz göze dahi zor gelmişken Alparslan her fırsatta Ecevit’e yönelik olumsuz şeyler söylüyordu. “Ben bunca derdimin arasında onu dert edinmem zaten ama canımı sıkıyor. Bunun sebebi babanın şıracısı olması mı yoksa sen misin?”
“Babamın şıracısı olduğunu düşünmüyorum.”
“Yani sensin?” diye sordu. Gözleri yine baskıyla üstümdeydi. Bu şekilde sorduğu her soruya cevap vermek zorunda hissediyordum kendimi. Bunu istemedim gözlerimi kaçırdım ve bu baskı altında kahvaltı yapmaya çalıştım.
“Bilmiyorum.”
“Biliyorsun. Cevap ver bana.”
Kaçtığım gözlerine baktım yine ve çatık kaşlarımla yüzünü izledim. “Allah’ım hesap soruyor,” diye onu taklit ettim. “Hesap soruyor kafayı yiyeceğim.”
Neye bu kadar hayret etti bilmiyorum. Kalakaldı. Umarım bu cümleyi bana kurduğunda ne hissediyorsam onu hissediyordu. “Çocuk çocuk hareketler,” dedi toparlayabildiği yerde. “Aferin sana çocuk çocuk hareketler.”
“Hiç de değil.”
“Gayet de öyle,” diye terslemeye devam etti. Çayımdan bir yudum içtim. Ne çok çay içiyordum öyle son günlerde. Ekmeğimi yumurtama batırmak istediğimde Ecevit’in tarafında kalan ve onun yumurtasında olan bir çıkıntı gördüm. Yumurta kabuğu muydu o? Ne yapacağımı bilemedim. Tartışmamızı bile unuttum. Utandım adeta. İnsanlık hali miydi? Belki öyleydi ama bir yumurta bile kıramamış olmayı istemedim. “Ecevit ben şuradan yesem olur mu?” diye sordum ve onun tarafını gösterdim. Çaktırmadan alacaktım. Ben zaten çok yememiştim daha.
“Niye?” diye sordu.
“Orası daha güzel geldi gözüme.”
“Çoğunu yedim zaten, önünden ye bitir onu,” dedi ve izin vermedi ama yine de elimi uzattım. Tavayı çevirmeye çalıştım. Yemekten kaçtığımı sandı sanırım “Firuze ye dedim,” diye kızdı. Tavayı çevirmeme izin vermediği gibi gördü de. Artık o da yumurta kabuğuna bakıyordu. Elimi çekti tavadan ve çatalını aldı. Aynı anda ben de ama o benden hızlı davrandı. Kabuğu çekip aldı.
“Gözümden kaçmış,” diyebildim sadece. Mide bulandırıcıydı. Şimdiye kadar yediklerinden bile şüphe ederdi insan. Kaldı ki yumurtaları yıkamamıştım bile. “Burası temiz, sen buradan ye,” dedim ve kendi kısmımı ona doğru çevirdim. Sadece midesi bulanmasın ve kahvaltıya devam etsin istiyordum. Ben kabuğun düştüğü kısmı yerdim. Zaten hiçbir şeyin tadını alabiliyordum.
“Ya ne olacak?” dedi kabuğu bir peçetenin içine alırken. “Alt tarafı bir parça kabuk. Bunun için mi çırpınıyorsun? Ye yumurtanı,” dedi ve önüme geri itti. Kendi tarafında kalanı da bir çatalda topladı ve yedi. Hiç de tiksiniyor gibi durmuyordu. Ki tiksinse gizlemez, yemezdi direkt. Daha fazla kızmadık birbirimize, kahvaltımızı ettik.
Ecevit kalktı, çayını tazeledi. Nasıl bir içgüdü bilmem ben de hızlıca bitirdim çayımı. Bu da aralık ayının son günlerinde, karlı bir Ankara gününde, yirmili yaşlarımın tam ortasında ilk kez gösterdiğim bir çabaydı. Çayımı erken bitime telaşesine hiç düşmemiştim. Kahvaltı masasından kalkan biri doldursun diye çay bardağını başıma hiç dikmemiştim. Bu garip şekilde tuhaf hissettirdi. Yaşamak gibiydi. Yaşamak belki de bu ufak tefek acelelerin içinde yer edinmiş reflekslerden ibaretti. Biraz telaş. Biraz merak. Yaşamak.
Bana kelimelerce düşündüren bu ayrıntı Ecevit’i duraksatmadı bile. Eli, ben altlığıyla buluşturmadan bardağa uzandı ve dibinde kalmış miktarı döktü ve ılık bir bardak daha çay hazırladı. O çaya ihtiyacım yoktu, kahvaltım bitmişti ama içmek istedim. İhtiyaç dışında o bardağı kavramak, öylesine, bir mutfak masasında oturmak, bardağı altlığı dışında bir başka yere koymamak, şeker kullanmamak ama yine de âdet yerini bulsun diye çay kaşığını bir iki kez karıştırmak… Anlamsız eylemler bütünü ama hayat akışından normal insanlar için sıradan bir an… Dışarıda yağan kara baktım. Hayat bu demek miydi? Yutkundum, derin bir nefes aldım. Kahvaltılıkların kokusu birbirine karışmıştı. Ecevit küllüğünü alıp geldi. Mutfakta bulunan balkonun kapısını araladı.
“İçeri geç sigara içeceğim,” dedi. Olduğum yere çivi çakmak istedim.
“Rahatsız olmam.”
“Balkonu açtım hava soğuk.”
“Olsun, rahatsız olmam,” dedim yine. Buradan ve kısacık bu andan kopmak istemedim. Çayımı içmek, boş tabakların olduğu masada oturmak ve dışarıda yağan karı izlemek istedim sadece. Ve bu sanırım büyük bir istek değildi. Olmamalıydı. Ecevit sandalyesini biraz balkon kapısına çevirdi ve oturdu. Saçları hâlâ nemliydi. Üzerinde lacivert bir kazak vardı. Boğazlıydı. Kara bakıyordum ama onu da görüyordum. O da kara bakıyordu ve beni görmüyordu. Belki balkon kapısını açtığımız için, belki Ecevit’in evi bir cadde üstünde gürültünün arasında olmadığı için yakınlardan gelen sesi duyabiliyorduk.
Derinden ve uzaktan geliyordu ses ama duyuluyordu. Bir radyodan ya da pikaptan. Emin olamıyordum. Ritmi tanıdıktı ama çıkaramadım. Sesi daha iyi seçebilmek için gözlerimi yumdum. Başka yer, başka zaman… Sensiz ömrüm olsun. Hayır bir türlü adını hatırlayamıyordum.
“Ecevit şarkıyı duyuyor musun?”
“Evet,” dedi.
“Adını biliyor musun?”
“Nilüfer,” dedi şarkıyla aynı anda. Hatalarına bir nilüfer… Sevgisizliğine bir kalp verdim.
Bilip hatırlamadığım isim yerli yerine oturdu. Gözlerimi araladım Ecevit’le aynı yere baktım. Kar artık iri ve sık yağıyordu. Küçük Firuze, Tanrı’nın pamukları büyük büyük kopardığını söylüyordu.
“Bataklıkta büyüyorlardı değil mi?”
Ecevit başını salladı. Ciğerlerini çürütecek kadar dumanı çekti içine. “Orada yetişiyorlar ama su üstünde yaşıyorlar.”
“Olsun,” dedim sönük bir sesle. “Köksüz değiller ya. Su üstünde de yaşasalar, temiz de gözükseler bataklığa bağlılar.”
Ecevit durdu. Hareket etmiyordu zaten ama bazen durmak, bir sözle, bir anlamla, bir düşünceyle durmak hareket etmemeye benzemezdi. Gözlerimi ona diktim. Şarkı devam ediyordu. İkimiz de kulak kesilmiştik. Sonra, pek sonra “Doğru,” dedi. Yanaklarımın içini dişledim. “Ne olursa olsun, bataklıktan geliyorlar.”
Beni desteklemişti. Bu pek yaşanmazdı aramızda. Nadir bir andı, bunu da ben bozmak istedim. “Ama,” dedim bu kez ben. İkimiz de fikirlerimizi savunmadığımız ve pek çabuk yer değiştirdiğimiz bir noktada durduk bu kez. “Yine de temiz. Kir tutmaz, çamur tutmaz, göreceli elbet ama güzel de bir çiçek.”
Ecevit gözlerini bana çevirdi. Saniyeye dökülmedi, salisenin içinde kayıp gitti gözleri. “Kaybetmez,” diye destekledi beni. Kaşlarım büküldü dişlerim birbirine çarptı. Keder içime ilmek ilmek işliyordu. Nilüfer çiçeklerine başka bir kader yazmak isterdim. Onları verimli bir toprakta, Ege’nin güzel bir kasabasında yaşatmak, belki o zaman bu kadar dikkat çekmezdi ama bataklığa da bağlı yaşamazdı.
“Ama kökünü de kaybetmez. Kaybetse solar gider. Yaşayamaz. Güzel olsa ne fayda, çıktığı yer belli işin sonunda,” dedi. Başımı salladım. Onu destekledim ama kaderini seçmeyen o göreceli güzel çiçeğin de hakkını savunmak istedim.
“O seçmedi ki bunu. Belki onun kusuru ama tercihi değil.”
Ecevit bu kez kafasını balkona çevirdi tümüyle ve onu göremedim artık. “Ne fark eder?” dedi döndüğü yerde. Doğru söylüyordu. Kimse kendi kusuruna dayanarak hak talep edemezdi. Nilüfer çiçekleri bile. Kusur kusurdu.
“Hiçbir şey…” Çay bardağıma dokundum. Parmak uçlarımla tuttum ve dudaklarıma yaklaştırdım. Pek içmedim geri koydum. “Ama bence sorsak kökünden kopmak ister.”
“Niye ölmeyi seçsin?” Sigarasını küllüğe bastırdı ama yenisini yakmadı.
“Ölmeyi seçmek değil bu. Suyun üzerinde bir zaman daha güzelliğini kaybetmeden kalır. En azından bir süre, bataklığa bağlı olmadan bu dünyada bulunmanın tadını alır.”
Yaşamasa bile, güzelliğini kaybetmeden geçireceği kısacık bir vakit, o kirli bataklığın bir parçası olmadan su üzerinde süzülmek isteyeceği şey olurdu. Bence.
“Saçma,” dedi Ecevit. “Eninde sonunda yine o bataklığa batacak. En azından yaşarken su üstünde duruyordu. Üstü kirlenmiyordu. Hiç gördün mü daha önce nilüfer?”
Başımı iki yana salladım. Ecevit’in beni camdaki gölgemden az da olsa gördüğünü fark ettim.
“Üzerinde çivi yatağı şeklinde küçük noktaları var. Bu sayede temiz kalıyorlar. Yağmurda, rüzgârda; ona tutunan pislik akıp gidiyor o noktalardan. Ölünce bunu da kaybedecek.”
“Olsun,” dedim ben yine de. Dünyadaki bütün nilüferleri o pis bataklıklardan kurtarmak istiyordum. Sonu ölüm dahi olsa, yine de özgür kalmalarını isterdim. Ecevit çok sert bir şekilde gözlerini bana çevirdi. Şarkı da bitti sanırım. Ya da sesi kısıldı artık duyamıyorduk. Ecevit’in sert çehresiyle göz göze geldim.
“Firuze!” diye adeta bağırdı. İrkildim biraz yaslandığım yerden öne çıktım. Kalktı yerinden. Neye bağırdı bilmedim. “Kalk ilaçlarını iç hadi,” dedi bu kez. İsmimi söylerken bağırdığı kadar yüksek değildi sesi ama yine de kızdı. Gitti ilaç poşetimi getirdi ve önüme koydu. Kahvaltı sofrasını toplamaya başladı. Zorlukla çıkardım poşetten ilaçları.
“Ben şimdi çıkıp adliyeye gideceğim. Yarın akşam gidince nereye gideceğimizi, nereye adım atacağımızı bilelim.”
“Ben de geleceğim.”
“Gelmeyeceksin.”
“Geleceğim.”
“Firuze tanınırsın,” dedi. Tabakları birbirine çarptı bunu söylerken. Öfkeliydi görebiliyordum.
“Dünya kadar hukukçu var orada. Tanıyan çıkar. Zaten o şerefsiz abin gözaltında, herkesin gözünün önündesiniz. Tanınırsın.”
“Tamam kılık değiştiririm,” dedim bu kez. İlaçlarımı hızlı hızlı içtim. “Yakında bir mağazaya gidelim. İki üst baş alayım, yüzüme de bir şeyler sürerim. Tanımaz kimse. Herkes beni zaten belli bir kalıbın içinde tanıyor. Pek bilmezler. Sergilerden, davetlerden fotoğraflarımı görürler ancak. Tanınmayacak şekilde giyinirim.”
“Saçmalama. İç ilaçlarını, git uyu biraz.”
“Ya yarın ben de gelmeyecek miyim?” diye ben yükseldim bu kez. “Benim de görmem lazım. Sadece sen mi gideceksin? Hayır. Ben de geleceğim. Kıyafetlerimi yıkamıştın? Neredeler?” diye sordum ve o arkamda bağırırken odaya doğru gittim. Cevap bile vermedim, kapattım kapıyı. Köşeye astığı kıyafetlerimi giydim. Bu halde bile beni tanıyıp tanımayacakları muallaktı. Yine de az olan riski yok edecektim. Ben ailenin gözükmeyen yüzüydüm. Beni gördüklerinde de kuaförlerin elinden çıkmış olurdum. Bu paspal halime pek alışık değillerdi. Yıkanan kıyafetlerimi giydim, yatağı topladım, Ecevit’in kıyafetlerini katladım ve çıktım odadan. “Ben hazırım,” dedi.
“Bravo,” dedi beni taşlamaya devam ederken. Hiç beklemedim onu. Spor ayakkabılarımı ve kabanımı da giydim. Yanımda çantam yoktu. Bu da demek oluyordu ki param da yoktu. Ecevit de girdi odaya.
Kazağını değil ama pantolonunu değiştirdi çabucak ve o da çıktı. Siyah botlarını giyerken benim spor ayakkabılarıma baktı. “Kar var dışarıda. Bak gelme,” Bu kapı önünde yapılan son uyarıydı. Açtım kapıyı ve çıktım. Asansörün kapısında beklediğimde söylene söylene kilitledi kapıyı ve yanıma geldi. Asansör açıldı, bindik. Kapı açıldığında da ben önden indim zaten. Yani inecek gibi adımladım ama Ecevit tuttu kolumdan, bir alt kata bastı.
“Ne oldu?”
“Otoparka iniyoruz.”
Geçen sefer beni getirdiğinde ve kucakladığında sanırım arabayı görevli otoparka indirmişti. Hatırlamıyordum. Ben yine önden gitmeye kalktım ama bir yerde yollarımız ters düşünce mecbur arkasından yürüme başladım. Asla da uyarmıyordu, buradan demiyordu. Arabasının olduğu yere geldik, kapıları açtığında ben yine ondan önce bindim ve kemeri bağladım.
“Yol üstünde bir mağazaya girelim.”
“Emredersiniz Firuze Hanım.”
“Ama benim param yok.”
“Hemen şerefsiz Bülent’i çağırıyorum, dolandırır mağazayı.”
Cevap vermedi. Diyecek bir şeyim de yoktu zaten. Otoparktan çıkınca cama döndüm. Beyazla kaplanan yerleri izlemeye başladım. Bu kara kışa rağmen bir yol yapılan eylemden ötürü kapalıydı. Geri döndü başka bir yola saptı. Adam akıllı ilk kez Ankara’nın merkezi yerlerinde dolanıyordum uzun zamandan sonra. Babamın resminin üzerinde olduğu birkaç reklam panosunun üstü boyayla karalanmıştı. Ben babam olduğumu anlıyordum ama yüzü gözükmüyordu. Bu bana iyi geldi. Babamı başımı çevirdiğim yerde görmek istemezdim.
Ecevit bir mağazanın önünde durdu. Alışveriş yaptığım bir yer değildi ama bildiğim bir isimdi. İkimiz de indik. Kara basmak biraz zordu. Katman katman olmuştu. Ecevit dönüp bana baktı. Paçalarım da ıslanmıştı ama yapacak bir şeyim yoktu. Açtığı kapıdan ilk ben geçtim. Muhtemelen hava koşullarından ötürü çok kalabalık değildi ama adım atar atmaz çalışanların yanımıza geldiği bir mağaza da değildi. En çok bundan korkmuştum zaten. Herkes kendi işine bakıyordu. Birkaç parçayı rastgele aldım. Kahverengi bir etek aldım, üzerine siyah bir body ve onun da üzerine yine vücuduma tam oturan kahverengi önü küçük düğmeli bir hırka. Ayakkabı bölümü küçük de olsa vardı.
Alabileceğim en uzun çizmeyi aldım. Kalın topukları vardı. Çok sağlam gözükmüyordu ama yine de bugün işimi görürdü. Kasa önünde aksesuarlar vardı. Oradan da birkaç parça aldım. Zaten uyumlu olmasını istemiyordum hiçbir şeyin. Absürt bir alakasızlık lazımdı bana. Gözlüklere baktım. Son dönemde kalın çerçeveli gözlükler öylesine moda olmuştu ki anladığım kadarıyla artık bunları takmak için bir göz bozukluğuna ihtiyaç yoktu. Şeffaf ve numarasız camlarla mağazalarda bile satılıyordu.
Çerçevesi çok da çirkin durmayan leopar desenli bir gözlük aldım. Mağazadaki tüm saçma parçaları topladığıma emin olunca kabin aramaya başladım. Ecevit peşimden geliyordu sanırım. Kabine girdim ve hızla üzerimdekileri çıkardım ve her şeyi giydim. Etek büyük geldi. Geri çıkardım. Bedenine baktım. Her zaman giydiğim bir bedendi aslında. Kabinin ötesinde “Ecevit,” diye seslendim.
“Söyle,”
Kabinin kapısını açtım ama sadece eteği uzattım. “Bunun bir küçük bedenini getirir misin?”
“Allah’ım sabır ver bana!” dediğinde eteği tutsun diye salladım, eninde sonunda aldı benden. “Bu zaten en küçük beden Firuze.”
“Büyük geldi,” dedim. Elim hâlâ kabin dışındaydı ama kafamı çıkarmıyordum. “Ama bir küçüğü de var. Sor sen. Hadi bekliyorum.”
“Emredersin ya.”
“Rica ediyorum Ecevit,” dedim sabırsızca. Gitti sanırım, elimi geri çektim ve aynadan kendime baktım. Zayıfladığımı biliyordum ama bir beden küçülecek kadar eksildiğimi sanmıyordum. Ecevit’in geldiğini kapıyı tıklatmasıyla anladım. Elimi çıkardım ve eteği aldım. Evet bu olmuştu. Kıyafetlerimi elime aldım kabanımı koluma taktım ve kapıyı açtım. “Ecevit,” diye seslendim tekrardan. Arkası dönüktü, “Bir küçük bedeni daha yokmuş Firuze,” dedi bana dönerken. Aynadan göz göze geldik.
Üstüme başıma baktı. “Neye benzedim?” diye sordum ona. Aklıma bir şey geliyordu ama başkasından duyunca ikna olacaktım. Beni baştan aşağı süzerken aldığım çerçeveli gözlükleri de taktım.
“Kafayı kırmış öğretmenlere,” dedi.
Gülümsedim ve kafamı salladım. “Branşı da İngilizce ya da Almanca. Harika. Bunu istedim zaten.” İleride raf düzenleyen görevliye seslendim.
“Pardon,”
“Buyurun?”
“Ben bunları giydim ve kıyafetim kirlendiği için çıkaramıyorum. Etiketleri koparsak kasada ödeme yapsak olur mu?” diye sordum. Kadın baştan aşağı beni süzdü. Evet bunu istiyordum. İnsanlar bana bakınca bu ne giymiş diye baksın bir daha da dönmesin. Kıyafetime bakarken de yüzüme bakmasın.
“Olur ama çizmelerde alarm var onu almamız lazım. Siz etiketleri koparın ben kasada yardımcı olayım size,” dedi. Genç yaşlarda, kısa boylu, esmer ve hoş bir kadındı. Başımı salladım ve ilk eteğimin etiketini kopardım. Sonra hırkamın ve ayakkabılarımın. Gözlüğü ve takılarımı da avucuma doldurdum sonra aklıma içimdeki body geldi. İçimden çıkardım ama çekiştirsem de koparamadım. O kadar hızlı hareket ediyordum ki ince plastik telden yapılmış etiket kısımları elimi kesiyordu. Elimdeki takılardan bazılarını düşürdüğümde ben eğilmeden Ecevit eğildi. Sonra yükseldi, etiketi o koparmaya çalıştı ama bir sorun vardı. Ben de koparamamıştım. “İç etiketin içinden geçirilmiş,” dedi.
“Tut şunları.”
Düşen takılarımı aldım ve sıkıca tuttum. Ecevit biraz daha eliyle uğraştı ama o çekiştirdikçe sivri bir şey boynuma batıyordu. “Ecevit bir şey batıyor, kasada makasla kessinler,” dedim. Eliyle yapmayı bıraktı. Adeta ofladı ve sabırla soluklandı. Yüzünü enseme yaklaştırdığında duraksadım. Ellerim havada kaldı. Nefesini tenimde hissettiğim an ne yapacağımı bilemedim, nefes bile almadım. Kısacak bir andı ve o plastik yeri dişleriyle koparıp etiketi aldı.
Elimdeki diğer etiketleri de çekiştirirken kasaya doğru yürüdü. Arkasında kalakalmıştım. Enseme dokundum istemsizce. Öyle peşinden koşadurdum. Tüm takıları ve etiketleri uzattık, ayağımdaki çizmenin güvenlik alarmı koparıldı. Bir torba aldım ve diğer kıyafetlerimi koydum. Ecevit ödemeyi yaptı kabanımı giydim ve çıktık mağazadan. Gözlüklerimi çıkarmadım, ana cadde üzerindeydik. Etrafa bakındım. Hemen ileride bir makyaj malzemeleri satan kozmetik mağazası vardı. “Şuraya da girmemiz lazım,” dedim alel acele. Ecevit konuşuyor, söyleniyor ama arkamdan geliyordu. Başka çaresi yoktu sanırım. Çok bir işim yoktu zaten.
Hemen girdim, iki göz kalemi, bir ruj, allık ve fırça aldım. Toplasam beş dakika bir sürmedi buradan çıkmamız. Biraz sıra beklemesek o kadar bile sürmezdi. Arabaya geri yürürken takılarımı da makyaj malzemelerimin içine koydum. Ecevit’ten önce bindim. Aynayı kendime çevirdim. Aracı çalıştırmadan sürmem lazımdı. Göz kalemlerinin rengine bile bakmamıştım. Biri kahverengi çıktı. Açtım hızla. Ecevit de bekledi, hareket ettirmedi arabayı. Göz kapağıma sürdüm hızlı hızlı. Fırçayla dağıtabildiğim kadar dağıldım. Muhtemelen ucuz bir şeydi. Hemen uçtu zaten, ilk sürdüğüm gibi kalmadı hiç. Gözümü alttan çekiştirdim ve alt tarafa da kahverengi göz kalemini sürdüm. Aynı kalemle dudağıma da çerçeve yaptım, parmak uçlarımla dağıttım. Ruju açtım. Tam bir sonbahar rengiydi. Mattı. Onu da iki kat olacak şekilde sürdüm. Şeftali tonlarında allığı da yanağıma bocaladım. Siyah göz kalemini de açtım, dilimle ıslattım ve dudağıma yakın bir noktaya, yanağıma, siyah bir ben çizmeye çalıştım. Şanslıydım, uğraştırmadı beni tekte de oldu.
“Kalem var mı arabanda?” diye sordum.
Torpidoyu açtı ve kalem çıkardı. “Ne yapacaksın?”
Saçlarımı elimden geldiğince topladım, biraz zor oldu ama kalemi tutturdum. Tek elim çok zorluyordu. Uzundu saçlarım üstten bastıramadım. “Ecevit bunu aşağı doğru bastırır mısın?” diye sordum. Çok şey istiyordum biliyordum ama yardımına ihtiyacım vardı. Beni izlediğini biliyordum. Hareket etmedi. “Ecevit,” diye tekrarladım. Öyle yaklaştı. Çok söyleniyordu ama eninde sonunda yapıyordu. Dikkatli hamlelerle saçlarımı eze eze kalemi batırdı, “Oldu mu?” diye sordu. Başımı salladım, geri çekilirken aynadan kendime baktım. Belki de ilk kez aynada Firuze’yi başka bir silüette, kimlikte gördüm. Yeşil gözlere kahverengi öylesine yakışmıştı ki gözlerim olduğundan daha yeşil gözüküyordu. Evet çoğunlukla kahverengi tonlarını kullanırdım ama böylesine bir kağıtı boyar gibi boyamazdım gözlerimi. Allığı bu kadar fazla sürmezdim ve rujda ikinci katı geçmezdim. Zaten protokollerde böylesine bir abartı makyaj uygun görülmezdi. Sadeliğin zarafet olduğu söylenirdi hep ve ben bu yalınlığa alışmıştım. Mutlaka sürerdim yüzüme ama bu gözlerden sonra bu kadar allık sürmezdim. Bu kadar allıktan sonra böylesine ruj sürmezdim.
Kulaklarımın kenarından bir tutam çıkardım, üstten bazı yerleri biraz gevşettim ve o dağınıklığı arttırdım. “Bitti mi?” diye sordu Ecevit ve sessizliğini bozdu. Neden ve niye bilmem ona baktım, gülümsedim. “Artık Firuze değilim, bak,” dedim. Neredeyse neşeyle. İngilizce öğretmeni olmak, hatta biraz kafadan kırık İngilizce öğretmeni olmak, bana mutlu hissettirdi. Bu kimlik karmaşası, yeni kişilik ya da her neyse… Geçen seferlerde bu kadar hissetmemiştim. Kendi çok pahalı kıyafetlerimin arasında Firuze Akın olduğumu unutmak mümkün olmamıştı sanırım.
Ecevit hiçbir şey söylemedi ve hareket ettirdi arabayı. Bakabildiğim kadar aynadan kendime baktım. Gözümdeki kalemi biraz daha dağıttım fırçayla. Hırkamı bir kez açtım bir kez kapattım. Çizmelerimin topuklarını kontrol ettim.
Ankara Adalet Sarayına çok uzak değildik zaten. Yollar da henüz kapanmamıştı kardan. Ecevit uygun yere park etti aracını. Yolun devamını yürüyerek devam ettik ama bazı yerler buzlanmıştı. Topuklularımın üzerinde zorlanıyordum. Ecevit’in bastığı yerlere basmaya çabalıyordum ama yetmiyordu. Bir destek arıyordum. Düşmekten ve yeniden dikişlik bir yara almaktan korkuyordum. Ecevit’in koluna tutundum. Tam olarak kolu bile değildi, kabanının koluydu. Elime baktı ama çekmedi kendini. Yürümeye devam etti. Güvenlik kontrolünden geçtik, kimsenin umurunda değildik ve belki de bu yaşadığım en huzurlu anlardan biriydi. Olabildiğince yere bakıyordum ve kimseyle göz göze gelmiyordum.
“Yarın kaçta geleceğiz?”
“Akşam ondan sonra.”
Yan yana yürüyorduk. Boyum, Ecevit’in boyuna biraz daha yaklaşmıştı ama aramızda hâlâ kafası kadar mesafe vardı. “Bir ek bina demiştin, o tam olarak nerede?”
“Bu binanın arkasında.”
“Neden direkt oraya gitmedik?”
“Oraya giremeyiz çünkü. Yarın da ön kapıdan gireceğiz. Burada biraz takılacağız sonra arka kısma geçeceğiz. Arka kapısı var adliyenin. Oradan çıkacağız.”
Ben Ecevit’e bakıyordum ama o hızla ortalığı tarıyordu, tabelaları inceliyordu. Yarın bana bir şey soracak olursa bildiğim hiçbir şey yoktu. “Güvenliği var mı oranın da?”
“Yüksek ihtimalle.”
“Ne diyeceğiz adama?”
“Bir evrak alıp çıkacağız diyeceğiz.”
“Ne?” dedim şaşkınca. O kadar ciddi bir sıfatla şaka yapıyordu ki şaka yaptığını anlamıyordum. Adımları yavaşladı ve bana baktı. “Temizlik listesinde burası da var diyeceğiz, başka ne diyebiliriz?” Gözleri arkamdan geçen birine takıldı. Ben de döndüm onunla beraber. Temizlik arabasını süren bir ablaydı. “Bu kadını oyalayabilir misin?”
“Ne?” dedim yine. Alıklığım tutmuştu geç anlıyordum. Suratıma baktı.
“Sen oyala mümkünse arabadan da bir iki adım uzaklaştır. Arabanın üzerinde bir takip liste var, almam lazım onu. Hadi.”
Geriye doğru çekildi ve boş bir yere oturduğunda ne yapacağımı şaşırdım. Hızla kadına doğru gittim “Pardon!” dedim aceleyle. Kadınla beraber birkaç kişi daha bana baktı ama ben ona elimi kaldırdım. Hızla kadına vardım ve yüzümü acıyla ezdim. “Buyurun?”
“Merhaba ben…”
“Bir şey mi soracaktınız?”
“Evet… Ben bir avukat arıyorum. Siz bilmiş birine benziyorsunuz. Buraya gelip giden bir boşanma avukatı tanıdığınız var mı?”
Emindim ki kadın kaç yıldır bu işi yapıyorsa böyle saçma bir soru duymamıştı. Neredeyse önünde iki büklüm oldum ve ağlayacak kadar eğip büktüm yüzümü. “Lütfen yardım edin. Benim çok iyi bir avukata ihtiyacım var. Kurtulamıyorum. Siz senelerdir buradasınızdır. Yok mu her davayı kazanan bildiğiniz bir avukat. Yardım edin bana lütfen…”
Artık ağlıyordum. Gözlerim yaşarmıştı. Kadın sanırım devrileceğimi sandı ve beni tutmaya çalıştı. Oturtmak istedi sanırım birkaç adım da ileri götürmeye çalıştı. “Kızım sakin ol,” dedi. Belki de benim yaşımda bir kızı vardı. Emin değildim. “Açtın mı davanı?”
“Açtım… Açtım ama iyi bir avukat bulamıyorum. Dayanamıyorum artık…” Kısık gözlerimin arasında Ecevit’e bakmaya çalıştım. Görevlinin sırtı dönüktü artık arabaya tümüyle yaşattığım şoku atlatmaya çalışıyordu. Ecevit yanlışım yoksa bir kâğıda bakıyordu.
“Tamam talep et devlet sana bir avukat verir kızım niye ağlıyorsun?”
“İyi avukat istiyorum ben. Lütfen yardım edin bana… Yok mu böyle girdiği her davayı kazanan bir avukat?”
Kadın ileride birine el yaptığında başımı oraya çevirdim. Güvenlikti. “Ben çok anlamam da bak sen bu çocuğa sor o seni danışmaya götürsün. Ona sor tamam mı? Devletin avukatı da iyi, hiç öyle düşünme.”
Tek bir sorun vardı ki o güvenlik denen kişi Ecevit’e bakarak yürüyordu. Görüş alanını kapattım ve aniden ortalığı karıştım. “Ya bırak peşimi!” Aniden kadınla olan tüm temasımı kestim ve Ecevit’in üstüne yürüdüm. Kâğıdı aldı mı almadı mı bilmiyordum ama artık yapacak bir şey yoktu.
“Boşanacağım senden duydun mu beni?” Ecevit’e doğru yürüdüm, onu omuzlarından hafifçe ittim ve arabadan uzaklaştırdım.
Neye uğradığını şaşırdı, hayretle bana baktı.
“Kurtulamadım ya! Allah kahretsin kurtulamadım senden!” Benim önüme güvenlik kısa zamanda geçti, “Hanımefendi bağırmayın,” dedi. Korkuyordum. Ecevit’i gördüyse ve üzerini aramak isterse, üstelik Ecevit’in üzerinde bir şey varsa ne yapardık bilmiyordum. Hadi diyelim Ecevit bir bahaneyle açıkladı kâğıdı ama yarın her şey daha da zorlaşacaktı.
“Asıl ben senden boşanacağım!” diye o da bana bağırdı.
“Sen benden boşanamazsın ben senden boşanacağım! Nafakamı da tıkır tıkır ödeyeceksin!”
“Sana verecek tek kuruşum yok!”
Abartılı bir şekilde ardı ardına mimik sergiledim. “Duydunuz mu?” dedim çevreme bakarak.
“Kanunları reddediyor. Duydunuz değil mi? Hâkim savcı yok mu?” Sesim sonlara doğru kısıldı. Bunları ne olursa olsun söylememeliydim. Aklına ufacık bile geçmişi getirmek istemiyordum. Sustum.
“Seninle evlendiğim güne lanet olsun!” dedi Ecevit.
“Asıl benim seni tanıdığım güne lanet olsun!”
Güvenlik bizi ayırmaya çalışıyor ama yapamadıkça tavırlarını da sertleştiriyordu. O bana daha çok müdahale etmeye başladığında bu kez Ecevit’in tavırları taştı. Üstüme yürümeye kalktı. Güvenlik beni bırakıp bu kez Ecevit’e yöneldi. “Atarım sizi adliyeden!” dediğini duydum. Bir süre daha çırpındık sonra ilk ben çıkıp gider gibi yaptım. Ecevit’i arkamda bırakamıyordum, onun da gelmesi lazımdı.
“Tamam bırak çıkıyorum,” dedi adama. Geri çekildi, yakasını düzeltti. “Zaten bu kadınla bir dakika daha aynı yerde durmam.”
“Asıl ben seninle aynı havayı solumam. Gelme peşimden!”
“Senin peşinden gelen kim? Hasta mısın sen?”
İkimiz de neredeyse birbirimizle yarışarak çıkıyorduk adliyeden. Neyse ki arabayı biraz ileriye park etmiştik de insanlar aynı arabaya bindiğimizi görmeyecekti.
“Tıkır tıkır ödeyeceksin nafakamı,” dedim söylenmeye devam ederken. Bunu söylerken gülüyordum. Çıkmış sayılırdık adliye bahçesinden. Kar bana devamlı düşme tehlikesi atlatıyordu ve Ecevit düşecek gibi olduğumda kabanımın kuşağından tutuyordu.
“İngilizce öğretmeni maaşı neyine yetmiyor?” diye devam etti o da.
“İstifa edeceğim. Hem gözün hep benim maaşımda. O aç gözün doysun biraz.”
“Nankör! Sana aldığım koltuk takımının taksiti daha bitmedi!” Kendimi o kadar kaptırdım ki arabaya binmek yerine ona döndüm, işaret parmağımı kaldırdım ve ona salladım. Ecevit’le göz göze geldiğimde anladım ne yaptığımızı.
Oyun bitmişti, biz hâlâ oynuyorduk.
İkimiz de işaretparmağıma baktık. “Söyle söyle,” dedi. Oyunu devam mı ettiriyordu? “İçinde kalmasın.” Bağırmıyordu artık, ben de bağırmadım.
“Koltuk takımını bir ben mi kullanıyorum?” dedim ben de kısık sesle. İşaretparmağımı indirmedim.
“Yine kendi evine aldın, bir bana mı aldın o koltuk takımını?”
İlk ben gülmeye başladım. Sinirlerim o kadar bozuldu ki, dikişlerimin acıyacağı kadar güldüm. Gözlüğümü çıkardım. Doktor söyleyince hiç kulak asmamıştım. Güleceğimi sanmıyordum, gülmezdim de zaten böyle uzun uzun. Sorsalar en son ne zaman böyle güldün diye söyleyebileceğim bir an yoktu. Yemin ederim yoktu. Sonra bir şey oldu, Firuze Akın’ın en sevdiği oyun arkadaşı çıkageldi. Sonra gerek mecburiyetten gerek değil onunla yeniden oyun oynamaya başladı. O kadar çok güldüm ki gözyaşlarım da yetişti buna, akmaya başladılar. Ecevit’in de güldüğünü gördüm. Belki benim kadar kocaman değil ama beyaz dişlerini ilk kez bu kadar net görmüştüm. Oyun arkadaşım da benimle beraber gülüyordu. Eskisi gibi.
Gülüşüm tamamen yok oldu, kahkaha gibi duran hıçkırıklar dökülmeye başladı dudaklarımdan. O kadar ağrıma gitti ki her şey. Bize neden bunu yapmışlardı?
Kontrolsüz başlayan gülüş, kontrolsüz bir ağlayışa dönüştü. Sinemde kabaran özlem bile değildi, yaraydı. İçinde biriken kan fokurduyordu. Biz bunca yaraya rağmen bile, koca iki yetişkinken yine oyun oynayabiliyorduk. Ya yaralarımız olmasaydı? Bu soruyu ilk kez bu kadar açık ve net başıma karlar yağarken sordum kendime. Benim biricik oyun arkadaşımı almışlardı benden. Ve belki de onun da biricik oyun arkadaşını almışlardı. Şimdi ben oyun arkadaşımın özlemini çekerken o düşmanıyla yol yürüyor, onunla oyun oynamak zorunda kalıyordu.
“Firuze,” dedi. Ağladığımı biliyordu. “Ağlama,” dedi. Neden ağladığımı da biliyordu.
Dudaklarımı birbirine mıhladım. Gözlerimi silmeye çalıştım. Ellerim kahverengi boyayla boyandı. Ona döndüm yine de. “Alabildin mi kâğıdı?” diye sordum. Akan makyajıma baktı. O bana hiç itiraf etmeyecekti ama görüyordum. Küçük gözlerinde, on yaşında bir çocuğun nefes alan bir yanı kaldıysa o da biraz olsun üzülmüştü. Bana değil. Bize.
Elini cebine attı ve bir kâğıt çıkardı. Gözyaşlarımın içinde gülümsedim. “Haftalık çizelge tutuyorlar,” dedi. “Ek bina da var. Bu hafta hiç temizlenmemiş, yarına ismimizi yazacağız. Hadi geç,” dedi arabayı işaret edip. Kâğıdı katlayıp cebine geriye koydu. Arabaya bindim, kemerimi bağladım ve akan kalemi silmeye çalıştım ama çok yoğundu, akıyordu gözyaşlarımla.
“Eve gidince banyoyu kullanabilir miyim?” diye sordum.
“Kullanabilirsin Firuze.”
Başımı salladım. “Sonra da biraz uyuyabilir miyim?”
“Uyuyabilirsin.”
“Ne zaman gitmemi isteyeceksin?” diye sordum açıkça. Sanırım gideceğim günü bilmek, kaldığım her gün bunu düşünmekten daha iyiydi. Sessiz kaldı. “Hemen şimdi dememek için mi susuyorsun?”
“Dikişlerin alınsın bir,” dedi ama o. Hüseyin Tarhan’ın oğlu, Ali Ecevit konuştu. Ben Atilla Akın’ın kızıydım, çıkarlarımı düşünürdüm. O Hüseyin Tarhan’ın oğluydu merhameti bitmezdi. Başımı salladım yola bakarken. Ağlamak istemiyordum, yemin ederdim. Elimde değildi. Bize bunu neden yapmışlardı? Oynayacak daha bir sürü oyunumuz vardı. Hepsi yarım kalmıştı. Hepsi.
Sessiz geçirdik yolu. Otoparka park etti bu kez arabayı. Asansörde aynaya bakmadım. Yüzüm çok kötüydü biliyordum. Çizmelerimi çıkarırken biraz zorlandım ama tuttu beni. Yardımcı oldu. Çıkardım ve yalın ayak bastım evin zeminine. Hiç durmadım banyoya girdim. Aynaya bakmadım. Suyu dayanabileceğim kadar sıcağa ayarladım. Yere oturdum ve uzunca bir süre suyun altında kaldım. Yine iç çamaşırımı yıkadım, yine baş havlumun altına gizledim. Ecevit geldi, bir tane tarak uzattı bana. Bu kez o havluyu alıp atmaya çalışmadı makineye. Dokunmadı. Saçlarımı bu kez taradım. Tarandı da.
Kurutmadan gidip uyudum. Bir ağrı kesici de içtim uyumadan ki deliksiz uyuyabileyim. Yarın önemli bir gündü. Uzun uzun dinlenmem gerekiyordu ki yarın iyi bir oyun arkadaşı olabileyim.
Annem aradı bir kez. Açmadım. Kapattım telefonumu tamamen. Geri uykuya daldım. Ecevit geldi yanıma, yemek için uyandırdı. Kalkmak istemedim, çok direndim ama o kazandı. Hep o kazanırdı zaten. Kalktım tek gözüm kapalı bir şeyler yedim. Ne yediğimi bile bilmiyordum. Çorbanın tadını seçebildim sadece. Sonra ilaçlarımı getirdi yatağa.
“Yarın,” dedi. Ne dediğini pek dinlemedim.
“İki iyi oyun arkadaşı olacağız,” dedim.
Başını salladı. “Aferin sana,” dedi. Gülümsedim. Göğsümde şişen kökü acı veren bir nilüferin ağrısıydı. “Uyu,” dedi kısık sesle. “Uyu, Üzüm Buğusu.”
***
İnstagram; dilanduurmaz
uzumbugusuofficial



Bu bölüme kalbimi veriyorum 🥹🫶🏻
Yeni bölüm beklerken bir arkadaşıma önerdim onh başlattım onunla birlikte kendimde baştan okumaya başladım bitti hâla bölüm gelmedi Off bu bölüm sahiden niye gelmedi yaa pazar gününden beri bekliyorum 🤦
Ben bilmiyorum ki nasıl olacak firuze ile ecevit mutlu nasil olacaklar bilmiyorum ki. Offf off
Bölümü anca bebemle deniz kenarında okudum yine gözyaşım pıt herkes dönüp bana bakıyor tesekkürler🫣
Dilaaaanııımmmm dilanım ah be içli kızım bu küçük yaşında nası bi koca yüreğin var nerden çıkıyor bukadar dram daha efsunlu fetihi yeni mutlu hayatına anca alışabildik zühreden kurtulup bu ecevitçim ne cekti be bu firuzemin yüregi dağlandı artık be kızanım içi çıktı aglamaktan Ahmet akınlara ölüm pliz ..sen beni dinle firuzenin oyun arkadaşı Ecevit’i geri ver nolur be guzum acık mutlu olsunlar artık…melikeyide çıkar artık ortaya nolur….