top of page

XVIII - "iradesi olmayan söz, borç doğurmaz" PART I

  • Yazarın fotoğrafı: Dilan Durmaz
    Dilan Durmaz
  • 18 Tem
  • 49 dakikada okunur

1998 Kasım;  


Özgürlük nedir?  


Nazım, “Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya,” der. Ali Ecevit Tarhan’ın başı yastığın üzerinde, uzun ama sıska bedeni yatağın içindeydi. Özgürlüğün ne olduğunu düşünmüyordu. “O eski halimden eser yok şimdi; ben artık ne bir istibdat, ne bir hürriyet, ne bir şey, yalnızca şiir yazıyorum,” diye devam eder Nazım. Şiir yazmak onun özgürlüğü. Ali Ecevit Tarhan şiir yazmıyor, işin doğrusu yazamıyor. Hiç denemedi gerçi. Şiir coşku işidir. İçinde çağlayan bir yürek olmalı, bir duygu, bir kalp. Atmak yetmez, çağlaması, yanması, bağırması lazım. İsyan ateşi lazım şiir yazan için. Üstünde ölü toprağı olan insanlar için şiir uzak bir hayal.  


Ali Ecevit için uzak bir hayal. 


İçeri düştüğünden beri güneşin etrafında kaç kez döndü dünya bilmiyor ama içinde kahrolası bir acı, bitiş, çöküş ve yok oluş ben çıkana kadar güneşin etrafında kaç kere dönecek dünya diye soruyor kendi kendine.  


Ah şu insanın içine gömülmüş yaşam tohumu, ah kökleri yarından beslenen o fidan, ah o yarını görme umuduyla boy veren ağaç... Ne zor, ne acımasız, ne küstah. Ne piç bir duygu diyor bu kendi kendine. Ne adice, ne kahpe. Demek insan kendine olan saygısını kaybedince dününü hatırlamaz oluyor, yarına bakıyor. Yoksa ona ne dünya kaç kere dönüp duracak? İnsan dünün içinden geçmediyse yarını bu kadar dert etmemeli. Öyle düşünüyor bu bedbaht genç yattığı yatakta.  


Özgürlük nedir?  


Zenginlere göre olmalı. Ruhu fakir olan adam düşmez böyle işlere. Yarın yiyeceği ekmeği düşünür, akşama çıkaracağı ekmeği düşünür. Fakir adamın aklına gelmez böyle düşünceler. Ecevit özgürlüğü düşündüğünün farkında değil. Bu tohumun adını özgürlük koymadı. Koysa içini hasada bırakacak. Öfke duyacak bu isteğinden. Fakir adamın işi olmamalı böyle insanca isteklerde. O uyumalı, uyanmalı, ekmek yemeli, yatakta kıvranmalı, sonra uyuyakalmalı. Kimsesi olmayan adamın ne işi var özgürlükle?  


Özgürlük ateşi yanında da çok şey getirir. Tam zengin işi. Doyumsuz, gözü hep fazlasında, aç göz. Hayali getiriyor misal. Yarını düşünmek, yaşamaktır çünkü. Yaşamak biraz da hayal. Yanlış. Yaşamak tümüyle hayal. Hayal kuramayan insan yaşıyor sayılmaz bu yüzden. Nazım Hikmet de hayal kurabildiği için şiir yazdı elbet.  


Ecevit hiç hayal kurmuyor.  


Hani özgürlük hayal işiydi?  


Bu da fakir işi özgürlük.  


Bu da öksüz ve yetim işi. 


Yaşamak, hayal kurmak, özgürlük.  


Bir devrim gerek. Bazı duyguları şu ölmesi gereken zenginlerden kurtarmak gerek. Askeri cuntayla değil ama esaslı bir halk direnişiyle. Darbeyle değil, devrimle. Özgürlüğü almak, kurtarmak gerek bu zenginlerden. Onu da fakirleştirmek gerek. Zenginin yanında zengin, fakirin yanında fakir olmalı. O kadar fakirleşmeli ki yanında başka şey getirmemeli. Özgürlük. Tek başına. Yapayalnız. Hayal getirmemeli yanında.  


Yalnızca özgürlük,  


Fakir işi özgürlük. Ne yapmalı ne etmeli kazanmalı onu.  


Ecevitler şiir yazamıyor, varsın yazamasın. Şiir yazamıyor diye özgürlük ona haram sayılır mı? Ne adi bir fikir. Ne alçak. Özgürlük Ecevitler için de var olmalı.  


Gözleri kapalı, karnı yarım tok, - tam tok hissi unutalı çok oldu, bu yüzden kendini toktan sayıyor- uykuya dalmak üzereyken arka tarafından“Ecevit,” sesini duyunca yerinden korkuyla sarsıldı. Arkasını döndü ve adeta saldırmak için konum aldı. Ona seslenen adama sabır çektirdi. Ne yabani bir çocuk lan bu, diye geçirdi içinden. Mağarada büyümüş sanki, insan değil. Bir köpeğe seslensem daha insani tepki verir.  


Ecevit karşısında kendisini savunması gereken biri olmadığını anlayınca az biraz düzeldi ama üstündeki agresifliği atmadı. “Ne var?” dedi ters bir sesle. Bir zamanlar okuduğu okulda, dili de üslubu da en düzgün olan çocuktu. Öğretmenleri övgüyle bahsederdi. Bir yetişkin gibi konuşuyor derlerdi. Harfleri yutmuyor, cümlelerini yerli yerinde kuruyor, kelime eksiltmiyor. Leyla Tarhan pek önem verirdi oğlunun kendini ifade edişine. Kendisi bir Cumhuriyet kadınına yaraşır şekilde telaffuz ederdi kelimeleri. Çıktığı köydeki ağzı hiç edinmemişti okul yüzü gördüğünden beri. Bir öğretmenleri vardı okulda. Batının güzel bir şehrinden gelmişti köylerine. Çok disiplinli, idealist, nizamlı bir öğretmendi. Köy Enstitüleri kapatılmasaydı da bu öğretmen orada yetişseydi yine böyle donanımlı olurdu. Giyimine de konuşmasına da pek dikkat ederdi. Leyla da ondan örnek alırdı. Öyle öyle, dört senede köyün en güzel Türkçesine sahip olmuştu. Oğlunu da ona uygun yetiştirmişti.  


Ali Ecevit, bir İstanbul beyefendisi gibi büyütülüyordu.  


Artık pek öyle değildi. Kelimeler ağzından kaba saba dökülüyordu. Buradaki insanlar kibarlıktan hiç anlamıyordu. Bunu öğrenmişti. Burası babasının evine, buradaki insanlar annesine hiç benzemiyordu. Memuru da suçlusu da. Dünyanın en sağlam meyvesini alın koyun çürük bir sepete, ne kadar sağlıklı olsa da kaçınılmaz çürür gider, hatta pisliğe de pek alışık olmadığı için diğerlerinden daha fena çürür.  


Ali Ecevit, o sepette çürüyordu.  


“Cengiz abi çağırıyor seni, yemekhanede. İn yanına,” dedi pos bıyıklı, epey esmer, sol yanağından çenesine bir dikiş izi uzanan adam. Ecevit’in gözlerinin içine bakıyordu. Hayır derse tutacak kolundan zorla indirecekti.  


“Ne işi varmış benimle?” diye sordu Ecevit çenesini kaldırarak. Yataktan kalkmıştı zaten ama hareket etmedi.  


“Ona sorarsın ne işi olduğunu. İn.”  


“Emir vermeyin lan bana!” dedi Ecevit. Bir kabuğu vardı üzerinde ama göstermeye çalıştığı kadar sert değildi. Aksine yara bere içindeydi. Yer yer soyulmuş, oyulmuş, kanamıştı ama insanlar görmesin diye elinden geleni yapıyordu. Çünkü Ecevit’e yaralarını göstermemesi gerektiğini öğretmişlerdi. “Emir vermeyin bana. Çayımı almaya iniyorum, senin abinin emri geçerli değil.”  


“Siktir ol ne için iniyorsan in,” diye karşılık aldı. Ecevit üçe vurduğu saçlarına dokundu, adama baktı bir süre. Arkasını dönüp gitmek istemedi, önce adamın gitmesini bekledi. Hiç anlamıyordu bu ihtiyarın derdi neydi onunla. İyiyse de kötüyse de, Ecevit kendisine dokunmasın istiyordu. Şurada aldığı bir yatak, bir bardak çayla yaşayıp gidiyordu. Bir kavgaya karışıp hücreye atılmaya, elindekilerden olmaya hiç niyeti yoktu. Zaten pek ortalıkta dolanmıyordu. Yemek saatinde kalkıyordu, ortalık sakinken çay alıyordu, sayım yapılırken kalkıyordu, çok nadir gökyüzünü teller ardında gördüğü avluya çıkıyordu ama oraya çıkmaktan pek hoşlanmıyordu. Gökyüzünü de görmeyi içi almıyordu.  


Adam gidince Ecevit de döndü. Aşağıya inen bir merdiven vardı. Yemekhane oraya açılıyordu. Dubleks ev gibiydi. Ecevit merdivenlerden indi. Bir tane semaver vardı, bir de elektrikli ocak. Burada yemek yapıyordu bazı mahkumlar. Sonra o yemeklerden dağıtıyorlardı günde üç öğün. Kantin de vardı hapishane içinde. Parası olanlar oradan alışveriş yapıyorlardı, bazen acıktıklarında kantinden aldıklarıyla küçük bir sofra kurup oturuyorlardı. Ecevit çay alırken görmüştü birkaç kez. Kantine hiç gitmezdi. Beş kuruşu da yoktu zaten. Hayatı boyunca hiç kendi parasını kazanmamıştı. Ona dışarıdan para gönderen kimse de yoktu.  


Ona dışarıdan selam gönderecek bir kişi bile yoktu. Ne parası? Allah’ın selamı bile gelmiyordu dışarıdan Ali Ecevit’e. Parayı ne yapacaktı? Dua eden bir annesi, hesabına üç kuruş atacak bir babası yoktu. İnsanlar ona acıyınca eski püskü, muhakkak bir yerlerinde delik olan kıyafetlerini veriyorlardı. Allah biliyor ya hiç zoruna gitmiyordu artık. Birinin kıyafeti eskisin de ona versin diye bekliyordu.  


İndi aşağı. Bardağa semaverden çok koydu. Bu çay var ya bu çay. Ne büyük bir nimetti. Parayla alınmıyordu, yemek gibi belli saatler biçilmemişti. Daha ne olsaydı? Sanırsa mahkumlar kendi arasında sırayla alıyordu. Henüz ona ilişen, sen al diyen olmamıştı. Pek kimsenin gözüne batmadan alıp içiyordu zaten. Bir gün sıranın ona geçtiğini söylerlerse, ne yapardı hiç bilmiyordu.  

Fakirlik, büsbütün fakirlik, ne çaresiz şeydi öyle. O yüzden fakirin özgürlükle işi olmamalıydı belki de. Fakir yiyeceği ekmeğin içeceği çayın peşine düşsün kâfi.  


Arka taraftaki masada yaşlı adam oturuyordu, biliyordu. Çayından bir yudum aldı, öyle adama döndü. “Buyur,” dedi uzaktan. “Beni istemişsin. Söyle.”  


Adam masada oturmuştu, önünde de beyaz kasapların kullandığı bir kap vardı. Karşısını işaret etti, “Sen buyur evlat,” dedi. “Büyüğe buyrulmaz, küçük buyurur.”  


Ecevit sıkıldığını belli ederek soluklandı. “Çok kafa şişiriyorsun,” dedi açıkça ve karşısına oturdu. “Büyüğü küçüğü mü kalmış? Aynı yerde cezamızı çekiyoruz işte. Bir de saygı mı bekliyorsun kendine?”  


Adam karşısındaki haşin gence baktı. Ona kendisinin suçlu olmadığını söylemişti, bunu anlamıştı da bu yabani çocuğa yaklaşmak pek mümkün olmamıştı daha. Boş bakışları, kaba hareketleri ve destursuz davranışları vardı. Kendisiyle nasıl konuşması gerektiğini bile daha çözmemişti. Birkaç kişinin dikkatini çekmişti. Sormuşlardı bu yaşlı adama. Bir alalım mı façasını aşağı. Seninle nasıl konuşması gerektiğini öğrensin. İstememişti adam. Bu çocuk saygısızlığından yapmıyordu. Cengiz bunu farkındaydı. Bu çocuk toyluğundan, kimsesizliğinden, kendini korumak için yapıyordu.  


“Saygı beklenmez, saygı hak edilir,” dedi.  


Ecevit güldü ve başını salladı. Adam katil, saygı hak edeceğini düşünüyor dedi içinden. Ulan ne adi bir düzen bu. Kendisi bile saygıyı hak etmiyorken üstelik… Ne büyük hadsizlik. Ecevit adama baktı boş bakışlarla. Sonra önünde beyaz kabı işaret etti. Üstü kapalıydı. “Niye kebap yemedin?” diye sordu. Bu işe fesat karıştırılmayana kadar, eğer ki hapishanede hali vakti yerinde, arası da idarecilerle iyi olan biri varsa dışarıdan yemek ara sıra sokuluyordu. İleri vakitte tümüyle yasaklanacak olsa da o vakitler hâlâ vardı. Ecevit kaba bakmadı.  


“Çıkan yemek neyse yedim payıma düşeni,” dedi. Köşede bir masada oturur, tek başına yerdi. Merdivenden inerken insanların önüne kebap görünce kısa bir an heyecanlanacak gibi olmuştu. Yemekte kebap var sanmıştı. Sonra Cengiz abinin ikramı denince istememişti. Payına düşen baklayla bulgur pilavını almıştı. Köşesinde yiyip yukarı çekilmişti. Annesinin yaptığı yemeklerin tadını unutmuştu artık Ecevit. Yemek bulunca şükredip yiyordu. Ayırt etmiyordu, annesinin yemeğini hatırlamıyordu. Sanırım bir evlat için en acısı da buydu. Annesinin kazanında pişen çorbanın, babasının parasıyla alınan bir lokma ekmeğin tadını unutmak… Ecevit bunu da layığıyla yaşamıştı.  

“İkram geri çevrilir mi?” diye sordu.  


“Çevrilir. İstemiyorum. Sağ ol yine de. Bir sonrakine, bir kişi eksik söyle.”  


Kimsenin bir lokmasına tamah etmek istemiyordu. Kimseden gelecek bir yudum suyu almak istemiyordu. Bugün bu yemeği yemek, yarın onun karşısına borç diye çıksa ne yapacaktı? İradesi olmayan söz borç doğurmaz bilmiyordu. İki lokması borç olmaz bilmiyordu. Verecek beş kuruşu mu vardı?  Borcunu ödemek için kimin pis işine bulaşacaktı? İki dakikalık bir ağız hoşluğu, onun boğazına dizilecekse, gece vakti uykusunu kaçıracaksa hiç lüzum yoktu. Her şeyini kaybedecekti de şu gururunu bırakmayacaktı.  


“Sordum soruşturdum, kantinden de bir şey almıyormuşsun.”  


“Sen de bana kafayı taktın ihtiyar.”  


“Paran mı yok?”  


Ecevit hâlâ utanabiliyordu. Bu soruyla fark etti. Gözlerini kaçırdı. Ne diyeceğini pek düşünmedi. Yalan söylerken uzun uzun düşünmezdi zaten. “İhtiyacım yok.”  


“Niye sen insan değil misin?” diye adam ikinci açık soruyu sordu. Hiç eveleyip gevelemiyordu. Ecevit adama baktı. Bu kez hızlı cevap veremedi. Rahatsız oluyordu bu adamdan. Denk gelmek bile istemiyordu.  


“Sen benden ne istiyorsun?” diye sordu yalnızca. Kurtulmak istiyordu bu adamdan. Rahatı kaçıyordu. Yaraları çıplak kalıyordu. Duymak istemediği soruları duyuyordu.  


Adam geriye yaslandı. Karşısındaki garibanı izledi. Üstünde perte çıkmış bir kazak vardı. Kilosu az diye iyice salınmıştı üstünde. Ne doğru dürüst saç ne de sakal tıraşı olmayı biliyordu. Keserek yapıyordu kendini. Yer yer çizikleri vardı. Babası Ecevit’e tıraş olmayı da hiç öğretmemişti. “O gün bahçedeki ahşap tabureyi tamir etmişsin. Elinde alet hırdavat yoktu nasıl yaptın?”  


Ecevit soluklandı ve başını eğdi. Gitmek istiyordu. “Yaptım işte bir şekilde. Sen ne istiyorsun bana onu söyle? Kalkacağım.”  


“Benim de dışarıda bir marangoz dükkanım vardı,” diye yanıtladı Ecevit. İlk kez önündeki kebap kabına baktı ve açıkça, çekinmeden sordu.  


“Marangozlukta bu kadar para var mı ya? Tüm koğuşa kebap ısmarlayacak kadar kazanıyor musunuz?” Bunu merakla değil açık seçik alayla sormuştu. Bu adam hakkında kulaktan dolma, yattığı yerden duyduğu birkaç şey vardı. Marangoz olduğunu pek sanmıyordu. Böyle üstünün başının temiz olduğuna, hep tıraşlı olunmasına ve kitap okumasına da bakışmamalıydı. Pek de iyi bir adam değildi, Ecevit farkındaydı.  


“Marangozluk baba mesleği. Marangoz dükkanım var dedim, marangozum demedim.”  


Ecevit yeniden güldü ve ağır ağır başını salladı. Kafasında birleştirdikleri doğru çıktı. “Legal işim marangoz diyorsun yani? Devlette ruhsatım marangoz, ekmeğini yediğim başka yer.”  


Düşündüklerini söylemekten çekinmedi. Demek dışarıdan gözüken başka bir işi daha vardı bu adamın. Buradaki çalışanlar bir marangoza bu kadar sahip çıkar, hatırını bilirler miydi?  


“Açık sözlüsün,” dedi adam. Ecevit başını salladı ve masaya baktı. Çayını aldı, birkaç yudum içti. Çok bile bekletmişti. Çayını soğuttuğu için kızdı kendine biraz içten içe. “Bak devlet bu cezaevlerinin içine atölyeler kurmuş. Marangozluk da var. Git çalış. Eline üç kuruş para geçer, meslek de öğrenirsin.”  


Ecevit’in dikkatini o vakte kadar çekmemişti. Yüzüne bile bakmıyordu çocuk bu ihtiyarın. Oturduğun beri ilk kez dikkat kesildi. Duruşunu bozmadı ama yine de daha ilgiydi artık. “Ne yaptırıyor orada?”  

“Masa, sıra, dolap vesaire ürettiriyor işi öğretince.”  


“Ne yapıyor onları?” diye sordu bu kez. Pek dar düşünüyordu. Kendileri için yapılan üç beş malzeme diye düşündü başta.  


“Okullara gönderiliyor çoğunluğu,” dedi adam. Ecevit’in dikkatini daha çok çekti bu. Yine de sesini çıkarmadı. “Düşün taşın, istersen bana söyle. Konuşayım ben, seni direkt marangoza alsınlar. Böyle zaman mı geçer evlat? Pas tutmuş üstün başın. Meslek öğren. Kendi paranı kazan. Çok verdikleri yok da, en azından kantine uğrar, iki paket bisküvi alırsın. Bir de insanın kendi parası gibisi yok. Boğazından kendi kazandığın geçsin. Okuman yazman var mı?”  


Ecevit’in gözleri okuyacak bir şey aradı. Bazen okuma yazmayı unutmaktan korkuyordu. Bu unutulacak bir şey miydi? Muhtemeldir ki öyleydi. Bir kere kitap istemişti ıslahhanede. Rezil kepaze etmişlerdi. O gülüşler, ayal edişler, bakışlar, aşağılayışlar… Hâlâ aklındaydı. Unutmak mümkün müydü? Değildi. Kimsesize kitap da yoktu elbet. “Biliyorum,” dedi varla yok arasında. Unutmadığını umuyordu. Televizyondan alt yazı okuyabiliyordu. Yazmak… Ondan pek emin değildi. Zaten yazısı çirkindi. Şimdi ne hale gelmişti bilmiyordu. Elini masa altında kalem tutuyormuş gibi tuttu. Adını yazmaya çalıştı. Ecevit. Yazabildi. O an fark etti. El yazısıyla yazıyordu hâlâ.  


Ecevit düz yazıya geçememişti.  


“İlkokulu bitirebildin mi?”  


“Yok,” dedi Ecevit ve gözlerini kaçırdı. İç çekti fark etmeden. İlkokul terkti.  


“Dışarıdan okusana.”  


“İstemem,” dedi yalnızca.  


“Niye?”  


“Dışarıdan okumakla okunmuş olmuyor.” 


“Diploman olur en azından,” dedi adam ama nafileydi. Bu genç çocuğun fikirlerini yıkmak pek zor olacaktı görüyordu.  


“Eğitilmediğim sürece diplomayı ne yapayım? İstemem,” dedi Ecevit. Ne anlamı vardı ki o sıralara oturmadığı, parmağını kaldırmadığı, söz almadığı, soruları çözmediği, kitapları olmadığı sürece diplomanın? Ne işe yarardı o kâğıt parçası? Ecevit için okul, artık uzak bir hayaldi. Hayır hayır… Geçmiş gitmiş bir anıydı. Hayal demek olmazdı. 


“Marangozu ister misin?” diye sordu bu kez adam. Adım adım gidecekti. Bu çocuk, avucunun içine kömür gibi düşmüştü. Biraz olsun insandan anlıyorsa, Cengiz insandan çok anlardı, elmas gibiydi bu genç. Ecevit pek bir arada kaldı. Arada kaldığı, olacak olanın başka birinin eliyle olmasıydı.  

“Ben söylerim gardiyana,” dedi. Işık yaktı. Belki seneler sonra ilk kez bir şeye. İstediği şey kantinden alacağı iki paket bisküvi değildi. Hiç bilmediği bir okula sıra yapmaktı. Ecevit’ten her şeyi alabilirlerdi ama Leyla ve Hüseyin Tarhan’ın oğlu olmayı hiç alamayacaklardı. Onu yerden yere vuracaklardı, kalbini bile sökeceklerdi ama annesinden babasından kalanı ondan hiç koparamayacaklardı. Vatan haini diyeceklerdi, içinden vatan sevgisi bile bırakmayacaklardı. Sonra gidecekti, yine bu vatan için fayda sağlayacaktı. Okutmayacaklardı, askere göndermeyeceklerdi, onu sevmeyeceklerdi. Sonra o gidecekti, seneler sonra okullara sıra yapmak için heyecan duyacaktı.  

Ağacı devirmek kolaydı, bir balta darbesi yeterdi. Kökü sökemedikten sonra ne faydaydı? Kökünü sökemeyeceklerdi Ali Ecevit’in. Onu tanıyan da tanımayan da onun yüzüne bakınca anne babasını anımsayacaktı. Tanıyan, Hüseyin’in oğlu diyecekti. Tanımayan, cennet annesinin ayaklarının altında diyecekti.  


İhtiyar başını salladı. “Tamam onlar zaten sana dilekçe yazdıracaklar. Yazman yoksa ben yazdırayım sana imza kalsın diyecektim. Başla bakalım, elin alet hırdavat görünce neler çıkacak senden. Şimdi al bu kebabı ye. Senin hakkın,” dedi ve Ecevit’in önüne itti. “Başkasının hakkına göz koyma ama kendi hakkını yemekten de çekinme. Yoksa çöpe gidecek. Kalkarken çöpe at yemezsen. Şimdi otur da ye, sana bir şey getireceğim. Avlunun kapısını bir saatliğine açtırdım. Yarım saate kadar kapanacak. Çık biraz hava al,” dedi. Kalktı Ecevit’in yanından merdivenlere yöneldi. Ecevit önündeki kebaba bakıyordu ama henüz uzanmıyordu.  


Cengiz çıktı, avucuna ince bir kitap sıkıştırdı. Geri indi. Çok kitap okurdu bu adam. İyi olsun, kötü olsun, iyi iş yapsın, kötü iş yapsın kitap okurdu. Geldi, Ecevit’in önüne bıraktı kitabı. Bir çay daha doldurdu kendine yukarı geri çıktı. Ecevit kitabın kapağına baktı. İsmin yazdığı yer sarı, etrafı kahverengiye kaçan bir turuncuyla çerçevelenmişti. Orta yerse beyazdı, üstünde garip bir şekil vardı. Tırtıl mıydı başka bir şey miydi bu? Anlamadı. Aklına annesi geldi. En son seneler önce annesinin evdeki kitaplarını okuduğunu hatırlıyordu. O günlerden sonra avucuna bir kez bile kitap düşmemişti. Dokunamadı bile. Nasıl tutacağını bile hatırlamıyordu.  


Yeniden kebaba baktı. O yemese çöpe mi atacaklardı? Ne günahtı. Ekmek hiç çöpe atılır mıydı? Dudaklarını kemirdi durdu. Sonra merdivenleri kontrol etti. Ardından açtı yavaşça içini gıcırdatan kutuyu. Bir tam şiş kebap, yanında bir köz biber, biraz lavaş ve bulgur pilavı vardı. Ecevit yutkundu. Gözlerini yumdu, kokladı. Kokusunu unutmuştu. Boğazını temizledi gözlerini açtı, tadını da hatırlamıyordu. Kalktı yerinden çatal aldı. Sonra oturdu, lokma lokma, şükrede şükrede, tadını ala ala, ilkmiş ve sonmuş gibi, kendi babasının lokması kadar olmasın helalmiş gibi, boğazına dizmeden yedi. Babanın helal lokması, annenin yoğurdun içinde biraz pişirdiği arpa şehriyeli çorba, ailenin sofrasında içilen bir yudum su… Ne keyifliydi bunlar. Ne büyük nimet. Ne büyük rızktı. Kebap bile o tadı vermiyordu.  


Yine de yedi. Hızlı hızlı. Bir bulgur tanesi bile bırakmadan. Doya doya. O an fark etti. Midesinde bu kebabı hiç zorlanmadan alacak kadar yer vardı. Bunu bile yeri dolunca fark etti. O vakte kadar midesi dolu sanıyordu.  


Kalktı boş kutuyu çöpe attı. Sonra kendine bir çay koydu. Akşam beş olunca kapanan bu kapı bir saatliğine gizli saklı, kaçak göçek açılmıştı. Gündüz vakti çıkmadığı avluya masasına konulan kitapla çıktı. Kendisinin tamir ettiği ahşap tabureye baktı. Tel örgüler arasındaki gökyüzüne baktı. Aklına tekrar annesi geldi. Annesini özledi. Bazen göğsü çağlıyordu bu özlemle. Bazen daha az özlüyordu. Hiç ortası yoktu. Kitabın ismine baktı. Yanlışı yoksa annesinin okuduğu bir yazardı ama bu kitabı hatırlayacak kadar kuvvetli değildi kafasının içi.  


İlk sayfayı açtı. Yazar hakkında yazılan birkaç cümleyi okudu; Asıl adı Kemal Sadık Gökçeli. Van Gölüne yakın Ernis (bugün Günseli) köyünden olan ailesinin Birinci Dünya Savaşındaki Rus işgali yüzünden uzun bir göç süreci sonunda yerleştiği Osmaniye’nin Hemite köyünde 1926’da doğdu.  

Ecevit kitabın kapağını kapattı yeniden gökyüzüne baktı. Biraz okuması yavaşlamıştı ama unutmamıştı. İç çekti. Annesini çok özlemişti. Kaç kitap okusa, bu içindeki hasret için birkaç kelimeyi birleştirip bir cümle kurabilirdi? Kaç kitap bir hasret ederdi? İç çekti. Tekrar. Yeniden. İç çekti.  

Hasret önce dudaklarını büzdürdü sonra omuzlarını sarstı ve bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Annesini çok özlemişti. Sessizdi, zararsızdı. Kendi kendine susacaktı. Bu da mecburi yetişkinlikti. Yoksa bir çocuk gibi tepine tepine ağlamak istiyordu. “Acaba bu kitabı okudun mu anne?” diye sordu. Bir kuş kanat çırptı gökyüzünde. Ecevit annesi kabul etti. Annesi ona selam gönderdi dese ne olurdu ki? Bu kendini kandırmak mıydı? Öyleyse de öyleydi. Kendini kandırmak da onun hakkıydı.  Gözyaşlarını sildi. Kitabına döndü. Rastgele bir sayfa açtı. Sayfa otuz bire denk geldi. Kader bu ya, insanın ne yakasını ne de paçasını bırakırdı. Yalnızlık yazıyordu başlığında. Ne yaman bir duygu. Şiir yazılıyor, kitap yazılıyor ama biraz olsun azalmak bilmiyor. Asırlık bir his bu. Bir günlük tahribatı bile yüz yıllık. Ne büyük şey bu yalnızlık. İnsanı annesiz, babasız hissettirmiyor yalnızca. Vatansız, bayraksız da hissettiriyor. Bu daha ağır. İnsan annesiz babasız bile dayanabiliyor bu hisse ama topraksız katlanamıyor.  


Okumaya başladı. Biraz mırıldandı titrek bir sesle. Okuduğunu kendi kulaklarıyla duymak istedi. Okuyabildiğini… 


“Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdesin.  

Su olsan kimse içmez,  

Ölür de susundan 

Yol olsan kimse geçmez,  

Sarp kayalara uğratır da yolunu 

Elin adamı ne anlar senden?”  


Ecevit’in göğsünde bu kez babasının özlemi çağladı. Omuzları sarsıldı. Yine ağlamaya başladı. Yalnızlık, bir asırlık yalnızlıktı gözlerinden akan… Kimsesizlik.  


“Çıkarsın bir dağ başına, 

Bir ağaç bulursun 

Tellersin pullarsın 

Gelin eylersin.  

Bir de bulutları görürsün, bir de bulutları görürsün 


Başını kaldırdı. Fısıldadı, “Bir de bulutları görürsün,” diye tekrar etti. İçin için ağlıyordu. Kalbi sussa dudakları, dudakları sussa kalbi susmazdı artık. Gökyüzü yoktu, anne yoktu, baba yoktu, her cuma dalgalanan bayrağın altında okuduğu İstiklal Marşı bile yoktu. On kıtasını ezberletmişti Hüseyin Tarhan ona. Ecevit o gün okumaya çalışmıştı da okuyamamıştı. Unutmuştu bir kısmını. Yemeden içmeden kesilmişti. Ne çok ağlamak istemişti de ağlayamamıştı. Ecevit büyüyordu. Katil olmayı bile kabul ediyordu da şu sırtına apolet misali yapıştırılan ihanet suçunu yenemiyordu. Bu kadim vatanın evladı bile olamayacak kadar kimsesizdi. “Köpürmüş gelen bulutları. Başka ne gelir elden?” Gözlerini yumdu. Bulutları görmek istemedi. Başını eğip kitaba bakmayana kadar da açmadı gözlerini.  


“Çın çın ötüyor yüreğimin kökünde şu dünyanın ıssızlığı  

Tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı.” 


 Durdu, tekrar etti. “Tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı.”  


Sustu, tekrar etti. “Tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı.”  


İnledi, tekrar etti. “Tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı.”  


Ne olursa olsaydı, insana girdiği hapishaneye bile dışarıdan selam gönderen biri olsaydı. Dua edeni, endişeleneni, merak edeni, düşüneni… Bir vatanın evladı kalabilmeliydi insan. Bunlar olmadı mı ne diye yaşardı insan? Yediği bir lokma ekmekte aç mı tok mu acaba o diye düşünen birinin varlığı lazımdı. Yoksa… Yoksa pek fenaydı insanın hali. Tanrı kimsenin başına vermeseydi böyle bir yalnızlığı.  


*** 


Ecevit’e hiç söylemeyecektim ama artık onun sinesinde yükselen bir özlem hissedersem, gece vakti küçük Firuze’yle el açıp özlediği kişi rüyasına girsin diye dua edecektik. Çok inanıyordum. Çocukların duasının kabul olduğuna, kalbi temiz olanların duasının yaratıcıya ulaşacağına… Tüm duaları kabul olmazdı belki ama çoğu duası kabul olurdu. Küçükken bana Ecevit’i getirmeyen dualar kim bilir belki şu an özlediklerini Ecevit’in rüyasına getirirdi. Bir nebze olsun şişmiş sinesi inerdi. 

Aynı konumda dakikalarca durduk, amfinin kapısı şen şakrak bir öğrenci grubu tarafından aniden açılmasa Ecevit’in dizlerinden başımı ne zaman kaldırırdım bilmiyordum. Gözyaşlarım o dakikalar boyunca biraz olsun dinmemişti, kafamı kaldırıp kapıya çevirdiğimde de yaşlı gözlerimle baktım girenlere. Altı yedi kişilik, karışık kızlı erkekli bir grup içeri girdiğinde bizi gördüler. Yerimden kalkmadan başımı Ecevit’e kaldırdım. İnsanların girdiğini bile fark etmemişti. Kirpikleri ıslaktı. Hiç çekinmeden, kızacağına bakmadan parmak uçlarımla önce kirpiklerini sildim, sonra göz altlarını. “Ecevit,” diye fısıldadım çatallanmış bir sesle. Gözlerini açmadı. “Ders var sanırım, çıkmamız lazım.”  


Onun beni itmemesi, körkütük bir cesaret yarattı bende. Parmak uçlarım, parmaklarıma sonra da avuçlarıma dönüştü. Ecevit’in yüzünü avuçlayarak sildim. Hiçbir yerinde yaş bırakmadım. Öyle bir körkütük oldum ki başparmağım sildiğim yerleri okşadı.  


Onun kemikli yüzü, sert derisi, diken diken batan sakalları vardı. Bunları görmekle bunlara dokunmak hiç, bir olmadı. Yüzüne dokundukça yaşlarını aldım, yaşları avucumun içinde ateş toplarına dönüştü aniden. Ellerim neden yanıyordu? Ecevit’e dokunmak ateş gibi hissettirdi o an bana. Yerimden doğruldum, “Hadi Ecevit,” dedim. Gözlerini ilk kez açtı. Eline uzandım. O tutmadı ama ben sıkıca tuttum avucundan.  


Yanımızdan geçen gruptan biri “Başka ders mi var burada?” diye sordu bana.  


“Hayır, çıkıyoruz biz,” dedim hızla ve Ecevit biraz benim zorlamam biraz kendi iradesiyle kalktı. O elimi hiç tutmadı ama ben de hiç bırakmadım. Önden ben iniyordum basamakları, arkamdan o. Arka tarafımızdan, “O kız Atilla Akın’ın kızına ne kadar benziyor,” dediğinde biz kapının eşiğinden çıktık. Korkuttu biraz beni bu cümle. Kapıyı geri kapattığımda Ecevit’le göz göze geldik. Ellerimize baktığında o beni itmeden ben usulca çektim elimi.  


“Ders varmış,” diye açıklamak zorunda kaldım kendimi. Yanından karşısına geçtim. Utandım, zorla tutmuştum elini, boşluğundan faydalanmış gibi hissettim. Ecevit gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Devam edecek gücü aradı kendinde adeta. Dudaklarını yaladı ama dili bir süre sabit kaldı dudaklarının arasında. Yeniden nefes çekti içine, öyle gözlerini açtı. Ortalığa baktı, başını salladı. “Hadi çıkalım,” dedi yalnızca. Ecevit’in yamacından yürümeye başladım. Çünkü aniden öğrenci sayısında bir artış oldu. Birkaç kişiyle göz göze geldim. Bu bir uydurma değilse beni tanımış gibi baktılar. Muhtemelen ne kadar benzediğimi düşünüyorlardı. Gözlüğümü biraz daha yukarı doğru ittim.  


“Başını eğerek yürü Firuze,” dedi Ecevit kısık sesle. Henüz tam olarak kendine gelmiş olmasa da sanırım insanların bakışlarını fark etti. Dediğini yaptım ve yere bakarak yürümeye başladım. Belki de öğrencilerin beni en tanıyacakları kampüsteydim. Burası hukuk fakültesiyken karşısı Mülkiye ve İletişim Fakültesinden oluşuyordu. Tansiyon bu kadar yüksekken ülkede, böyle bir ortamda tanınmak istemezdim. Ecevit’in elini bir noktada belimde hissettim. Bu tam bir kavrayış değildi, benim yönümü belirleyen, bir pusula ibresi gibi yönlendiren, yönetici bir parmak temasıydı. İyi geldi. Çünkü stres oldum saniyeler içinde. Çünkü şüphelenen yanındakine söylüyordu ve bakışlar büyüyordu ama Ecevit’in avucunun içinde olmak, ya da parmak ucunda olmak her neyse, içimdeki korkuyu büyük bir nebze azalttı. O bir şekilde beni buradan çıkarırdı. Tek bildiğim buydu.  


Kim bilir… Parmak ucuyla bunu yapıyorsa dedim içimden… Korkumu azaltıyorsa… Kim bilir dedim içimden istemeden. Bunu düşünmek ne kadar doğruydu bilmem ama ben korkularımda hep yalnızdım. Babamın tüm gücüne rağmen, üstünlüğüne, insan kalabalığına rağmen… İnsan korkusunu ancak kendisi bastırabilir sanıyordum. Öyle değildi demek. Bunu da yine yirmilerimin ortasında, bir hukuk fakültesi koridorunda fark etmiştim. Kim bilirdi…  


Kapalı alandan çıktığımızda istemsizce adımlarım da hızlandı ama buna izin vermedi. “Sakin ol,” dedi yüzünü hafifçe kulağıma yaklaştırıp. “Sakin yürü, dikkat çektik. Bunu destekleme,” dedi tane tane. Adımlarım usulca yavaşladı. “Sakin ol, çıkmak üzereyiz.”  


Derin derin nefesler aldım ve kampüs kapısından çıkana kadar başımı kaldırmadım. Ne zamanki girdiğimiz yerden çıktık ancak öyle kaldırdım başımı. Elimi neredeyse kalbime bastıracaktım. Ben hep bu halktan utanırdım, ben hep biz bu halkın yüzüne bakamayacağız derdim ama artık bunu fiziken de yaşıyordum. Gerek korkarak, gerek utanarak. Çünkü biliyordum ben burada dişini tırnağına takarak okuyan, direnen, çabalayan öğrenciler için Rönesans’ta bir sanatçı, Lale devrinde bir ressamdım. Halk sefaletle kırılırken, babam lale tohumu ektiriyor ve kızı umarsızca sarayda resim çiziyordu. Dışarıdan bu şekilde gözükürken nasıl korkmayabilirdim? Kahretsin ki babamın utancını ve korkusunu da ben üstlenmiştim.  


Ecevit uzun uzun durmadı ama son kez döndü ve baktı tabelaya. Sonra yürümeye başladı.  

Hiçbir şey söylemeden arabaya bindik. Bir süre sessizce oturduk arabada. Ecevit arabayı sürmedi. Öylece okula giren öğrencileri izliyorduk. Biraz da bu konumda düşüncelere daldı. Ben geçip giden öğrenci topluluğunu görüyordum ama o ne görüyordu bilmiyordum. İki dakika civarı hiç hareket etmedi sonra kemerini bağladı. Derin bir iç çekti son kez ve arabayı çalıştırdı.  


Üniversite yolundan çıkana kadar arabada derin bir sessizlik hakimdi ve benim görevim, Ecevit’in böylesine düştüğü anlardan sonra, gözyaşlarını görsem de ve onları silsem de hiç akmamış, Ecevit hiç çökmemiş gibi davranmaktı. Hiç yaşanmamış gibi devam etmeliydim, yüzüne vurduğumu hissetmemeliydi. Bu boşluğunu gördüğümü sırtına yük diye almamalıydı.  


“Bugün mü gideceğiz Eskişehir’e?” diye sordum düz bir sesle. Ankara’nın karlı yolları yer yer buz tutmuş, yer yer taze yağan karla yumuşak kalmıştı. Arabanın hangi kısımdan geçtiğini anlayabiliyordum.  


“Şehir dışına gelmek istediğine emin misin?” diye sordu gözlerini yoldan çekmeden. Aslında ses tonunda beni korkutacak, oyun dışı bırakıldığımı hissettirecek hiçbir şey yoktu. Bu soru gelme demek de değildi ama bunun için dikkatli bir dinleyici olmak gerekirdi. Ya da bilmiyorum en azından daima diken üstünde olmamak da yeterdi. İstenmemek öyle yaralayıcı, öyle kalıcı ve öyle sahici bir histi ki her an tekrarlanacak gibi hissedilirdi. Ben mızıkçı bir çocuk değildim de beni sevmiyorlardı ya hani, o yüzden oyuna alınsam bile içimdeki kırgınlık ve korku tükenmiyordu. Sadece yüz değiştiriyordu. Bu kez beni oyundan atacaklar mı diye tetikte bekliyordum.  


Çünkü biliyordum, beni sevmiyorlardı.  


Sessizliğimden olacak gözlerini yoldan alıp birkaç saniye bana çevirdi ve göz göze geldik. Ona nasıl bakıyordum bilmiyordum ama göz kırptı ve başını salladı. Bu sessiz bir ne oldu demekti. Bir yetişkin gibi cevap vermem, en azından rol yapmam gerekiyordu. Biz oyun oynamıyorduk. “Neden gelmeyeyim ki?” diye sordum. Verebileceğim en olgun cevap buydu.  


“Şehir dışına çıkmak istemeyebilirsin.”  


“Öyle bir isteğim olmadı.”  


“Pekâlâ,” dedi Ecevit ve yeniden yola baktı. Oldukça sakindi ve gözlerindeki hüzne bir tiyatro perdesi çekmişti. Göremedim. “Ben bugün ismi aratacağım ve bulacağım, dükkanının adresini, yerini bulalım, yarın sabahtan yola çıkarız.”  


Ben de önüme döndüm ve yalnızca başımla onayladım. Daha önce Eskişehir’e gitmiş miydim? Bir kez gittiğimi anımsıyordum ama bu gezmek için değildi. Yine korumalı arabaların içinde, camdan geçtiğimiz yerleri izlemekten ibaretti. Bir siyasetçinin kızı olmak, üstelik bu babam gibi seveni ve sevmeyeni çok keskin olan bir siyasetçinin kızı olmak, hayattan uzak düşmekti. Belki bu şekilde yaşamak benim babamın tercihiydi, belki başka siyasetçilerin çocukları daha rahat yaşıyordu ama benim babam için bulunduğumuz ortam hep önemliydi ve biz nerede olursak olalım daima onu temsil eden parçalar olduğumuz için istediğimiz yere gidemezdik. Ucuz bir kahvecide, bir esnaf lokantasında, halkın yoğun olduğu bir çarşıda… Bizim ne işimiz vardı?  


Kaşlarım çatıldı ve soluklandım. Boşa geçmiş bir ömür. Kokoreci bile yirmi beş yaşında tatmıştım.

  

“Yarın yola çıkarken bize sandviç yapayım mı?” diye sordum. Bunu coşku ve büyük bir hevesle sormadım. Bir sorumlulukmuş gibi sordum.  


“Ne koyacaksın içine?” 


“Ne istersin?”  


“Bana fark etmez,” dedi. Yapma demek için bir bahane arıyor sandım. Onu yemem bunu yemem ya da sadece kendine yap. Hepsi yapmamam için birer bahane olarak sunulacak sandım. Saçma bir sessizlik oluştu aramızda. Ben bu cümlelerden birini bekledim ama o, “İçine domates peynir koymayacaksa marketten alayım diye soruyorum.”  


Bunu söyleyene kadar nefesimi tuttuğumu bile anlamadım. Elimi kalbime koyup eğilmemek için zor tuttum kendimi. Dudaklarım aralandı ve ha diye mırıldandım. Ecevit bana baktı. Anlayamadı ne yaşadığımı. Domates peynir mi koyacaktım? Yani koyacaktım da sadece onları koymayı düşünmüyordum. “Markete gitsek iyi olur ama gerek yok dersen onlarla da yaparım ben,” diyebildim.  


Benim için tek önemli olan o sandviçin reddedilmemesi ya da sadece bana teklif edilmemesiydi. Ecevit benimle ilk lokmasını paylaştığı gün de ekmeğin içinde biraz peynir ve domates vardı. O zamanlar ne lezzetli gelmişti bana. Tadı hâlâ damağımdaydı. Günlerce ondan başka bir şey girmemişti ağzıma. Şimdi anlıyordum. Helal lokmaydı o. Hüseyin ve Leyla Tarhan’ın oğlundan benim boğazıma akan helal lokmaydı. İşin içine haram karıştı mı bir pirinç tanesi bile boğazınızdan geçmek bilmezdi ama aynı iş helalden geçtiyse kuru ekmek bile su gibi, lokum gibi akıp gidiyordu. Babamın lokması haram mıydı? Helal diyemiyordum. Babam çalmıyorsa çırpmıyorsa bile, ki bundan kızı olarak ben emin değildim, hakka giriyordu. Kul hakkından daha büyük günah mı vardı? Babamın lokması hep boğazımda kalıyordu, bunu Ecevit ben yirmi beş yaşıma girdiğimde çıkagelince ve bir bankın köşesinde ekmeğinin, bir parçasını kendisine, bir parçasını köpeğe, son parçasını da bana verdiği gün anlamıştım.  


Ben yirmi beş yıldır haram lokmayı geçiriyordum boğazımdan. Benim babam bir kez temiz kaşık yemek koymamıştı soframıza. Ondan bundan yediği haklardı bizim boğazımızdan geçen. Sonra bu hayatta yediği en büyük hakkın sahibi çıkmış gelmiş o adamın kızının boğazından helal lokma geçirmişti. Ne kötüydü. Bu dünya ne çivi tutmaz, adaleti kangren olmuş bir yerdi böyle. Keşke bizim tenceremizde bir tabak bulgur pişseydi yalnızca ama ben helal lokmayı hayatını çaldığımız adamın uzattığı ekmekle tatmasaydım.  


“Sana söylüyorum,” diye yüksek sesle konuşmasa, hatta bağırmasa ben bu yükün ağırlığıyla susmaya devam edecektim.  


“Hı?”  


“Markete gidecek miyiz?” diye tekrarladı. Bu ilk soruşu gibi değildi.  


“İstersen gidelim ama sadece peynir ve domatesten de yaparım ben.”  


Ağzının içinde mırıldandı. Sanırım sabır diledi. “Bazen o kadar merak ediyorum ki kafanın içinde o an ne geçiyor diye,” dedi daha açık bir sesle. “Yani peynir domatesten sonra neyi bu kadar düşündün diye…”  


“Ben de senin kafanın içinden ne geçiyor bazen merak ediyorum,” diye karşılık verdim. Belki de karşılıklı olan tek hissimiz buydu Ecevit’le. Ve belki de sondu bu. “Eğer sen bana söylersen ben de sana söylerim,” diye de teklif ettim hatta. Merak ediyordum çoğu zaman kapalı bir kutunun içinde ne var diye. Fırsatını buldum sandım. Bana baktı. Gözlerimden çekmedi gözlerini.  


“Kafamın içinden geçenleri bilmek istemezsin,” dedi sonra.  


Yutkundum, önüme döndüm ve içimdeki sıkıntıyı nefes diye şişirdim göğsümde. “Sen de benimkini,” dedim yalnızca. Cevap vermedi bana. Bir marketin önüne park edene kadar ikimiz de konuşmadık. Markete gitmeyeli ne kadar vakit olmuştu bilmiyordum. Eve alışverişi zaten biz yapmazdık, atölye için de genelde bir liste istenirdi benden. Ecevit’le tabelası sarı ve yeşil olan marketin önünde indik. Camlarına kataloglar asılmıştı ve yılbaşının gelişiyle kar spreyi kullanılarak 2011 yazıyordu camda. Süslenmiş ağaçlar ve ışıklandırmalar vardı çoğu yerde. Sanırım bu markete yılbaşı süslerinden de gelmişti. Katalogda öyle yazıyordu. Alacağımdan değil de biraz heyecanlandım görmek için. Ecevit’in bir adım önüne geçtim ve sanki küçük çocukmuş gibi araba aradı gözlerim. Halbuki birkaç parça alacaktık, arabaya ihtiyacımız yoktu bile.  


Küçükken Hüseyin amcayla beraber, eğer ki annemi ikna edebilirsem market alışverişine gelirdim bazen. Ecevit zaman zaman bize katılırdı, zaman zaman okulda olurdu. Okuldaysa zaten döndüğünde nispet yapa yapa bıktırırdım onu. Dünyanın en eğlenceli market alışverişini yaptığımızı anlatır kıskandırmak isterdim onu. Ecevit yoksa alışveriş arabasına tek başına oturmam demekti bu. Varsa Hüseyin amca başta bizi kucak kucağa oturtur sonra araba aldığımız yiyeceklerle dolunca Ecevit’i çıkartır sadece beni bırakırdı. Ben de hiç durur muyum onu sinir etmek için arabanın içinden dil çıkarır, sataşır dururdum. Ama o gün iyi günümüzdeysek, Ecevit önceki gün arkadaşlarıyla maç yapacak diye okuldan geç dönmediyse arabanın içinden onun elini tutar, şoför gibi davranır Ecevit’te babası uyarana kadar motor sesi çıkarırdı. Bunlar öyle uzak anılardı ki markete gelmeyene ve bu arabayı sürmeyene kadar aklıma gelmemişti bile. Dudaklarım aralandı ve o anıların heyecanıyla konuşacak gibi oldum. Başımı kaldırdım, Ecevit de arabaya bakıyordu ama benden önce konuştu.  

“Arabaya gerek var mı?” diye sordu.  


Hatırlamıyordu.  


Aralanmış dudaklarım usulca kapandı ve uyardım kendimi. Firuze zorlama. “Olsun,” dedim yalnızca. “Belki evde başka eksik de hissedersin. Elimizde tutmayalım.”  


Hiçbir şey söylemedi. Arabayı sürdüm, yanımdan ilerliyordu. Boş arabanın içine baktım. Yine de o anıdan kopmak çok kolay olmadı. Kumral saçları beline kadar uzanan, üzerinde kırmızı bir elbise ve kırmızı bir toka olan kız çocuğunu görür gibi oldum. Hiç de uslu oturmamıştı arabada. Şımarmak için an kolluyordu. Arabanın önünü bir direksiyon gibi tutmuş kendisi sürüyor gibi davranıyordu. Hemen yanında da motor sesi çıkaran bir başka çocuk vardı. Birazdan o kadar şımaracaklardı ki insanları rahatsız etmesinler diye uyarılacaktı. Küçük oğlan çocuğu vın vın vın yolu açın yolu açın diye konuşuyordu. Babası her durduğunda kırmızı ışık yanmış gibi davranıyordu. Başka bir araba görürse babasına hızlanması için baskı yapıyordu çünkü Firuze’yi kimse geçemesin istiyordu. Bazen Firuze’nin listede olmayan ama istediği yiyecekleri gizlice alıp Firuze’nin eteğinin içine bırakıyordu ve kız onları büyük bir ustalıkla saklıyordu. Burukça gülümsedim. Ne kadar uyumla oyun oynuyorlardı.  


“Kızım sen beni dinlemiyor musun?”  


Sonra yetişkinlerin sesi girdi araya ve iki çocuk gözlerimin önünden kayboldu. “Efendim?” 

 

“Hangi reyona gidelim?”  


Gözlerimi kırpıştırdım ve büyük markette ortalığa bakındım. Kafamı toplamaya çalıştım. “Eee… Şey. Peynire gidelim,” dedim aklıma ilk geleni sunup. Ecevit bir adım önümden yürüdü ama araba hizasındaydı. Onu takip ediyordum. Koca bir peynir reyonunun önünde durdum.  


Tam yağlı beyaz peynir; 6.95. Dil peyniri; 3.60. Krem peynir; 4.35. Örgü peynir; 3.45.  


“Hangi çeşidi arıyorsun?”  

“Mozzarella.”  


“Ne?” 


Suratındaki hı ifadesini görünce sesimi duymadı sandım. “Mozzarella,” diye tekrar ettim.  

Gülerek kafasını peynir reyonuna çevirdi. “Olmadan kahvaltı edemem,” dedi.  


“Ne?”  


“Yok bir şey, bul bakalım o dediğini.”  


Yeniden peynir reyonuna baktım. İkinci tarayışta üst rafta, suda halini buldum. Diğer peynirlere oranla fiyatsal açıdan çok fark yoktu ama her pakette bir top olduğu için daha pahalıya geliyordu.


“İstersen sen seç, benim param olmadığı için ben ödeyemeyeceğim,” dedim. O kadar fakirdim ki son birkaç gündür, her şeyi Ecevit alıyordu. Su alacak param bile yoktu.  


“Yok yok al sen istediğini, kasada kalırsak paspas atarız. Alıştık zaten temizlik yapmaya.”  

Zaten ben de minicik bir onay bekliyordum üst rafa uzanmak için. Çok anlamadan dediğini uzandım ama asılı kaldı elim orada. “Paspas mı atarız?”  

Kafasını el attığım yere çevirdi ve etiketten okudu. “Mozzarella yemek için değer bence.”  


“Ecevit benimle alay mı ediyorsun?” diye sordum. Oldukça üzgündüm bunu söylerken. Alay mı ediyordu yoksa ciddi miydi çıkaramıyordum bazen. Ecevit zaman zaman en olmadık anda şaka yapmaya başlıyordu. Bu dediğimle beraber nasıl oldu anlayamadığım şekilde; sahiden, tüm içiyle, kalbinden gelerek güldü. Donakaldım olduğum yerde. Gözünün altında minicik bir çukur vardı. Gülünce ortaya çıktığı için bana göre gamze sayılırdı. Göz gamzesiydi onun. O çukuru görmek, gözlerinin içinin güldüğüne delaletti. Bu gülüş zihnimde yağmur bekleyen bir toprağa yaz yağmuru gibi şiddetle, beklenmedik anda yağdı. Ekinler kurumak, kavurucu bir güneşin altında ölmek üzereydi de halkın yağmur duası karşılık bulmuştu. En umutsuz anda, ben bile buğdayımdan, ayçiçeğimden, pamuğumdan vazgeçmişken; halk bu tarlada umut ararken, kışın akıbeti bu toprakta yatan ekinin bereketiyle belli olacakken Ecevit’in bu beklenmedik gülüşü yağmur oldu toprağıma yağdı. Ne yapacağımı bilemedim. Yağmurdan umudumu kestiğimi yağmur yağınca fark ettim. Yüzü toprağa bakan bir halkın heyecanını hissettim onun gülen yüzüne bakarken. Halk tarlanın başında, yağmurun altında, ellerini gökyüzüne açmış şükrediyorken hiçbir farkım yoktu onlardan. Ecevit gülüyordu. Ecevit ne güzel gülüyordu… 


Güzel olan daima bir güneşle tanımlanıyordu. Resimlerde, romanlarda, şiirlerde… Çünkü güneş sıcaktı, güneş sarıydı. O an fark ettim güneş yakıcıydı da. Fazlası kuraklık, çoğu bir çiftçinin kabusuydu. Ama yaz yağmuru öyle miydi? Güzel olan o kavuran güneşin orta yerinde yağmaya başlayan yağmurdu. Kıymetli olan duaya istenendi. Beklenen, hoş karşılana ve özlenen. Karnıma ve kalbime ağrılar girdi. Yağmurun altında sırılsıklam oldum. Bu yağmur bir daha ne zaman yağar bilmediğim için baktım. Başka köyleri kıskandıracak bir bereketle yağdı saniyeler boyunca. Beyaz dişleri, minik çukuru, bir ip gibi silikleşen güzel gözleri. Allah’ım Ecevit ne güzel gülüyordu. Sanki ölüm hiç yokmuş gibi.  


Benim için kurumaya yüz tutmuş ekini kurtaran gülüşün sahibi, elimin altından paketi çekti aldı. “Bunun bir de yarısı su,” dedi ve paketi kurcaladı. “Bir de bir tane var içinde.” İki paket daha aldı ve sepetin içine bıraktı. Benim bakışlarımı görmeyene kadar da duraksamadı, gülümsemesini soldurmadı. Bana bakınca gülüşü, yüzümdeki vurgundan sonra yavaş yavaş eksildi. “Ne oldu?” diye sordu. Parmağını şıklattı bir kez yüzümün önünde. “Sana söylüyorum,” dedi. Elimi reyondan çektim ve sepete baktım. Soluklandım, gözlerimi kapattım. Sakın unutma Firuze. Sakın ola ki unutma. Yüzlerce defa çizmeden sakın unutma.  


“Bir şey yok,” diyebildim.  


“Başka ne alacağız söyle bakalım.”  


Arabayı artık o sürüyordu. Alnımı ovuşturdum ve sadece onu düşünmeye çalıştım. Yapacağım sandviçi unuttum adeta. Gerisinde kalınca bana seslendi. “Tamam gel gel, paspas attırmayacağım korkma. Hangi reyona gidelim?”  


Koca marketin orta yerinde küçük bir köyden İstanbul’a gitmiş gibi hissettim kendimi. Reyonlara baktım birkaç kez, “Şuraya,” dedim sosların olduğu reyonu gösterirken. Ecevit arabasıyla önden yürüdü gitti, peşine takıldım. Market bu karlı günde çok da kalabalık değildi. “Hangi sosu alacaksın?” diye sordu. Küçük kavanozlar ve plastik şişeler insanı hipnoz edecek kadar düzenle sıralanmıştı.  


“Bakıyorum,” dedim.  


“Adını söyle ben de bakayım.”  


Neden sorduğunu anladım da söylemedim. Biraz utandım, biraz alay etmesini istemedim. Kendim bulacak ve arabaya koyacaktım. Adını da söylemeyecektim. Kaşlarım çatık, tüm suratsızlığımla rafları süzmeye başladım. “Söyle söyle alay etmeyeceğim.”  


“Ecevit git başımdan.”  


“Allah aşkına söyle.”  


Belki yeniden güler diye, belki benimle eğleniyor bile olsa keyfi yerinde diye, gözyaşı döktükten sonra biraz olsun onu iyi hissettirecek diye söyledim. Yoksa söylemezdim. Kararlarımdan bu kadar çabuk dönen biri değildim. “Pesto!”  


Yüzüne baktım. Yapmaması gereken bir şey yaptı ve gülüşünü engelledi. Dudaklarını birbirine bastırdı, gözlerini küçülttü ve sahte bir ciddiyetle çok anlayışlıymış gibi başını salladı. “Söyle söyle içinde kalmasın,” dedim ben de onun gibi. Yutkundu ve başını salladı iki yana. Gülseydi ya… Kızmayacaktım. Kızmış gibi yapacaktım ama asla kızmayacaktım. “Söyle ya söyle.”  


“Yok bir şey tamam.” 


“Hayır söyle ya, ne oldu? Söyle.”  


“Paspastan sonra rafların tozunu da aldıracaklar.”  


Gülecektim. İçimde biraz olsun gurur kalmasa, eğilip burnumu yerden alsam gülecektim ama tuttum kendimi. Yeniden rafa baktım ve bu kez buldum. Gördüğüm küçük kavanoza uzandım ve “Ha ha, çok komiksin,” dedim pesto sosu alırken. Sepete koydum.  


“Öyle söylerler.”  


“Kim söylediyse yalan söylemiş.”  


“Yalancı,” dedi arkamdan. İki arka tarafta koca bir boşluk ve geniş bir meyve sebze alanı vardı. Gittim poşet aldım ve küçük bir marul seçtim. Biraz çeri domates aldım. “Nar ekşisi var mıydı evde?” diye sordum.  


“Vardı da,” dedi sepetin içinde bakarken. “Tam olarak ortaya ne çıkacak merak ediyorum,” diye söylenmeye devam etti. Yani artık paspas mı atacağız, toz mu alacağız bilmiyordum ama gittim üstüne taze sıkım portakal suyu da aldım. Elim hangisine alışıksa ona gitti, “Portakal tarlasına ortak oluyoruz galiba,” dedi arkamdan. Kabul diğer markalara göre biraz pahalıydı. Geri koyup daha uygun bir şey alacak oldum ama izin vermedi sepete koydu.  


“Yürü hadi yürü, iki paspas fazla atarız ne olacak?”  


“Ecevit!” dedim ama hiç umurunda bile olmadı. Beni bırakıp giderken raftan krema da aldım peşinden gittim hızlı adımlarla. Belki akşam yemeğinde lazım olurdu. Ecevit kremayı kasada görecekti. Mandalina seçip koydu bir torbaya. Onu da sepete ekledi. Ayran aldı bir şişe sonra raflar arasında dolaşmaya başladı. Arabayı almam anlam kazandı. Ecevit bir pakette çay aldı. Niye bilmem, beni de ne ilgilendiriyorsa artık, “Evde çay vardı,” dedim. Galiba o da benim buna müdahale ettiğimi anlamadı. Duraksadı ve bana baktı. Hiçbir şey seçemediğim yüzüyle, birkaç saniye boyunca uzun uzun bana baktı. Ağzından dolu dolu bir sana ne sorusu bekler oldum. Elimdeki kremayı sakladım. Bana sanırım sana ne derse usulca yerine koyacaktım. Biraz ürkerek gözlerine baksam da bu bakışmayı o sonlandırdı. Sonra önüne döndü. Verdiği cevap baktığı ana ait değildi anlıyordum.  

“Yedeği olmayınca tetikleniyorum,” demeyi tercih etti alay dolu bir edayla. “Senin mozzarellasız kalman gibi bir şey. Oradan empati kur.”  


“Ha ha.”  


Toz deterjan da sepete attı. Gözlerim yılbaşı eşyalarını arıyordu. Göremeden çıkacağım sanırken kasa yolunda orta yere konulmuş raflarda gördüm. Hiçbir şey söylemeden hızlıca gittim yanlarına. Çok bir şey kalmamıştı. Birkaç ağaç süsü vardı, bir de bardaklar. Bir fincanı aldım elime. Beyazdı yer yer renkli benekler vardı üzerinde. Orta yerindeyse noel baba. Noel babanın yüzü kabartma olarak işlenmişti, beyaz sakalları beyaz bardakta zor seçiliyordu. Kırmızı da bir şapkası vardı. Param olsaydı bunu Ecevit’e hediye almak isterdim. O kabul etmezdi ama evine bırakıp giderdim. Belki benden sonra atardı ama yine de birkaç günde olsa rafında dururdu. Belki birkaç kez de olsa kullanırdı. Çay içerdi.  


“Bana biraz borç verebilir misin?” diye sordum ona bakıp.  

Onun parasıyla ona hediye alıyordum. Yalnızca iki buçuk lira bana borç veremez miydi? 

Elimdeki bardağa baktı. Eğer ki hayır derse kasada bunu ayırmalarını istesem ayırırlar mıydı? Gelip alacaktım. Son bir tane kalmıştı. Ecevit’in dikkatli bakışları bardaktaydı. Belki de bu aramızdaki anlaşmaya hizmet etmiyordu sandviç gibi. Bakışlarından bunu fark ettim. Ben ne yapıyordum ki? On sekiz yıldır bir kez bile yılbaşı için tek parça eşya almamıştım. Hiç anlam veremedim bu içimdeki garip heyecana. Ecevit’le aynı anlamsızlığı paylaştım. Haklı buldum onu. 


Çıkardığım kutusuna geri koydum ve yerine bıraktım. “Hadi gel gidelim,” dedim yalnızca. Biraz da gülümsemeye çalıştım. Alındığımı düşünmesin, bana çocuk muamelesi yapmasın diye. Ben de anlam veremiyordum bu halime, sorsa etse açıklayamazdım kendimi. Böyle küçük saçma heyecanlar, hayatın akışında, öylesine heyecanlar… Kulağa gereksiz geliyordu. Alınmadığımı belli etmek için şaka bile yapmaya çalıştım. “Daha paspas atacağız. İşimiz çok hadi,” dedim ve boş olan ilk kasaya yöneldim.  


Genç bir kız vardı kasada. Benim yüzüme biraz uzun uzun baktı. Benzetti ya da çıkaramadı bilmiyordum ama hızla kasa sonuna geçtim poşetlemek için. Kız ara ara yüzüme bakıyordu ve Ecevit’in verdiklerini okutuyordu. Kasanın çevresinde yılbaşı sepetleri konulmuştu. İçinde içki olmayan koca bir paket otuz beş liraydı. Merakla içine baktım. Hemen yanında da sanırım en pahalı paket vardı. Kocamandı ve içinde 3 çeşit şarap, votka, viski, rakı ve daha fazlası vardı. Premium yazıyordu üstünde. Yüz otuz beş Türk lirasıydı.  


Paketleri bir taraftan inceliyor, bir taraftan da poşetliyordum aldıklarımızı. Elime köşeleri olan bir kutu geldiğinde sepetlerden aldım gözümü ve baktım. Az önce yerine bıraktığım kutu olduğunu anlamadım başta. Çevirdim ve önüne baktım. Hayır oydu. Noel babalı bardaktı. Kendimden bile şüphe ettim sepet yerine arabaya mı koydum diye. Önce kutuya baktım şaşkınca sonra kafamı kaldırdım Ecevit’e. Hayır ben sepete bırakmıştım, Ecevit arabayla gerimde duruyordu o an.  

Şaşkınlığıma tatlı bir heyecan eklendi. Daha sıkı tuttum bardağı. Bana bakmıyordu, kasayla ilgileniyordu. “Ecevit,” desem de çevirmedi başını. Oldukça ciddiydi yüzü. “Ne kadar tuttu?” diye sordu yüzündeki ifadeyi destekleyen bir sesle. Kasiyer kız da fark etti, Ecevit’e baktı bir sorun olup olmadığını anlamak için ama bir karşılığı olmadı.  


“Yirmi dokuz lira elli kuruş,” dedi kadın temkinli bir sesle. Ecevit cüzdanını çıkardığında ben de hızlandım ve kutumu ayırdım köşeye. Bir çocuğa park dönüşü istediği dondurma alınmış gibi, en beklenmedik anda çikolata uzatılmış gibi sevindi içim. Akşam uyurken aklıma gelecekti bu bardak biliyordum. Ecevit almıştı, niye almıştı bilmiyordum ama aldığı için memnun olmadığı her halinden belliydi. Olsun dedim. Ben onun bu suratsızlığına katlanırım ama yedi yaşındaki küçük bir çocuğun gece vakti o bardağı alamadığı için üzülmesine katlanamam. Varsın olsun. O memnun olmasın. Belki o da bir çocuğa aldı. Onu mutsuzlaştıran sevmediği bir yetişkinin elinde tutması ama almasını sağlayan, vicdanını dürten bir zamanlar çok sevdiği bir çocuk.  


İki ayrı torba yaptım aldıklarımızı. Birini alacaktım ama Ecevit “Bırak sen,” deyince dokunmadım. Ben de zaten iki elimi de kutumu sıkıca tutmak için kullanmak istiyordum. Ecevit iki torbayı da tek eliyle tuttu ve kaldırdı, bana bakmadan ve bir şey söylemeden yürümeye başladı. Sıkıca tuttum kutumu. Alttan da destek sağladım olur da kutudan düşer diye. Kasadaki genç kıza gülümsedim ve “Kolay gelsin,” dedim. Neredeyse el sallayacaktım. Kız o an anladı benzettiği kişi olmadığımı. Yoksa koskoca Atilla Akın’ın kızı neden iki buçuk liralık bir bardağa bu kadar sevinsin?  


Ecevit arka koltuğa yerleştirene kadar poşetleri ben yerimi aldım bile. Kucağıma bıraktım kutuyu, iki elimi de koydum üzerine zarar gelmesin diye. Kalbim biraz hızlı atıyordu. Bu bardağı bu kadar isterken nasıl kolayca bırakıp gitmiştim öyle? Her şeyden nasıl da çabuk kopuyordum elimdeki bardağa bakarken fark ettim. Şimdiye kadar kaç isteğimden vazgeçmiştim kim bilir böyle. Ecevit arabaya binince, “Ben sana borcumu ödeyeceğim en kısa zamanda,” dedim. Onun parasıyla ona hediye almak istemezdim. Hiçbir şey söylemedi. Görüyordum, morali çok bozuktu. Hiç gözüne batmadım. Aldığına memnun değildi zaten ama pişman da olmasın diye sustum. Bardağımı çıkarıp bakmak, yeni bir kalemi olmuş birinci sınıf öğrencisi gibi elinde tutmak, belki öğretmenine göstermek, arkadaşlarına nispet yapmak, herkesin dönüp bir kez kalemine bakması istemek gibi hayallerim oldu… Yapmadım, bir yetişkin gibi sabırla oturdum.  


Yeni yıla Ecevit’e hediye alarak girmek, sadece oyun arkadaşıma değil Ecevit’e de hediye almak, istedim. O aldı ama yine de almış sayıldım. İsteğim gerçekleşti. Dilimin ucu dudaklarımın arasında yola baktım. Gizlice mutfak dolabına bırakacaktım. Al derse de alacağım aklımda diyecektim. Sonra da hiç almayacaktım. Belki bir gün hiç bardağı kalmazsa temizde, kullanmak zorunda kalırdı.  

Yalnızca yoldayken telefonla konuştu. Bize verilen hukuk müşavirinin adını söyledi. Elimizdeki bilgileri verdi, haber beklediğini söyledi. Bu konuştuğu kişiler kimdi bilmiyordum, nereden tanışıyorlardı onu da bilmiyordum. Sadece Ecevit bu çevreyi nereden edinmiş onu merak ediyordum ama soramıyordum da. Alacağım cevabı üç aşağı beş yukarı değil, büsbütün tahmin edebiliyordum. Eksiksiz, noktası virgülüne kadar.  


Ellerim kutunun çevresine sarılı yolun bitmesini bekledim. Otoparkta inince de yalnızca kutuyu tuttum. Ecevit torbaları tek elinde birleştirdi, asansöre doğru yürüdü sessizce. İkimiz de aynaya yasladık ve dijital ekranı takip ettik. Evinin olduğu kata geldiğimizde önce benim geçmemi bekledi, ben yürüyünce arkamdan indi. Kapıyı açmasını bekledim, ayakkabılarımı çıkarırken biraz zorlandım ama bardağımı devirmeden çıkarmayı başardım çizmelerimi.  


Ecevit hiç beklemeden torbadaki ürünleri çıkarıp yerleştirmeye başladı. “Yarın Eskişehir’e gidiyoruz o zaman?”  


“Muhtemelen,” dedi poşeti boşaltmaya devam ederken. Aldığı toz deterjanı masanın üzerine koyarken elini sandalyenin başlığına yasladı ve bana baktı. Hiç beklemediğim bir anda, “Dikişlerin ne durumda?” diye sordu. Bunu beklemiyordum. İçimde günlerdir uygun koşullarda büyüttüğüm bir tohum vardı. Yeteri kadar su, biraz güneş, gerekirse yağmur, ne az ne fazla bir sıcaklık, hatta sevgi… Evet sevgi. Sevgisiz bir tohum da büyüyemez. Tıpkı bir insanın yaşayamayacağı gibi. Tohum filiz vermişti. Bunca uygun koşul arasında boy vermezse zaten yazıklar olsundu ona. Toprağımdan bitmiş yeşil birkaç yaprak vardı. Bu soruyla beraber tüm uygun koşullar beni terk etti. Ecevit’in sorduğu soru değil belki ama bunca uygun koşul ansızın beni terk edince, korkunç bir yağmur bastırınca, sıcaklık müthiş hızda düşünce, suyun kaynağı kuruyunca ve sevgi içimden çekilince kendimi pek kötü hissettim. Neredeyse gözlerim dolacaktı da durdurdum kendimi. Bu böyle olmamalıydı, böyle yapmamalıydım.  


Dilimi dikişlerimde gezdirdim. “Bilmiyorum ki,” dedim kısık sesle. “Yemek yerken acımıyor eskisi gibi.” Doğruca cevap verdim. Ben zaten pek yalan söyleyecek biri değildim. Bu dürüstlüğümden gelmiyordu lakin tümüyle ihtiyaç duymadığımdandı. Yalan, ihtiyaç temelinde doğardı. Benim yalana ihtiyacım yoktu. Doğrunun bana yapacağı eziyet gözümde büyümüyordu. Ama şimdi, tam şimdi, bu noktada, dürüst olduktan hemen sonra içimdeki ihtiyaç nüksetti. Keşke dedim. Keşke yalan söyleseydim… Nereye kadar? Belki içimdeki üç beş yaprak biraz daha büyüyene kadar. Nereye kadar? Benim bir umut tohumdan vazgeçmeyeceğim, bu evde olduğu kadar olmasın yine ona uygun koşulları sağlayabilmek için çabalayacağım noktaya gelene kadar.  


Ecevit elini cebine attı ve telefonunu çıkardı. Usulca elimdeki bardağı masaya koydum. Elimden düşürmekten korktum. Uygun koşullar beni terk etmişti ve kalbim yanlış yapılan bir deney gibi patlamaya köpürmeye hazırdı. Ecevit telefonunun fenerini açtı. “Aç bakalım ağzını,” dedi bir doktor edasıyla.  


“İstersen gidip aldıralım,” dedim titrek bir sesle. Bunu istediğini hissediyordum. Bunun ne demek

olduğunu da biliyordum. Neden istediğini de biliyordum. Gözlerim masadaki bardak kutusuna kaydı. Onun yüzünden miydi? Bardağı taşıran son damla gibi hissettim. Yaptığım son hadsizlik, sınırı aşan son noktaydı sanki. Keşke almasaydım. Buraya iyice yerleştiğimi hissetmişti belki de. Bu onu rahatsız etmişti ya da. Şimdi dikişlerime bakacak ve vaktin geldiğini söyleyecekti.  


“Bu benim isteğimle olacak iş mi?” diye sordu ve parmak ucuyla çeneme dokundu. “Aç bakayım

ağzını,” diye tekrarladı. Artık açmaktan başka şansım yoktu. Gözlerimi kapattım ve dudaklarımı araladım. Gelecek cümleyi bekledim sabırla. Sakın ola ki bir çocuk gibi mızmızlanma Firuze! Sakın! Günlerdir evindesin. Ama o kendisi getirdi? Getirdiyse getirdi! Yüz verdi astarını istiyorsun. O getirmese ben gelmeyecektim ki? Getirdi diye evin sahibi gibi mi davranacaksın? Bardak çanak mı alacaksın? Sus! Sakın şımarıklık yapma.  


Geri çekildiğinde ben de ağzımı kapattım ve gözlerimi açtım. Başımı biraz indirdim. İçimde adeta bir ağlama dürtüsü vardı. Aklımı kaçıracaktım. Başım Ecevit’in göğsüyle aynı hizadaydı. Gömleğinin düğmelerine bakıyordum. “Gidelim mi?” diye sordum. Bazı şeyler beni kovalamasın diye ben onların peşinden koşuyordum.  


“Yok,” dedi ama o ve geri adım attı. Boşalttığı poşetleri başka bir torbaya koydu. Onu takip etti gözlerim. “Daha değil, yaran kaynamamış. Bir iki gün daha kalsın, haftası dolsun. Sonra gider gösteririz doktora.”  


Gitmemi istemiyor muydu? Tamam bunu kalmam için söylemiyordu ama ben sanmıştım ki gidişimi hızlandırmak içindi bu çabası. Sadece gerçekten yarama mı bakmak istemişti? “Emin misin?” diye sordum yine de. Uygun koşullar son sürat yine içimi doldurmadan önce ona sormak istedim. Bu soru yaram için değildi, belki fark etti belki etmedi ama yaram için yanıt verdi o.  

“Eminim Firuze, sen tamamen iyileştiğini mi hissediyorsun?”  


Başımı hızla iki yana salladım. “Hayır,” dedim hemen. Biraz doğru biraz yalan. O hastaneden çıktığım gece, kapının önünde tir tir titrerken bedenimde ağrımayan, canımı yakmayan, tek bir parçam bile yoktu. Öleceğimi değil sürüneceğimi hissediyordum. Eğer ki atölyeye gitseydim, bir başıma yatsaydım orada bugün değil böyle ayakta oradan oraya gitmek, beni bıraktıkları yerde, yatağımın içinde inim inim inliyor olurdum. Biliyordum. Ama şimdi iyi olmam, iyi hissetmem tamamen iyileştiğimi göstermezdi ki? Hem o da söylemişti işte. Yaram daha tam kaynamamıştı. Hızlı iyileşmem tamamen iyileştiğim anlamına gelmezdi ki. Bir sandalye çektim ve oturdum.  


“Çamaşır yıkayacağım,” dedi Ecevit. “Yıkamak istediğin bir şeyin varsa makineye at.”  

Bana bakmadan söyledi bunları ama gözlerim irice açıldı. Bir an havlunun altına gizleme oyunumu öğrendi sandım. “Ne gibi?” diye sordum.  


“Nasıl ne gibi? Kirli bir şeyin varsa makineye at işte yıkayacak makine. Hayatında hiç çamaşır da yıkamadın sen anladım ama biz normal insanlar kendi çamaşırımızı kendimiz yıkıyoruz,” dedi. Alay etmiyordu, oldukça ciddiydi. Hayır korktuğum şey de olmamıştı, görmemişti. Bu bana yıkanmak istersen yıkan demek gibiydi. İnsanlık namına soruyordu. Neredeyse bütün kıyafetlerimi yıkamak istiyordum. Eğer ki makinenin içine sıkıştırırsam ve makine durur durmaz alırsam içinden her şeyimi… 


Lakin annem evimize misafir gelecek olursa kesinlikle onun kıyafetleriyle bizim kıyafetlerimizi aynı yerde yıkatmazdı. Bunu biliyordum. Belki sebep bu ya Ecevit de rahatsız olur sandım. Kafama yerleşen doğru buydu. “İstersen ben senden sonra atayım makineye beraber yıkanmasın,” dedim. Çünkü iç çamaşırlarımı da atacaktım. Belki o, onları da yıkamak istediğimi bilmiyordu.  


“O niye?” diye sorarken bana baktı.  


“Beraber yıkanmasından rahatsız olursun belki…” Her söylediğim infial yaratıyordu adeta. Kendimi dünya üzerinde en cahil kişi gibi hissettim.  


“Sen rahatsız mı oluyorsun?” diye sordu.  


Hızla, “Asla,” dedim. “Hayır asla. Ben değil. Sen…”  


“Ruh hastası mıyım ben?” Sanırım bu rahatsız olmayacağını gösteriyordu. “Çamaşır makinesi bulmuşuz bir de bunu mu düşüneceğiz? Allah’ım sen akıl fikir ver,” dedi ve odaya doğru gitti. Birkaç parça kıyafet ayıkladı ve üzerinde uyuduğum nevresim takımını da aldı. Çamaşırların hepsini makineye yerleştirirken aldığı deterjanı da açtı, makinenin üzerindeki şeffaf kaba boşalttı. Ben de kalktım ayağa. Odaya gittim. O gün aldığım ve yıkamadan giydiğim kıyafetleri topladım. Avucumda tutmuş kapının önünde Ecevit’e bakıyordum. Elimdekilere uzandı ve onları da attı. Ben fırsat bulacak mıyım diye beklerken çıktı banyodan kendi kıyafetlerinden iki parça daha getirdi bana.  

“Al bunları da, üstündekileri de çıkar. Her şeyi hazır, başlama düğmesine bas kapağı kapattıktan sonra.” Derin bir nefes aldım adeta. Kapıyı kapattım hemen, üstümde ne var ne yok çıkardım. İç çamaşırlarım açık renkti ama umurumda olmadı gizleyebileceğim kadar arkaya gizledim. Elle yıkamak yeterince temiz hissettirmiyordu. Ecevit’in verdiği kıyafetleri giydim. Sütyenimi de çıkarınca aynadan kendime çekinerek baktım ama hayır üzerimdeki o kadar boldu ki sütyenim olmadığı belli değildi. Zaten göğüslerim de çok büyük değildi, bazen bazı kıyafetlerin içinde giymemem gerektiğinde gönül rahatlığıyla giymezdim.  


Makinenin kapağını kapattım ve başlama düğmesini buldum. Önünde çöktüm, çalışmasını bekledim. Başaramadıysam ve Ecevit gelip müdahale ederse, sonra bir şey olur da ağzını açarsa ne bileyim kurcalarsa… Türlü türlü şey geldi aklıma. Makine önce ses çıkardı sonra yavaşça su biriktirmeye başladı. Tamam çalışıyordu. Sonraki görevim durur durmaz içinden çamaşırlarımı almaktı. Sabah burada bıraktığım nemlendiriciyi aldım, yine kendi malım gibi açıkta olan yerlerime sürdüm. Yüzümü yıkadım, makyajı çıkardım elimden geldiğince.  


Banyo kapısını aralarken Ecevit’i banyoya doğru, bir koltuğun köşesine oturmuş şekilde beklemiyordum. Yakalanmış gibi duraksadım. Neredeyse ellerim havada kaldı. “Ne oldu?” diye sordum.  


“Açabildin mi?”  


“Evet?”  


Birbirimize baktık, bu o kadar anlamsız bir yere gitti ki ikimiz de aynı anda kafa salladık ne bakıyorsun der gibi. Ecevit başını durdurduğunda bu kez ben tekrar salladım. Sonra yine o… “Ne oldu?” dedim. Şu makine bir an önce durmalıydı ve ben içindekileri almalıydım.  

“Çıksana.”  


“Niye?”  


“İznin olursa bir duş alayım diyorum.”  


Ellerimi başıma sarıp yere çökmek istiyordum. Bu makine ne kadar süre sonra duracaktı? Ecevit’in içeride olduğu vakitle çakışırsa makineyi de boşaltırdı. “Tamam gel al,” dedim banyoyu işaret edip. Ecevit yerinden kıpırdamadan bana baktı. O da ben de bir eylem bekliyorduk ama eylemsiz şekilde duruyorduk yerimizde.  


“Yine iznin olursa içeride tek olmak isterim.”  


Halimi göstermek için elini bana doğru uzattı ve beni işaret etti. Ben de onun beni süzdüğü gibi kendimi süzdüm. “Hı,” dedim irkilerek. Bir tavşan gibi banyonun içinden dışına doğru zıpladım. O kadar utandım ki bu halimden… Kendimi…. Evet kendimi hayatımda ilk defa sapık gibi hissettim. İçimden tokatlamasam suratımı, okkalı şekilde sarsmasam kendimi içeride olduğum hali hayal edecek daha da harap edecektim kendimi. O kadar ayıp bir şeydi ki bu, kendi içimde yer yarılsa da içine girseydim ben. Nefes nefese kaldım. Ne ayıptı… Allah’ım ne ayıptı her şey! Ne ayıp şeyler düşünmeye tenezzül ediyordum. “Pardon ben… Tamam gel. Sen duş al. Ben asla girmeyeceğim banyoya. Gerçekten.”  


“Yemin etmen lazım.”  


“Yemin ederim,” Yüzüne bakmasam nasıl bir alaya malzeme olduğumu anlamayacaktım. Adeta gülüyordu bana. Eli içeri girmeden gömleğinin düğmesine gitti.  


“Ecevit!” diye bağırırken buldum kendimi. Benimle çok alay ediyordu. O kadar alay ediyordu ki bu hayatı boyunca alaya maruz kalmamış ben için çok zordu. İnanılmaz derecede bozuluyor, kendimi salak gibi hissediyordum ve gülmüyordum da. Hiçbir şey söylemeden banyoya girdiğinde yine kendimi tutamadım ve “Ecevit!” diye bağırdım.  


“Firuze!” diye karşılık verdi.  


Bu kez kızmak için değil, söyleyecek bir şeyim olduğu için bağırmıştım. “Makine durunca açma olur mu? Benim içinden alacağım var. Olur mu Ecevit?”  


Hayır derse, sebebini sorgularsa, açacağım derse, ne var diye sorarsa verecek cevabım yoktu. Yalnızca biliyordum ki kalbim bir yumruk gibi çarpıyordu göğsüme ve benim artık yere çöküp ellerimi başıma sarmaktan başka çarem kalmamıştı. Makineye baktı sonra bana. Kapıyı yüzüme kapatmadan önce, “Tamam,” dedi anlayışla ve üzerimden koca bir yükü aldı. Fark etmeden tuttuğum nefesi geri versem de yanaklarım, kulaklarımla eş değer şekilde yanıyordu. Başımın içinde bir soba yanıyordu sanki. Ecevit kapıyı kilitlemeden su sesi geldi. Kapıdan uzaklaştım, açacağımdan değildi, sadece beni alay ederek telaşa sürüklediğindendi bu tavrım. Tezgâha tutundum ve bir bardak su doldurdum. Öyle damacanaya gitmeye kadar bile mecalim yoktu. İçtim suyu lıkır lıkır. Bardağı yanan yanaklarıma bastırdım. Sonra geçtim mutfak masasında oturdum biraz.  


İçeriden ritmik şekilde gelen su sesi gözlerimi kapattığım an bir tabloya dönüşüyordu. Suyun zemine çarptığı anı çizip boyuyordu zihnim. Bunu yapmak da beni utandırdı ve kötü hissettirdi. Açtım gözlerimi ve ortalığa bakındım. Aldığım bardağı kutusundan çıkardım. Kalktım onu bir güzel yıkadım ve kuruladım. Ecevit’in bardak dolabında en arkaya sıkıştırdım. Dolmuş olan bulaşık makinesine baktım. Boş durmak istemedim ama evini de kurcalamak doğru gelmedi. Bulaşık makinesine kullanılacak kapsül ortalıkta olmasaydı kurcalayıp bulmazdım. Kapsülü yerine koydum ve makineyi çalıştırdım. Marketten aldığım marulu çıkardım, atölyede yaptığım gibi yıkayıp kurulayacak öyle dolaba koyacaktım. Parça parça uğraşmamış olurduk. Ben gidene kadar bitmezse eğer marul Ecevit kolayca kullanırdı hem. Dolapta çürüyüp gitmezdi.  


Başımda yanan soba, onunla bununla ilgilenmekten, odun taşıyamayınca yavaş yavaş sönmeye başlayınca kulaklarımdaki ve yanaklarımdaki yangı azaldı. Elim değdi diye mi bilmiyorum ama marulları yıkayıp kuruladıktan sonra, koymak için uygun bir kap ararken başka kap da buldum. Bunun içine de domatesli yıkayıp koyarım diye düşündüm. Marulların altına ve aralarına kâğıt havlular yerleştirerek sıraladım. Bunlar bu halde bir hafta bile bozulmazdı. Dolaptan alınan domatesleri de çıkarayım derken diğer sebzeleri de çıkardım. Ecevit genel anlamda temiz ve tertipli bir adamdı. Kirli bulaşık hiç bırakmazdı, evini de ben uyurken temizliyordu sanırım. Banyoda bulunan viledanın içindeki su her gün değiştiriliyordu. Oradan fark ediyordum.  


Avucumun içindeki yara bandı ıslandı ama duraksamadı. Yeniden takardık. Ecevit’in dolabındaki her şeyi kullanılmaya hazır hale getirmek istedim o an sadece. Domatesleri güzelce yıkayıp kuruladım. Onları da kaba aldım. Brokoli vardı bir paketin içinde. Yer yer sararmaya başlamıştı. Bir gün daha zor dayanırdı. Onu köşeye ayırdım. Akşam kullanırdık. Yumuşamaya başlamış olan her sebzeyi ayıkladım tazelerini de temiz poşetlere ya da varsa kaplara koydum. Ben patlıcanlarla ilgilenirken içeriden gelen su sesi kesildi. Makinenin sesi geliyordu ama daha. Ecevit giyinmek için bir süre daha içeride kalır diye düşündüm. Elimi de hızlandırdım. O çıkmadan ben mutfaktan çıkmak istedim ama hatırlayamadım. Ecevit duşa girmeden önce yanına kıyafet almamıştı.  


Kilitlenmemiş kapı açıldığında biraz yakalanmanın verdiği telaşla biraz da refleksle kafamı banyo kapısına çevirdim. Ecevit üzerinde siyah bir bornozla, saçları ve sakalları sırılsıklamken kapının eşiğindeydi. Saçlarından dökülen su damlaları, yazın insanın bakarak bile içini ferahlatacak bir cam şişenin üzerindeki damlaların şişenin üzerinde süzülmesi gibi yüzünde süzülüyordu. Hava o kadar sıcak olurdu ki elimiz istemsizce şişeye gider, şişeyi kavrar ve o su damlalarının avucumuzu ıslatmasına izin verirdik. Şişeyi bu kadar buğulandıran o içeceğin nasıl soğuk olabileceğini hayal eder can atardık ilk yudum için. Ecevit’in hoyrat saçları su tanelerini tutmak için çabalamıyor, aksine savurmak için çabalıyordu. Saçları ıslakken bile gürdü. Şimdi fark edebildim. Halbuki onu çıkageldiği günden beri iki kez sırılsıklam görmüştüm. İçimdeki tohum için uygun koşullar yeniden oluştu. Sanki tek eksiğim kuruyan su kaynağımdı. Ecevit de bu halde çıkınca banyodan, hoyrat saçları hırçınca su damlaları döküyorken eksiğim de giderildi. Nasıl oldu anlayamadım. Sadece neden bilmem, içimi korkunç bir üzüntü kapladı. Eğer ki hiçbir düzeni olmayan, canım istediğinde açıp yazdığım güncem yanımda olsaydı yazardım. O an nedenini bilmem, niyesini bilmem, kimesini de bilmem ama çok üzüldüm. Üzüntüm ilk kez bu kadar sebepsizdi. Üzüntünün sebepsizi de oluyordu.  

Elindeki havluyu en az saçları kadar hoyrat bir halde aldı ve daldırdı. Bir ileri bir geri tüm su damlalarını almak için çabaladı. Bunu yaparken gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmıyordu. Ben ona bakarken ne düşündüysem değil, ben ona bakarken ne kadar derin düşündüysem o da kapıyı açtığında elinde sebzelerle gördüğü bana bakarken o kadar derin düşündü. Muhtemelen o da benim neyi bu kadar derin düşündüğümü anlamadı tıpkı benim onu anlamadığım gibi. Yutkundum ve silktim kendimi. Çünkü nedenini bilmediğim üzüntüm de artıyordu ona baktıkça. İnsan nedenini bilmediği şeyi de engelleyemez. Bakın, zor engeller demiyorum. Engelleyemez. Nedensiz olan her şey, daha beter bizim kontrolümüz dışındadır. Bu da öyle benim kontrolüm dışındaydı. Başımı hızla önüme çevirdim, bir açıklama yapma gereği hissettim.  


“Marul öyle bozulur diye yıkayıp kuruttum. Dolaba koydum. Bir hafta kadar bozulmaz.”  

Bana doğru adımladığını hissetmek, olduğum yerde küçülttü beni. Ben öyle pek küçük bir şey olduğumu düşünmezdim ama Ecevit geldiğinden beri ve benimle her yan yana düştüğü andan beri böyle hissediyorum. Bunun da nedenini bilmiyorum. Şampuanının ve beyaz sabunun kokusunu seçebiliyordum artık. İkisi de birbiri üstüne biniyordu öne geçmek için ama ikisi de bir adım önde değildi. Ayrı ayrı seçiliyordu kokular. Yanımda durdu, elini tezgaha da yasladı ama bir şey demedi. Bana bakıyordu. Kızacak mı, umursamayacak mı, sorgulayacak mı bilmiyordum. Bu çok zordu. Bu bilinmezlik çok yorucuydu.  


Elimin altında marul yoktu artık, tahmin edebiliyordum bunun cevabını bekliyordu. “Elim değmişken bunları da yıkayayım dedim. Şunlar bozulmak üzere. Akşama kullanmazsak yarına çöp olur. Yıkadım kuruladım her şeyi. Sen kullanmak isteyince kullanabilirsin. Bulaşık makinesini de açtım.”   


Bakışları öylesine baskı altında bıraktı ki beni yaptığım her şeyin ne kadar üstüme vazife olmayan şeyler olduğunu fark ettim. Korkunç bir ısrarım vardı. Fark edebiliyordum. O bana dokunma yapma dedikçe, bazen zorla, bazen ısrarla, bazen bir çocuk gibi mızıkçılık yaparak istediğimi yapıyordum. Tahammül edilebilir gibi değildim.  


“Kızacaksan kız Ecevit,” dedim pes etmiş bir sesle. Başımı ona çevirdim. Cesaretle değil, kabullenircesine. Gözlerim dolmadı ama sesim titredi. İçimdeki üzüntü ona yeniden bakınca arttı. Nedeni bulamadım ama kaynağı buldum. Bu üzüntünün sebebi sanırım Ali Ecevit Tarhan’dı. Ecevit değildi ama Ali Ecevit Tarhan’dı. Ecevit olsa ben nedenini de bilirdim. İnsan içini bilirdi. İnsan canının içini de bilirdi.  


Bu üzüntünün kaynağı kesinlikle Ecevit değildi.  


Göz göze geldiğim adamda kızacak bir hal tavır yoktu. Bu bakış tanıdıktı, biraz kendimi zorlayınca buldum. Çıkardım sıkıştığı yerden. Eskilerden kalmış bir mektup zarfı gibi, içimde gizlenmemişti ama kaybolmuştu. Buldum ben onu. Birkaç sabah önce ondan önce uyanıp çayın suyunu koymuştum ya, uzun uzun çaydanlığa bakmıştı hani. Kafasını çevirirken, sigarasını yakarken derin bir iç çekmişti. Çaydanlığa nasıl bakıyorsa şimdi ayıkladığım sebzelere de öyle bakıyordu. Nedenini bilemezdim ama aynısı olduğuna emindim. Dudaklarını yaladı ve kaşlarını kaldırdı. Bir hayalden uyandırdı kendini, biraz silkti ve geri çekildi. Hiçbir şey söylemedi.  


Kızmadı.  


“Sigaram,” diye konuştuğunu duydum ama bana konuştuğuna emin değildim. Ocağa yaklaştığını gördüm, sigarasını dudaklarının arasına sıkıştırdı, ocağın bir gözünü yaktı ve hafifçe eğildi, sigarasını yaktı. Hiç dokunmadan sigarasına geri çekildi, göz göze geldiğimizde yanakları iki mezar gibi içe çöktü, ciğerinin son demine kadar çekti sigarayı içine. Gözleri küçüldü, ciğerini nasıl zorladığını görebiliyordum. Benim bile gidip sigarayı ağzından çekmek isteyeceğim vakitten sonra parmaklarını uzattı ve çekti dudaklarından. Duman burnundan ve ağzından senkronize şekilde boşaldı. Bir kısmı bana geldi, bir kısmı mutfağın içinde yayıldı. Ecevit geçti gitti yanımdan ağzında sigarasıyla.  

Ve bana kızmadı.  


Arkasından kapattığı kapıya baktım. Hiç beklemediğim anda, “Firuze çay suyu,” diye seslendi. Özne olarak benim ismim olsa da üzerime alınmak çok zordu.  


“Ne?” diye seslendim ben de. Kaşlarım çatık, pür dikkat gelecek ses dinliyordum.  


“Çay suyu koymayı unuttum.”  


Önümdeki kalabalığa baktım önce sonra yanmayan ocağa. Hayatımda hiç çay suyu koymamış ve senelerdir bu teklifi bekleyen biri gibi heyecanlandım. Bunu nasıl anlatabilirdim hiç bilmiyordum. Bu… Bir çocuk için el çırpılacak bir sevinçse bir yetişkinin bastırılmış tepkilerinde etrafında bir kez dönmesine benziyordu. Ne yapacağımı bilemedim. “Tamam,” diye bağırdım coşkuyla. “Şey yapıyorum ben… Çayı… Tamam su koydum. Kaynıyor şu an.”  

Hızla sabahtan kalan suyu döktüm, çalkaladım ve damacanadan su ekledim. Ocağın en büyük gözünü yaktım ve suyu koydum üzerine. Demi de döktüm ve yıkadım çaydanlığı. Hızla önümdeki son sebzeleri de kuruladım ve koydum dolaba, ortalığı temizledim. Çayı çıkardım. Kaç kaşık koyacaktım?  

“Ecevit,” diye seslendim. Onun demlediği kusursuz çaylardan sonra demsiz ya da çok demli bir çay yapmak kâbus gibi geldi o an. “Kaç kaşık çay koymam gerekiyor?”  

“Geliyorum,” diye karşılık verdi. Elimde kaşık ve çayla durdum. Su zaten daha kaynamamıştı. Geçtim sandalyeye oturdum Ecevit’in gelmesini bekledim. Çayı kokladım. Ecevit gelmeden önce aram o kadar yoktu ki, hayatım boyunca dönüp bir kez bile baktığım, ilgilendiğim bir şey değildi. İllaki içeceksem bitki çayı içerdim. Kahveyle çok haşır neşirdim. Çay… Bilemiyordum.  

Kapı birkaç dakika sonra açıldı ve Ecevit elinde bitmiş sigarasıyla çıktı. Lavabonun kenarına bastırdı ve çöpe attı. Elimde çayla oturmuş bana baktı. “İnternetten baksaydın ya,” dedi ansızın. O vakte kadar pek hevesli şekilde ona bakıyordum.  

“Ne?” diye yükseldim. Aklıma tek bir şey geldi. Gözleri bilgisayara kayacak mı diye bekledim. Pilavı mı görmüştü? “Ne alaka?”  

“Ne, ne alaka? İnternette yazıyor her şey,” dedi. Bu bir tesadüf müydü? İri iri açılmış gözlerimle ona bakıyordum. Altına bir eşofman çekmiş, üstünde kısa kollu, bedenini kısmen saran siyah bir tişört vardı. Saçları da nemliydi.  

“Niye internetten bakayım ki?” dedim. Sekmeyi kapatmıştım. Görmüş olamazdı. “Hiç yaptığım bir şey değil. Niye bakayım internetten? Ne saçma. Hiç anlamadım şu an seni. Ben zaten ne kadar koymam gerektiğini biliyorum normalde, sadece sen çok içiyorsun diye sormak istedim. Hatta nezaketen sormak istedim. Yoksa koyardım göz kararı. Hiç anlamadım şu an seni. Niye öyle dediysen… Ben şimdi sen demli mi açı…”  


“Firuze…” diye kesti beni. Beni izliyordu. Çayı sıkıca tutmuştum, açıklama yapıyordum. “Çayı alabilir miyim artık?” Ben de ayaklandım ve çayı ona uzattım. Yanında dikilmiştim. Bakacaktım nasıl demliyor diye ama asla bir şey sormayacaktım. Gardiyan gibi dikildiğim için başına sanırım,


“Hayırdır?” diye sordu.  


“Bakacağım doğru mu demliyorsun,” dedim hadsizce. Bunu Ecevit’e söyleyecek tek bir kişi bile yoktu ama ben inat ettim ya, küçümsemek için elimden geleni yapacaksın. Ecevit’in dudaklarından küçük bir ıslık döküldü.  

Çayı koymadan önce üstteki çaydanlığa biraz sıcak su koydu, bir tur karıştırdı ve döktü. Üç kaşık çay koydu ve altta henüz kaynamamış suyu yeniden aldı. “Suyu kaynattıktan sonra dökersen çayı yakarsın. Üstteki çaydanlığı sıcak sudan geçirmezsen, şoklar yine çayı yakarsın. Bu kadar suya da üç kaşık çay normalde fazla. Ben alttaki suya eklemeye yapacağım için bu kadar koydum,” Koyduğu çayın üzerine, üst demliğin kenarından akıtarak su ekledi. “Direkt üstüne dökersen çayın, çay yine yanar.”  

Bu çay biraz şımarıktı sanırım.  

“Normalde insanlar direkt üst demliğe koyacağı tüm suyu koyuyor. Ben öyle yapmıyorum. İki parmak kadar su koyuyorum, birkaç dakika demleniyor. Suyum tam ısınmadan koyuyorum, bir de tam koyarsam suyu çayı haddinden daha soğuk suyla demlemiş olursun. Birkaç dakika sonra üst demliği dolduracağım. Çayım önden demlenmeye başladığı için de yanmayacak eklediğim suyla.”  

Demlikleri üst üste koydu ve geri çekildi. Yüzüme baktı, sanırım bir teşekkür bekledi. “Ben zaten biliyordum bunları,” dedim. O başını eğerken sanırım güldü. Sabır da diledi. “Sen doğru mu yapıyorsun diye baktım. Doğru yaptın. Bir hata görmedim.”  


“Onore oldum.”  


Geçtim içeri oturdum. Karşıyı izledim öylece. Bana bakıyordu biliyordum. “Acıkmadın mı?”  


“Yok.”  


“Yok,” diye tekrar etti beni. Aldığımız mandalinaları küçük bir sepete boşalttı ve masanın üzerine koydu. Birkaç tane soymak için ayırmıştı sanırım. Dolaptan da meyve çıkardı. Meyve soyacaktı sanırım. Onu yerdim. Olurdu. O meyveyi soyana kadar çayın da üstünü tamamladı. Sanırım henüz tam demlenmediği için balkon kapısını açıp iki sigara daha içti. Ayıkladığım sebzelere baktı. Açtı dolabın içine de baktı. Yorum da yapmıyordu ki ne düşündüğünü bileyim. Çamaşır makinesi hâlâ çalışıyordu.  


Dakikalar sonra bir tabakla geldi. Önüme koydu meyve tabağını. “Sen yemeyecek misin?” diye sorduğum an tabağımdan birkaç tane mandalina aldı ağzına attı.  


“Çay içeceğim.”  


“Ben çay içmeyecek miyim?”  


“İçeceksin?”  


“Sen niye meyve yemiyorsun?”  


“Çayın yanında bir şey yemekten hoşlanmıyorum.”  


Ne kadar saçmaydı öyle. Çaylarımızı alıp döndü, benimkini yine ılık hazırlamıştı ve karşı koltuğa geçti. “Ne kadar saçma,” dedim kendimi tutamadan. Göz ucuyla bana baktı ama bir şey söylemedi. “Kahvaltıda içiyorsun ama,” diye devam ettim. Yine göz ucuyla baktı ama dönmedi. Önünde dün kurcaladığımız dosya vardı. Onları okuyordu. “Çok saçma buldum bu fikrini. Meyve yeseydin o zaman çaydan daha sağlıklı.” İkisinin aynı anda yapılabileceğini göstermek için bir çay içiyor bir meyve yiyordum gözünün önünde. “Düşünüyorum hiçbir mantıklı yanı y-” 


“Konuşmak için konuşuyorsun yine farkında mısın? Canın konuşmak istiyor.” 


“Ne yapabilirim başka?” diye sordum. Kızdım biraz açıkçası. Kızmak üzülmek gibi değildi, sürsün istiyordum. Hatta artsın istiyordum.  


“Susmak da bir seçenek.”  


Gözlerimi devirdim çekinmeden ve çatık kaşlarımla evi inceledim. Bacak bacak üstüne attım. Üç dakika susabildim. Hiç mi konuşmak istemiyordu? Çok garipti. Karşısında biri vardı hiç mi aklına bir şey gelmiyordu? “Ben gitmeden evini temizleyebilirim.”  


Bu kez göz ucuyla bile bakmadı bana. “Gerçekten ciddiyim. Günlerdir kirletiyorum. Gitmeden temizleyeyim.”  


“Elin alıştı tabi ama istemiyorum. Kendim temizliyorum.”  


Belki temizlerken o koridorun sonundaki odayı da temizlerdim. Dudaklarımı öne doğru büzdüm. Meyveleri hızlı hızlı yiyordum. Hiç durup dururken meyve soyup yiyen biri olmadığımı fark ettim o an. Halbuki çok kolaydı, yemesi de zor değildi. “Kitaplığı ne zaman yapacaksın?”  

Cevap bile vermedi. “Ecevit,” diye seslendim. Durdu ve kafasını geriye attı. “On kere okudum aynı cümleyi,” dedi. Ne saçmaydı, bu onun suçuydu.  


“O marangozda mı yapacaksın? Benim geldiğim yerde?”  


Çok sabretmişti, geç bile kalmıştı. “Allah’ım hesap soruyor,” dedi. “Hesap soruyor kafayı yiyeceğim.”  


“İstersen ben çizebilirim yapacağın kitaplığı,” dedim umursamadan. Uykum yoktu, olsaydı uyurdum, konuşmazdım. “Güzel bir şey tasarlarım, sen de onu yaparsın. Olmaz mı?” Kağıtları koltuğun köşesine vurarak bıraktı ve kalktı yerinden. Gitti ve bir süre gelmedi. Terk etti sandım beni. Sonra elinde bir kalem, bir silgi, cetvel ve kağıtla geldi. Önümdeki sehpaya koydu ve işaret parmağını hemşireler gibi dudaklarının üzerine koydu. Bu sus ve çiz demekti sanırım. Kalem ve kâğıt görmek ne yalan söyleyeyim bana iyi geldi. Ecevit’in yanında da kalıyor olsam, yine de çizmek, kalem ya da fırçayla dolanmak, uyuyakalmak, uyanmak… Özlüyordum.  


Sehpanın önünde yere oturdum usluca. Sanki istediğimi almıştım. Ecevit de geri gitti ama bu kez oturmadı, yarı uzanır vaziyete geçti. Bir elinde kağıtları vardı çayınıysa oldukça tehlikeli bir yere koydu. Altlığıyla beraber Adonis kasının üzerine sabitledi. Şaşkınlıkla onu izledim. Ben nefes bile almayacak sandım çayı dökülmesin diye ama o sigarasına ve çakmağına uzandı. Pek de kısıtlamadan kendini sigarasını yaktı. Bir elinde sigarası, bir elinde kağıtları, Adonis kasının üzerindeyse çayı vardı. “Firuze çalış,” dedi aniden. İrkildim. Bana bakmıyordu ki?  


Önüme döndüm ve sesimi çıkarmadan çalışmaya başladım. Kaybolmasın diye uyuduğum yatağın yanındaki çekmeceye koyduğum ve en son Ecevit tarafından çözülen kulaklığımı da aldım, sesim soluğum çıkmadan çizdim. Biraz boyam olsaydı daha güzel olurdu ama Ecevit’in evinde boya olduğunu sanmıyordum. Göz kalemlerim ve rujum aklıma geldi. Paletim yoktu ama Ecevit’in sehpasını sonra silebilirdim. Mutfaktan biraz su aldım. Yeşil göz kalemimin Yeşil göz kalemimin kurşununu bıçakla oydum bıçakla. Biraz zor oldu çıkarmak ama başardım. Kurşunu biraz suyla ıslattım, istediğim kıvamı alana kadar sehpanın üzerinde serçe parmağımla karıştırdım. Bir kulak çubuğu buldum banyoda, onun da ucunu bir koyunun yünlerini kırpar gibi kırptım. Yaptığım resme o kadar daldım ki, ne Ecevit, ne ev, ne saat… Hiçbir şey aklıma gelmedi. Sehpa yetmedi bana,

kâğıdı yere koydum, sehpayı tamamen palet gibi kullandım. Parmaklarım renklenmişti. Saçlarımı

Ecevit’in tükenmez kalemlerinden biriyle topladım. Vaktimi almadı desem yalan olurdu. Ecevit’in çok özen vereceği bir şeye ben de özen vermek istedim. Onun vakit harcayacağı şeye ben de vakit harcamak istedim.  


Elimden geldiğince elde ettiğim renklerle tamamlanmış resme baktım. Zeytin yeşili ve altın yaldız detaylarla bezenmiş yerden tavana uzanan üç bölmeli klasik kitaplıktı. Simetrik yapısıyla bir üniversite hocasının odasına uyum sağlayacaktı. Üst kısmında oymalı altın renginde bordürlerle süslenmiş çerçeve tasarımı vardı ve bu kitaplığa aristokratik bir hava katıyordu. Alt bölüme kapaklı dolaplar çizmiştim hem işlevsel hem estetik bir hava katması için. Eğer ki Ecevit de isterse boyarken ona yardım edebilirdim. Bu teklifimi büyük bir hevesle ona söylemek için kafamı kaldırdım ama başı bana doğru düşmüş, gözleri kapanmış Ecevit’i gördüm. Uyuyakalmıştı…  


Dün gece ben uyusam da o tam anlamıyla uyuyabilmiş değildi. Korkuyla çay bardağına baktım. Yerinde duruyordu, bitmişti ama yine de çok riskliydi. Elinde sigara yoktu, kağıtlar da göğsüne doğru devrilmişti ama parmakları üstündeydi. Tam dalmamıştı uykuya parmaklarından anladım. Sessizce kalktım yerimden, içeriden yastık ve battaniye aldım. Yavaşça yaklaştım. “Ecevit,” dedim tam dalmamasına güvenerek.  


“Hım,” diye mırıldandı. Hemen çay bardağını aldım. “Al yastığı başının altına.”  


“Uyumuyorum,” dedi gözlerini açıp. Mahmur gözlerini kapatmamak için çabaladı ama ben başının altına yastığı koydum. Aksini söylemedim o da aksini söylemesin, benimle inatlaşayım derken açmasın diye uykusunu. “Yok yok uyumuyorum örtme,” dedi. Kağıtlarını da aldım, örttüm üstünü.  

“Tamam uyumuyorsun.”  


“Uyumuyorum, kalkıp çay içeceğim.”  


“Hı hı…”  


“Çay içeceğim…” diye sayıkladı, başı yine düştü yastığa. Gözlerini açık tutamıyordu, çay diye söyleniyordu hâlâ. Hiç olacak gibi değildi bu adamın çay sevgisi. Eğildiğim konumda kaldım ve yavru bir kedi gibi gözlerinin nasıl kayıp gittiğini izledim. Uyumak istemedi, çay içmek istedi, biraz daha süt içmek isteyen yavru kediler gibi direndi ama gözleri bir yıldız gibi kaydı ve uykuya daldı. Öylesine tatlıydı ki bu dalışı, bu uykuya ancak şekerleme derdim. Ağzının içine şeker atmış ve uyuyakalmıştı sanki. Ben yanındayken uyuyakaldı diye sanırım, varlığımdan rahatsız olmayacağını, beni bir tehlike olarak algılamayacağını düşündüm.  


Saçları kendiliğinden kurumuştu, nemli bile değildi artık. Taranmadığı için sanırım karmaşık, dağınık ama bir o kadar da nizam içinde gözüküyordu. Benim saydığıma göre üç beyaz teli vardı. Trakya’nın tarlalarına benzettim saçlarını. Kanolaların sapsarı boy verdiği ama Trakya’nın o kavurucu sıcağında kuruyan kanola tarlalarına. Küçükken bir kez geçmiştik o bölgenin içinden. Tümüyle hatırlıyordum. Yaz aylarıydı. Arabamızın yanında geçtiğimiz tarlalara pür dikkat bakarken annem, “Buralar bir zaman önce sapsarıydı, kurumuşlar,” demişti. Saçlarımı okşuyordu. Benim saçlarım kumraldı, benim saçlarım gibi mi diye sormuştum. Kendi boyalı saçlarını gösterip benim saçlarım gibi demişti. Eve gidince kurumamış halini çizmiştim. Sapsarı boyalarımla boyamıştım. Şimdi Ecevit’in bu dağınık ve kahverengi saçları bana kurumuş tarlaları anımsattı. Ecevit de zaten Kanola bitkisine benziyordu şimdi. Kendisi zehirli, yağıysa faydalıydı. Kendisi zararlı, özüyse yararlı.  

Saçlarından yüzüne çevirdim gözlerimi bu kez. Tertemiz lekesiz bir yüzü yoktu. Güneş görmemiş yüzünde güneş lekesi nasıl olurdu insanın? Zaten en çok güneş görmemiş insanların yüzünde güneş lekesi olurdu. Ağır bir işte çalışan işçinin, günün belirli saatleri avluya çıkabilen bir mahkûmun, çocuğunu evde bırakıp tarlaya çalışmaya gelen bir kadının. Güneş gören insan güneşten nasıl korunacağını da bilirdi elbet. Yer yer ince çizgi şeklinde lekeler belirgin damarlar gibi duruyordu. Bir dünya haritasında, depremlerle birbirinden ayrılmış kara parçalarının kıyısı gibiydi bu çizgiler. Belki o yüzüne bakınca bunları kusur olarak görüyordu ama şimdi ben yakından bakarken ona yüzüne harita sığdırmış bir adam gördüğümü söylemek isterdim. Kemikli yüzünde belirgin olan yerler dağlar, çöküntü olan yerler yamaçlar, denizler, topraklar… İnsan vatanında gibi hissediyordu Ecevit’in yüzüne bakınca kendini. Yabancı bir ülkeye düşsek Ecevit’in yüzüne bakmak insanın içini ferahlatır, güvenli bir limanda hissettirirdi. İç çektim istemsizce. Küçükken de güven verirdi ama büyüyünce yüzündeki lekelerle bile bunu sağlayacağını hiç bilmezdim. Sekiz duvarlı, iki çatılı bir ev gibiydi bu hali.  


Burnu sanki hiç büyümemişti. Gözleri gibi kalakalmıştı olduğu yerde. Ecevit’in burun delikleri biraz küçüktü. Küçükken burnunu tutar ve sıkar, onunla alay ederdim. Çok sinir olurdu bana. Biraz kıyabilse ya da bir erkek çocuğu olsa bunu onu yapan haşat ederdi. Ama bağırmakla, burnunu kurtarmakla yetinirdi. Bazen nefes alamadığını hissederdim. Alırdı da az alırdı. Çocuk aklı işte. Nereden bilebilirdim? Kocaman olmuştu, nefes alabiliyordu halbuki. Dudakları birleşmiş burnundan soluyordu ve yanlışım yoksa derdi tasası yakasını bırakmıştı şimdi. Sinesinde yükselen duran dert değil, tatlı bir uykuydu. İçim titredi. Leyla Tarhan’ın oğlu büyümüştü. Ne de güzel büyümüştü. Leyla Tarhan hep böyle söylerdi. Ne de güzel olmuşsun Firuze, derdi. Ne de güzel baktın, ne de güzel söyledin, ne de güzel yaptın…  


Ne de güzel büyümüştü Leyla teyze oğlun. Düşman bir ülkenin limanında korkuyla beklerken ufuktan gözüken tanıdık bir bayrak gibi artık. Ne de güzel olmuş Leyla teyze oğlun, insan yanında sanki ömür boyu korkmadan yaşar. Düşmanı bile. Düşmanı bile Leyla teyze, düşmanı bile.  

*** 

Ecevit’in şekerleme yaptığı vakit aralığında makine durdu. Ben bunu koltukta daldığım uykudan uyanınca fark ettim. Ecevit’le karşılıklı şekerleme yapmış sayılırdık. Vakit kaybetmedim hemen gidip kendi eşyalarımı çıkardım, havlu altına koymam gerekenleri koydum. Çamaşırları ıslak ıslak bırakmak, kendiminkileri ayırıp Ecevit’inkileri koyuvermek ayıp geldi. Sanki o yemek hazırlarken kendisine tabak hazırlayıp beni dışarıda mı tutuyordu? Banyo kapısının arkasında kurutmalık vardı. Onu çıkardım banyo kapısının önünde açtım. Sepete koydum tüm çamaşırları yavaş yavaş üzerine serdim. Bazı parçalarda biraz utandım, utanırken tıpkı kendi özel eşyalarıma yaptığım gibi Ecevit’inkilere de çirkin bir sansür uyguladım. Onları da neredeyse hiç bakmadan, neredeyse havaya bakarak ve neredeyse küçük bir çocuk gibi utanıp sıkılarak altlara serdim. Üzerine kıyafet attım. Engelleyemediğim bir ayıp vardı içimde. Adeta küçük Firuze elini ağzına örtüyor ve kıkır kıkır gülüyordu bana. Dokunabilsem kolundan çimdikleyecek, bebek saçlarını çekiştirecektim. Çok kızdırıyordu beni, o kadar kızdırıyordu ki kendi kendimle konuşuyor, azarlıyor hatta küfredecek raddeye geliyordum.  


Çamaşırlardan sonra bir bardak çay koydum kendime. Bacaklarımı uzattım karşı koltukta bir tane de kitap aldım elime. Yaşar Kemal’in, Kuşlar Da Gitti romanıydı. Okumak istesem de Ecevit karşımdayken okuyabilmek pek kolay değildi. Onu izlemek istiyordum ama bu da ayıp ve rahatsız ediciydi. Ben eskiden böyle saygısız bir insan değildim. İnsanların yaşam alanlarına çok saygı duyardım. Hatta o kadar iyiydim ki Bülent’i de insandan sayardım. Küçük Firuze’yi belki de en büyüttüğüm, olgunlaştırdığım konu buydu. O pek bilmezdi böyle şeyleri. Şımarırdı ve her şeye dokunurdu. Çevresinde çok az insan olunca ve o insanlar da ona çok büyük alanlar tanıyan insanlar olunca mahrem, özel mülkiyet, kişisel alan denen şeyleri pek bilmezdi. Cahildi bu konularda.

Çocuktu da zaten.  


Sonra nasıl olmuştu bilmiyordum ama bunu son zamanlarda kaybetmiştim. Ecevit’in evine izinsiz geliyordum, çamaşırlarını asıyordum, o yokken evini kurcalıyordum şimdi de en savunmasız anında bir görgüsüz gibi ağzının içine kadar bakıyordum. İyice beter bir şey olmuştum.  

Bir cümle okuyordum, Ecevit’e bakıyordum. Cümleyi baştan alıyordum, yine Ecevit’e bakıyordum. Kitabı okuyasım değil, kitabı izleyesim vardı. Tabi Ecevit benden üç yaş büyüktü. Bir de akıllı bir çocuktu. Çabuk öğrenirdi. Okumayı yazmayı, toplamayı çıkarmayı, çarpmayı bölmeyi, fotosentezi, dünyanın hareketini… Hepsini benden önce öğrenmişti. Gelip bana anlatınca öylesine etkilenirdim ki, babamın kitaplarına benzetirdim Ecevit’i. Kitap mısın sen nereden biliyorsun bunları derdim. Hafif kibirli bir gülümsemeyle bilirim derdi. Kibrin bu kadarı da ancak Ali Ecevit’e yakışırdı zaten. Adım adım kitap kucağıma düştü, ben de başımın altına yastık çektim. İç çektim bir kez. Bizim aramızda üç yaş hep var olacaktı. O hep benden daha bilgili olacaktı. Ben her şeyi ilk ona soracaktım. Ecevit bir şekilde cevabını bulurdu çünkü. 

 Zihin temiz bir su gibi. Belki biraz Edirne’nin Erikli’si, belki Antalya’nın Kaputaj’ı… Ama çok temiz. Bir kere daldın mı çıkmak bilmiyor insan. Bir sürü şey hayal ediveriyor. Denizin içinde ne var ne yok görüyor. Ecevit benden önce mezun olacaktı… İç çektim. Götürür müydü acaba beni mezuniyetine? Bilemedim. Koşullar ne olurdu, aramız o vakte kadar nasıl olurdu? Belki… Bunu düşünmek o deniz suyu bulanıklaştırdı. Belki hayatında biri olursa istemezdi beni? Nefesim sıkıştı içimde. Bunu düşünmek bile, senelerce onsuz kalmış yirmi beş yaşındaki beni bu kadar zorladıysa on beş on altı yaşındaki Firuze’yi nasıl harap ederdi… Belki benim hayatımda da biri olurdu? Bu da bir ihtimal değil miydi? Bu ihtimali hayal edebilmek için başımı biraz kaydırdım yastıkta ve Ecevit’e daha dikkatli baktım. On sekiz yaşını düşündüm biraz. Onu hayalde yaşatmak bile ne güzeldi… Beni hayatta tutan yegâne şeylerden biriydi zihnimde benimle yaşaması. Onunla yaşamak, on sekize kadar onunla gelmek kim bilir ne güzel olurdu.  

O an anladım. Olmazdı. Biri olmazdı. Sanırım da değil. Benim için en azından büsbütün olmazdı. Yanaklarım ısındı, hissediyordum. Havale geçirecek kadar değil, kırık bir hastalık gibi. Başımı iki yana salladım. Olmazdı. Bu ihtimal hiç aklıma yatmadı. Ecevit’e verdiğim şansı kendime hiç vermedim. Sebebi neydi ki bunun? Olamaz mıydı? Olamazdı sanki. Hiç olamazdı. Belki yirmi sekiz yaşındaki Ecevit karşımda olduğu için ben on sekizini hayal edebiliyorum diye olmaz diyebiliyordum. Bilmiyordum.  

Belki Ecevit benden vazgeçse de, isteyerek ya da istemeyerek ama muhakkak haklı olarak, ben ondan hiç vazgeçmediğim için ona mümkün olan bana hiç mümkün olmadı. Kendimden emin şekilde hayır diyebildim çünkü ben on beş, on altı yaşındayken bile Ecevit’in gölgesiyle yaşıyordum. Hatta o yaşlarım, çok hırçındı. Biraz ümitliydi de. Ecevit’i kurtarabileceğimi sanıyordum. O yaşlarda Ecevitsiz bile Ecevit diye sayıklayan bir genç kızın yanına Ecevit’in yanında olduğu bir ihtimalde bir başkasını koyamadım ama o… Dudaklarım gülümser gibi oldu. Belki de gidemezdim mezuniyetine kim bilir? Bu hayal ilk kez zuhur etmişti zihnime. Olmayacak bir ihtimal beni neden üzdü bilmiyordum ama kalbim çok kırıldı. Ecevit mezun olsaydı da ben hiç yanında olmasaydım deyip köşeye çekilmem gerekirdi ama ilk kez kendimi vicdan azabından uzakta tuttum. Bir kere de vicdan azabı çekmeden hayal kur Firuze, bir kere kendine bu fırsatı ver. Vicdanın bir dakika sussun da sen konuş. Ne olacak ki? Dünyanın sonu değil ya…  

Ecevit’in mezuniyetinde sadece ben olmak isterdim. Kabul edebileceğim tek şey annesi, babası ve kardeşiydi. Sadece ben olmak isterdim. Bir tek ben.  

Bu hayal haddini aşmaya başladığında, çok uzadığında, kalktım yerimden. Daha fazlasına izin vermedim. Bu kadarı yetmişti kalbimi kırmaya zaten. Makarna suyu koydum. Hiç cevabını öğrenemeyeceğim bir soruyu daha içime yük etmiştim iyi miydi? İçimde kör bir kıskançlık vardı adeta. Küçük Firuze’nin işiydi ama bu. Biliyordum. Onun küstahlığıydı. Kendini bilmezdi. Sussun istiyordum. Ben böyle sorulara, ben böyle hayallere tek başıma girersem çıkamazdım. Ölür giderdim kırgınlıktan. 

Makarna da buldum. Çayla aynı yerdeydi. Tencereye boşalttım yarısından fazlasını. Uzun, çubuk makarnaydı. Kremayı ve pesto sosu da çıkardım. Suyum kaynayana kadar bükük kaşlarımla izledim makarnaları. Kaynayan suyu bekledim sabırla. Sonra sabah yıkayıp kuruttuğum sebzeleri çıkardım. Makarna pişene kadar salatamı yaptım. Ben dikkatle Ecevit uyanmasın diye hareket etsem de, uyumadan önce muhtemelen sonuna kadar açtığı telefonunun sesi uyanık olan beni bile korkutacak derece aniden ve yüksek çaldı. Yerimde titredim, elimi kalbime bastım ve arkamı döndüm. Ecevit’in de uyanması geç olmadı. Ağzının içinde homurdandı, sehpadaki telefona uzandı gözlerini açmadan. “Efendim?” dedi zorlukla. Bakmadı ama kim olduğuna. Telefondaki sesten sonra gözlerini açtı. “Ne dükkanıymış?” Yerinden tek hamleyle doğruldu ve oturur vaziyete geçti. Gözleri koca bir boşluktaydı, mahmur bir tavırla bakınıyordu ortalığa. Biraz alık, biraz uykulu, biraz çocuk.  

“Tamam… Bana açık adresi de atın. Yok hayır gerek yok. Adresi atın yeter. Eyvallah. Eyvallah tamam. Haberleşiriz,” Başını ritmik bir hareketle sallıyordu. Telefonu kapattığında da bir süre boş sehpaya baktı ve esnedi.  

“Hukuk müşaviri mi?” diye sorduğumda varlığımdan bihaberdi. Korkmadı ama başını hızla sesin geldiği yere çevirdi. Bir süre bakıştık. Çok ani uyanmıştı. Toparlayamıyordu.  

“No 22.”  

“O ne?”  

“Adamın dükkanının adı.”  

“Numarası yani?”  

“Yok direkt dükkânın ismi. Bir ortağıyla beraber yürütüyorlarmış. Cam işleri mi ne öyle bir şeyler yapıyorlarmış.” Yarınki adam konuşmazsa, hatırlamazsa ya da direkt konu hakkında bilgisi yoksa ne yapacaktık? Bilmiyorduk. Her şey elimize adım adım düşüyordu ve sonraki adımın anahtarı elimizdeki anahtarın açacağı kapıdaydı. Adım adım gidiyorduk ve tek bir yol, tek bir zar vardı. Yol çıkmaza dönüşmemeli, zar altı gelmeliydi.  

“Kaç saattir uyuyorum ben?”  

“Oldu birkaç saat.”  

Kafasını cama çevirdi. Hava erken kararıyordu zaten kış vakti, kararmıştı. Bana döndü yeniden ve arkamda pişene baktı. “Pilav mı yiyoruz?”  

“Makarna yiyoruz.”  

“Salçalı?”  

“Kremalı pesto soslu.”  

Ayaklandı ve sigarasına eğildi. Aklına her an sigara geliyordu. Her canı sıkıldığında yakıyordu bir dal, öyle devam ediyordu atacağı adıma. “Oldu o zaman bana müsaade,” dedi mutfağa adımlarken. Holdeki çamaşır kurutucusunu görünce adımları duruverdi. Çamaşırlara baktı bu kez. Eğer biraz hakkım olsaydı ona derdim ki, güzelim yumuşatıcı kokan çamaşırların üzerine üfleme şu dumanı. Ama bu kadar küstahlaşmadım. Sustum. Yemeğime döndüm, makarnamın suyundan ayırdım ve geriye kalanı süzdüm. Önce yağ ve kremayı, ardından sosu eklerken baharatlarını ve makarna suyunu da ekledim, karıştırdım. Yeterince piştiğini düşündüğüm sosa makarnayı eklerken Ecevit tabak çıkarıyordu. “Sosu var mı salatanın?”  

“Daha değil,” deyince yaptı. Tabaklara koyduğum makarnaların üzerine dolapta bulduğum kaşarı da rendeledim ve masaya yerleştirdim. Ecevit kendine kola koydu bana ayran. “Ben neden kola içmiyorum?”  

“Sıcak içilmediği gibi asitli de içilmez ağızda dikiş varken.”  

Doğru söylüyordu ama iyileşti diye söylenip durmadım. Hem haklı olduğundan hem de iyileştiğimi bu kadar dillendirmek istemediğimden. Ben soğumasını beklerken o hiç durmadı. Çatalını sardı makarnaya. Uzun uzun uğraştı ve başardı sarkıtmamayı. Gözlerinin içine bakıyordum beğenecek mi diye. İki kez üfledi sonra ağzının içine aldı çatalı. Biraz yandı ama çok da telaşlanmadı. Duraksaya duraksaya çiğnedi. “Nasıl?”  

Başını sallamaya başladı bu kez ve ikinci çatalı aldı. Bu kez daha hızlı davrandı ve onu da ağzına sıkıştırdı. Cevap verecek miydi? “Zenginler ağzının tadını biliyor tabi…” dedi lokmalarının arasında. Tamam bu Ecevitçe beğendim demekti. Sanırım… Zaten yiyince gördüm. Güzel de olmuştu. Biraz zorlandım çubuk makarnayı yerken, ağzımdan sarktı, hüplettim, Ecevit’in üsten bakışlarına maruz kaldım ama kalkıp da kaşık almadım. Çünkü adabı muaşeret kurallarına göre bu makarna böyle yenmemeliydi ve annem burada olsa bakışlarıyla bu makarnayı burnumdan getirirdi ama annem yoktu işte. Ecevit vardı. Onun yanında utanmadım. Midesi bulanır mı diye çekindim ama aynısı ona da oldu, o da benim gibi hüpleterek yedi. Cesaretim arttı. Hatta bir yerde, ikimizin de ağzından iki uzun makarna sarkarken göz göze geldik. Ecevit’le yarışmak istedim. O da benimle yarıştı mı bilmiyordum ama oldukça hızlı davrandı. Gözlerimizin içine bakarak makarnayı ağzımıza çektik ve o kazandı. Kazanması için oynaması gerekirdi gerçi ama yüzündeki kibri gördüm. Bu bakışı tanıyordum. Yarış kazanmış Ali Ecevit bakışıydı bu. 

*** 


 

  

  

 

 

 

 

 

1 Comment


gamzex55x
Jul 19

ne olurdu bari Ecevit avukat olsaydı nolurdu yani

Edited
Like

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

  • Facebook
  • Twitter
bottom of page