XX- kimse kendi davasını hakimi olamaz
- Dilan Durmaz
- 7 gün önce
- 72 dakikada okunur
Sevda mı aşktan büyüktür, aşk mı sevdadan?
Leyla Tarhan için bu dünyanın en kıymetlisi sudur. Dünyanın susuzlukla yok olacağına, insanı insana kırdıracak şeyin ancak susuzluk olduğuna, vatanını en çok sevenin suyun bir damlasını bile israf etmeden kullanan olduğuna inanır. İnsanoğlu sınırlarını zaten yokluk çektiğine ya da sahip olduğuna göre çizer. Öyle ki Hüseyin Tarhan için de bu dünyanın en kıymetlisi topraktır. Dünyadaki tüm savaşlar bir toprak uğruna çıkar, dünya topraktan bitenle doyar, açlık toprağın kurumasıyla başlar, vatanını en çok seven de toprağına en çok sahip çıkandır. Leyla susuzlukta doğdu, Hüseyin’se toprağın üzerinde. Leyla; Allah kimseyi susuz koymasın der, Hüseyin; Allah kimsenin toprağını kurutmasın der.
İki genç, birbirini tanımayana kadar susuz toprağın, toprağa varmayan suyun ne anlamsız ne eksik ve ne yalnız olduğunu bilmiyordu. Bir çeşme başında yan yana geldiklerinde de toprakla suyu temsil ettiklerini hiç farkında değillerdi. Hüseyin Tarhan’ın yolunda ayakkabı eskittiği çeşme, artık onun uğrak noktasıydı. Gelirken ilk günlerdeki gibi utanıp sıkılmıyordu, çekinmiyor, endişe de etmiyordu. Topraktan anlayan adamın sudan korkusu olur muydu? Olmazdı elbet. Kendini biliyorsa, kendinden eminse su korkulacak şey değildi. Aksine bereketti, güzellikti, mutluluktu… Tövbe estağfurullah.
Köşe bucak arkadaşlarıyla girdiği dar sokaklarda zaman zaman içtiği sigaraları saymazsa içici sayılmazdı. Eve giderken bulduğu çam ağaçlarına ellerini sürerdi kokusu gitsin diye. Babasının kızmasından korkmaktan öte, büyüdüğü ev olsun gördüğü çevre olsun babanın sigara içtiğini bilmesini ayıp olarak işlemişti zihnine. Babası arada sırada yaktığı sigarayı bilse kendini çok mahcup hissederdi Hüseyin. Zaten arkadaşları pek ısrar etmese elinin de daima gideceği bir meret değildi bu. Yanıp tutuşmuyordu içmek için. Babasının istememesini de anlıyordu. İleride evladı olunca o da istemezdi.
Yoldan kopardığı ipince bir çalıyı ağzının köşesine, dudaklarının arasına sıkıştırmıştı sigara gibi. Leyla’yı bekliyordu. Biraz tembelleşmişti bu dönem. Yine yapıyordu işlerini ama Leyla mı iş mi ayrımına düştüğü her an, tereddütsüz Leyla’yı seçiyordu. Çünkü onların köyünde Leyla yoktu.
Kalem defter Leyla. Güzel Leyla. Ah Leyla. Bir su gibi duru, bir toprak kadar kıymetliydi. Vatan gibi parsel parsel yayılıyordu Hüseyin’in içinde. Sınırlar nereden çekilecek, daha ne kadar ileri gidecek bilmiyordu. Artık ilk zamanlardaki gibi kendi üstüne de gitmiyordu. Çünkü Leyla artık onu daha az tersliyordu. Yine tersliyordu elbet ama bu Hüseyin’e diş gıcırdatacak, öfkeden kudurtacak, toprağın üstünde tepinmesine sebep olacak kadar değildi. Hatta öyle ki artık Hüseyin’in hoşuna bile gidiyordu. İnsan varlığını kabul ettiği bir insanda ancak bir duyguyu sürdürülebilir kılabilir. Eline fırsat geçerse, kendisi de sinir ediyordu genç kızı. Büyük bir zevkle hem de. Ama bunun için Leyla’nın evden mutlu gelmesi gerekti. Yüzünde bir iz olmadan, gözleri ağlamaktan şişmeden, suratı asık olmadan. Bunlar yoksa zaten metrelerce öteden, yürüyüşünden belli oluyordu. Haşinliği azalıyor, zarifliği öne çıkıyordu.
Hüseyin, Leyla’yı görür görmez ağzındaki çalıyı hızla attı ve yakasını düzeltti. Çeşmenin üzerindeki mermere oturmuştu. Pek haylaz, onu tanımayan için biraz çapkın ve hovarda gözüküyordu. Halbuki bu Leyla’yla onu bulmuş bir haldi. Kendisi de yeni tanışıyordu. Bu sinirli kızla bu şekilde daha iyi baş edebiliyordu. Hal böyle olunca, beyefendiliğini tamamen üzerinden atmadan, bir kol düğmesi gibi köşeye ama ulaşabileceği bir yere koyarak, bu hafif çapkın ve hovarda tavırlarını sergiliyordu. Leyla’yı nasıl heyecanlandırdığını, bazen dehşete düşürdüğünü fark edebiliyordu. İşte o vakit, bu tavırlarının tadı damağında yayılıyordu şerbet gibi. Pek tatlıydı. Leyla’nın bu hali…
Leyla’da onu gördü geldiği yoldan ama sanki birbirleri için buralara gelmemişler gibi bakmadılar. Hüseyin bakmasa da durmadı, ıslık çalmaya başladı uzun uzun. Bu şey? Ney? Tam bilmiyordu ama ne garip bir meretti öyle. İnsanı bülbül gibi şakıtıyordu. Avel avel dolaştırıyor ortalıkta, yerinde durmayı haram kılıyor, türlü türlü hayaller kurduruyor, bir öfkelendiriyor, bir çılgınca sevindiriyordu… Maymun ediyordu adamı ya da genç delikanlıları adam ediyordu. Tövbe estağfurullah… Tövbe estağfurullah… Tövbe estağfurullah…
Leyla bu ıslık sesine pek kızıyordu. Söylendi biraz çatık kaşlarıyla. Söylendi söylendi de… İşte. Leyla’nın bu hareket çok hoşuna gidiyordu işin aslı… Yola çıktığı an Hüseyin ıslık çalsın diye dua etmeye başlıyordu. Sesi tatlı tatlı akıyordu Leyla’nın gönlüne. Çok seviyordu. O da deniyordu yol boyunca ama yapamıyordu. Acaba öğretir miydi? Dudaklarını nasıl büzüyordu o sesi çıkarmak için? Leyla kızdı kendine. Sana ne şırfıntı, elin adamının dudağından dedi hınçla. Babası gibi. Körpecik yüreği güzel duygulardan, hayallerden pek uzaktı. O yalnızca annesini sevmeyi ve ölmüş kardeşini özlemeyi biliyordu. Geriye kalan her yeni duygu için çektiği yabancılığı ancak öfkeyle gösterebiliyordu. Kalem defter Leyla nereden bilseydi şu kalbinin üzerine konan kanatlıların kelebek olduğunu?
Hüseyin’e bakmadan elindeki matarayı suyun altına yerleştirdiğinde Hüseyin kendini mermerin üzerinden attı. İki ayağının üzerine düştü ve doğruldu yakasını silkti. Tek elini çeşmenin mermerine yasladı. Boyu uzundu. Leyla’ya üstten bakıyordu. Bu Leyla’yı göz göze geldikleri her an biraz ürkütüyordu. Böyle yakından erkek mi görmüştü hayatında? Eli yüzü düzgün, boyu uzun, yüzü yakışıklı ve tıraşlı, gömleği hep ütülü, yan köyün çiftçisi gibi değil de şehrin merkezinden gelmiş Cüneyt Arkın gibi herifti.
Leyla, Cüneyt Arkın’ı nereden mi biliyordu? Muhtar emmi bir gün bir güzellik yapmıştı da köyün meydanına bir açık hava sineması kurmuştu tek seferlik. Ses de görüntü de pek kötüydü ama elektrikten mahrum, hayatında televizyon görmemiş insanlar için bu nasıl büyük bir şeydi kimin mürekkebi yeterdi ki bunu anlatmaya? Kadınlar erkenden çamaşırlarını çitilemiş asmış, sofraları kurmuş kaldırmış, erkekler işlerini çabucak bitirmiş, doluşmuştu meydana.
Leyla da bedelini ödeyeceğini bile bile kaçmıştı gitmişti adeta evden. Bedelini ödemiş miydi? En alasından. Kız başına akşam vakti meydanda ne işi vardı? O gece yediği dayaktan sonra biraz olsun pişmanlık duymamıştı. Bir daha belki de hiç göremeyecekti o dev ekranı, değmez miydi? Yokluk bu demekti işte. Başkasına gani gani verilen her fırsata sahip olunan her andan, ne pahasına olursa olsun pişmanlık duymamaktı. Cüneyt Arkın ve Filiz Akın’ı izlemek yetmişti Leyla’ya. Hatta ileri gidiyor, bu dayak onlara az bile diyordu. Daha fazlasını hak ediyorlardı onlar. Dayak arsızı yapmıştı babası artık onu. İlk kez bu kadar mutluyken dayak yiyince de ne bilsin, garibandı, köylüydü, fakirdi; ona verileni tek gerçek sanıyordu. Acısı ne kadar büyükse dayağı o kadar artıyordu hep, mutluluğu da çok büyük olunca daha fazla dayağı hak ettiğini sanmıştı.
Cüneyt Arkın gibi bir adamın yan köyde olduğunu, çeşmenin başında o adamla buluşacağını bilmiyordu elbet.
Sevda mı aşktan büyüktür, aşk mı sevdadan?
Bunun cevabını bilmek için tabii önce anlamlarını bilmek lazımdı. Leyla gözlerini bir an çekmeden onu izleyen adama terslenmekten başka hal çare bulamıyordu. Ne cesur diyordu içten içe ama bilmiyordu ki Hüseyin’e dönüp baktığı an gözlerini kaçıracak kadar da ürkekti ona karşı bu adam. Sadece çok iyi rol kesiyordu. Tıpkı Cüneyt Arkın gibi. “Senin işin gücün yok herhalde?” dedi Leyla aksi bir sesle. Hüseyin gülümsedi, tek kaşını kaldırdı ve hoş bir edayla dudaklarını ıslattı. Leyla çok az konuşuyordu. Sesine yüzünden daha çok hasretlik duyuyordu.
“Var,” dedi ve ekledi. “İşimin başındayım.”
Leyla yandan ters bir bakış attı, Hüseyin’e fırsat vermeden çekti gözlerini. Çeşmeden su ince ince akıyordu. Pek sinir oldu Leyla. Çabucak dolsaydı artık! Yalancı dedi içten susmak bilmeyen o şırfıntı… Leyla bilmiyordu ki bu adamla beraber kendisini de sevmeyi öğrenecekti. Belki de bu, o adamı sevmekten daha kıymetliydi insan için. İnsan önce kendini sevebilmeliydi. Kendisine yüreği yetmeyen başkasına ne kadar yetecekti ki?
Yalancı… Elinde bir fırsat olsa daha da ince aksın isterdi. Çok daha geç dolsun, çok daha uzun sürsün işi, su bir ip olsun öyle dökülsün isterdi çeşmeden. Ne kötü şeyler istiyordu öyle. Çok kızdı kendine. Utandı. Saçlarını yoldu içten içe. Ne büyük bir edepsizlikti bu. Suratına tükürmeliydi tüm köy. İnsanlar su su diye çırpınıyordu. Leyla burada hayasızca bir istek yüzünden su ince aksın istiyordu. Lanetler etti kendine. Lanetler beddualar… Annesi kendisini çok severdi ama babasının nefretiyle, anasının sevgisi yarışırsa babasının nefreti kazanacağından o da kendisine babası gibi davranıyordu. Saçlarını yolmak, bedenini yerden yere vurmak istiyordu. Saçlarını okşamak aklına gelmiyordu. Halbuki içinde filiz vermiş bu duygu saçlarını okşaması gerekecek kadar edepli, hayalı, namuslu, pek güzeldi. Leyla anlayamıyordu.
“Allah herkese böyle iş nasip etsin o halde,” dedi Leyla halinden ödün vermeyip. Hüseyin’in kaşları çatıldı. İşi Leyla’ydı. Leyla’nın duası kabul olursa herkese bir Leyla nasip olmalıydı o halde? Kıskançlık, kör sağır bir kıskançlık, dudak kemirmeli, tırnak eti koparmalı bir kıskançlık geldi durdu Hüseyin’de. Bakışları değişti. Leyla bunu bakmadan hissetti de korktu. Evet korktu. Böyle aniden oluşan sessizlikleri sevmezdi. Geri çekilmemek, aralarına mesafe koymamak için zor tuttu kendini.
“Nasip paylaşılmaz Leyla,” dedi Hüseyin ciddi bir sesle. “Ben nasibimi paylaşmam geri al duanı.”
O geri kaçmamak için zor dursa da kalem defter Leyla olmaktan da geri durmuyordu. Susmuyordu dili. “Almam ne münasebet!” dedi genç kız ve başını kaldırıp baktı bu kez. Birkaç kez bu çeşmenin arkasına geçip beraber oturmuşlardı ama pek bir şey konuşmamışlardı. Çünkü o çeşmenin arkasına geçip yan yana oturmak bile biraz zaman almıştı. İki uçtan yavaş yavaş, karış karış yaklaşmışlardı birbirlerine. Ufak tefek birkaç cümle dışında uzun uzun sohbetlere henüz varamamışlardı. Leyla korkularını yenememişti. Hüseyin de bir o kadar korkutmaktan korkuyordu.
“Ne demek almam?” dedi engellemediği kızgınlıkla. Çok ters bir şey söylüyordu, farkında değildi.
“Allah’a ettiğim duadan sana ne? Deli midir nedir?”
“Nasip benim nasibim değil mi? Al duanı geri,” diye ısrarcı oldu.
“Almayacağım ya zorla mı aldıracaksın?”
Hüseyin iyice kızdı. Apaçık dua ediyordu karşısında. Olur da biri için bile tutarsa bu dua, biliyordu kalbi çok temizdi, ne yapardı Hüseyin? Çeşmenin etrafında volta atmak, kafasını çeşmenin altına sokmak istedi. “Kızım sen,” dedi dili tutulmuşken. Leyla’ya ilk kez anne babası hariç biri kızım dedi. Tutuldu kaldı bu kelime karşısında. Allah biliyor ya bin farklı şeyi aynı anda hissetti. O kanatlı hayvanlar nasıl çırpındı kalbinin üstünde. Yine kendi saçlarını yolmak, yerden yere vurmak istedi kendini. Allah’tan bile utandı. Allah’ım ne olur bunu sök al içimden bak ben günaha bulanıyorum, dedi. Sök al, canımı da al gerekirse, ben söz geçiremiyorum, baş edemiyorum. On sekiz yıldır duyduğum bir kelimeye bile akıp gidiyor şu yüreğim, sök al benden, diye yalvarıyordu. Günah işlediğini sanıyordu.
Sevda mı aşktan büyüktür, aşk mı sevdadan?
Hınçla daha dolmamış matarasını almaya kalkıştığı an, Hüseyin bir anlık gafletle engel olmaya çalıştı. Zarifçe kolundan tutacaktı. Bilseydi, Leyla’nın dayak yiyecekmiş gibi ellerini siper edeceğini bilseydi kendine, abartmıyordu, yemin edebilirdi, ölmeyi, kör kuyulara düşmeyi yeğlerdi. Ellerini hızla geri çekti, koparıp atmak istedi. “Leyla,” dedi ölmek isterken. Göğsü hızla inip kalkıyordu genç kızın, Hüseyin olur da yanlış anlar diye gözlerini indirip bakmıyordu az aşağı. “Leyla yanlış anladın.”
Matarasını aldı genç kız hızla. Yanlış anladığını ilk an fark etti de bunun utancıyla hızla gitmek istedi buradan. Herkesi o babası gibi sanıyordu. Kahroldu. Yine yerden yere vurmak istedi kendini. “Leyla yemin ederim yanlış anladın.”
“Tamam bırak,” diye yükseldi. Sevgiyle kalkan el mi görmüştü de bu adamın ellerini sevgiden kalktığını anlayacaktı? Görmemiş, cahil dedi içinden kendine. Müsvedde Leyla. İnsanlık senin neyine? “Ben böyleyim, böyleyim,” dedi titrek sesle. “Yabaniyim ben.”
“Hayır değilsin,” dedi hızla. Hay Allah! Hay Allah! Lanet gelseydi böyle işe! “Lütfen. Özür dilerim Leyla. Düşüncesizlik ettim. İzin ver ben taşıyayım bunu eve kadar.”
Aklını mı kaçırmıştı bu adam? Babası öldürürdü onu. Leyla sabırlar çekti de yürümeye başladı. “Leyla yarın geleceğim yine,” diye seslendi arkasından. Olur da gelmezse kendine ölümlerden ölüm seçecekti Hüseyin. Gece boyu da uyuyamayacaktı zaten. Ne yapmalı ne etmeliydi Leyla’yı daha sık görmeliydi. O kadar görmeli, o kadar konuşmalı, belki elini uzatmalı yine, lakin Leyla asla korkmamalı, belki o da elini uzatmalı, sonra Hüseyin elini saçlarında gezdirmeli, yüzünde, yanağında… Belki… Boynunda. Belki… Bir buse kondurmalı… Belki… Yanağına… Belki… İleri gidecek isteklere varmasına izin vermeden silkti yakasını. Çok erkendi bunun hayali için bile. Leyla ona uzanan elinden asla korkmadığında, elini uzatmayı alışkanlık haline getirdiğinde babasının karşısına çıkmalıydı Hüseyin. Ona bu savunma halini kazandıran, Hüseyin’in vakit vakit öldürmek istediği babasından kurtarmalıydı Leyla’yı. Leyla’sını.
Kalem kitap Leyla. Güzel Leyla.
“Lütfen gel Leyla. Duanı da geri al,” diye laf arasında hatırlattı. “Yarın geleceğim, rica ediyorum sen de gel.”
Sevda mı aşktan büyüktür, aşk mı sevdadan?
Genç Leyla, tecrübesiz haliyle o vakitler içindekine ne aşk ne sevda diyebiliyordu ama şimdi, bir oğlu varken, kızına gebeyken sevda aşktan on dirhem daha ağır diyebilirdi.
Aşk tez vakit demekse, sevda ebedi demekti.
Leyla dalıp gittiği anıdan kendini zorlukla kopardı ve gözlerini kırpıştırdı. “Ecevit,” diye yükseldi ve oğlunun poposuna vurdu. “Kaynatma lafı bitir şu ödevini.” Babasından halliceydi oğlunun dili. Pek laf yapıyordu ağzı. Yine çeşme başı anılarından anlattırıvermişti kaşla göz arasında. En son ödev yapıyorlardı halbuki. Çalışma masasının yanına bir sandalye çekmiş oraya oturmuştu Leyla. Ecevit’in her ödevini didik didik kontrol ederdi, defterlerini teker teker tarardı her Allah’ın günü. Ecevit başını masaya yatırdığı an yaslandığı sandalyeden ayırdı sırtını kadın.
“Oğlum yatarak yazma diyorum!” dedi kızgın bir sesle. Ecevit sızlandı durdu doğrulurken.
“Uykum geliyor!” diye o da annesine kızdı.
“Uykun geliyorsa Ecevit, ödevini gelir gelmez yapacaksın sonra gideceksin Firuze’nin yanına.”
“Olmaz,” dedi ve kaleminin kurşununu kâğıda bastırdı. Çatık kaşlarıyla pek huysuz ve uykusuzdu. Şu hayat bilgisi ödevlerinden nefret ediyordu. Allah’ım ne sıkıcıydı! Ne sıkıcıydı bayılıverecekti! “Firuze sıkılıyor.” Zaten akşama kadar okuldan dönmesini bekliyordu bir de gelir gelmez ödevleri için mi bekletecekti? Olacak iş değildi.
“Firuze’nin yanında yap o zaman,” dedi bu kez Leyla. Ecevit’in o çirkin yazısını gördükçe morali bozuluyordu. Elini karnına bastırdı. İnşallah kızının yazısı bu kadar çirkin olmazdı da bu dünyadan güzel yazan bir evladını görmeden gitmezdi. Firuze’nin yazısı güzel olacağa benziyordu. Onu da kızı gibi severdi. Bir an önce biri yazmalıydı artık, Ecevit’in yazısına baktıkça gözleri kanıyordu. “Oğlum biraz daha özenli yazar mısın?”
“Firuze sıkılıyor yanında ödev yapınca.”
“O zaman beyefendi uykunuz gelse de bu ödevi yapacaksınız bu vakitte. Sızlanmayacaksınız.” Ecevit hiç de bir şey demedi. Bundan başka çözüm yoktu zaten. Firuze’yle geçireceği vakitten kısamazdı. Onu çok ama çok özlüyordu. Resim derslerinde onu çiziyordu hep. Türkçe dersinde hikâye yazarsa başkarakterine hep Firuze ismini veriyordu ve matematik dersinde problemleri yazarken diğer isimleri hep Firuze’yle değiştiriyordu.
Leyla sırt ağrısına dayanamadı ve yine geriye yaslandı. “Gözlerini kapatarak yazma Ecevit.”
“Of, of, of!”
“Oflanma da!”
“Of, of, of!”
Leyla’nın tüm siniri uçtu gitti. Güldü. Öne doğru eğildi ve oğlunu öpüp kokladı sıkıca. Yanağını sıkıp sıkıp seviyordu. Mıncırıyordu yüzünü. Kalbinin yarısı eşine aitse diğer yarısı oğluna aitti. Kızı doğunca da üçe bölünecekti biliyordu. “Anneye of denmez.”
Ecevit çatık kaşlarıyla,“Biliyorum,” dedi. Biliyordu. Annesine sardı küçük kollarını. Annesinin onu öptüğü gibi öptü. Bir oraya bir buraya buse kondurdu. Burnunu ısırdı, yüzünü mıncırdı. Ecevit biraz sevdikten sonra annesini ödevine daha azimle devam etti.
“Firuze okula başlayınca beraber ödev yaparsınız,” dedi Leyla. Evet bunu istiyordu. Yan yana olsunlar ama ikisinin de ödevi olsun, diğeri sıkılmadan ödevlerini yapsınlar. Ecevit düşündü. Annesine söylemedi ama o önce Firuze’nin ödevine yardım ederdi. “Sana bir masa daha alırız, sizin yerinize koyarız. Beraber yan yana ödevlerinizi yaparsınız. Bu saate de kalmaz ödeviniz.”
Ecevit’i günün sonunda yine düzeltecek, yola sokacak olan da Firuze’ydi. Biliyordu Leyla.
Ecevit başını salladı. Ödevini zorlukla tamamladı. Annesinin kontrolünden geçirdi, çantasını hazırladı ve sonunda yatağa koştu. Leyla oğlunun üzerini örttü, eğildi ona doğru, yeniden öpüp kokladılar birbirlerini. “Anne, anne, anne,” diye bağırdı Ecevit. Bu seslenmek demek değildi. Çok sevmektendi. Tekrar ediyordu bazen coşkuyla. Firuze, Firuze, Firuze de diyordu. Vardı böyle şahsına münhasır davranışları.
Saat çok geç değildi ama sabah erkenden kalkan, okula giden, okulda koşturan, okuldan dönünce oyun arkadaşının yanında olan bir de üstüne ödevini yapan bir çocuk için geçti sadece. Ecevit çabucak uyuyakaldı. Leyla kalkmadan yanından dua okudu. Bir kâbus bile incitmesin, huzurla uyusun diye oğlu.
Eli karnında çıktı odadan, salona geçti. Saat ona geliyordu. Camdan baktı. Hüseyin daha gelmemişti. İşi uzamış olacaktı demek ki. Artık iş yükü daha çok ondaydı. Leyla daha az çalışıyordu karnı büyüdükçe. Biraz keyfini çıkarmaya çalışıyordu ona göre hamileliğinin son günlerinin. Keyif çatıyordu. Bol okuyor, bol yiyor, bol istediğini hazırlıyor, bol izliyor, bol uyuyor, bol gülüyordu.
Kitaplığının önüne gitti, bir romana başlamak istemedi. Son okuduğu kitabı da tamamlamıştı. Şiir kitabı en iyisiydi. Sıradan bir hayatın muhteşem günlerini, son günleri olduğunu hiç bilmeden, tadına doya doya yaşıyordu. Yaşar Kemal’in Bugünlerde Bahar İndi kitabına uzandı. Koltuğa geçti. Ayaklarını uzattı. Ödem topluyorlardı. Kitabı köşeye koydu rahatını bulana kadar. Rastgele bir sayfa açtı, şiir kitaplarının ilk sayfasından başlamayı hiç sevmiyordu. Sayfa sayısına bakmadı. Okudu.
Bu şiirde kendini pek bulmadı başta ama içine dokundu dizelerde yürüdükçe. ‘Yalnızlık’ hiç onu anlatmıyordu artık ama annesini özledi şiir devam ettikçe. Su olsan kimse içmez, yol olsan kimse geçmez kısmında gariban anacığı geldi hatırına. Gözleri doldu biraz, yaşlar da aktı ardından. Şiiri tamamlayamadan, sonunu göremeden kapattı kapağı. Annesinin özlemi bu kadar bile yetti. Yalnız değildi de işte öksüzdü. Anne olsa bile anasını arıyordu insan. Daha çok ağladı. İçinde uykuya yatmış özlemi uyandırdı ansızın. Biraz daha ağladı. Kapının açılma sesine kadar ağladı. Ne zamanki o sesi duydu hızla sildi yaşlarını. Elinin tersini defalarca gözlerine sürttü. Bir ıslık sesi duydu kapının önünden. On sene önceki gibi. Kalbi belki o vakit kadar pır pır etmedi ama yine heyecanla biraz hızlı attı. Mutlu etti onu bu ıslık sesi.
Aşk tez vakit, sevda ebedi denmişti. Tam da bu yüzden.
Hüseyin elinde bir demet papatyayla kapı önünden uzattı başını salona. Geç geldiği vakit, kendini biraz mahcup hissediyordu. Muhakkak eli dolu geliyordu öyle olunca eve. Leyla yüzünü gizlemeye çalıştı ama Hüseyin fark etmişti. “Leyla,” dedi endişeyle. “Ağlıyor musun sen?”
“Yok ya… Gözüme toz kaçtı.”
Hüseyin pencerelere baktı. “Kapı pencere kapalıyken mi?” diye sordu eşine doğru adımlarken. Papatyaları sehpaya koyacaktı ki Leyla,“Bana mı aldın?” diye sordu. Pek seviyordu çiçekleri. “Sana aldım,” dedi adam ve ona uzanan ellere bıraktı papatyaları.
“Neden ağlıyorsun sen? Sancın mı var?”
“Hiç yok.”
“Biri bir şey mi dedi?”
Gözlerini küçültmüş karısının yüzüne bakıyordu. Yalan söylerse anlardı. “Kim ne söyleyecek?” dedi Leyla, çiçeklerini göbeğinin üzerine yerleştirdi. Hüseyin pek de uzak duramadı, mesafede sorgulayamadı, yanına oturdu, o da yetmedi, “Gel bakalım,” dedi ve kucağına doğru çekti eşini. Papatyalarını tuttu Leyla sıkıca. Ansızın kocasının kucağına düştü. Yerine yerleşti. “Niye ağladın söyle bakalım bana?”
Leyla eşinin bakışlarından kaçamadı. Gözleri yine yaşarmasın diye koca koca açtı. “Öyle bir şiir okudum,” dedi titrek bir sesle. “Annemi hatırladım. Öyle…” dedi. Sesi sobalı bir evde gece tuvalete kalkmış bir çocuk titredi. Boğazı düğümleniyordu, zorlukla konuşuyordu. “Aklıma geliverdi aniden. Özledim herhalde. Anlamadım ben de. Ağlayıverdim.” Bunları söylerken yine büzüldü dudakları. Çenesi titredi. Çünkü annesizlik, her yaşta aynıydı. Hüseyin’in eli saçlarına gitti, karısını değil de öncelikle annesiz bir çocuğu sinesine çekti.
“Tamam ağla biraz daha,” dedi şefkatle. Sonra içinden, belki biraz bencilce ama çok yerinde, haklı bir istekle, ‘Allah benim çocuklarımı annesizlikten tek bir gün bile ağlatmasın,’ dedi. Leyla biraz daha ağladı sinesinde. Sonra ağlaması durunca çıktı. Bir peçeteye uzandılar kucak kucağa. Burnunu ve gözlerini sildiler Leyla’nın. Biraz öpüp kokladı Hüseyin, Leyla’yı.
“Leyla,” sesi bir yaz güneşi gibi. “Benim Gül Güzeli’m,” dedi dudakları boynundayken. Burnunu sürttü boynunda öptüğü yere. “Ne sürdün sen buraya?” diye sordu. Ağlayışının da özleminin de üstüne gitmeyecekti. Mahcup etmeyecek ya da ağırlaştırmayacaktı hislerini. Leyla böylesini isterdi biliyordu.
“Lavanta. Hoşuma kaçtı öyle, süreyim dedim biraz gerdanıma. Güzel mi?”
Hüseyin gülümseyerek çıkardı başını koynundan ve yüzüne baktı imayla. Leyla anımsamadı onun gibi. “Ne oldu?” diye sordu.
“Evlenmeden önce de sürerdin,” dedi. Elinin tersini tıpkı genç bir delikanlıyken yaptığı gibi karısının gerdanında gezdirdi. Parfüm kullanırdı şimdilerde Leyla, lavanta gençliklerinde kalan hoş bir hatıraydı. Leyla gerdanında dolanan kemikli elle anımsadı o gençlik yıllarını. “Tabi senin için sürmedim derdin. Şimdiki benim için mi?” diye sordu. Hafızası ne kuvvetliydi öyle. Az önce ağlayan Leyla’yı kızdırdı biraz bu kuvvetli hafızası.
“Hayır,” dedi Leyla. İnatçı bir keçiden farksızdı bazı konularda. “Ne münasebet? O zaman da hoşuma kaçmıştı sürüyordum, şimdi de hoşuma kaçtı sürdüm.”
Külliyen yalandı. Köy meydanında ulaşabileceği tek güzel koku lavantaydı o zamanlar. Hüseyin’le aralarındaki mesafe kapandıkça, yakın mesafede oturdukça güzel kokma kaygısı taşımaya başlamıştı Leyla. Hüseyin temiz kokardı çünkü. Kendisi de güzel koksun isterdi. İlk sürüşünde, bir esans olduğunu unutmuş da bocalamıştı üstüne. Kendisi bile tahammül edemiyorken kokuya uzak oturmaya çalışıyordu Hüseyin’den ama adam bırakmıyordu. O gittikçe Hüseyin geliyordu. Fazla mıydı bu koku? Fazla fazla fazlaca. Ama Hüseyin, Leyla kendini biraz bile kötü hissetmesin diye ‘Ne güzel kokuyorsun sen öyle,’ demişti. Onu mahcup etmeyeyim derken ağız dolusu iltifat etmişti de Leyla’yı utançtan ölecek kıvama getirmişti. Hay aksi! Ne zordu bu işler.
“Olayın benimle hiç alakası yok yani.”
“Hiç.”
“Hâlâ mı?” diye sordu kucağındaki karısının belini sararken.
“Hâlâ.”
Yüzünü yine koynuna yaklaştırdı, kıkırdaya kıkırdaya biraz öpüşüp koklaştılar, sırnaştılar birbirlerine. İkisinin de içinde biraz olsun ne arzu ne sevda azalmıştı. Kendi yağlarında eksilmeden kavruluyorlardı. “Ecevit uyudu değil mi?” diye sordu Hüseyin.
“Sızdı desem daha doğru.”
“Çok mu yorulmuştu? Keşke ödevlerini sabah erken uyanıp yapsaydı.”
“Asla olmaz,” dedi Leyla, despot bir öğretmen gibi. “Sabah uyanamazsak ne olacak? Yapsın ödevini öyle uyusun. Firuze okula başlasa da beraber ödev yapsalar. Bir türlü sevdiremedim ödev yapmayı çocuğa.”
Hüseyin güldü, yavaş yavaş karısının örülü saçlarını açmaya başladı. İlgiyle ve sevgiyle izliyordu yüzünü. Yorgunluğu dizlerine yatırdığı bir kadınla uçup gitmişti bedeninden. Sabaha kadar güzel eşiyle ilgilenebilecek gücü vardı artık.
“Bizim oğlan önce kızın ödevini yapar bu arada,” dedi gülerek. Aklına direkt bu gelmişti.
Leyla dudak büzdü. “Bunu düşündüm. Sonra dedim ki Firuze o çirkin yazıyı defterinde istemez. Bak gör, inci gibi yazacak o. Ecevit yazmayı öğrenmiş biliyor musun? O gün fark ettim. Heceleye heceleye yazıyor bir de. Firuze yazmayı öğrendin mi dedim, hayır dedi. Sadece ‘Ecevit’ yazmayı biliyor şu an.”
İkisi de kıkır kıkır gülüştüler. “Kurban olurum ikisine de,” dedi Hüseyin. Sonra sessizce, plansız düşüncelere daldılar, dakikalarca sürdü bu. İlk konuşan Hüseyin oldu. “Bu iş nereye varacak sence?” diye sordu.
“Hangi iş?”
“Ecevit’le Firuze.”
“Onlar daha çocuk…” dedi kısık bir sesle Leyla. “Böyle şeyler düşünmek bana ayıp geliyor. Minicikler daha.”
“Tabi de…” Firuze daha iki günlükken üç yaşında oğlunun eve gelen bebeği nasıl merak ettiğini hatırlıyordu adam. Sonra o bebeğin ilk adımlarında oğlunun nasıl elinden tuttuğunu, beraber oynayacak yaşa geldikleri ilk andan beri başka kimseyle oyun oynamadıklarını… “İnsan bazen düşünüyor Leyla ya… Firuze’yi bilmem tabi. O koskoca Atilla Akın’ın kızı. Kim bilir nerelerde okuyacak, nerelere gidecek, kimlerle tanışacak…”
“Niye öyle dedin, Ali de okuyacak, gidecek, tanışacak,” dedi. Oğlunu savunmak istemek değil de oğluna da layık görmekti bu.
“Tabi ki… Ama anlarsın ya işte Leyla. Bazen düşünüyorum. Babalık işte. Olsa dert olmasa dert. Olmayacaksa Ecevit’in içine hiç düşmesin. Tek duam bu. Arkadaş kalsınlar, kalbi o fark yüzünden yara almasın. Olacaksa da… İşte. İnsan düşünüyor. Hani hali vakti yerinde bir başka aile olsaydı tamam da… Bir şekilde denk düşerdik. Öyle de değil ki? Koskoca siyasetçi. Ülke yönetiyor adamlar. Nasıl aşık atarsın ki? Nasıl yetişirsin?” Bunları söylerken utana sıkıla söylüyordu. Sonuçta yüz yüze baktığı, ekmeğini yediği insanlardı. Ecevit’i sofralarında ağırlamaktan bir güne bir gün gocunmamışlardı. Çocuklar da küçüktü. Böyle şeyler konuşulmamalıydı da şimdiden sıkıntısı düşüyordu işte içine. Elinde değildi.
“Ben Firuze’nin öyle biri olacağını, Ecevit’i eksik hissettireceğini hiç sanmıyorum. İnsan yedisinde neyse yetmişinde de o olur. Mesela bak Bülent öyle değil. Biz buraya ilk geldiğimizde çocuktu. Belliydi büyüdükçe nasıl bir karakterde olacağı. Firuze için de belli bence,” dedi Leyla. Tamam kabul… O da düşünüyordu bazen istemsizce. Arkadaş kalsalardı ne âlâydı. Zaten öylelerdi ama gün gelecek büyüyeceklerdi. Genç bir kız ve genç bir erkek olacaklardı. Birbirlerine içlerinde varsa belki başka bir gözle bakacaklardı vakit gelince.
“Mesele Firuze değil ki Leyla…” dedi Hüseyin. Hayat ne garipti. Hiç görülmeyecek günlerin hesabını yaptırıyordu insanlara. Kışı görmeyecek Leyla’nın domates kavanozlarına, kestiği eriştelerine, kuruttuğu patlıcanlarına benziyordu bu. Leyla devamını duymadan anladı. Elbette ona kitaplarını veren, onunla kahve içen kadın gün gelirse bazı şeyleri istemezdi. Bunu anlamak zor değildi.
“Paramızı biriktiriyoruz,” dedi Hüseyin. “Zamanı gelince çıkarız kendi evimize. Allah büyük. Burada ölmeyeceğiz ya. Ben bir iş bulurum buradan çıkınca. Hatta ne düşündüm biliyor musun sana da bir çiçekçi dükkânı açarız.”
Bunları Firuze ve Ecevit iki arkadaş olarak kalsalar da yapacaklar mıydı? Elbette. Tamam Atilla Bey’i de Aylin Hanım’ı da severlerdi ama Hüseyin isterdi Leyla’sına bir ev vermeyi. Sonra bir çiçekçi dükkânı… Tümüyle kendisine ait bir mutfak… Bunların hayaliyle daha kuvvetli çalışıyordu. Hem böylece, olur da, o düşündükleri ihtimal olursa en azından Ali Ecevit’i, evin çalışanının oğlu sıfatından kurtarırlardı. Bu ayıp bir şey miydi? Hiç değildi ama yine de oğullarının yüreği biraz olsun bundan kırılmasın, mahcup düşmesin isterlerdi.
“Çiçekçi mi?” diye sordu Leyla. Sesi canlandı, gözleri parıldadı.
“Yaparsın bence.”
“Açabilir miyiz ki?”
“En iyisinden,” dedi adam başını sallayarak. Zaten büyük büyük masrafları yoktu. Leyla da dikkat ediyordu. Ne olursa olsun ikisinin içinde günün birinde buradan müsaade istemek geçiyordu. Leyla da isterdi rahatlıkla girip çıkabildiği bir evi olsun. Bir siyasetçinin evinde çalışmak, yaşamak elbette zordu. Şükretti içinden tabii hemen. Nankörlük yapmak istemezdi ne Allah’a ne de bu evin sahiplerine. “Adını da Gül Güzeli koyarsın, olmaz mı?”
Leyla neredeyse el çırptı. Çok da güzel olurdu! Altınları da vardı. Onları da satarlardı. Küçük bir yer olsa yeterdi ona. Ankara’nın en güzel çiçekçisine çevirirdi orayı. İçi kıpır kıpır oldu. Kızı bile tekmelemeye başladı müjdeyi almış gibi. Aklında bir resim belirdi. “Geçen gün Firuze bana bir resim çizmişti, çiçekçi dükkânı vardı resimde, burası senin Leyla Teyze, demişti. Biliyor musun? Acaba hissetti mi?”
Firuze’nin küçük kalbi tertemizdi. Leyla o an anlamamıştı ama şimdi sanki bu bir ilahi mesajdı. Pek de güzel çizmişti Firuze. Leyla imrene imrene bakmıştı o çiçekçiye. Sihirli parmakları vardı küçük kızın hayaller kurduruyordu insanlara, sanki çizmek için bu dünyaya gelmişti.
Leyla uzun uzun izlerdi çizerken onu. Hayran olurdu. Sonra dua ederdi, annesinin doktor olacağını babasının iyi bir siyasetçi olacağını iddia ettiği ve daha şimdiden anne babası arasında bile savaşa dönen geleceğinde fırçalarını ondan almasınlar diye. Çünkü Firuze bu hayattan en çok çizmeyi güzel yapıyordu. Ona zorla matematik çözdürmenin bir anlamı yoktu. Leyla dua ederdi ona, hırstan zaman zaman gözü dönen ailesinin ego savaşları arasında yok olup gitmesin yeteneği diye. Özgürce çizebilsin diye. Leyla hep dua ederdi.
Dualara kabul olmuş muydu? Tartışılırdı. Dördüncü sınıfa giden ve bugün on yaşına giren Firuze, bir matematik dersinde, sindiği en arka köşede, dersi dinlemiyor resim çiziyordu. Firuze bugün, Ecevit’in hayatının elinden çalındığı yaştaydı ve Leyla teyzesinin bu güzel dualarından hiç haberdar değildi.
“Firuze,” Sınıf öğretmeni, çizdiği resmen dalıp gitmiş Firuze’yi ürkütmemek için önce hafifçe eğilmiş sonra yavaşça seslenmişti ama Firuze yine de irkilmişti. Resim çizerken bu dünyadan taşıyordu tüm varını yoğunu. Göz göze geldiklerinde Firuze artık hiçbir şey gizleyemezdi. Yakalanmıştı. “Neden dersi dinlemiyorsun?” Ellerini sessizce resminin üzerine koydu ve öğretmenine baktı. Tüm sınıf ona dönmüştü. Utanıp sıkıldı.
“Geçen İngilizce dersinde de resim çizdi öğretmenim,” dedi ön sıralardan bir başka çocuk. Firuze çatık kaşlarıyla ona baktı ama bir şey söylemedi. Zaten bu şikâyet de öğretmen için bir anlam ifade etmedi. Firuze çoğunlukla resim çizerdi. Çizdiği anlar çizmediği anlardan daha fazlaydı. Öğretmen Firuze’nin elinin altındaki resmi, kâğıda zarar vermeden çekti aldı.
Bir meyveli pasta vardı. İki tane çocuk, bir havuz. Öğretmen çoğu resminden rahatsız olduğu gibi elindekinden de rahatsız oldu. Bir sınıf öğretmeni okula gelen öğrencisinin; saçının toplanış şeklinden de, çizdiği resimden de bazı şeyleri anlamalıydı. Öğretmen Firuze’nin resimlerinden yolunda gitmeyen şeyler olduğunu görebiliyordu. Birinci sınıftan beri yanında değildi. Bu sene sınıfına gelmişti. Bildiği kadarıyla bu kız çocuğu neredeyse her sene, ailesi tarafından öğretmeninden memnun kalmadığı gerekçesiyle sınıfı değiştirilen bir öğrenciydi.
“Firuzeciğim benimle gelebilir misin?” dedi ve kıza elini uzattı.
“Tamam çizmeyeceğim, söz dersi dinleyeceğim,” dese de nafileydi. Öğretmen uzattığı eli çekmedi ve tutmasını bekledi. Firuze bir yetişkinin ve özellikle bir öğretmenin bu baskın tavrıyla baş edemedi ve tuttu öğretmeninin elini. Sınıfta kıkırtılar duyduğunda kaşları daha çok çatıldı. Hiç kimseyi sevmiyordu. Geçen seneki sınıfında olduğu gibi, ondan önceki sınıfında olduğu gibi. Hiç kimseyi sevmiyordu. Senler önce söylediği gibi onun yalnızca bir annesi bir babası ve bir arkadaşı olmuştu.
“Çocuklar!” diye uyardı öğretmen yürürken. “Soruları çözmeye devam edin, geliyorum ben hemen.”
Firuze’nin küçük elini sıkıca tutmuştu. Beraber çıktılar sınıftan. Koridorun sonunda psikolojik danışmanın odası vardı. Öğretmen kapıyı çaldı ve yavaşça başını uzattı. “Hocam gelebilir miyim?”
“Tabi hocam buyurun.”
Önce Firuze’yi odaya yönlendirdi, ardından kendisi girdi. “Firuze matematik dersinden biraz sıkılmış,” dedi karşısındaki kadının yüzüne bakarken. Gülümsediler birbirlerine. “Resim çizdiğini fark ettim. Sakıncası yoksa burada devam edebilir mi?” Niyeti resimde onu rahatsız eden ayrıntıları karşısındaki uzmanın da yakalamasıydı ve bunu çocuğu korkutmadan yapmalarıydı.
“Tabi ki, oturabilirsin Firuze. İyi dersler hocam,” dedi ve gerisinin kendisinde olduğunu hissettirecek şekilde salladı başını. Danışman boş bir kâğıt ve boya kalemleri çıkardı çekmecesinden ve Firuze’nin önüne koydu. Karşısındaki öğrencinin kimin kızı olduğunu biliyordu ama şimdi daha önemli meseleleri vardı. Çocuğun çizdiği resme baktı dikkatle. Havuz neden kırmızıya boyanmıştı?
Firuze önüne konan kâğıt ve boyalara bakarken çoğu zaman olduğu gibi sessizdi. İnsanlar ona resim çizmesinin çok güzel bir şey olduğunu ama yeri ve zamanı olduğundan bahsedecekti. Danışman Firuze’nin adını ve soyadını girdi ve bilgilerinin açılmasını bekledi. Okul numarası ve sınıfından sonra doğum tarihi dikkatini çekti. “Ah!” dedi tatlı bir tınıyla. “Bugün doğum gününmüş! Doğum günün kutlu olsun Firuze, iyi ki doğdun, iyi ki varsın!”
Firuze sessizce önüne konan kâğıda ve kalemlere bakmayı sürdürdü. Bugün doğum günü olması hiç hoşuna gitmiyordu. Yaşı daha küçük olduğundan doğmamayı dilemeyi bilmiyordu, içindeki mutsuzluğu nasıl dile getireceğini seçemiyordu ama seneler sonra kendini daha iyi ifade ettiğinde keşke doğmasaydım diyecekti.
Danışman güler yüzünü soldurmadan devam etti. “Görüyorum ki akşam yapılacak kutlamayı çizmişsin. Pastan çok güzel duruyor. Meyveli pasta seviyorsun galiba doğru mu anladım? Yoksa böyle mi çizmek istedin?” Adım adım havuza doğru gitmekti amacı.
Firuze başını çevirmeden, “Meyveli pasta severim,” dedi. Kimseye Ecevit’ten bahsedemediği için öyle söyleyebildi. Evet o da artık meyveli seviyordu ama Ecevit kadar değildi. Elinde fırsat olsa Ecevit seviyor demek isterdi ama senelerdir ağzında mühür vardı.
“Ben de bayılırım. Akşama kutlama var o zaman?”
Firuze’nin küçük kalbine bir ağırlık çöktü. Hiç fark etmedi ama mimiklerine kadar hissedildi bu huzursuzluğu. Başını iki yana salladı sadece. Firuze en son altıncı yaş gününde pasta üflemişti. Geçtiğimiz iki doğum gününde de çikolatalı pastasının üzerine mum dikilse bile Firuze kesin bir tavırla üflemeyi reddediyor, odasına kaçıyordu. Kâğıda ve boya kalemlerine uzandı. Yeniden çizmeye başladı. Sohbet etmek istemiyordu.
“Kutlamaz mısınız doğum gününü?”
Böylesine varlıklı bir aileden elbette şatafatlı bir kutlama beklemişti. Çocuk yalan söylüyor olabilirdi ya da bu resim bir aile sorununu anlatıyor olabilirdi. Firuze cevap vermedi ve çizmeye devam etti. Kadın bir süre bölmedi onu. Çizmesine izin verdi. Ne çizeceğini merak ediyordu. Sonra Firuze, beklenmedik anda, “Size bir şey söyleyebilir miyim?” dedi başını ilk kez kaldırırken. Dayanamadı. İlk kez bir on altı kasımda yabancı bir kadının ve diğer insanlara göre kısmen daha çok güvendiği öğretmeninin yanındaydı.
Güven veren bir gülümsemeyle karşılık aldı.
“Elbette. Seni dinliyorum.”
“Kimseye söylemeyin ama.”
“Bana söylediğin her şeyi sadece bana söylemiş olursun. Başka kimse öğrenemez.” Kadın öylesine güven veriyordu ki, bir çocuğu ikna etmemesi işten bile değildi. Firuze söyleyeceği şey için heyecanlandı. Çünkü çok ama çok uzun zamandır kimsenin yanında bu ismi sesli olarak dillendirmiyordu.
“Bugün Ecevit’in doğum günü biliyor musunuz?”
Adını söyleyince biraz korktu. Nedenini anlamıyordu ama babası içine öylesine bir korku tohumu ekmişti ki Firuze, o tohumdan bitmiş ağacın gölgesinden bile korkuyordu. Söyler söylemez pişman oldu. Kadın kızacak, babasını arayacak sandı ama tebessümü bozulmadı.
“Ne kadar güzel bir denk geliş!” dedi Firuze’nin yüzündeki endişeyi görürken. “Ama sanırım ben Ecevit’i tanımıyorum.” Sınıf arkadaşı olabilir miydi? Sanmıyordu. Ailesinden biri? Aynı gün doğdularsa belki de ikiziydi. Firuze’nin korkusu silinmese de azaldı, en azından sessizliğe gömülmedi.
“O benim arkadaşım,” dedi resmine dönerken. Yüreğindeki şeyin ne olduğunu bilmiyordu ama bilse kalbinin adını özlem koyardı. Çok özlemişti. İçinde yaşatmak artık yetmiyordu. Oyunları bitmişti. Hep aynı şeyleri tekrar ediyorlardı. Çünkü o arkadaşlığın beyni Ecevit, kalbi Firuze’ydi. O yüzden aralarındaki bağ geçen senelerde Firuze nezdinde aynı kalsa da Ecevit bir fikir olarak artık eskisi kadar kuvvetli değildi zihninde. “En sevdiğim arkadaşım,” diye düzeltti. Başka arkadaşı yoktu zaten. Küçük dudakları büzüldü ve boğazı acıdı. Aslında bazı zamanlar artık Ecevit’i hatırlamıyordu. Tümüyle unutmasa da Ecevit bir fikir olarak zihninde duraksayınca, kendini yenilemeyince, aynı oyunlar etrafında dönünce Firuze varlığını unutuyordu ama bugün on altı kasımdı. Firuze kendisinin doğduğunu unutmuştu ama Ecevit’in doğduğunu hiç görmese de anımsıyordu.
“Çok şanslısın. En sevdiğin arkadaşınla aynı gün doğmuşsunuz. Bu çok güzel bir şey olmalı,” Psikolojik danışmanın cümleleri Firuze’nin içini daha kuvvetli acıttı. Firuze kalbinin adını özlem koydu. “Beraber mi kutluyorsunuz?”
Önündeki kâğıda boncuk boncuk gözyaşları damlamaya başladı. Dudakları on yaşında bir çocuk gibi değil, ancak altı yedi yaşlarında bir çocuk gibi büzüldü, büzüldü ve büzüldü. Başını iki yana salladı. Küçük elleriyle gözlerini silmeye çalıştı ve titrek bir sesle konuştu. “Ecevit gitti. Bir daha da gelmedi,” dedi sitemle. Babası haklı çıkmıştı. Ecevit hiç gelmeyecek demişti. Ecevit hiç gelmemişti. “Ben onu çok özledim.”
Nasıl böylesine donukken ansızın ağlamaya başlamıştı? Kadın şaşkınca onu izliyordu. Derin bir nefes aldı ve toparladı kendini. Bu kız çocuğunun yardıma ihtiyacı vardı görebiliyordu. Yerinden kalktığındaysa daha iyi iletişim kurabilmek için tam karşısına oturdu. Hüngür hüngür, şiddetli bir çocuk ağlaması değildi bu. Aksine için için, sessiz sedasız ağlıyordu. Danışman öldüğünü düşündü Ecevit denen çocuğun. O an kim olsa aklına yalnızca bu gelirdi.
“Taşındı mı arkadaşın?” diye sordu ama. Öldü mü elbette ki demezdi. Firuze cevap vermedi. Ecevit’i böylesine sesli hatırlamak onu içli içli ağlatmaya başladı. Ne babası ne de annesi haklı çıkmıştı. Firuze arkadaşlık kuramıyordu. Kurabilse belki düzelecekti ama doğduğu günden beri yanında olan o akıllı, yeri gelince kurnaz, oyunbaz ve Firuze’ye karşı bencil bir sevgisi olan çocuk gibisini bulamıyordu. Herkeste onu arıyordu. Kimsede onu bulamıyordu. Elbette on yaşındaki bir çocuğun anne babasından, barınmasından ve yemeğinden sonra gelen en büyük ihtiyacı arkadaştı. Yoktu. Daha da vahimi Ecevit’i kaybedince hissettiği boşluk sadece arkadaşlığı karşılamıyordu. Kocamandı.
Kadın, biraz eğildi ve “İnsanlardan bazen uzak düşebiliriz. Çok sevdiklerimizden de. Taşınıp uzaklara gidebilirler ama bu tüm bağı koparacağımız anlamına gelmez. Mesela mektup yazabiliriz ya da anne ve babamıza söyleriz, telefonla görüşebiliriz. Anne ve babana arkadaşını çok özlediğini söyledin mi? Eminim kendileri elinden geleni yaparlar.” dedi.
Firuze cevap vermedi. Hiçbir şey anlatmadı. Sadece ağlamaya devam etti. Sonra, “Yalan söylemek kötü bir şey mi?” diye sordu. Geceleri yalan söylediği o günü görüyordu rüyasında. Bazen doğruyu söyleyip Ecevit’e bile kavuşuyordu bazen doğruyu söyleyince de Ecevit’e kavuşamıyordu.
“Çok kötü bir şey,” diye yanıtladı Firuze’yi. Firuze için için ağlamaya devam etti. Bir kadın çiziyordu karşısında kendisi, Ecevit’i de masanın altına saklanmış halde… Aklı allak bullaktı. On altı kasımlar çok kötü geçiyordu. Danışman biraz daha uğraştı ama yine de konuşturmayı başaramadı. Bir mendil uzattı, “Benimle istediğin zaman arkadaşın Ecevit’i konuşabilirsin,” dedi. Ancak öyle Firuze, “İstediğim zaman mı?” diye sordu.
Kadın başını sallayınca çocuk aklıyla ve heyecanla, “Yarın da mı?” diye teyit etti.
Kadın belki şimdi amacına ulaşamamıştı ama Firuze’nin güvenini kazanmıştı, yarın yeniden yanına geleceğini biliyordu. Çizdiği resmi istedi çıkmadan, Firuze de zorluk çıkarmadan verdi. Resimlerini saklama içgüdüsü yoktu. Odadan çıkana kadar ağlayışı dindi, son iki dersin içindeydiler zaten. Resim çizmeden, duyarak ama dinlemeyerek öğretmenine baktı. Köşesine sinmişti. Okul zili çaldığında onu almaya gelecek olan araç her gün nerede duruyorsa o tarafa doğru gitti. Annesini gördü ama bu kez. Aylin Akın elbette ki bugün kızını okuldan alacaktı. Güzeller güzeli kızı doğmuştu, kızını doğurmuştu bugün. Olduğu yerde eğildi ve kollarını Firuze’ye açtı. Firuze koşmadı ama adımlarını hızlandırdı annesine sarıldı.
“Benim güzelim,” dedi Aylin. “Benim güzeller güzelim.”
Kızının yüzüne sayısız öpücük kondurdu. Bir parti düzenlemese de kocaman bir pasta yaptırmış ve bir sürü hediye almıştı kızına. Her sene büyük bir umutla, bu sene kutlayacağız diyerek hareket ediyordu ama olmuyordu. Bu seneden tek temennisi yeniden kutlamalarıydı. “Benim kızım doğmuş bugün.”
Firuze’nin tepkisini pür dikkat izledi ve tepkisizliğiyle koca bir hayal kırıklığına uğradı. Yine de gülümsedi ve neşeyle konuştu. “Baban sana öyle bir hediye aldı ki,” diye devam etti yine de. “Görünce şok olacaksın! O kadar güzel ki hediyesi…”
“Anne benim uykum geliyor,” dedi Firuze. Yanağını annesinin yanağına yaslamıştı ve diğer eli annesinin yanağındaydı yine. Annesini çok seviyordu. Belki de en çok annesini seviyordu o evde. Bir de kardeşine alışmıştı biraz. Babasını sevmiyor muydu? Sevmiyor değildi ama artık babasının omzuna çıkmıyordu. Gece onu uyutsun da istemiyordu. Ona yaptığı resimleri de göstermiyordu. Babası ondan Ecevit’i almıştı. Bunun tümüyle gerçek olduğunu bilmese bile bir gece vakti yatağın altına saklanmış, korktuğu canavarın babası olduğunu unutmuyordu. O babasının ondan Ecevit ismini çaldığını da biliyordu.
“Doğum gününü kutlamadan önce biraz şekerleme yaparsın bir tanem,” dedi Aylin neye parmak bastığını bilmeden. Firuze’nin biraz da olsa babasından uzak düştüğünün farkındaydı ama bu o kadar da mühim değildi. O geceden sonra Firuze bir kez olsun Ecevit dememişti. O aileden bahsetmemişti. Evet biraz daha kendi içine kapanmıştı ama yine de o çocukta takılı kalmamıştı. Aylin öyle sanıyordu en azından. Ya da çizilen her resimdeki Ecevit figürünü görmezden gelmeyi tercih ediyordu. Halbuki şimdi kullandığı şekerleme lafı bile kızını Ecevit’e götürdü. Firuze uzun uzun sustu. ‘Ama anne Ecevit’in şekerlerinden yok ki nasıl şekerlemeye yapayım?’ diye sormak istedi de sustu.
Bütün yol da sessizlikle geçti gitti. Firuze dediğini yaptı, eve gider gitmez üzerini değiştirip uyuttu kendini. Rüyasında bir meyveli pasta gördü yine. Üfleyemedi. Bu kez Ecevit kırmızı havuza düştü. Ne kadar zaman geçti bilmiyordu ama kendi kendine uyandı. Kâbus denebilir miydi? Ecevit’i gördüğü için hayır ama aslı senelerdir kâbus görüyordu. Yalnızca Ecevit’i gördüğü için ismine kâbus demiyordu.
Firuze senelerdir benzer kabuslar görüyordu.
Annesine seslendi. Dili damağı kurumuştu. Kimse duymadı onu. Evde bir doğum günü telaşesi vardı. Annesi elbisesini özenle dolabının dışına asmıştı ama görmedi. Pastayı da üflemeyecekti. Yine mızmızlık yapacak, abisi Bülent’in azarlayışına maruz kalacak, babasının yüzünün nasıl asıldığını görecek sonra annesine sığınacak ve mumları üflemekten kaçacaktı.
Adımları anne babasının odasına doğru gitti. Annesinin sıcaklığını arıyordu. Belki biraz kokusunu. Uyur gezer sayılırdı Firuze. Gözleri kapalı olmasa da ansızın uykusundan uyanır ve başka birine giderdi. Kaç kere pijamalarıyla Tarhanların kapısına gitmişti küçükken? Leyla alıp onu sarmalayarak evinde uyutmak isterdi ama bu Akınların asla kabul etmeyeceği bir şeydi. Leyla kucaklar ve evine geri götürürdü Firuze’yi. Bu eve taşındıktan ve Ecevit hiç gelmediği zamandan beri yine uyanır ve kapı önüne çıkardı ama bu evin bir müştemilatı yoktu. Olmayan müştemilatı arardı küçük bedeniyle. Bulamayınca ağlar, biri onu bulana kadar dolanırdı ortalıkta.
Anne ve babasının odasına girdi. Oda boştu. Boş odada dolaştı biraz, anne diye sızlandı durdu. Uykusu açıldıkça huysuzluğu da arttı. Eskisi kadar tuttuğunu koparan, ağzından laf eksik etmeyen, inatçı bir çocuk değildi. Artık daha kısıktı sesi. Gün geçtikçe de azalıyordu kelimeleri. Gitti annesinin yatağına uzandı. Küçük ellerini yanağının altına koydu. Gözleri açıktı, yan taraftaki sehpanın üzerindeki suya bakıyordu. Susuzluğu geçsin istiyordu ama elini uzatmaya eriniyordu. Parmakları bir zaman sonra uzandı ve bardağın altındaki gazetenin sayfalarına dokundu. İnce sarı sayfaları parmaklarının ucunda ezip durdu.
Çok susamıştı.
Gözleri de kapanmayınca yatakta oturur pozisyona geçti ve suya uzandı. Okuması da yazması da kuvvetliydi. Hızlı okur hızlı yazardı. Gözleri gazetenin üzerindeydi suyunu içerken. Birden fazla manşet vardı, ayrıntılara takılan, hatta ince çizgiler üzerinde yaşayan bir çocuktu. Gitti kıyıda köşede kalanı okudu.
…kan donduran cinayetin üçüncü yılı. 16 Kasın 1992’de Atilla Akın’ın evinde gerçekleşen cinayetin üzerinden tam üç yıl geçerken acılı babanın geçtiğimiz aylarda devletten istifasını istediği öğrenildi. Akın’ın tek kızı Firuze Akın’ın doğum günü partisinde…
Firuze babasını gazetelerde ve televizyonlarda görmeye pek alışıktı. Boy boy resimleri devamlı karşısına çıkıyordu ama kendi ismini gazeteden okumak onu önce biraz korkuttu, heyecanlandırdı ve endişelendirdi. Suyu bırakmadan gazeteyi de önüne doğru çekti yatağa bıraktı. Gazete haberini baştan okumaya başladı.
BABANIN ACISI DİNMEDİ!
Bugün kan donduran cinayetin üçüncü yılı. 16 Kasın 1992’de Atilla Akın’ın evinde gerçekleşen cinayetin üzerinden tam üç yıl geçerken Cumhuriyet savcısı acılı babanın geçtiğimiz aylarda devletten istifasını istediği öğrenildi. Olay Atilla Akın’ın tek kızı Firuze Akın’ın doğum günü partisinde gerçekleşmişken ülke gündeminden aylarca düşmemiş, Akın ailesinin evinde çalışan H.T’nın oğlu olan Ali Ecevit Tarhan tarafından işlenen cinayet ülkede büyük yankı uyandırmıştı. Zanlının eylemlerde, örgütle yan yana çıkan fotoğraflarının ardından döneme damga vuran ceza miktarıyla Cumhuriyet Savcısı baba ‘Adalet yerini buldu, diliyorum ki bu biraz yüreğimize su serpecek,’ ifadelerini kullansa da geçtiğimiz aylarda istifasını istediği ortaya çıktı. Cinayet sonrası Akın ailesi evden apar topar taşınmış, Atilla Akın ‘Adaletten yanayız. Ailecek elimizden geleni yapıyoruz,’ açıklamasında bulunmuştu. Kızı Firuze Akın’ın cinayet yerinde, cinayete şahit olmasıyla yaptığı tanıklık davayı aydınlatmış ve suçlular cezalandırılmıştı. Cumhuriyet savcısının ‘Akın ailesine dürüstlüğünden ve fedakarlığından dolayı teşekkür ediyorum,’ sözleri dikkat çekerken…’
“Kızı Firuze Akın’ın cinayet yerinde, cinayete şahit olmasıyla yaptığı tanıklık davayı aydınlatmış ve suçlular cezalandırılmıştı…”
Firuze yedi yaşında o küçük odada söylediklerinin yalan olduğunu biliyordu. Büyüdükçe yalan olduğunu daha iyi anlamıştı ama yalanının sebebi ona bir gün bile yanlış gelmemişti. Ona Ecevit gelecek demişlerdi o da yalan söylemişti. Ona yine Ecevit gelecek deselerdi Firuze yine yalan söylerdi. Lakin Firuze Ecevit’in gelmeyişinde yalanının payı olduğunu tek bir gün bile düşünmemişti. Suç ve ceza kavramlarının bir çocuk için henüz fazlasıyla soyut kaldığı dönemdeydi. Cezalar da suçlar da çocuklar için çok daha kısa zamanlı anlamlar taşıyordu. Firuze bir gazete haberiyle gelişim basamaklarını atladı.
“Kızı Firuze Akın’ın cinayet yerinde, cinayete şahit olmasıyla yaptığı tanıklık davayı aydınlatmış ve suçlular cezalandırılmıştı…”
Okuması da anlaması da hızlıydı. Çok kitap okuyordu. Bazen o kitaplardaki başkarakterlerin ismini Ecevit ve Firuze olarak değiştiriyor, devamlarını da kendi istediğine göre tamamlıyordu ama yine de bu cümleyi anlaması kolay olmadı. Cümle biraz uzundu, karışıktı ve zordu. Ondan fazla kez başa sarıp okudu.
“Kızı Firuze Akın’ın cinayet yerinde, cinayete şahit olmasıyla yaptığı tanıklık davayı aydınlatmış ve suçlular cezalandırılmıştı…”
Suçlular… Suçlu? Ecevit. Yalan. Ceza… Şahit. Firuze… Cinayet. On altı yıl. Cinayet. Aydınlatmak. Suçlular. Cezalandırıldı. Adalet. Firuze. Ecevit…
Firuze annesinin odaya girdiğini fark etmedi. Elindeki bardak çoktan düşmüştü yatağa ve çarşafla beraber üstü sırılsıklamdı. Beş dakikadır aralıksız aynı cümleyi okuyup duruyordu. Ezberi kuvvetliydi, okumadığında da içinden tekrar ediyordu. Gerçek seneler sonra bir şeytan gibi ensesinden üflüyordu ve on yaş bir çocuk için cehennemle tanışmak adına çok erkendi.
Çocuklar cehenneme gider miydi?
Ölümden sonra muhtemelen hayır ama bu dünyada cehennem varsa Firuze, Ecevit’in düştüğü yaşta tanıştı.
Kalbi kriz geçirir gibi hızla çarpıyor, iç organları eziliyor ve bedeni uyuşuyordu. Parmakları birbirinin içine geçmiş, çenesi kilitlenmişti ama o cümleyi okumaktan asla vazgeçmiyordu. Annesinin sesini duymuyordu.
“Firuze ne oldu?” dedi Aylin. Birkaç adım gerisinde tutulup kalmıştı. Bir ölü gibi bembeyaz kesilmiş yüze bakıyordu. Yataktaki gazeteyi görünce hareket edebildi, korkuyla kızına yaklaştı. Düşen bardak gazeteyi de ıslatmış ve parçalamıştı ama Firuze tek bir yeri küçük eliyle korumayı başarmıştı. Aylin dehşetle Firuze’nin koruduğu kısma baktı. İrkildi. Bir cenaze görmüş kadar sarsıldı.
“Firuze,” dedi korkuyla, sesi bir o kadar kısıktı. Firuze’nin göğsü hızlı inip kalkıyorken göz bebekleri büyümüştü, nefes alıp verirken can çekişiyordu. Gazeteye yapıştı Aylin ve hızla yataktan alıp yere fırlattı. Kızının yüzünü avuçladı, “Firuze bana bak!”
Firuze ağzını açtı, kapattı. Defalarca kez. Beyninde birleşen bir yapboz vardı. Bundan sonra o yapbozla yaşayacaktı. Yaşayabilecek miydi? Öleceğini sanıyordu. Nefes alamıyor, kalbi göğüs kafesini eşeliyor, bedeni bir mezar taşı gibi sertleşmişti. Buna panik atak diyeceklerdi doktorlar ama Firuze bu anı hiç ilk atağım diye hatırlamayacaktı.
Ecevit’i öldürdüğünü fark ettiği andı.
“Firuze kendine gel! Atilla! Atilla, Firuze’ye bir şey oldu! Atilla!”
Aylin kızını bırakmıyor ama adeta kendini dövüyordu. Çığlık çığlığa bağırıyordu. O da bir doktordu ama kriz ve atak arasındaki farkı anlamayacak kadar anneydi. Firuze’nin yüzü morarmaya başladı. Haykırıyor, bağırıyor, eşinin adını sayıklıyordu. Firuze elinin altında kalbini geri döndüremediği bir hasta gibi soğumuştu. Atilla Akın merdivenleri ikişer ikişer çıkarak tamamladı. Karısının sesi bütün evde yedi farklı dilde, yedi farklı ağıt gibi yayılıyordu. Merdivenleri tırmanıp odaya varana kadar kızının kendini öldürdüğünü sandı. Bir ölüyle karşılaşmayı bekledi ama gözleri açık olan Firuze’yi görmek biraz olsun rahatlatmadı içini.
“Firuze,” dedi koca bir adımda kızına yaklaşırken.
“Gazeteyi okumuş,” dedi Aylin bağıra çağıra ağlarken. “Gazeteyi okumuş Atilla. Bir şey oldu. Bir şey oldu kızıma, bir şey oldu! Atilla bir şey oldu!” Atilla Akın kızını tekte kucağına aldı. Uzun kumral saçları yere doğru döküldü.
Ali Ecevit Tarhan on yaşında çocukluğunu kaybetti. Firuze Akın onsuz üç yıl sabretti, yalnızca ışığını feda etti. Sonra al sattı bal sattı, dere tepe düz gitti, develer pire, pireler deve oldu, usta öldü, ballar bitti Firuze on yaşına geldi; çocukluğunu kaybetti. O vakte kadar yalnızca içinde özlem vardı. Arttığı gibi azalmasını da biliyordu. Hatırladığı gibi unutmasını da biliyordu. Ecevit’le uyuduğu gibi Ecevitsiz de uyuyordu. Çocuktu, özlem bir vardı bir yoktu. On yaşına vardı, vicdanla tanıştı. O günden sonra Ecevit’i hiç unutmadı. Özlemi sadece arttı. Ecevitsiz uyumadı. Tuvallerine kan sıçradı, fırçalarını hep kana buladı.
Akın malikanesinde artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Düşman artık içlerinde büyümeye başladı, onlarla oturdu, yemek yedi, onlarla kalktı. Onlarla kavga etti, onları sırtından hançerlemek istedi, onlardan nefret etti. Ev bir hapishane oldu. Firuze küçüktü resimlerle haykırmak istedi gerçeği, duyulmadı, Firuze büyüdü diliyle haykırmak istedi, olmadı. Firuze biraz daha büyüdü adımlarıyla yürüdü gerçeğe, varamadı. Hayat ondan Ecevit’i aldığı gibi sonu olmayan bir hastalık da verdi. Firuze gecelerce uykusundan uyandı, anne babası panik atak dedi ama vicdan bir canavar gibi Firuze’nin gırtlağına çöküyordu. Evdeki herkes mışıl mışıl uyurken Firuze herkesin canavarıyla bir başına savaşıyordu. Gecelerce, aylarca, senelerce…
***
Anneme hep, günün birinde herkes babamdan nefret ettiğinde; bizi bu nefretin dışında tutmayacaklar derdim.
Yarım saat boyunca içinde olduğum bu gürültü, gürültünün bir parçası da içinde bulunduğum arabaydı, bana yalnızca bu cümlemin doğruluğunu kanıtlıyordu. O güne doğru ilerliyorduk ve ben nefreti ailede iliklerime kadar hisseden tek kişi olduğumu biliyordum. Babamın sevmeyeni kadar seveni de vardı, onlar kendilerini sevenlerin gözünün içine bakarken ben bizden nefret edenlerin gözünün içindeydim.
Kalbim çok hızlı atıyordu. Ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırmıştım ve korkuyordum. İnsanlardan değil, kalbimden. Panik atak geçirmek istemiyordum. Gözlerim kapalıydı. Ecevit bir noktada o trafikten çıkmıştı. Yarım saatin ardından en azından artık korna sesleri duymuyordum.
Telefonum yeniden çaldığında artık sadece titreşimini hissetmiyordum, arabanın sessizliğinde sesini de duyuyordum. Gözlerimi açtım ve ekrana baktım. İnci arıyordu. Meşgule attım. Ecevit’in sesi soluğu çıkmıyordu, camına astığı bayrak dalgalanmaya devam ediyordu.
Abla telefonunu açar mısın?
İnci’nin mesajının ardından telefonum yeniden çaldı. İnlememek için çok zor tuttum kendimi. İnci’nin telefonunu açmamak, vicdanıma yük olarak biniyordu. Ya şu an yardıma ihtiyacı varsa ve bana ulaşmaya çalışıyorsa? Bu soruyla burun buruna geliyordum her açmadığım aramada. “Ecevit arabayı sağa çeker misin?” diye konuştum. Ne geleceğini bilmediğim için onun yanında konuşmak istemiyordum. Ecevit başını bana çevirdi ve çok geçmeden telefonuma baktı.
“Burada konuşabilirsin,” dedi yalnızca. Moralinin nasıl bozuk olduğunu görebiliyordum. On altı yılda bu ülkede tek bir şeyin bile değişmediğini görüyordu ve biliyordum ki bu çok zoruna gidiyordu.
“Arabayı durdurur musun?” dedim yeniden. Sinir hâlâ üzerinde olduğu için aniden frene bastı ve çok yanlış şekilde durdurdu arabayı. Dışarıdan gören önümüze bir canlı çıktı da onu ezmemek için hamle yaptık sanırdı. Emniyet kemerimi açtım ve arabadan indim. Ön tarafa doğru ilerlerken aramayı yanıtladım.
“Efendim İnci?”
“Neredesin?”
Elbette ki kardeşimin tek bir kelimesinden anlayabiliyordum bazı şeyleri. Anladığım şeye değinmeden, “Bir şey mi oldu İnci?” diye sordum yalnızca.
“Annem ve babam seni soruyor, ara gelsin dediler,” dedi. Yüzümde buruk bir tebessüm oluştu. Buz gibiydi sesi. Sanki bir yabancıyla konuşuyordu. Kalbimde derin bir yarık oluşmadı ama omuzlarımda bir çöküş hissettim. Başımı iki yana salladım.
“Neden böyle konuşuyorsun benimle?” dedim uzatmadan. Sesim yumuşaktı. Kırgın mıydı? Bilmiyordum. İnci’yi o odadan çıkardıktan sonra hiç görmemiştim. Babam elbet konuşmuştu. Belki öpüşüp barışmışlardı. Belki İnci özür dilemişti, babam da iki güzel cümle kurmuştu. Sarılmışlardı. Benim hakkımda konuşmuşlardı. Ne demişti bilmem, ama elbette tahmin edebilirdim, İnci’yi benim kanatlarım arasından çekip almıştı belki de. Dudaklarımı birbirine bastırdım çenemi büzdüm.
“Nasıl konuşuyorum?” dedi aynı şekilde. O devam ettikçe kuşkularım gerçeğe dönüşüyordu.
“Seni çok iyi tanıyorum. Belki senden bile iyi tanıy-” Cümlemin tamamlanmasına izin bile vermedi. Bir Akın gibi davrandı, kardeşim İnci gibi değil.
“Babam ablan çıkıp gelmezse kaldığı evi o adamın başına yıkacağını söyledi,” dedi tek nefeste. Bu cümleyi öyle bir hınçla, öfkeyle kurdu ki dönüp istemsizce Ecevit’e baktım. Parmak uçları çenesinde beni izliyordu ve hiç bilmese de, umursamasa da bir düşman daha kazanmıştı. Onun hayatını elinden alan bu aile, büyüğüyle küçüğüyle, hadsizce ve alçakça hâlâ ondan nefret ediyordu. İnci’nin sesinden anlıyordum ki o da evi Ecevit’in başına yıkmak istiyordu. “Duydun mu beni abla?”
Ecevit’ten çekmedim gözlerimi. O da bir an bile kaçırmadı bakışlarını. Birbirimizi izliyorduk. Kalbimden bir ağrı yükseliyordu Ecevit’e baktıkça.
“Duydum İnci,” dedim yalnızca. Benim yanımda durmak ona zarar verir miydi? Verirdi ama en azından inanarak babamın yanında durmasaydı. Sesi bu kadar öfkeli olmasaydı. Benimle bir düşman gibi konuşmasaydı. Sanırım İnci’yi de kaybetmiştim. Gülümsemeye kalkıştım ama dudaklarım titredi. Kimsesizlik ucu bucağı olmayan bir histi. Hep daha fazlası vardı sanki. Ecevit beni izliyordu ama ben daha fazla ona bakmadım, kafamı çevirdikten çok kısa bir an sonra da zaten arabanın kapı sesini duydum. Sanırım Ecevit indi.
“Tamam İnci,” dedim yalnızca kapatmak için. Yağmur çiseliyordu. Hava çok soğuktu. Babam üzerindeki belayı hafifletir hafifletmez üstüme üşüşmüştü. Sabahı bile beklememişti.
“Ne tamam abla? Gelecek misin? Babam gerekirse o evin çatısına helikopter indiririm yine de alırım onu dedi.”
Ecevit babamı benden daha iyi tanıyordu galiba. Başımı bana yaklaşmış adama çevirirken iki yana salladım ne oldu der gibi. Birebir aynı karşılığı aldım ve o da başını salladı. Cebinden sigarasını ve çakmağını çıkarırken sırtımı döndüm ona. “Tamam İnci,” dedim sadece. Söylediklerini duymasın diye uzaklaştım Ecevit’ten.
“Abla tamam deyip durma! Neredesin? Ne zaman geleceksin?”
“Atölyeye gideceğim.”
Kısa bir sessizlik oluştu. O an anladım, yanında annem vardı. “Eve gel,” dedi sessizlikten sonra. Ecevit yaslandığı arabadan çekildi ve bu kez ileri doğru -bu bana doğru demekti- yürümeye başladı. Duymaya çalışıyordu. Telefonun sesini kıstım çaktırmadan.
“Anneme selamımı söyleme. Kapatıyorum,” dedim hızla ve devamını dinlemeden kapattım telefonumu. Başımı yere bakarak yürümeye devam eden Ecevit’e çevirdim. Yutkundum ve kaçarsam kovalanacağımı bildiğim gerçeğe teslim oldum.
“Ecevit beni hastaneye bırakır mısın?” dedim. Değil çatısına helikopter indirtmek, babam Ecevit’in sokağından dahi geçmesin istiyordum. Günlerdir beni rahat bırakmasının tek sebebi Bülent belasıyla uğraşmasıydı. Yoksa bir gün bile nefes almama izin vermezdi. Gelip alabilen alsın, demişti o. Ama biliyordum ki babam o kapıya dayanırsa ya da başkalarını dayandırırsa ben çıkıp giderdim. Ecevit’in hanesini Akın soyadıyla kirletecek değildim.
Ecevit’in sigarası dudaklarının arasında sıkışı kaldı. Parmakları aralık halde yakındı sigaraya ama dokunmuyordu. Bir nefes çekti ama duraksadı, dumanı içinde tuttu. Cümlemin noktalamasına kadar duydu öyle sigarasını aldı ağzından. Başını bana kaldırdı ve “Yarın bakarız,” dediği an duman dudaklarından süzüldü.
“Bu gece bakalım. Beni hastaneye bırakır mısın?”
“Hastane çok gerimde kaldı. Yollar kapalı. Yarın bakarız,” dedi inatla. Neden gitmek istediğimi biliyordu. İçimdeki sıkıntı arttı. Ecevit hiç olmaması gereken bir anda kalmamı istiyordu.
“Tamam ben taksiyle giderim,” dedim. Tam olarak neredeydik bilmiyordum. Ecevit o trafikten kurtulmak için kör karanlık yerlere sapmıştı. “Neredeyiz şu an?”
“Arabaya geç Firuze.”
“Hastaneye mi gideceğiz?”
“Hayır,” dedi açıkça. Beni kandırmaya bile çalışmıyordu.
“Ecevit lütfen.”
“Gelip alabilen alsın demedim mi?” diye konuştu olduğu yerde, hiddetle. Alırlardı. Kendine çok güveniyordu, görüyordum ama benim babam adil dövüşmezdi. Kazanmak için her türlü hileye hurdaya başvururdu. Beş kişiyi gönderirdi kapıya, Ecevit beşiyle baş etti mi on kişiyi gönderirdi. O on kişi de, Ecevit’in evini de darmadağın ederdi, Ecevit’i de. Bunları bilmek için çok da düşünmeye gerek yoktu.
“Gitmek istiyorum,” dedim omuzlarımı indirip kaldırırken. Bu cümleyi o kadar inanmadan kurdum ki, belki de karşımdakine de geçmeyeceğini bildiğimden duraksamadım, zorlanmadım bile. Çünkü bu bir yalandı ve duraksatmalıydı. Kaşlarını kaldırdı ve çenesini dikleştirdi. Sigarasını tuttuğu elini alnına yaklaştırdı ve başparmağını alnına vurdu birkaç kez. Sigarasını külü üzerine doğru döküldü. Bir çayı bir de sigarayı çok destursuz tutuyordu.
“Alnımda enayi mi yazıyor?”
“Ne olur zorluk çıkarma bana.”
“Arayıp tehdit mi ettiler seni?” Yeniden nefes alamadığımı hissettim. Başımı kaldırdım ve gökyüzüne baktım. Yağmur çiselemekten yağmaya doğru gidiyor, şiddetini arttırıyordu. “Hiçbir bok yapamazlar. Duydun mu? Evimden içeri tek bir adım bile attırmam.”
Gözlerimi kapattım ve soluklandım yalnızca. Yağmur damlaları yüzüme akıyordu. Eninde sonunda gidecektim zaten, bu neden zoraki olsaydı ki? Aileme biraz olsun dişlerimi geçirebiliyorsam bu da tamamen stratejikti. Onların gücünün bana yettiği yere kadar direniyordum, ne zamanki bana güçlerinin yeteceğini anlıyor o vakit umarsızca kendi isteğimle yapıyor gibi davranıyordum. Şimdi çıkıp gidersem kendi irademle atölyeye gidecektim ama onlar gelip alırlarsa beni eve götüreceklerdi. Ecevit’e bunları anlatacak gücü bulamadım kendimde, geçtim kaldırıma çöktüm oturdum.
Ne güzeldi. Ah ne güzeldi son bir haftam. Yaşamak, her şeye rağmen, herkese rağmen, tüm kırgınlıklara rağmen yaşamak, Ecevit’in yanında, iyileşmek, yaralarımın kapanması… Ah ne güzeldi. Yaşamak. Bunlardan kopmayı en çok ben istemiyordum ama bunların geçici olduğunu yaşarken de biliyordum. Ecevit tepemdeydi, bana yukarıdan bakıyordu. “Beni lütfen hastaneye bırak ya da nerede olduğumuzu söyle taksi çağırayım.”
“Yarına kadar…”
“Ecevit ne fark eder? Ha bugün ha yarın ne fark eder?”
“Firuze ne fark eder?” diye aynı şekilde sordu. “Ha bugün ha yarın ne fark eder?” Ellerimi başımın iki yanına örttüm ve eğildim. Bu gece çıkar gelirler miydi? Olabilirdi. Bilmiyordum. Her şey mümkündü. Yanıma çöktüğünü hissettim. Gölgesi artık üzerimde değildi gölgemin yanındaydı.
“Gecenin bu vakti, sokak bu kadar karışıkken atölyede ne olup olmayacağını nereden biliyorsun?” dediğini duydum yanı başımdan.
Gözlerimi sıkıca yummuştum. Yavaşça açtım ve ona doğru çevirdim başımı eğdiğim yerden.
“Sen bunu neden bu kadar düşünüyorsun?” diye açıkça sordum. Bana bakmıyordu, karşıyı izliyordu. Dudakları aralandı ama ben ondan önce davrandım. “İşine yaradığım için.” Başımı salladım. Oldukça makul bir sebepti bu kabul. İşe yaradığımın farkındaydım. “Ama bırak da sebep olduğu şeylerden, babam korusun kızını.”
Güler gibi oldu bu söylediğime. Arabanın feneri yanıyordu, sokağı tek aydınlatan oydu. Yakınında olduğumuz için yetiyordu bize. Ecevit’in keskin yüz hatlarını görebiliyordum. “Babana güveneceğime sokaktaki kediye köpeğe güvenirim,” dedi. Sanki bu dediğini birileri duymuş gibi ansızın arkamızdan bir kıpırtı hissettik. Ecevit biraz daha sakin kaldı ama ben neredeyse korkudan çığlık atacaktım. Aklıma fareden yılana kadar bin türlü ihtimal geldi.
Kapkara gecenin altında bu kadar küçük ve kara bir şey elbette ki ilk an çok korkutucu geldi. İlk Ecevit fark etti ve bizden korkmuş hayvana uzattı elini, kaçıp gitmesine izin vermedi. Ecevit avucuna aldığı an anladım yavru bir kedi olduğunu.
Alayla gülüyordu kediye bakarken. “Korkuttun bizi,” dedi ve sonra bana döndü. “Bak koruman geldi. Babandan daha güvenilir,” Üzerimdeki kabanı işaret etti. “Aç eteğini.”
Açmadım, kediye baktım öylece. Biraz korkuyordum, onun gibi. Yani küçükken beni tırmalıyorlardı sevmeye çalışıyorken, muhtemelen sevmeyi bilmiyordum, büyüdükçe de korkmaya başlamıştım. Atölyemin önüne aklıma gelirse su ve mama koyardım ama elimi uzatıp başlarını okşayamazdım. “Ben korkarım,” dedim yalnızca.
Ecevit cıkladı ve kendi kabanının içine koydu kediyi. “Üşüdün mü?” diye sordu merhametli bir sesle.
Ben kaçıp gidecek sandım. Çünkü az önce bizden korkmuştu, Ecevit de tam kaçacakken yakalamıştı onu, ona zarar verebilirdik, bizi tanımıyordu ama öyle olmadı. Ecevit’in sıcak kabanının içine girince küçük tırnaklarını kumaşa geçirmeye çalıştı ve sıcaklığına sığındı. Çatık kaşlarımla, neredeyse ağlamak üzereyken kediyi izliyordum ve onu öylesine çok, öylesine kalbimden, öylesine derinden anlıyordum ki… Aslında tüm mesele Ecevit’ti. Güven Ecevit’ti, ev Ecevit’ti, inanç Ecevit’ti. Bir kedi için bile. Kalbimiz ne kör ne de sağırdı. Çok doğru görür, çok doğru duyardı. Dürüst olanı, zararsız olanı seçerdi. Kedinin Ecevit’e kendini bu kadar bırakması bana günlerdir uyuduğum huzurlu uykuları hatırlattı. Ecevit güvenli olan çatıydı. Yağmur da yağacak olsa, kar da, dolu da, şimşek de çakacak olsa, yıldırım da düşse oradaydı, sağlamdı, vatan toprağı gibiydi. Oradan başkası, ondan başkası, daha iyi şartlar bile sunsa onun kadar güvende hissettirmeyecekti.
İçimden kör, katran karası bir ah ettim. İç çektim kediyi izlerken. Kim bilir dedim yine. Kim bilir kime sunacak bu çatıyı bir ömür. Melike’yi ayrı tuttum bu ahtan. Ah Ecevit, kim bilir kime gani gani nasip edeceksin kendini? Benim yirmi beş yaşında kopuk kopuk tattığım, hiç sahip olmadığım yalnızca misafir edildiğim o çatı kimin olacak? Kim yaşayacak altında? Kim keyif çatacak? Kim bu dünyada cenneti yaşayacak? Kim lokmasını afiyetle boğazından geçirecek, kim uyuyacak o çatının altında? Korkak bir kedinin avuç kadar kabanında bulduğunun bin mislini kime vereceksin?
Kediden çektim başımı ve diğer tarafa çevirdim. Gözyaşlarımın akacağını biliyordum. Çatısızlığıma ağlıyordum. O çatı altında misafirliğimin bitişine ağlıyordum. İnsanoğlu çok kıskançtı. Kendimde olmayanı başkasında olacağını bilmek beni deli etti birkaç saniyede.
Kedi miyavlamaya başladı. “Verecek bir lokmam yok,” dedi Ecevit. “Olsa verirdim. Annen buralarda mı?” diye sordu. Onlara baktım. Arkasını döndü ve pispis diye seslendi ortalığa ama çıkan olmadı. Kedi konduğu yerden Ecevit’in üzerine tırmanmaya çalışıyordu. Gözleri bu kadar parlak olmasa siyah kabanın üstünde belli olmayacaktı. Ecevit bir bebeği tutar gibi tuttu kediyi ve alttan destek sağladı. Kediyle göz göze geldik.
“Seni buna emanet ederim ama babana emanet etmem,” dedi kendi kendine. Varla yok arasındaydı sesi, kısıktı. Bir şey sorsam, söylediğini inkâr edecek kadar muallaktaydı. Kedi bende ne gördü bilmem ama parlak gözlerini bana dikmişti. Küçük ağzını açıp miyavladı. Biraz avaz avaz çıkıyordu sesi, çirkin, tiz bir sesti. Gülümsedim. Ecevit olmasa elimi kaldırıp sevmeye cesaret edemezdim ama Ecevit sıkıca tutmuştu. Parmak uçlarım usulca başına uzandı. Okşadım uzaktan uzaktan. “Annen nerede?” diye sordum. Sesim titriyordu. Tıpkı Ecevit gibi annesine seslendim. Ortalıktan çıkan başka bir parlak göz olmadı.
Bir vakit sonra, “Hadi gidelim artık,” dedi Ecevit ve kediyi yavaşça yere bıraksa da bir kere aldı diye sanırım o hissi, paçasına yapıştı Ecevit’in. Yeniden tırmandı. “Valla biz gidiyoruz,” dedi Ecevit.
“Annesi yok mu?” diye sordum. Ecevit ne kadar tutup öteye koysa da yapışmıştı bırakmıyordu ve açıkçası bana birini hatırlatıyordu.
“Bilmiyorum ki. Yemek aramaya gitmiştir belki. Gelir birazdan.”
Ecevit ayağa kalktı ve kediyi biraz daha öteye koydu ama kedi yine Ecevit’e doğru koştu. Ayakkabısının üzerine çıktı. Kalkmamıştım, onları izliyordum. Kedi çok çabalıyordu Ecevit’i bırakmamak için. Sanki annesini beklemiyordu. “Ama ya yoksa annesi?”
“Ama ya varsa?” dedi o da. Ayağını kaldırdı ve kediyi biraz yükseltti sonra yavaşça geri indirdi. Kedi bacağına tırmanmaya çalışsa da yapamıyor devriliyordu devamlı. “Hem yoksa da çevrede muhitler var, bakıyorlardır. Hadi kalk, yağmur artmaya başladı.”
İlk kez dizinin üstüne kadar tırmandı. “Burada mı bırakacaksın?”
“Sahiplenmek istiyorsan at cebine,” dedi ve kediyi işaret etti. Hızla kafamı salladım. Kaşlarım bükülmüştü. Asla isteyeceğim bir şey değildi. Yapamazdım, bakamazdım ona. Hem yarınım belli değildi, nasıl her şeyi bana bağlı olan bir kediyi sahiplenebilirdim?
“Yok,” dedim ama kedi Ecevit bir adım attığında yine peşinde dolandı. “Peşini bırakmıyor,” dedim. Ecevit bir kez daha kucakladı kediyi ve biraz daha ileriye bırakmak istedi ama nafileydi. Koşup duruyordu. “Sen alsana.”
Bu kez o benim gibi başını salladı. İkimiz de bu minicik kediyi istemiyorduk. Bunu bilseydi, istenmediğini, ne çok üzülürdü kim bilir. Yemeden içmeden kesilirdi, yarın doğacak güneşi beklemezdi, küçük kalbi un ufak olurdu. Neyse ki anlamıyordu. “Ben bakamam. Yapabileceğim bir şey değil, sen alacaksan al. Gidene kadar bende kalır giderken alır götürürsün.”
“Ben de bakamam,” dedim hızla. Umarım bana hiç yaklaşmazdı. Hayır aslında Ecevit bakardı. Niye bakamasaydı ki? “Ama sen bakabilirsin bence. Mamasını veteriner masrafını ben karşılarım,” dedim. Kalkıp arabaya gidemiyordum. Kedi peşimizden gelecekti belliydi. Nasıl gidecektik onu bu karanlık yolda bırakıp?
“Ben karşılayayım sen sahiplen o zaman?” dediğimin saçmalığını vurgulamak içindi bu cümlesi. İkimiz için de mevzu masraflar değildi biliyordum.
“Ecevit benim evim bile yok,” dedim açıkça. Ecevit öylece bana bakakaldı. Ne düşündüğünü hiç merak etmedim. Bilmek de istemezdim zaten.
Gözlerini benden çekmeden bir kez daha kediyi kendinden uzaklaştırdı ama hayır asla izin vermiyordu onu bırakmasına. “Sen yokken koca malikanede bakan bir tane insanlıktan nasibini almış çıkar diye sanıyorum.”
Başımı iki yana salladım. En ufak bir kaosta herkesin onu unutacağını bilirdim ve hem ben onlara nasıl emanet ederdim? Ben yokken odadaki çiçekler bile soluyordu çoğu zaman. Bana ait herhangi bir şeye nefes aldıracak insanlar değildi onlar. “Ben bakamam Ecevit, kendime bile bakamıyorum zaten. Lütfen sen al. Bu gece burada kalmasın. Olmadı sonra sahiplendiririz. Ben arar bulurum iyi birini. Bak paçana yapıştı bırakmıyor, nasıl bırakacaksın bu karanlık yerde?”
Kedi yine tırmandı. Bu kez başardı da. Yağmur bir artıyor bir azalıyordu. Sırılsıklam olurdu, şimşek de çakarsa çok korkardı. Kalbi minicikti zaten. Neden bu kadar korkuya maruz kalsaydı ki? Ecevit kediye baksa da ikna olmadı, “Tamam sen al, sahiplendir başkasına.”
“Ecevit yapma,”
“Firuze böyle bir sorumluluk alamam.”
“İyi beni hastaneye bırak o zaman,” dedim ayağa kalkarken. Kediyi almayacaksa ben de gitmeyecektim yanında. Bütün gece kedi için hüngür hüngür ağlayacak kendimi suçlayacaktım. Ne diye Ecevit’in evinde ona rahatsızlık verseydim?
“Kızım ne alakası var?” diye yükseldi.
“Ya kediyi al ya beni hastaneye bırak.”
“Firuze beni kızdırma.”
“Tamam ben giderim o zaman bir şekilde hastaneye.”
Gerçekten bu karanlık yolda yürümeyi göze mi aldım yoksa Ecevit’in buna izin vermemek için ikna olacağına mı emindim bilmiyordum ama arabanın devam edeceği yolda yürümeye başladım. O kadar çok yürüdüm ki arkamı dönmemek için çok zor tutuyordum kendimi. Karanlık artıyor, arabanın ışığı azalıyordu. Çok korkunçtu. Yanılmış mıydım? Ecevit bana seslenmeyecek miydi? Daha ne kadar devam edecektim karanlıkta yürümeye. Karanlıktan korkmazdım ama işte ıssızlıktan korkardım. Çok korkunçtu. Ecevit bırakacak mıydı beni? Çok uzağa gittim.
“Firuze!”
Sesi öylesine gürdü ki bu sesi bekleyerek yürüsem de korktum yine de. Yerimde zıpladım adeta. “Firuze!” diye yine bağırdı. Ona döndüm. Yine sinirden kudurmuştu galiba. Öfkeyle yerinde tepinecek gibiydi. “Bir hafta içinde sahiplendirecek birini bulacaksın!” Bana o kadar kızıyordu ki yerinde duramıyordu adeta. Sesini duyurmak için değil sinirinden bağırıyordu. Kediyi tutmuştu. “Dön çabuk geri!”
Gülümsedim tüm kızgınlığına rağmen. Bana sanki hiç bağırmıyormuş gibi gülümsedim. Adımlarımı hızlandırdım ve neredeyse koşa koşa ona geri döndüm. “Allah’ım bana sabır ver!” dedi arabaya doğru dönerken. “Allah’ım bana gani gani sabır ver! Allah’ım bana sabır ver!”
Ben de hızla arabaya bindim. Gülümsememek için yanaklarımın içini dişliyordum. Kediyi aniden kucağıma bıraktı. “Tut,” diye kızdı. Ellerim havada kucağımdaki kediye baktım dehşetle. Küçük bir canavar gibiydi. Kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Kıpırdamıyordum ve o da kıpırdamasın istiyordum ama Ecevit arabayı hızlı hızlı sürünce, önce kabanımı, sonra daha çok kabanımı derken ister istemez tuttum. Parmak uçlarımla koruyordum onu ama koruyordum. Ecevit çok kızgındı bana, belki bize. Bilmiyordum. Yol boyunca kızıp durdu. Hiç karşılık vermedim. Sadece kedi tiz sesiyle miyavladı.
***
Ecevit iki tane küçük tabak çıkarmışken birinin içine yolda üç farklı yer arayıp bulduğumuz yaş mamayı diğer tabağa su koydu. Yavruyu yere bırakmıştı, avel avel dolanıyor ve bakınıyordu. Bana yaklaştığında biraz korkuyor geri çekiliyordum.
Bana yaklaşmasında sorun yoktu ama Ecevit’e yaptığı gibi üzerime atlarsa ne yapardım bilmiyordum. “Bir hafta süren var,” dedi Ecevit bana bakmadan. “Sahiplendirmezsen kapına bırakırım. Duyuyor musun beni?”
“Bulacağım birini,” dedim. “Yıkayacak mıyız?” diye sordum kediye bakarken. Temiz görünüyordu aslında ama sokaktan getirmiştik sonuçta, yıkamak gerekir miydi emin değildim. Ecevit gözlerini yere çevirdi ve Ecevit’in gölgesiyle oynayan yavru kediye baktı.
“Patilerini yıkayacağım sadece,” diye açıkladı. Elindeki iki tabağı aldı ve kapalı balkon kapısının yakınına koydu. “Gel bakalım,” dedi ve yakaladı göbeğinden. O da sanırım kokuyu alınca tabağa yapıştı hemen. Kaşlarım büküldü. Açtı…
“Adını koyacak mısın?” diye sordum. Kıyıda köşede durmuştum, pek Ecevit’in ayağının altında dolaşmak istemiyordum. Kızgındı bana.
“Sahiplenecek kişi koysun,” dedi. En doğrusu sanırım buydu evet. Başımı salladım. Ecevit çömeldiği yerden kalktı ve çay suyu koydu sadece. Mutfağı terk edip giderken kediye yaklaştım ve bu kez ben çömeldim. Hızlı hızlı yiyordu, boğazına kaçmasından korktum. Ne bileyim daha önce mama yemiş miydi mesela? Annesini emiyor olabilirdi? Annesi var mıydı ki? Ne bileyim belki sütle besleniyordu, bu iri parçalı mama onu zorlardı.
Banyo kapısının eşiğinden, “Neye bakıyorsun?” diye sordu.
“Yerken zorlanır belki diye.”
“Yaş mamayı mı?”
“Bebek sonuçta.”
“Sokak kedisi o, yarın soğan ekmek versem onu da yer,” dedi ve çıkıp odaya girdi. Üzerini değiştirecek olmalı ki kapıyı kapattı. Kediye baktım yeniden.
Kime sahiplendirecektim? Çevrem geniş değildi benim. Aklıma Hilal geldi sadece. Ona sorabilirdim bir tek. Çenemi avuçiçlerime yasladım ve onu izlemeye devam etti. Mamanın sosu siyah tüylerine bulaşmıştı hep ama garip şekilde mide bulandırıcı durmuyordu. Bazen duruyor, ağzına aldığı büyük parçayı başını hava kaldırıp çiğneye çiğneye yutuyordu. Bir süre daha onu izledim. Ecevit çıktı odadan ama salona geçti. Televizyonu açtığını gördüm.
Çayı demlemek bana kalmıştı. Son kez.
Ayaklandım ve Ecevit’in bana öğrettiği gibi demledim çayı. Kedi de yemişti mamasını. Suyuna dokunmadım ve boş tabağı aldım. Çok kötü kokuyordu. Sudan geçirdim önce sonra deterjanla yıkadım öyle bulaşığa attım. Çay henüz demini almamıştı. Ecevit en az bir on beş dakika yavaş yavaş demlenmesine izin veriyordu. Değişen kanal seslerini duyarken çıktım mutfaktan ve yanına gittim, oturdum. Yavru kedi evi keşfediyordu sanırım. Oradan oraya giriyordu.
Ecevit sonunda bir kanalda durdu ve kırmızı manşeti okudum. Bülent Akın serbest bırakıldı! Yapılan açıklama alt yazı olarak hızlıca geçiyordu. Spiker konuşurken ansızın Bülent’in yüzü geldi ekrana. O kadar zamansız yakalandım ki meymenetsiz suratına, tiksinti geçti yüzümden. Sanki yıllardır hapiste kalmış gibi yüzü gözü karışmıştı. Sakalları çıkmıştı. Orada korkudan üç buçuk attığını, yemeden içmeden kesildiğini, uyku uyumadığını tahmin edebiliyordum. Bülent hep korkaktı, yaptıkları tepkileriyle denk değildi. Her türlü alçaklığı yapar sonra babasının paçasına yapışırdı.
Bir hafta dayanamadığı hapishaneye yanımdaki adam on altı yıl dayanmıştı ve bunu bilmek, o adamla yan yana oturmak, içimi hınçla doldurdu. Yaptığı açıklamayı dinlemeye bile tahammül edemiyordum.
“Şerefsiz pezevenk,” dedi Ecevit. Öne doğru çıktı ve sehpanın üzerinden sigarasını aldı. Ağız dolusu küfrettiğinde gözlerimi yumdum. “Senin abine ve babana ne yapacağım biliyor musun Firuze?” diye konuştu bana bakmadığını hissediyordum. Bağırmadı, yalnızca haber vermek ister gibiydi. “Böyle kendi ellerimle değil kendi ayaklarıyla ölüme sürükleyeceğim. Dar ağacağından kurtaramayacaklar kendilerini. Ulan diyecekler biz nerede hata yaptık, nerede yanlış yaptık… Oraya nasıl yürüdüklerini bile anlamayacaklar. Sırtları hep pek sanacaklar. Sultan Süleyman’a kalmadı bu dünya,” dedi. Sigarasından çıkan dumanı içime çektim. “O haysiyetsiz Atilla’yla kuyruğuna mı kalacak? Sultan Süleyman’a kalmadı bu dünya,” diye tekrar etti.
Eli güçlü dönmüştü buraya. Şimdiye kadar bir kez babamı bir kez Bülent’i içeri attırmıştı. Eninde sonunda çıkıyor olsalar da onlara belki de ömürlerinde henüz tatmadıkları itibar kaybını yaşatmıştı, koltuklarını sallamıştı ve daha da önemlisi kendisine dokundurmamanın da yolunu bulmuştu. Yine de yetmiyordu. Nasıl yetseydi ki? Benim bile içim soğumuyordu, onunki nasıl soğusaydı?
Televizyonun sesi kesildi, muhtemelen kapattı. Biz dakikalarca sessiz durduk, belki saatlerce de sessiz duracaktık ama kedi aynı fikirde değildi. İnce sesiyle miyavlıyordu ve Ecevit’e yaklaştı yeniden. Kalktım yerimden. Çay içmek istedim. Böyle bir anda atölyede tek olsam bir şarap ya da bira açardım ama şimdi aklıma gelen tek şey çay oldu. Belki de son diye. Önce Ecevit’e sonra kendime koydum ve geri döndüm. Ecevit kediyi koltuğa almıştı. Onun çayını sehpaya koyarken benim ılık çayım elimdeydi. Biraz uzak oturmuştum onlardan.
“Sen harbiden korkuyor musun?”
“Korkmuyorum da… Alışık değilim. Beni tırmalarlardı küçükken,” tabi sen hatırlamazsın… “Çekiniyorum. İçim çekiliyor ama korkmuyorum.”
“Bir hafta içinde bulacaksın birini.”
“Bulacağım Ecevit,” dedim. Ne olurdu o baksaydı? Bu evde yalnızdı. Arkadaş olurdu işte ona. Ben de bazen, eğer ki o da isterse görmeye gelirdim. Belki alışırdım. Korkmadan başını okşardım. “Yarın sabahtan gidelim hastaneye olur mu?”
“Arkamızdan atlı mı kovalıyor?” dedi. Yarın sabah kalkıp gidecektim. Ben o da gelsin istiyordum sadece. Babam sabahı etse bile sabahtan ötesini edemezdi.
“Babam çatısına helikopter indiririm, demiş,” dedim açıkça. Bunu gizlemenin bir anlamı yoktu. Zaten onun için hiç beklenmedik bir şey değildi.
“Elinden geleni ardına koymasın.”
“İndirir Ecevit,” dedim dürüstçe. İndirirdi de. Bıraksaydı da gitseydim. Bunlar hiç yaşanmasaydı, buradaki günlerimi hep güzel hatırlasaydım. Bu ev hatıramda hiç bozulmasın istiyordum.
“Sen gitmek istemezsen seni vermem,” deyiverdi ansızın. Ona baktım. Dumura uğramadım belki ama içimden, ılık bir şey aktı gitti. Bu cümleyi kurduğu için pişman olmuş muydu? Ölene kadar bilmeyecektim. Ne o bekledi ne de ben bekledim. Gözlerini kaçırdı kısa bir an. Kalbimi pek hoş yaptı bu. Sahiplenilmek miydi hissettiğim? Eşya gibi bir sahiplenilmek değil ama… Kaçıp gitme fırsatı varken vatan toprağını bırakmamak gibi. O toprağı hanesi bellemek, o toprağa kol kanat germek, düşmanın avucuna bırakmamak, ona sahip çıkmak gibi. Karada, havada, denizde. Bir nefer olup savaşmak, ondan vazgeçmemek. Onu kimsesiz bırakmamak. Sahiplenmek. İstemsizce gülümsedim. Aynı anda konuştuk.
“Biliyorum…” dedim.
“Sonuçta benimle aynı yoldan yürüyorsun…” dedi.
Cümlesini duymazlıktan geldim. Dirseğimi koltuğa yasladım ve başımı üzerine koydum. O ılık şey akmaya devam ediyordu. Yüzümdeki tebessümü soldurmadan gözlerimi yumdum biraz. Ne güzel bir histi öyle bu. İnsana yaşamayı sevdirirdi sanki. Başımı huzurla koydum, evlatları tarafından bırakılıp gidilmeyen o toprak gibi ferahtı içim. Bombalar da patlasa ensemde yine de sahipsiz olmamak güzeldi. Pek keyifliydi.
“Ecevit,” dedim bir zaman sonra. Bunu istediğime inanamıyordum.
“Efendim?”
“Yarın gidiyorum ya… Bir tane plak takabilir miyim?” Bunu istediğime sahiden inanamıyordum. Gözlerimi hiç açmadım. Sessiz kalırsa ya da hayır derse üstüne tek bir şey söylemeyecektim. Plaklarını da pikabını da çok sevdiğini biliyordum. Belki beni musallat etmemek onun için en doğrusuydu. Benimki mezun olmak üzere olan öğrencinin haylazlığıydı. Gidiyorum zaten diyerek her şeyi kendime mübah görüyordum.
Sessiz de kaldı zaten. Tebessümüm belki daha kırık kalsa da solmadı. Ecevit, bana yanıt vermek için önce benim o şeyden vazgeçmemi bekliyordu sanırım. “Takabilirsin.”
İçimdeki mutluluk diye anlatamazdım bu anı. Ah nasıl heyecanlandım. Heyecanlanmaktan başka bir şeye fırsat kalmadı. Kalbim bu kez ardından atlı koşturuyor gibi hızlandı. Gözlerimi açtım hızla. Duyduğumu teyit etmedim, gerçek mi sorgulamadım. Neyse neydi artık. Hızla kalktım ayağa. Aramızdaki yavru kediyi o an fark ettim. Ecevit’in kucağında, sıcacık bir koyunda, belki de doğduğundan beri ilk kez bu kadar güvende uyuyakalmıştı. Ecevit’in başparmağı tüylerini okşuyordu.
Plaklarının önünde eğildim, arkalardan rastgele bir tanesine uzandım. Üzerinde beş adamın olduğu plağı aldım. Kapağını açtım ve doğruldum yerimden. Taktım pikaba, çalıştırdım ve sesini duymayı bekledim yanından ayrılmak için. Şarkıyı anımsamaya bile fırsat vermedim. Özellikle bakmadım da isme. Rastgele olsun istedim. Plansız, programsız.
“Pembe küçük dudağın söyledi şarkımızı…”
Ezberimde yoktu ama tanıdıktı bu şarkı. Eski olduğunu biliyordum yalnızca. Gülümsedim ve yerime geçtim. Ecevit kolunu, koltuğa atmıştı. Eli sarkıyordu bir noktadan sonra, pikabını izliyordu. Başımı elinin çok yakınında bir noktaya koydum. O biraz hareket etsin, ben yanlışlıkla başımı iteyim eli saçlarıma temas edecekti. Bugün bu evde son gecemdi ve bu içimde bir roman kadar uzundu.
Gözlerimi kapattım ve şarkıya kulak verdim. “Önce biraz gülecek, kalbe ümit katacak. Söz verecek, gelmeyecek, hep seni aldatacak. Sev diyecek, sevmeyecek, belki de ağlatacak…”
Gözlerimin önüne inen siyah perdede bir çift belirdi istemsizce. Ne güzel bir şarkıydı böyle. Birbirine deliler gibi aşık iki gencin, Ankara sokaklarında el ele yürümesini, belki dans etmesini, hatta öpüşmesini, sarılmasını anımsatıyordu. Bir dönem filminden fırlamış gibilerdi adeta. Garip bir hayaldi bu. İlk kez böyle bir hayalde dolanıyordum. Sokağın başında, gizlenmeden o çifti izliyordum. “Söyledim aşkımı ben Ankara rüzgarına…”
Bu çift kimdi hiç bilmiyordum ama içim bu kadar burukken kıpır kıpır etti beni. Elleri sıkıca birbirine tutunmuştu. Adımlarını sık sık öpüşmek için durduruyorlardı. Yağmur yağıyordu, sanki sarhoşlardı ya da değillerdi. Öylesine sevdim ki şarkıyı, hafızama yerleştirdim. Bir filmin fonunda olabilirdi, bir kitabın eşlikçisi hatta belki bir oyunun sesi. Evet evet, bir oyun oynansa bu şarkı zihinde rahatlıkla çalabilirdi. Başımı yavaşça ileri ittim. Keşke dedim, keşke Ecevit’le bir gün oyun oynasak, ben kesin bu şarkıyı kullanırdım. Öyle güzeldi.
“Olmadı kaldı benim her hevesim yarına… Boş yere ağlama kalbini bağlama Ankara kızlarına.”
Ecevit de içerledi sanırım şarkıyı. Öyle bir soluklandı ki, şarkıdan daha çok duydum sinesindeki yükselmeyi. İç geçirdi. Eli saçlarıma temas ediyordu, çekmiyordu elini. Bacaklarımı birbirine çektim, küçüldüm koltukta. Ne yaptım ne ettim, mızıkçı oyunbaz bir çocuk gibi kuralları kendi lehime çevirdim. Ecevit’in elini sahiplendim. Bir eşyayı sahiplenir gibi değil ama toprağı düşman işgaline bırakmaz gibi. Ne şansız bir adamdı. Sahiplenilmek ona hiçbir zaman bana hissettirdiği gibi güzel hissettirmeyecekti. Bunun tadını bilmeyecekti. Farkında değildi ama büyük kayıptı. Üzüldüm ona, kendimi şanslı hissettim. Eli artık yanağımın altındaydı. Sahiplenmiştim ya, biraz benim himayeme de girmişti. Onu kısıtlamıyordum ama ona yön veriyordum. Onun hareketsizliği bana cesaret verdi. Sağ elimi kaldırdım ve başparmağını kavradım tüm avucumla. Tek açıkta kalan parmağı oydu. Sahiplenmek bu demekti bir yerde. Artık istese de benden gidemezdi. Eli.
Yumuşak avucunda, koltukta küçük bir bedenken, kulağımda bir gün kullanmak için tuttuğum güzel bir şarkıyla uyuyakaldım. Bu gece, biten misafirliğin, en güzel lakin son gecesiydi. Keşke misafirliğin kısası makbul olmasaydı.
***
Gözlerimi huzurla yumduğum gecenin sabahı kalbimdeki ağırlıkla uyandım. Ağırlığa dayanamayıp içe göçebilse, göçerdi. Yatağa yatırılmıştım, anımsamıyordum. Sabah olmuştu, bugün gidecektim. Ev sessizdi, Ecevit uyanmamıştı sanırım. Kalkmam gerekiyordu. Gün aymıştı, babam harekete geçmeden ben geçmeliydim.
Kendimi ite ite kalktım yataktan. Yatağı toplamadım. Çarşaflarını alıp kirliye atmalı, Ecevit için yeni temiz çarşaflar sermeliydim. Kapıyı açtım ve çıktım sessizce. Ecevit tahmin ettiğim gibi uyuyordu ama tahmin etmediğim bir şey vardı. Varlığını sabah uyanınca hatırlamadığım yavru kedi, Ecevit’in boynunun biraz altında, göğüs kafesinin üzerinde, küçük bir ekmek gibi kıvrılmış uyuyordu. Ecevit her nefes alıp verdiğinde küçük bedeni ritmik hareketlerle inip kalkıyordu ve o da derin bir uykudaydı. Bu hareketlilik onu hiç rahatsız etmiyordu. Büyülü bir görüntüydü.
Telefonumu aldım ve onlara yaklaştım. Gizli saklı fotoğraf çektim. Kediyi çekecektim aslında ama Ecevit de giriverdi ekrana. Telefondan çıkan ses Ecevit’i uyandırmazdı ama bu küçük bebeğin kulakları o kadar keskindi ki hemen dikildiler ve gözleri açıldı. Ondan da çekindim hemen cebime sıkıştırdım telefonu. Minik gözlerini bir açıp bir kapattı. Yeniden uykuya dalacak sandım ama her seferinde geri açıyordu gözlerini. Kocaman esnediğinde gülümsedim. Şimdi Ecevit böyle bir şeyle bir hafta koyun koyuna yattıktan sonra onu başka birine verebilecek miydi?
Bir kez daha esneyeyim derken gerinmek de istedi. Tırnaklarını Ecevit’in göğsüne batırdı. Üzerinde ince siyah bir tişört vardı zaten. Rahatlıkla batırdı. Ecevit hissetti. Korktum açıkçası, ani tepki verecek diye. Tırnaklar biraz keskin olacak ki Ecevit elini batan yere doğru götürmeye çalıştı. Kaşları çatılmıştı. Kaşımaya kalkıştı ama avucu siyah bir parçaya değdi. Yavru bunu bir av sandı, yakalamaya çalıştı. Ecevit irkildi ama korktuğum tepkiyi vermedi. Gözlerini açtı hızla ve göğsüne baktı irkilerek. Yavruyu ilk an fark etti. Eli dört pati tarafından kavranmış ısırılıyordu. İçim çekildi. Ben asla onun kadar sakin kalamazdım.
Ecevit elini kaldırdığında bir su şişesi gibi kedi de kalktı eliyle beraber ve göz göze geldik. Benden daha çok irkildi. Sanki ben eline yapışmış ısırıyordum. Ne garip bir adamdı. “Günaydın,” dedim gülümseyerek. Karşılık vermeye çalışırken esnedi ve kelimesi bölündü. İkisi de siyahtı ve ayırt edilmeyecek kadar birbirine benzediler gözümde. Ağzını kapatamayınca başını diğer tarafa çevirdi. Gözleri minik kalmıştı uyanınca, kırpıştırıp duruyordu. Omzunun üzerine döndü ve yavruyu yataktaki boşluğa bıraktı. Elini çekmedi, yavrunun oyuncağı olmuştu artık. Gözlerini kapattı ama.
“Sen biraz daha uyu. Ben de toparlanayım sonra kahvaltı hazırlarım.”
Gözlerini açtı ve boşluğa baktı duyduklarıyla beraber. Halbuki uykusu açılmamıştı. Uyuyabilirdi. “Toparlanayım?” diye sordu gözleri açıkken.
“Ivır zıvırlarımı. Döküntülerimi. Çarşafları makineye atacağım, temizleri dolapta gördüm alırım ben. Olur mu?”
Kaşları çatıktı artık. Elini yavrudan çekti ama ne bana ne de ona baktı. “Bir doktor dikişlerini alıp almayacağına karar versin,” dedi yalnızca. Belki kendince verdiği sözü tutuyordu. Ecevit gibi adamların sözünün senet olduğunu biliyordum. Dikişlerim alınana kadar bana evini açmıştı, sözünü yerine getirmek istiyordu.
“Bugün alınmasa yarın alınır. Ben sonra yine giderim olmadı,” dedim. Kararlıydım. İsteksiz olmam durumu değiştirmiyordu. Kendimi buradan zorla çıkarttırmayacaktım. Bülent’e bu zevki yaşatmayacaktım. Ecevit çatık kaşlarıyla boşluğu izlemeye devam etti.
“Tamam,” dedi sonra. “Hiçbir şeye dokunma sadece kendi eşyalarını topla.”
Tersleyeceğini bilsem hiç, “Değiştirivereyim çarşaflarını da,” demezdim ama o küçük gözlerini bana dikti.
“İstemiyorum, ben hallederim. Kendi eşyalarını topla kâfi,” dedi. Bilmiyorum zaten kalbimde bir yükle uyandım diye belki, gittiğim için belki de, gitmek istemediğim için biraz daha hassastım. Azarlanmış bir ilkokul çocuğu gibi hissettim. Başımızı sıraya gömüp ağlardık ya çocukken bana da bir sıra verilsin istedim ama yetişkin gibi davranmam gerekiyordu. Burası onun eviydi.
“Tamam,” dedim sadece ve döndüm arkamı.
Aslında yetişkin gibi davranmayı sürdürecektim. Arkamdan seslendi. “Bardağını almayı unutma.”
Buna tamam demedim. Çünkü içimdeki sıraya başını koyup ağlamaya başladı biri. Öğretmeni kızmıştı sanki. Dişlerimi birbirine sürttüm ve cevap vermeden banyoya girdim. Dün geldiğim kıyafetler üzerimdeydi. Çıkarmadan uyumuştum. Bu eve girerken kazak ve pantolon vardı üzerimde. Yine sadece onlarla çıkacaktım. Dişlerimi fırçaladım ama fırçaya bir şey yapmadım. Ben gittikten sonra o atardı. Saçlarımı taradım, yüzümü yıkadım uzun uzun ve nemlendiricisi kullandım son kez. Paketin yarısını kullanmıştım. Saçlarıma dört bir yandan dökülen bir topuz yaptım. Birkaç gözyaşı damladı gözlerimden ben bunu tamamlarken. Hızlıca sildim ve devam ettim. Bir an önce gitmek istedim. Ölümü bekleyen bir hastaya, ölümünü uzatmak için verilen ilaçlardan almak gibiydi yavaş hareket etmek.
Sadece acı çektiriyordu. Odaya geri döndüğümde Ecevit de ayaklanmıştı. Çayı koymuştu ocağa.
Aldığım eteği, bodyi ve hırkayı katladım, Ecevit’in kıyafetlerinin yanına dolaba koydum. Onları da çöpe atabilirdi. Ben çer çöp toplamak istemiyordum. Aldığım ve resim yaparken kullandığım makyaj malzemelerini de yatağın yanındaki çekmeceye koydum. Bardağı da almayacaktım. Onu da atardı sonra. Yatağa saç tellerim düşmüştü ama almadım. Bu tamamen öfkeyle yaptığım bir pislikti. Tamamen gıcıklığına. İzin verseydi de çarşaflarını değiştirseydim. Madem istememişti, kendisi toplarken saç tellerimi görürdü. Ne pis kadın derdi arkamdan. Umurumda da olmazdı.
Gözyaşlarım firar ediyordu zaman zaman gözlerimden. Engel olabileceğim gibi değildi. Aktıktan sonra fark ediyordum ben de. Sık sık gözlerimi siliyordum. Elimde çantamla çıktım odadan. “Ben topladım elimden geldiğince,” dedim. Yalandı. “Kalan bir şey varsa çöpe atarsın sen.”
Kırdığı yumurtaları sofraya koydu. Yavru kedi yerde mamasını yiyordu. Cevap vermedi bana. Derdi neydi bilmiyordum ama çok üzüyordu beni. Kahvaltı masasına otururken akan yaşı nasıl sildiğimi bilmedim. Son kez çayımı ılık hazırladığını izleyince bir ip gerildi ve koptu kalbimin üzerinden. İnce kesikler bıraktı koptuğu yerde. Onu izlemeyene kadar şu yetişkin rolünü çok iyi yapıyordum. Çok gizli saklı ağlıyordum ama son kez çay kaşığını çayıma daldırıp tadına baktığını görünce çok hızlı ağlamaya başladım. Sesli değildi ama görünürdü.
Bu kez ağlama demedi.
İkimiz de sessiz sedasız, birbirimize bakmadan kahvaltımızı ettik. Ben ağzımdaki dikişler dün atılmışken ve önüme kuş gibi ekmek doğranırken ve de peyniri mama gibi ezerken daha çok yemiştim bu sabahki kahvaltıdan. Sanırım Ecevit de öyleydi. Yumurta bitmedi. O da ne kendisi bitirmek için çabaladı ne de beni zorladı. İkimiz de ikinci çayı doldurmadık. “Bir sigara içmeye vaktim var mı?” diye sordu. Başımı salladım sessizce. Gözyaşlarım akıyordu durmaksızın. Kalktım ve banyoya gittim. Bir daha dişlerimi fırçaladım. Midem çok bulanıyordu. Yüzüme su çarptım. Nefesim daralıyordu.
Çıktım banyodan kabanımı giydim. Biliyordum ki sigarasını içmişti. Ecevit yavruya biraz daha mama boşalttı. Acıkınca yesin diye. Diğer odaların kapısını kapattı. “Kakanı çişini de yap istediğin yere, gelirken kum getireceğim,” dedi. Kedi Ecevit’in bacaklarına sürtünürken bana bakıyordu. Miyavladığında gülümsedim ve el salladım. Onun da sadece bir hafta vakti vardı Ecevit’in yanında. Ne şansızdı. Gidince çok üzülecekti. Çok çok çok üzülecekti.
Ecevit üzerini değiştirmek için odaya girdiğinde ağzımdan sesli bir hırıltı döküldü. Döndüm baktım evin içine son kez. Kitaplığına, plaklarına, koltuklarına, masasına. Sağanak yağış vardı göğüs kafesimin üzerinde. Bu kez toprağı da beslemiyordu, ekinleri yutuyordu, tarlaları sel alıp götürüyordu. Bu kez köylüler ekinlerinin başında ağlıyordu. Tüm ekip biçtikleri ziyan olmuştu. Kış çok çetin geçecekti ve yağmur durmuyordu. Alıp götürmüştü ekip biçtiklerini. Meyveler hep çatlamıştı. İnsanlar hüngür hüngür ağlıyordu. Güneş hiç doğmamış gibi gökyüzü kapkara bulutlarla kaplanmıştı.
Kapıyı açtım ve ayakkabılarımı giydim. Ecevit çıkınca beni kapı önünde gördü. Birkaç saniye duraksayıp geldi yanıma. Ayakkabılarını giydi ve kapıyı kilitledi. Asansöre bindik, başımı yere eğdim. Hastaneye varana kadar da tek kelime etmedik. Dikişlerin atıldığı hastanedeydik. Danışmaya kimliğimi veremedim ama adımı söylemem yetti. Geçen sefer benimle ilgilenen doktor geldi yanıma. “Firuze Hanım nasılsınız?” dedi ama yüzüme bakarken iyi olmadığımı görüyordu.
“İyiyim teşekkür ederim siz nasılsınız?” dedim. Doktor Ecevit’le de uzaktan selamlaştı.
“Ben de iyiyim. Buyurun bakalım dikişlerinize.”
Adamı takip ettik. Bir odaya aldı bizi ve perdeyi çekti. Ecevit perdenin içindeydi. Ağzımı açtığımda, Ecevit arkadan “Bir hafta on gün demiştiniz. Bir hafta oldu da on gün olmadı daha,” dedi.
“İyileşmiş alabiliriz, Firuze Hanım yatmanızı isteyeceğim,” dedi ve yatağı işaret etti. Korktum biraz, Ecevit’e baktım. Az mı çok mu bilmiyorum ama canım yanacaktı. Ecevit çantamı aldı yatacağımdan yerden ve “Çıkar kabanını,” dedi. Kalbim çok hızlı atıyordu. Kabanımı çıkardım ve ona verdim. Yattığımda başımın doktorun durmadığı yerine geçti ve durdu oradan. Ona bakıyordum.
“Sandığınız kadar acımayacak,” dedi doktor. Eldiven takıyordu. “Yani dikiş atarken tepki vermemiştiniz şimdi hiç hissetmezsiniz.”
Hayır şimdi ağlamak istiyordum. Ecevit dikkatle beni izliyordu. Doktor bana yaklaştığında gözlerimi kapattım. Ağzıma bir şey girdiği gibi irkildim. Ben korkak bir insandım zaten. Sadece çoğu zaman canımın kıymetini bilmezdim, bildim mi de böyle olurdu. “Henüz dokunmadım,” dedi doktor ama dokunduğunda, ilk dikişi aldığında canım yandı ve istemsizce kendimi geri çekmeye çalıştım. Bu tamamen refleksti. Ecevit beni omzumdan tuttu ve “Az kaldı,” dedi. İkinci dikiş alındığında karnımın üzerindeki elim havalandı. Dursun istedim.
Gözlerim yaşardı. Ağzım kanıyor sanıyordum. Boşlukta sallanan elimi bir el tuttu. Doktor olamazdı. Sıkıca tuttum Doktor değildi. Hiçbir doktorun eli hastasına böyle açılmazdı.
“Son bir tane kaldı,” diye açıkladı elimi tutmayan doktor. Onu da aldıktan sonra biraz daha oyalandı ağzımın içinde sonra tamamen çekti elini eteğine.
“Çok güzel bakmışsınız dikişlerinize,” dedi adam elindeki eldivenleri çıkarırken. “Siz tabi yine de kontrolü bırakmayın elden. Tamamen iyileşsin. Bir sorun olursa da gelebilirsiniz, söylemek isteğiniz bir şey var mı?”
Ecevit’in elinden destek alarak oturur vaziyete geçtim. “Çok teşekkür ederim.”
“Ne demek. Geçmiş olsun.”
Perdeyi açtı ve çıkıp gitti yanımızdan. Ecevit ayaktayken ben oturuyordum ve elimi çekmemiştim henüz. O benim kadar sıkı tutmasa da tutuyordu. Boşlukta sallanan bir eli tutmamıştım. “Başın mı dönüyor?” diye sordu. İçim bulanmıştı biraz sadece.
“Yok midem bulandı biraz.”
“Normal,” dedi yalnızca. Ellerimiz usulca ayrıldı birbirinden. İkimizin de ortak kararıydı bu. Bir süre daha oturdum sonra kalktım. Kabanımı giydim. Çantanın içindeki telefon çalmayana kadar çantamın hâlâ Ecevit’te olduğunu fark etmedim. Yürüyordu o da vermeyi teklif etmiyordu.
“Pardon,” dedim ve çantamı uzanıp aldım. Telefonumu çıkardım. Alparslan arıyordu. Tabi ki ona haber gitmişti.
“Efendim Alparslan?”
“Hastaneye gitmişsin.”
“Evet, dikişlerim için,” dedim çevreme bakarken. Gelmemiş olduğunu umuyordum.
“Aldılar mı?”
“Evet evet, iyileşmiş zaten.”
Asansörün önündeydik ve Ecevit düğmeye basmıştı. Bana bakarak eliyle hızlı olmam için art arda daire çizdi. “Nereye gideceksin şimdi?”
“Atölyeye geçeceğim,”
Asansör geldiğinde Ecevit adımladı ama tamamen binmedi. “Hadi Firuze,” dedi. Hastane asansörüydü meşgul etmememiz lazımdı. Ne diye duruyordu oradan sonrakine binerdik? Beni de telaşa düşürdü.
“Alparslan ben şu an asansöre biniyorum çekmeyebilir.”
“Uğrayacağım sana Firuze,” dedi. Ben asansöre bindikten sonra bir şey dese de duyamadım zaten. Kapatmak durumunda kaldım. Telefon elimdeyken, “Ya ne diye hemen asansörü durduruyorsun?” dedim Ecevit’e bakıp.
“Ne diye hemen durdurmayacağım?”
“Telefonla konuşuyorum ya?”
Omuz silkti, elini kot pantolonunun cebine sıkıştırdı ve sırtını aynaya yasladı. “Binmeseydin, diğerine binseydin o zaman?”
Tıpkı onun bana yaptığı gibi elimi salladım, dairelere çizdim. “Böyle böyle yaptın ya?”
Elime baktı ve taklidimi yaptı. “Yani böyle böyle yapınca ne oluyor? Zorla asansöre çekmedim ya.”
Üstüme iyilik sağlıktı. Aniden sinir ediverdi beni. Kaşlarım çatıldı ve ona baktım asansör durana kadar. “Ne kadar sinir bozucu bir adamsın.”
“Cık,” dedi ve arabasının kapılarını açtı. “Genelde komik olduğumu söylerler.”
“Yalan söylemişler.”
“Yalancı,” dedi ve eğilip bindi arabaya. Biraz beklettim onu, ben de öyle bindim. Niye öyle yaptım bilmiyordum. Çok saçmaydı biliyordum ama istemsizce yapmıştım. “Kemerini bağla.”
“Kimirini biğli.”
“Seni duyabiliyorum Firuze.”
Kollarımı önüme bağladım kemerden sonra. Bacak bacak üstüne attım da yolu izledim çatık kaşlarımla. Beni sanırım gözyaşlarımdan ancak Ecevit’e duyduğum kısa çaplı öfke uzaklaştırabiliyordu sadece. Onun dışında mutlulukta, hüzün de, acı da beni ağlatabiliyordu ama kızgınsam, öfkeliysem dönüp yüzüne bile bakmıyordum.
Sessiz sedasız beş dakika gittik Ecevit teybi açtı. Birkaç kanalı değiştirdi. Sanırım müzik dinlemek değildi amacı haber dinlemek istiyordu.
“…orantısız gücü dün gece saatlerinden beri artıyor. Bülent Akın’ın serbest bırakılışının ardından sokaktaki kargaşa artarken dün gece İstanbul UMP genel binasına yürümek isteyen halkla polis arasında arbede yaşandı. Gecenin ilerleyen saatlerinde genel binaya ulaştığı söylenen bir grubun UMP binasına taşlı sopalarla saldırdığı iddia edildi. UMP Genel Başkanı, ‘Bugüne kadar sokaktaki halka, bizden değil demedik müdahale etmedik. Anayasal haklarını kullanmalarına izin verdik ama görüyoruz ki bu artık anayasal hakkın çok ötesinde. Apaçık anarşistlik. Bizim bu ülkede böyle bir şeye izin vereceğimizi mi sanıyorsunuz? Sokağa çıkan herkesi uyarıyorum. Zarar verirlerse zarar görmeleri kaçınılmazdır. Durun, geri çekilin, evlerinize gidin. Yakıp yıkarsanız, yakıp yıkana nasıl muamele yapılması gerekirse öyle müdahale edilecektir.’ Açıklamasında bulundu. Halka apaçık tehdit olarak ulaşan sözlerden sonra sokak kızıştı.”
Babamın Alparslan’la beraber tamamladığı cümle geldi aklıma. ‘Bırakalım yaksınlar, bırakalım yıksınlar,’ demişlerdi. Alttan alta gülerek, bunun korkunç bir oyun olduğunu belli etmişlerdi. O zaman düşündüğüm şey yaşanıyordu. Halkın damarına basmışlar, tepkisini arttırmışlardı ve müdahaleyi kendilerine mübah kılmışlardı. Bu saatten sonra yapacakları her şeyi sokaktakilere müstahak sayacaklardı ve kendisine oy veren her vatandaşa da ‘Biz ülkenin güvenliğini sağlıyoruz, devlete kalkan başı eziyoruz,’ diyeceklerdi.
“Halk bu açıklamadan sonra, ‘Durma, geri çekilme, evine gitme!’ karşılığını verdi. Polisle çıkan arbededen dün gece yüz on altı kişi gözaltına alındı. Eşitlik ve Onur Partisi Genel Başkanı Konuk dün gece tansiyonun en yüksek olduğu Topkapı’daydı. ‘UMP’yi uyarıyorum. Halkın polisi sizin emir kulunuz değildir. Polisi geri çekin. Halkla polisi karşı karşıya getirmeyin. Polisi geri çekin!’ Açıklamasının ardından sıkılan biber gazına maruz kaldı. Alanda bulunan milletvekilleri gözaltılara engel olmaya çalışırken Türkiye yeni yıla kaosla girdi. UMP’nin ise bugün toplantı sonrasında önemli bir tarih açıklayacağı duyuruldu.”
Ecevit devamını dinlemeden radyoyu kapattı. “Ülkeyi birbirine düşürdüler şerefini siktiklerim,” dedi. Yutkundum. Kızgınlıktan daha mühim hisler duymaya başladım. “Asla tek başına dışarı çıkma, yürüyüşe, alışverişe... Hiçbir yere. Duydun mu? Tek başına trafiğe de çıkma.”
Halbuki bu akşam Kuğulu’ya gidecektim. “Ecevit ben bu şekilde yaşayamam,” demek istedim ama boynunu bana öyle bir çevirdi ki, acısını ben bile hissettim. Gözlerini büyütmüş bana bakıyordu.
“İyi babanın abinin yediği boklar senin üstünde patlasın. Sen şaka mısın? İnsanlar topunuzdan nefret ediyor. Sen misin bu nefretin sebebi? O orospu abin bin tane korumayla dolaştığı yerde sen de bin korumayla dolaşacaksın. Enayi misin sen?”
Nefesim daraldı. Ellerimi bacaklarıma bastırdım. Beni atölyemden alacaklardı o zaman. Durum bu kadar vahimse babam burada tek başıma kalmama izin vermeyecekti ya da yığınla kapıya koruma dikecekti. “Bak herkesin tansiyonu çok yüksek. Kimse bu kızın bir suçu yok, babasıyla iyi anlaşamıyor demez. Kaldı ki bunu kimse bilemez de zaten. Burnundan soluyor herkes. Buldukları yerde toplu linçe maruz kalırsın. Bu öyle telefondakine de benzemez.”
“Ama bizim gideceğimiz yerler var,” dedim çaresizce. Onu yalnız bırakmak istemiyordum. Onunla devam etmek istiyordum. “Bensiz gitme olur mu hiçbir yere?” Tek derdimin bu olduğuna hayret etti.
“Sen beni dinliyor musun?”
“Sen beni korursun,” dedim hızla. Ben de kılık değiştirirdim. Zaten gittiğimiz yerler öyle aydın insanların olduğu yerler değildi. Melike’yi üniversitelerde aramıyorduk artık. “Lütfen Ecevit. Bak eğer ki beni onların insafına, söylediğin hayatın içine bırakırsan onlara direnirim. Akşam Kuğulu parka gideceğim.”
“Gitmeyeceksin.”
“Söz ver bensiz gitmeyeceğine,” dedim inatla. Sabırla sınadığımı biliyordum onu. Dört tarafımın korumalarla çevrildiği, nefes bile alamadığım bir hayatı hayal etmek istemiyordum. Hayal denmezdi zaten buna, ancak geçmişi anımsamak denirdi. Ben o günlerden zorlukla, kendimden feda ederek kurtulmuştum. Şimdi ne kalmıştı feda edeceğim? “Gidecek misin Ecevit?” Cevap vermedi. “Ecevit?”
Yine cevap vermedi. “Ecevit?” Sustu. “Ecevit?”
“Ne?”
“Gidecek misin bensiz bir yere? Ecevit!”
“Ne?”
“Ecevit, Ecevit!”
“Ne, ne?”
Bükülmüş kaşlarımla ona bakıyordum. “Hafta sonu beraber gideceğiz değil mi pavyona?” Sanki pikniğe gitmekten bahsediyordum. Sabır diledi. “Ben hafta sonu o adreste olacağım. Haberin olsun. Bensiz gitmeyi asla düşünme. Hafta sonuna kadar bekleyecek miyiz? Başka bir şey yapmayacak mıyız?”
Sessiz kaldı. Plan mı yapmıştı? Gözlerim küçüldü ve mimiklerini takip ettim. “Ecevit bir yere gidecek misin?”
“Firuze susacak mısın artık?”
“Susmayacağım. Sana soruyorum! Nereye gideceksin? Ecevit nereye gideceksin?”
“Allah’ım hesap soruyor,” dedi sinesini kabartırken. “Hesap soruyor kafayı yiyeceğim, hesap soruyor.”
“Hesap sormuyorum soru soruyorum!” O kadar bağırdım ki bu cümleyi kurarken o da ben de irkildik sesimle. Gözlerini yoldan kısa bir an bana çevirdi. “Hep aynı şeyi tekrar edip durma papağan gibi delirtme beni! Soru soruyorum cevap ver bana!”
O kadar öfke doldum ki yeniden, Ecevit’in kollarını cimcirmek istedim. Öyle büyük büyük de değil üstelik, incecik bir deriyi kıstıracaktım parmaklarının arasına öyle çekiştirecektim.
“Bağırmasana.”
“Nereye gideceksin?”
“Bilmiyorum,” dedi yenilgiyle. Ne laftan anlamaz bir adamdı öyle. İllaki kızmak mı gerekiyordu? “Kadını araştırıyorum. Bir hafta sonra gittiğimizde belki bir şey söylemeyecek, attıracak bizi pavyondan. Araştırıyorum nerede yaşıyor, ne yapıyor pavyon dışında diye.”
Bensiz araştırıyordu. Hiç haberim yoktu. Dün ben uyuduktan sonra bakınmaya başlamış olmalıydı. İşaretparmağımı salladım yüzüne. “Bensiz bir şey yaparsan…” Tehdit edecek bir şey bulamadım başta. Ne yapabilirdim ki ona daha? “Bir şekilde öğrenirim bir bakarsın arkandayım. Hatta senden önce varmışım.”
“Kızım sen manyak mısın?”
“Ben diyeceğimi dedim. Ben de araştıracağım zaten. Sen bana söylemezsen ben de sana söylemem, gider kendim hallederim sonucu sana söylerim.”
Direksiyonu tek eline bıraktı ve yüzünü sıvazladı. Ben konuştukça sinirleniyordu. Tek başıma sinirlenmiyordum en azından. Ecevit’le ortak paylaştığım her duygu bana iyi geliyordu. Öfke bile. Önüme döndüm, umursamadım bu tavrını. Bu dilden anlıyorsa bu dilden konuşurdum ben de. Atölyemin yoluna girdikçe karmakarışık duygularla boğuştum. Yağmur yağmaya başladı. Bir özlediğimi sanıyor bir asla özlemedim diyordum ama ne zamanki önünde durduk, o vakit anladım ki asla özlememiştim. Bana Ecevit’in verdiği bir kâğıt ve sehpası da yeterdi.
İkimiz de atölyeye bakıyorduk. Hiç anlaşmadan eş zamanlı olarak indik. Biraz yürüdük. Ne tam olarak atölyeye vardık, ne de arabadan uzak düştük. Yağmur yerleri çoktan ıslatmıştı. “Anahtarın?” diye sordu Ecevit. Az önce kavga etmemiş gibi ikimiz de durgunduk şimdi.
“Saksının altında. Unutuyorum diye yanıma almıyorum.”
Yavaş yavaş salladı başını. Atölyemin bahçesine bakıyordu ben ona bakarken. “Bir şey olursa ara beni.” Ayrılık vakti gelip çatmıştı diyemezdim. Ayrılık için elbet başka şeylerin de olması gerekirdi. İkimizin de yağmurun altında ıslanıyorduk ama acele etmiyorduk. “Kendine de dikkat et, zarar verme, hasta olma,” diye devam etti.
Vedalaşıyorduk sanki. Hayatımda ilk defa Ecevit’le vedalaşıyordum. “Daha çok işimiz var.”
Başımı salladım yalnızca. Ona çevirdim tüm bedenimi. “Her şey için teşekkür ederim.”
“Bir şey yapmadım.”
“Çok şey yaptın,” Bana baktı o da. Gülümsedim ama gözlerim için çaresizdim. “Benim için hepsi çok büyük şeylerdi. Kilo aldığımı hissediyorum biliyor musun?”
Gülümsedi, sağanak yağış içindeki göğüs kafesim güneş gördü. Kapkara bulutlarla uyanmıştım halbuki. “Demek ki günde iki kez yemek yemek yetiyormuş kilo almana. Devam et, biraz daha al. Sonra en küçük beden bile olmuyor, işimiz zorlaşıyor.”
Ben de güldüm ama dudaklarımın nasıl büzüleceğini bildiğim için başımı eğdim. Bu onunla ilk vedamdı. Onu benden bir kez, habersizce, ansızın almışlardı. Düşündüm. Bir haftalık vakitten sonra bile dönüp arkanı gitmek bu kadar zorken, başka bir hayatta Ecevit’le nasıl vedalaşırdım? Ne çok ağlardım kim bilir. Ne çok sarılırdım ona.
“Senin yaptığın menemenin, tostun hiç mi payı yok?” diye sordum başımı kaldırırken. Gözlerime baktı. Zaten gözyaşlarımın gizlemek gibi bir amacım olsa hemen dönüp giderdim.
“Sandığın kadar büyük payı yok. Kendine şart koşma. Ye yemeğini.”
“Ecevit bana on saniye verir misin?” diye sordum hızla. Onunla yemek konuşmak istemedim. Beni yargılamadığı, engellemediği on saniye istedim sadece. Sonra dönüp gidecektim. Misafirlik bitmişti işte. Neyi kabullenemiyordum? Gözlerime bakıyorken neden istediğimi anladı sanki. Yutkunarak başını çevirdi. Atölyeye baktı. İç çektim. İstemedi. “Peki…” dedim yalnızca. “Her şey için teşekkür ederim. Kediye iyi bak. Ben birini bulacağım. Sen de bir şey olursa bana haber ver. Görüşürüz.”
Bana döndü, uzun uzun baktı yüzüme. Sonra başını salladı yalnızca. Bir tren garında, ülkede savaş başlamış, erkekler askere çağırılmış ve kadınlar evlerinden seçilen adamlara veda ediyorken bir kadın yapayalnız oturuyordu sanki köşede. Belki veda edemeden göndermişti, belki veda edemeyeceği kadar küslük vardı içlerinde. O kadının kırgınlığını hissettim göğsümde. Ecevit’e veda etmek kadar edememek de çok zordu. Bir de on saniye bile verilmediyse insana, çok daha zordu. O kadın kadar olmasın, o kadın gibi yapayalnız hissettiriyordu.
Arkamı döndüm ve yürüdüm atölyeme doğru. Çok geçmedi üçüncü adımda döndüm baktım, dönmüş arkasını yürüyordu o da. O hiç dönmeyecek, döndüğümü de bilmeyecekti. Döndüm ben de önüme, yoluma baktım. Yüzüm bir çocuk gibi ezilip büzülmüştü. Sesim çıkmıyordu ama çirkin bir ağlayış vardı yüzümde. Atölyenin dış kapısını ittiğim sıra, arabanın sesini beklerken “Firuze,” diye seslendi bana.
Tren garındaki kadınla aynı anda başımızı kaldırdık. Ona uzaktan el sallandı, bana, “On saniyelik bir şey mi söyleyecektin?” diye soruldu. O kadının körpecik heyecanını hissettim kalbimde. Tüm kırgınlığını bir kenara bıraktı o. Bir daha gelip gelmeyeceği belli olmayan adama doğru koştu. Ondan cesaret aldım. Halbuki bambaşkaydı halimiz ama ben de onun gibi koştum. Ne olacaksa olsaydı. On saniye için canım mı alınacaktı? Büyük büyük mesafeler açılmadığını aramıza, o yolu geri dönerken anladım. Kollarımı Ecevit’in boynuna dolarken bedenim hızla bedenine çarptı. Boylarımız arasında on beş santim kadar vardı, parmak uçlarıma tırmanınca, boynuna asılınca varabildim ona. En son böylesine, ilk geldiği gün, benden nefret ettiğini bilmediğim zaman sarılmıştım. Tren garındaki kadının bedenine de bir çift kol sarıldı ama olsun. Beni itmemesi bile yeterdi. Ne tutundu, ne de bıraktı.
“Firuze ağlama,” dediğini duydum. Boynuna ulaşmayan yağmurun eksiğini tamamladım.
“Teşekkür ederim, on sekiz yılımın en güzel bir haftasıydı. Teşekkür ederim,” Yaşamak vardı, orada duruyordu, sadece ben yaşayamıyordum. Ensesine elimi dolaşmıştım. Belimde varla yok arasında bir el hissettim. On saniyenin dolduğunu hissettim. O beni itmeden ben geri çekilmek istedim ama bizi ayıran şey biz olmadık. Yine.
Uzaktan tanıdım aracı. Bülent çıkmadan içinden, Bülent olduğunu fark ettim. Hızla ayrıldım Ecevit’ten ve önüne geçtim. Bir kişi şoför koltuğundayken bir kişi yan koltuktaydı. Yan koltukta olan indi ve açtı kapıyı. Bülent’i gördüm. O dün geceki zibidi halinden tamamen kopmasa da tıraş olmuş, üstünü değiştirmişti. Beyinsiz zayıflamıştı. “Ecevit tamam sen git artık,” dedim ve ona baktım. Elim omzuna ulaştı, onu arabasına doğru itmeye çalıştım ama çivi gibi çakılmıştı olduğu yere Bülent’e bakıyordu.
“Ooo çifte kumrular,” dedi saçma sapan bir şekilde. Sesinde yine o aşağılama vardı. Birazdan Ecevit onu öfkeden kudurtmayacak gibi, cezaevinden çıkışıyla oldukça özgüvenliydi. Ecevit’in gitmeyeceğini anlayınca Bülent’e gitmek istedim. Onu ensesinden tutacak ve kafasını atölyeye sokacaktım. Aşağılık pislik, suratını görmek bile beni olduğum yerde delirtiyordu. Ecevit adım atmama izin vermedi. Kuşağımdan tuttu ve engelledi beni. “Dur ben bu herifi hapse atayım kardeşini götüreyim mi dedin yoksa?”
“Bir haftada maymuna dönmüşsün, selamımı söylediler mi içeriden?” dedi Ecevit benim önüme geçerken.
“Çık kardeşimle aramdan, özlem gidereceğim.”
“Siktir git benim canımı sıkma,” dedi, bir adım atarsa nasıl uzaklaştıracağını biliyordum. “Baban arabada mı? Söyle insin, sen yine allem eder kellem eder boş sokakta sıçarsın altına.” Bülent’i her seferinde böyle aşağılaması eksiltmeden aynı etkiyi yaratıyordu. Yüzündeki bozulmayı görmem için kardeşi olmama gerek yoktu. “Üzülme lan, içim acıyor bak.”
“Senin yanına bırakacağımı mı sanıyorsun bu sefer?”
“N’olur bırakma!” diye bağırdı Ecevit. Elini salladı. “Bir saniye dur ya da neyi bırakmayacaksın? Ulan bana yalan dediler belgeler. O yüzden salmadılar mı seni? Doğru muymuş? Hırsız var!” diye bağırdı boş sokağa doğru. “Komşular hırsız var. Herkes donuna sahip çıksın, hırsız geldi!”
Bülent, Ecevit’i itmeye kalkıştı ama oldukça hor bir tepki aldığında arkadaki adamlar hızla bize doğru gelmeye kalkıştı. “Hayır hayır hayır! Karışmayın!” Yine de ben dinlenmedim. Bülent hızla itildiği yerden doğruldu ve ağız dolusu ahlaksızca küfretti. Öylesine çirkin bozdu ki ağzına Ecevit kafa atmasa ben ağzının ortasına gelişine vuracaktım.
“Adam mı oldun lan sen bir haftada?” diye bağırdı. Ecevit’in yakasına yapışmaya kalkıştıklarında ona nasıl siper olduğumu anlamadım. Tüm vücudunu sardım ve geriye doğru ittim onu. Onu almaları için beni çekmeleri lazımdı. Biri Bülent’in yanına çökmüş olsa da biliyordum ki diğeri Ecevit’e saldıracaktı. Silahı da vardı. “Senin o bir haftalık adamlığını on altı yılla siker atarım. Senin kırılmadık kemiğini bırakmam.”
Ecevit asla geri vites yapmadı ona yürüyen adamın yüzüne de vurdu. Bu hamle korktuğum şeyi başıma getirdi ve adam silahını çıkardı. “Hayır!” diye bağırdım. “Çık git atölyene Firuze,” dedi Ecevit. Tek bedendik. Ecevit’i alnından vurmadıkları sürece sıkılacak kurşun bana gelecekti. Belki de bu yüzden sakinliğimi korudum. Sıkamazlardı.
“İndir silahını! Bana bir şey olursa seni yaşatmazlar! Çek dedim silahını, sen kime silah tutuyorsun?”
Adam apaçık silahı bana tutuyordu. “İndir,” diye bağırdı Bülent. Avuç içini burnuna bastırarak düştüğü yerden kalktı. Silahı indirdi adam.
Ecevit’e döndüm, yüzünü avuçladım. “Git,” dedim. Gözlerini kendime çekemiyordum. “Git. Hadi git. Bir şey yapamaz. Hadi git Ecevit. Havlar havl-”
“Kardeşimi bulamıyorum kardeşine mi musallat olayım diyorsun?” Ecevit’in çenesi avucumun altında kilitlendi. Gözbebekleri büyüdü, karardı.
“Ecevit bırak. Seni öfkelendirmek için yapıyor. Bırak.”
“Melike’ye karşılık Firuze’yi mi alayım diyorsun?”
Belki de Ecevit’in, babamın kapısına Melike için gelmiş Ecevit’in, kardeşinin ismini son duymak istediği kişi bile Bülent değildi. Dudaklarından hırıltı bir nefes döküldü. Ciğerini deştiler sanki. Adım attı, beni ezip geçti. “Ecevit yapma.” Delirmiş gibi yürüyordu. Bülent durmadı, “Melike, Firuze etmez ama şansına küs. Ölü mü değil mi belli deği-” Ağzının ortasına tüm dişlerini dökecek bir yumruk yedi. Ecevit’i kimse tutamadı. Ondan gençliğini almış alçağın ağzından destursuzca kardeşinin adını duyuyordu. Rengi attı, bir canavar gibi çöktü Bülent’in üzerine.
“Benim,” dedi. “Kardeşimin,” dedi. “Adını. Ağzına. Alırsan. Seni. Öldürürüm.” Her kelimeye iki yumruk sıkıştırıyordu. Biz üç kişi Ecevit’in kolunu bile tutamıyorduk. Silah çıkaracaklardı biliyordum.
Telefonumu çıkardım. Son aramada kim varsa onu aradım. İkinci aramada açıldı. Gözlerim fıldır fıldır dolanıyordu. Ecevit’e silah çekerlerse en azından etkisiz hale getirmek için sıkarlardı.
“Alparslan!” diye bağırdım. “Alparslan bir şey yap! Vuracaklar. Alparslan bir şey yap!” Öylesine bağırıyordum ki Alparslan benden bir cümle alana kadar Ecevit Bülent’in başını yere vurmaya başladı. Birinin yakasına yapışıp telefonu vermeyi akıl ettiğimde Ecevit’i çekiştirdim var gücümle. Bir demiri yerinden sökmek, Ecevit’i çekmekten ant içerdim ki daha kolaydı. “Seni öldürürüm,” diyordu. “Kardeşimin adını ağzına almayacaksın,” diyordu. Sayıklıyordu. Onu gördüğüm vakitten itibaren ilk kez gözü dönmüş haldeydi.
Bülent’i öldürecekti.
Ecevit’i üç kişi Bülent’in üzerinden alamadık, Bülent’i Ecevit’in altından çektiler. Alparslan ne söyledi telefonu verdiğime bilmiyordum ama Bülent’i kurtarmak istiyorlardı sadece. Ecevit’le beraber yere devrilmiştim. Yağmurun bu kadar şiddetlendiğini bile Ecevit’in saçlarından dökülen su taneciklerinden anlıyordum. İkimiz de nefes nefeseydik, ikimiz de titriyorduk. “Kardeşimin adını ağzına almayacak,” dedi. Yüzünden sıkıca tuttum ve başını zorlukla çevirdim. “Kardeşimin adını ağzına almayacak. Öldürürüm onu. Öldürürüm, Melike’nin adını ağzına almayacak. Öldürürüm onu.”
Dudakları da mosmor olmuştu. Nefes alamıyordu. “Tamam almayacak. Tamam gel. Ecevit gel.” Kalkmaya çalışırken çok zorlandık. Ecevit olduğu yere mıhlanmıştı. Devrildik durduk ama başardık.
“Öldürürüm gider yirmi yıl daha yatarım,” dedi. Yürüyor ama sık sık arkasını da dönüyordu.
“İşlediğim cinayete bir yirmi yıl yatarım. Öldürürüm onu gider yatarım.” Nasıl atölyenin içine varabildik bilmiyordum. Bir rüya bitmişti. Akın ailesinin gölgesi çökmüştü üzerimize. Ecevit’i koltuğa oturttum. “Öldürürüm. Yemin ederim öldürürüm. Bir daha ağzına alırsa Melike’nin adını, öldürürüm. Gider göğsümü gere gere çekerim cezamı. Yakarım hayatımı,” dedi. Son cümle ikimize de aynı anda aynı acıyı verdi. Yüzümüz eğildi. Kırk yılını Akın ailesine feda etmekten söz ediyordu. İnsan zaten nereye kadar yaşardı ki? “Yakarım hayatımı,” dedi yine. “Hayatımı yakarım. Yakarım. Ne kaldı geriye zaten? Yakarım hayatımı. Öldürürüm onu.”
Kabanını çıkardım üstünden. Nefes alamıyordu. Morarmıştı, alnındaki, boynundaki tüm damarlar kalp gibi atıyordu. Elime kolonya geldi. Avucuma boşalttım ve onun burnuna yaklaştırdı. Sadece ismini duyduğunda bunu yapan, Bülent’in Melike’yi aradığını öğrense gözlerini bile kırpmadan öldürürdü, cesedini bile tek parça bırakmazdı. İyi ki söylememiştim. Bu bir abartı değildi. Ecevit öldürürdü. Melike’nin adını bile o alçağın kirli dudaklarından duymaya tahammül etmeyen adam, onun peşine düştüğünü bilse Bülent’in cesedini bile bulamazdık. Ya yapsaydım böyle bir hata? Gaflete düşüp söyleseydim? Neye sebep olacaktım ben böyle?
“Sikik, puşt. Götünden kan alacağım onun. Puşt.”
Koltukta geriye doğru yasladı sırtını ve gözlerini kapattı. Eklemleri kanlanmıştı. Yüzüne, boynuna Bülent’in kanı sıçramıştı. Gömleği kirlenmişti. Kendime burada pansuman yapmamış ve onun evine gitmiştim o gece ama gitmemin sebebi malzememin olmaması değildi. Getirdim onları ve kanı kurumadan ellerine pansuman yaptım. Hiçbir şey söylemedi. Hareket etmedi. Yanmasın diye eklemlerine üfledim. Ecevit, Bülent’i öldürecekti. Belki babamı bile kendi belasına bırakacaktı ama Bülent’i öldürecekti. İllaki, günün birinde, belki Melike’yi bulduktan sonra, belki o kadar bile sabredemeyecekti, Bülent yine böyle damarına basacaktı, canını yakacaktı, Bülent’i öldürecekti.
Bir yirmi yıl daha yatarım diyebiliyorsa bunu göze almıştı. Çocukluğu o dört duvarda geçmişti, gençliği de mi orada geçecekti?
Bir çıkmazda hissettim kendimi, yere çökmek, kendimi yerden yere vurmak istedim. Düşündüğüm Bülent’in canı değildi. Canı cehennemeydi onun. Bir kaza yapsa geberip gitse arkasından tek gözyaşı dökmeyecektim. Ecevit’e bela olacaktı. Ne demek bir yirmi yıl daha gözden çıkarmıştı? Kaç yaşındaydı zaten? Gençliğini gözden çıkarmıştı. Hayatı severek, tutkuyla yaşamadığını biliyordum ama yirmi yılı da gözden çıkarmamalıydı. Bu çok fazlaydı. İki elini de eklem yerlerinden ayrı ayrı sarıp sarmaladım. Pamuk ıslattım, yüzünü ve gerdanını temizledim. Bir ölü gibi yatıyordu adeta. Asla tepki vermiyordu. Göğsü inip kalkmasa yaşamadığını düşünecektim. Saçlarında biriken suyu aldım, sobamı yaktım. Isınsın istiyordum.
Yanı başında sessiz sedasız oturmuş onu izliyordum. Bas bas bağıran geleceği duymamam mümkün değildi. Ne yapacaktım, kimden yardım isteyecektim? Kime söylesem Ecevit’in canını okurdu, kimse dönüp Bülent’e bir şey yapmazdı. Keşke hiç çıkamasaydı o delikten. Değil yirmi yıl, kırk yıl, altmış yıl o delikte kalsaydı. Ne yapacaktım ben?
“Sana Melike için bir şey söyledi mi?” diye sordu aniden.
“Hayır,” dedim titrek, korkak bir sesle. Başımı duvarlara vurmak istiyordum. Ne yapacaktım ben? Nasıl yapacaktım? Bülent belasını bulup uzak durmalıydı Ecevit’ten. İşlemediği bir suç için çocuk haliyle on altı yıl aldırmışlardı, gerçek bir cinayetten sonra -ki bu Atilla’nın oğluydu- Ecevit’i bir daha hiçbir kuvvet oradan çıkaramazdı. Yirmi yıl bile azdı.
“Ecevit yalvarıyorum bir şey yapma,” dedim çaresizce. “Değer mi ya onun için?”
“Yaşamayacaksa değer.”
“Ben yapacağım,” dediğim an açtı gözlerini. Neredeyse yarım saattir yığılıp kalmıştı koltuğa. Gözleri kapalıydı. Ben bu cümleyi kurmayana kadar açmadı gözlerini. O nasıl eminse kendinden ben de emindim. “Yemeğine zehir koyarım, bilmiyorum ya da uyurken… Bilmiyorum.”
“Saçma saçma konuşma,” dedi. Tüm duygularının üstüne binecek bir şaşkınlık bıraktım ona.
“Onu sana bırakmam,” dedim titrek bir sesle. Ağlıyor muydum yoksa sızlanıp sayıklıyor muydum emin değildim. Ecevit nasıl yirmi yılını daha feda ederdi bize? “Sakın bir daha söyleme öyle bir şey. Ne demek yirmi yıl daha yatarım? Ben yapacağım,” Başımı salladım. Küçükken, ben Ecevit diye ağlayıp dururken nasıl kötü davranırdı bana. Beni karakol kapılarından her çevirdiklerinde, yalnız kaldığım her an nasıl boğazıma çökerdi. Anne ve babamdan korkmasa bana türlü türlü işkenceler ederdi. Biliyordum. Şimdiye kadar neden yaşıyordu ki? Biz hepimizin, bir nebze ya da çok hayatı mahvolmuştu ama piç hayatına kaldığı yerden hep devam etmişti. Annem ağlıyordu, babam sinir krizleri geçiriyordu, ben panik ataksız gün atlamıyordum ama o alçak gününü gün ediyordu.
“Kendine gel,” dedi. Ne zaman rolleri değiştirdik bilmiyordum. Bülent’i bu denklemden çıkarmazsam Ecevit’i ben değil, kendisi kaybedecekti. Yok edecekti hayatını. “Kendine gel.”
“Benimki hayatta seninki değil mi? Ölsün gitsin artık,” Sarsıla sarsıla konuşuyordum artık. Ellerini yumruk yaptım, dizlerime vurdum. Ecevit’i yok edeceklerdi yine. “Ölsün gitsin artık. Ölsün artık. Ölsün artık. Ölsün. Sana sebep olacaklar. Ölsün artık.”
Ecevit’in içindeki hınçtı bu bendeki de. Dizlerime vurduğum ellerimi tuttu. “Firuze dedim,” Yüksek sesle söylemese yine duymayacaktım onu. Ecevit’e bir daha bizim yüzümüzden bir şey olursa değil yaşamak yaşatmazdım da artık. Ben artık on yedi on sekiz yaşında toy genç kız değildim. Ben artık Ecevit’in varlığını görmüş, onunla bir süre de olsa yaşamış biriydim. Bu saatten sonra hiç olmazdı. O zaman çocuktum, gençtim ama artık değildim. “Ölsün artık,” dedim nefes nefese. Rol çalmanın sırası değildi. Çok kızdım kendime. Çok şımarıktım, aklımı kaçıracaktım çok şımarıktım.
“Hiçbir şey yapmayacaksın,” dedi gözlerimin içine bakarken. Çok ciddiydi.
“Sana yemin ederim senden önce yapacağım, sana bu fırsatı vermeyeceğim.” Ne söylerse söylesin reddedecektim. Başımı iki yana salladım. Sıktığım avuçlarımı sıkıca kavramıştı. “İdam ipinde sallandıracağım onu.” Yalan söylüyordu. Sırf bunu bana bırakmamak için yapıyordu. “Kemiklerini kırdım, bir daha Melike diyemez. İdam ipine kadar sabredeceğim. Ben edeceksem, sen de edeceksin.”
Gözlerimi yumdum yorgunca. Ne güzeldi bu bir hafta. Ne dertsiz ne tasasızdı her şeye rağmen. Tamam Melike’yi arıyorduk, tamam kötü şeylerle karşılaşıyorduk ama yine de şimdiki kadar mide bulandırıcı değil. Benim ailem bana bile böylesine rahatsızlık veriyorsa Ecevit benimle nasıl bir hafta yaşamıştı? Yumruklarımı açtı yavaşça sonra bıraktı ellerimi. Cebinden sigara çıkarıp yaktı. Odanın sıcaklığı artmıştı, sobanın cızırtısı duyuluyordu. Keşke tek çıkıp gelseydim de bunu yaşamasaydı Ecevit. Ne bitmek bilmeyen keşkelerim vardı. Neredeyse bir saate yakın oturduk o koltukta.
Sonra Ecevit kalktı, yanan sobaya odun attı. Kabanını giydi. Gidiyordu. “Tek başına dışarı çıkma,” dedi yine. Ayaklandım. “Bir şey olursa hemen beni ara. Ben de bir şey bulursam seni arayacağım. Bakacağım hafta sonuna kadar duruma.”
“Tamam.”
“Otur uslu uslu resmini çiz.”
“Tamam.”
“Gece uyurken sobanı söndür.”
“Tamam.”
“Neyle ısınıyorsun gece kalınca?”
“Elektrikli yakıyorum uyuduğum yerde.” Bazen de yakmıyordum, yorganın altına girip uyuyordum. Sobayı da söndürmezdim zaten. Yalan dolandı.
“Yemeğini ye.”
“Tamam.”
Kapının eşiğindeydi artık. Beni süzdü. “Hiç güven vermiyorsun,” dedi açıkça. Omuzlarımı kaldırıp indirdim. Biliyordum. Yapacağım bir şey yoktu zaten. Onu yalanlara ikna edemezdim. Ecevit gidince atölyeme baktım. Çizer miyim çizmez miyim emin değildim. Yorgun hissettim kendimi. Ağzım çay aradı. Başımı ocağa çevirdim. Halbuki benim çaydanlığım bile yoktu. Çayım da yoktu. Omuzlarım çöktü. Daha şimdiden, Ecevit gideli iki dakika olmuşken eksikliğini hissedeceğim bir şey buldum bile. Benim göğsümde bir kuş kafesi vardı. İçinde cır cır ötüyordu kuşlar. Öyle şakıyarak değil acıyla. Özlemle ötüyordu bazen. Yine onlar ötmeye başladı. Koltuğa oturdum ve cenin pozisyonunda yattım. Ecevit’i çizmek istedim. Onun o Trakya’nın kurumuş tarlalarını andıran kahverengi saçlarını. Siyaha kaçan gür kaşlarını, zaman zaman çıkan kirli sakallarını, dudaklarını, elindeki çay bardağını, kısa tırnaklarını, uzun parmaklarını, yüzündeki ince lekeleri.
Sobanın üzerini izliyordum. Bir daha onunla kim bilir kahvaltı yapacak mıydık? Ne güzel bir ev sahibiydi öyle. Yumuşak başlı, hoşgörülü, edepli, düşünceli, kibar. Beni ne kadar güzel ağırlamıştı öyle. Bir lokmayı bile zorla verdiğini düşünmemiştim. Sofraya bir tabağı zorla indirdiğini hissetmemiştim. Yatağını bana vermişti. Beni hiç daracık bir yerde yatırmamıştı. Ben içerideysem girmemişti odaya. Bana hep temiz havlu vermişti. Bu havluyu bir kere daha kullan dememişti. Çamaşır makinesini benimle paylaşmıştı. Hep çayımı ılıtmıştı. Ekmeğimi bölmüştü. Ne güzeldi Ali Ecevit’in misafiri olmak. Ev sahibi gibi hissettiriyordu. Gurbetteydim sanki de kendi ülkemden birinin evine misafir edilmiştim.
Şimdi yoktu. Bitmişti. Artık belki hiç olmayacaktı. Bana yine gelme diyecekti. Belki ben de gidemeyecektim. Keşke biraz daha hasta olsaydım ya da ailemin başından kaza bela eksik olmasaydı da bir hafta daha kalsaydım.
Bu düşünceler içinde kopuk bir uykuya daldım. Vakit kavramı uzaklaştı gitti benden. Kapı çalış sesini duyduğumda, uykum yalnızca beş dakika sürdü sansam da sanırım öyle değildi. Hava kararmamıştı ama dilim damağım kurumuştu. Beş dakikalık iş değildi bu. “Ecevit,” diye fısıldadım ve kapıya baktım. O geldi sandım. Perde tümüyle çekilmişti. Bir gölge seçiyordum yalnızca.
Yerimden kalktım heyecanla. Ecevit olduğuna neredeyse emindim perdeyi çektim. Hayal kırıklığından başka bir şey değildi ama gördüğüm. Alparslan Yiğit’ti. Suratım asılmasın diye sıktım kendimi. Gülümsemeye çalıştım ve kapıyı açtım. Kolunu cam duvara yaslamışken bana baktı. O da gülümsedi ve cebinden çıkardığı şeyi salladı. Benim telefonumdu.
“Bak ben almasam da benim elime düşüyor,” dedi. Adamlardan birine vermiştim en son. Sonra da aklıma bile gelmemişti. Geri çekildim ve buyur ettim içeri. İçeri adım attığında orta yerde durdu ve ortalığa baktı uzun uzun.
“Demek ünlü ressam Firuze Akın’ın atölyesi burası. Görmek bana da nasip oldu, tam da tahmin ettiğim gibi. Seni yansıtıyor.”
Topuzum daha da dağılmıştı ama umursamadım. “Ne gibi?” diye sordum ona koltuğu işaret ederken.
“Modern ama geleneklerden kopuk da değil. Nahif ama bir o kadar da hırçın. Düzenli ama kendi içinde dağınık,” Gösterdiğim koltuğa oturdu ve telefonumu uzattı. “Ve çok güzel,” dedi. Kaşlarım havalandı. Gülümsedim sadece. “Bir şey içmek ister misin?”
“Ne ikram edebilirsin bana?”
Dolabımı açtım ve kalanlara baktım. “Meyve suyu var, bitki çayım var, kahvem var.”
“Orada şarap gördüm sanki.”
Ama ben onu saymadım… Onu açmakla bile uğraşmak istemiyordum. “İçer misin?”
“İkram edersen seve seve,” dedi kibar bir sesle. Beyaz şaraba uzandım. Küçük tezgahımın üstüne koydum ve tirbuşonu çıkardım. Biraz zor oldu ama açtım. Bir kadehe koydum, Alparslan’a uzattım. Yanına oturmadım, karşısına sandalye çektim.
“Sen içmeyecek misin?”
“Başım ağrıyor,” dedim. Ben çay içmek istiyordum.
“Bülent’in burnu kırılmış.”
“Keşke kopsaydı,” dedim boş bir sesle.
“Kafasında ezilmeler var. Tomografi çekildi neyse ki temiz çıktı.”
“Zarar görecek bir beyni yok.” Ben şaka yapmadım ama Alparslan güldü. “Nerede şu an? Nasıl engel oldun o adamlara?”
“Baban yarın cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklayacak Firuze,” dedi ve kadehin içindeki şarabı salladı, öyle bir yudum aldı. Gözlerimi kıstım. Hedef değiştiriyordu. Tüm dikkati üstüne çekecekti. “Şu an Bülent’le alakalı ortaya çıkacak tek bir vukuata bile tahammülü yok. Muhtemelen yeni bir halt yemesin diye eve kapatacak. Aradım konuştum, konuşma devam etseydi öldüyse bile yarına kadar cesedini sakla diyecekti.”
Alnımı ovuşturdum. Bu iyi bir şeydi. Babamı biraz olsun tanıyorsam mahvedecekti Bülent’i. Daha bir gün olmamıştı, manşetlerden ismimiz düşmüyorken babam başrol olamıyordu. Berbat bir yan rol olarak çırpınıyordu köşeye ve bu vasıfsız oğlu yüzündendi.
“Annen kimin yaptığını öğrenince çok öfkelendi yalnızca.”
“Bana mı?”
“Sana da,” dedi dürüstçe. Üzerinde beyaz bir gömlek ve takım elbisenin ceketi vardı. Bacak bacak üstüne atmıştı, beni izliyordu. “Haksız sayılır mı?”
“Daima haksız sayılır.”
Başımı iki yana salladı ve bir yudum daha yudumladı. Tadını sevmiş olmalıydı. “Bülent ne yaptı bilmem o adama ama Firuze derdini sorununu bir hayvandan farksız çözen birini bana savunma.”
“Hadsizleşme,” dedim açıkça. Çatlarım çatıktı. Bir gün Alparslan da Ecevit’in eline düşecekti bu gidişle.
“Asla hadsizleşmiyorum. Öldüresiye dövmüş Bülent’i. Bu normal mi sence?”
“Az bile yaptı,” dedim net bir sesle. Alparslan’ın şu kraliyet yakası beni bile bunaltıyordu. “Benim gücüm yetse ben yapardım.”
“Seni de kendine benzetmiş,” diye karşılık verdi. “Ama şunu bil ki bu, bu adamın ilk vukuatı değil. Sağlam birine tutunmuyorsun Firuze. Hadi küçükken işlediği cinayet kaza olsun. Bu adamın cezasının on üçüncü yılında gelen afla şartlı tahliye olacakken içeride birini öldüresiye dövdüğü için affını yaktığını biliyor musun?” Alparslan’ın yüzünde tiksinti geçti. Şaşırdım, belki çok şaşırdım ama yine de ona bu fırsatı vermedim. Haklı çıkarmadım. “Gel gör ki çıktıktan iki yıl sonra yine öldüresiye dövüyor birini. Çocukluk ayrı gençlik ayrı yetişkinlik keza ayrı. Acınası bir hayat.”
Üç yıl hiç az bir süre değildi. Hiç azımsanmayacak bir süre de değildi. Ecevit kendini tutamamış nasıl yakmıştı bunu? Öldüresiye döverek hem de. İçim huzursuzlandı. Hiçbir şey söylemedim.
“Anladığım kadarıyla küçükken çok düşkünmüşsün,” Bunları annemden öğrendiğine yemin edebilirdim. “Ama küçükken. Sen şu an yirmi beş yaşındasın. Senin şimdi peşinden gittiğin adam ipsiz sapsız, bir kişiyi öldürmüş iki kişiyi öldüresiye dövmüş. Bu küçüklüğünden kalan bir travma yalnızca. Ondan kurtulmak yerine onun peşinden gitmeye çalışıyorsun.”
Ellerimi birbirine çarptım. “Sen psikolog değilsin, hatta aksine buna en uzak meslektesin. Siyasetçisin.”
“Ben siyasetçi değilim Firuze.”
“Yarına kadar mı?” diye sordum. İstediği kadar inkâr etsin, Alparslan benim babamdan hallice bir siyasetçi olacaktı.
“Belki evet belki değil ama konumuz bu da değil. Gözünü açıp baksan aslında çevrende, senin yanına yakışacak olanı, layık olanı göreceksin.”
Madem o bu kadar açık konuşuyordu, ben de aynı şeyi yapabilirdim. “O sen misin?”
Gülümsedi. Çok kibirli bir gülümsemeydi bu. “Aklına ilk gelen daima doğrudur Firuze.” Kelime oyunu yapıyordu ama onunla ilgilenecek halim hiç yoktu. Açıkça kalk git de diyemedim. Beni o gün, o halde evden çıkaran oydu sonuçta. Nasıl diyebilirdim? Ayağa kalktı ve şarap kadehini avucuyla kavrarken atölyemi gezmeye başladı.
“Sokak çok karıştı.”
“Beklediğiniz oldu işte. Bıraktınız yaktılar ve yıktılar. Şimdi de saldırıyorsunuz insanlara.”
“Her şeyin bedeli var Firuze,” dedi arkamda kalmıştı. Biliyordum ki tabloları inceliyordu.
“Umarım babam ölene kadar Cumhurbaşkanı olamaz.”
“Seçilecek ama,” dedi kendinden oldukça eminken. Yalan diyemezdim. Babamın oyu artsa şaşırmazdım. “Seçilmeli de.”
“Gerçekten babamı layık görüyor musun Alparslan buna? Hani çok kibirlisin ya, kendini hep üstte görüyorsun ya… Merak ediyorum. Gerçekten babamı dürüst bir siyasetçi olarak görüyor musun?” Sandalyede yana döndüm ve ona baktım.
“Babana dürüst bir siyasetçi demedim zaten, iyi bir siyasetçi dedim. Ortadoğu siyaseti için biçilmiş kaftan. Baban çok uzun seneler daha ülke yönetiminde olacak. Bunu hak ediyor da. Kızı olarak sen de bunu kabul et.”
“Bunu kabul etsem babama oy verirdim. Her neyse Alparslan. Şarabı içtiysen seni bugünlük geçirsem olur mu? Çalışmak istiyorum.” Ayağa da kalktım ona başka şans vermemek için. Daha fazla siyaset ve babamı dinlemek istemiyordum. Şarabı tekte yuvarladı ağzına ve kadehi kaldırdı.
“Bugünlük geçirebilirsin elbet. Sakın dışarıya çıkma tek başına. Baban en yakın zamanda kapıya bir şoför ve koruma diker zaten. Muhtemelen bir süre eve dönmeyeceksin. Dönme de zaten. Baban iyi bir siyasetçi ama berbat bir baba. Bunu ona da söyledim. Kapım sana hep açık. Telefonum da. Sabırla çocukluk takıntılarından vazgeçmeni bekliyorum.”
Kadehi tezgâhın üzerine koydu ve kapıya ilerledi. Cevap vermedim. Çıkıp gitmesini izledim sadece. Telefonuma uzandım. İnci’ye atölyede olduğuma ve rahatsız edilmek istemediğime dair bir mesaj attım. Cevap bile gelmedi. Galeriye girdim. Ecevit ve kediye baktım. Belki de şimdiye kadar çektiğim en güzel fotoğraftı. Ben çok fotoğraf çekmeyi de sevmezdim zaten.
Beyaz boş bir tuval çıkardım, kalemi elime aldım. Fotoğrafı karşıma koydum. Çizmeye başladım. Keşke çayım olsaydı. Yüksek sesle müzik açacağıma haber açtım. Herkes bana tek çıkma diyordu, bunu kanıtlayacak şeyler duydum. Kargaşa çok büyüktü. İnci’yi düşündüm sadece. Okula gidiyor muydu acaba? Okulunda bir şey çıkmazdı ama korktum yine. Onun en yakın zamanda yurt dışına gitmesi lazımdı. Ben de bir Akın gibi düşündüm. Kardeşimi korumak için başka yapacak bir şey gelmiyordu aklıma.
Kulislerde dolanan UMP vaatlerinden bahsedildi. Emeklilik, öğretmen atamaları, asgari ücrete zam ve daha da infial yaratan şey kadın erkek çalışma şartları. Bu beni de şok etti. Bu kadar ileri gitmiş olabilirler miydi? Annem tepki gösterirdi en başta. Kadın çalışma saatlerini azaltıp, erkek maaşlarında üstünlükten bahsedildi ama bunu aile birliğinden bahsederek sundular. Kadınlar eve ve çocuklara vakit ayırabilecekler, erkekler rahatlıkla evlerini geçindirecekler, böylece aile bütünlüğü de korunmuş olacak. Korkunç geliyordu kulağıma. Bunun ucu nereye gidiyordu, burada ne planlanıyordu? Bu bir iddia olsa bile sokağa nasıl yansıdığı aktarıldı.
İnsanların hassasiyetleri üzerinde tepiniyorlardı. Her şey çok kızışıyordu. Babam daha adaylığını açıklamadan ülkedeki insanları ikiye bölmüştü.
Daha fazla katlanamadım, tabloma müzikle devam ettim. Dışarıdan duyulacak bir müzik açtım. Yerimden hiç kıpırdamadan saatlerce çizdim. O kadar uzun zaman geçti ki ayağa kalktığımda ayaklarım uyuşmuştu. Sürüne sürüne açtım ayaklarımı. Dolabıma baktım. Tüm yiyecekler bozulmuştu. Hepsini attım çöpe. Yiyecek bir şeyim yoktu, karnım da zaten çok aç değildi. Girdim hemen bir duş aldım, üstümü değiştirdim. Tabloma biraz daha devam ettim sonra yatağa geçtim. Telefonum yanı başımdaydı. Uyuyacaktım hemen. Tamam kabul Ecevit’i aramak geçti içimden ama durdurdum kendimi. Belki uyumuştu, belki başka işi vardı. Artık aynı evde değildik. Önemli bir durum olunca birbirimizi arayacaktık.
Yatakta bir sağa bir sola dönüyorken telefonum çaldı. O kadar emindim ki annem olduğundan yerimden doğrulmadım bile. Sesimin boğuk çıkması umurumda değildi. “Efendim?” dedim.
“Firuze,” dedi Ecevit gecenin bir vakti. Donakaldım. İnanamadım da ekrana baktım, açıkçası biraz da korktum. Bir şey oldu sandım.
“Ne oldu?”
“Nemlendiriciyi niye götürmedin?”
Elim kolyemdeydi. Bu cümleyi duyunca ne hissedeceğimi bilemedim. Yani… Ödüm kopmuştu! “Benim var teşekkür ederim, korktum. Sen öyle bu vakitte arayınca,” duraksadım. Kalbim de çok hızlı atıyordu. “Ecevit çok korktum ya…” dedim açıkça. Oturur vaziyete geçtim.
“Kalk bir su iç,” dedi. Yanı başıma su koymuştu zaten. Korkuyla heyecanın karışımıydı aslında bu. Onu aramak isterken onun beni araması… Bakmak istediğim birinin çoktan bana bakması gibi bir şeydi bu. Lıkır lıkır içtim suyumu. “Uyuyor muydun? Keşke yine de götürseydin bu nemlendiriciyi.”
Evde bir sürü şeyimi bırakmıştı. Demek ki daha onları görmemişti. “Yok yok gerçekten. Sen kullan onu. Ellerindeki bandajları çıkarınca nemli tutarsın kurumaz. Uyumuyordum, yeni geçtim yatağa. Kediyi ne yaptın?”
Sanırım artık birbirimize karşı bazı sorumluluklarımız vardı. Soruların ardı arkası kesilmedi. “Kumunu aldım, mama da aldım. Küçük de bir oyuncak aldım. Kuduruyor şu an. Sorabildin mi birilerine?” Sanıyordu ki soracağım çok kişi vardı ama yanılıyordu.
“Yarın ilgileneceğim,” diye profesyonelce davrandım. “Sen ne yapıyorsun?”
“Yemek yiyeceğim biraz,” dedi. Karnım guruldadı ve saçma bir şekilde “Kokoreç mi?” diye sordum.
Aklıma nedense bu geldi. Belki kokoreci geç vakitte yedik diye olmuştu bilmiyordum.
“Hayır. O nereden aklına geldi? Yemek yedin mi?”
“Dolabımdaki her şey bozulmuş,” dedim. İçimi tatlı bir heyecan kapladı. Düşünmedim desem yemin ederim yalan olurdu. Bal gibi de düşündüm. Kolyemi tuttum sıkıca.
“Dışarıdan sipariş etseydin.”
“Kokoreç mi etsem?” diye zarf attım. Bu küçük tatlı bir oyundu, belki karşılık bulmayacaktı ama yine de oynamak istedim. Ne tatlı bir duyguydu bu böyle. İlk defa hissediyordum galiba. Adını tadını bilmiyordum. Sadece Ecevit bana bir şey teklif etsin diye bekliyordum.
“Olmaz. O her yerde yenmez, zehirlenirsin,” dedi. Ben de zaten onu her yerde yemezdim. Dudaklarımı birbirine bastırdım.
“O zaman boş verdim. Yarın hallederim ben.”
Aç bir karın Ecevit için önemliydi. Biliyordum. Bir şekilde yemek yememi sağlardı. Bu güvendim.
“Benim de aklıma kokoreç soktun,” dediğinde dizlerimin üzerinde doğruldum adeta. Biliyordum çünkü Ali Ecevit Tarhan’ın boğazından o kokoreç ben burada açken geçmezdi. Sesimi çıkarmadım.
“Ben kendime alırken sana da alıp bırakırım.”
“Orada da yiyebiliriz sıcık sıcak. Geçen sefer soğumuştu biraz,” dedim bu kez. Atölyeden çıkıp yürüyüş yapmak istiyordum zaten ama bunca uyarıdan sonra direnmiş uyumaya ikna etmiştim kendimi. “Taksiyle gelirim ben sen adresi atarsan. Yedikten sonra da taksiyle dönerim.”
Ecevit’in telefonu kapattığını düşüneceğim kadar sessizlik çöktü aramaya. Baktım gerçekten de, kapatmamıştı. “Ya da sen bilirsin. Hiç getirmesen de olur, buraya kadar zahmet etme,” dedim yine sesi soluğu çıkmadı. Arkadan kedi sesi gelmese hat kesildi sanacaktım. “Ecevit?” dedim sorar gibi.
“Sen kapat ben sana haber vereceğim,” dedi. Zorladığımı anlamış mıydı? Bir şey yapmamıştım ki? İllaki olacak dememiştim. Kapattı telefonu. İlk beş dakika çok umutlu geçti sonraki beş dakikada yavaş yavaş kırıldı umudum. Sonra bir mesaj sesi geldi.
On beş dakikaya orada olurum.
Kalkayım derken neredeyse yataktan düşecektim. Bu his… Allah’ım bu his nasıl bir şeydi böyle? Kelimeler ağzımın ucunda birikiyor sonra kaybolup gidiyordu. Hemen üstümü değiştirdim. Beş dakikada indim kapının önüne. Yanıma bu kez para ve kart da aldım. Ben ısmarlayacaktım. Borcum vardı zaten. Ellerim kabanımın cebindeydi. Babam nasıl olmuştu da buraya birilerini göndermemişti daha bilmiyordum. Annem muhtemelen Bülent’in kırılan burnuyla uğraşıyordu, aklına gelmemiştim. Babam da belki de kendi stresindeydi.
Ecevit’in arabası geldiğinde hızla ona doğru yürüdüm. Kapıyı açtım ve bindim. Biner binmez nemlendiriciyi uzattı. Getirmişti… “Teşekkür ederim,” dedim ve cebime attım. Tamam ben de elleri biraz iyileşince ona kendimkinden verirdim ödeşirdik. Yol biraz sessiz geçti. Ecevit doğru güzergahtan gittiği için sanırım çabuk da vardık.
“Ben gidip bakacağım yoğunluğuna. Çok kalabalıksa sen inme, ben alıp geleceğim. Arabada yeriz.”
Sokakta bir satıcıydı. Tabureleri arka tarafta kalıyordu. Yoğun olup olmadığını görmüyorduk. Ecevit indi arabadan ve gitti. Bir an gözükmedi ama sonra bir ıslık sesiyle duydum onu. Elini kaldırdı ve gelmem için işaret etti. Arabadan indiğimde uzaktan kumandayla kilitledi kapıları. Hızlı hızlı ona doğru gittim. Elini uzattı, tutmam için değil ama sırtıma dokundu, en köşedeki masayı işaret etti. Küçük masalar ve tabureler vardı.
“Ben ödeyeceğim zaten borcum vardı sana.”
“Tamam hadi geç sen.”
“Yok gerçekten ben ödeyeceğim. Bir saniye,” Arabanın içindeki abiye doğru yürüdüm. “Merhaba, ben Ecevit Bey’in hesabını ödeyebilir miyim?” diye sordum. Kart geçmezdi. Nakit öderdim. Adam bana biraz şaşkınca baktı sonra Ecevit’e çevirdi gözlerini. Gülecek gibi oldu.
“Ecevit Bey hesabı ödedi,” dedi adam.
“Ne ara ödedi, yeni geldi zaten.”
“Şu masa rezerve,” dedi Ecevit alayla ve yine aynı masayı gösterdi. Yani yine ne olmuştu Allah aşkına? Sinir etmişti beni.
“İki tane her zamankinden. Birinin ekmeği, yumuşak taraftan olsun,” dedi. Tetikte bekledim hesabı ödeyecek mi diye ama yok hayır yerleşti masaya. Ben de mecburen oturdum. Adamın yanındaki çırak önce iki tana şişe ayran getirdi masaya. İkimiz de açtık ayranlarımızı. Çok geçmeden kokoreçlerimiz de geldi. Adam Ecevit’in omzuna dokundu.
“Nasıldı yollar?”
“Ben temiz yoldan geldim de Kızılay tarafı fena karışık diyorlar.”
“Yediler ülkenin başını,” dedi adam. Ecevit’le göz göze geldik. Adama başka bir şey söylemedi, kokorecimi işaret etti. “Çok kötü durumdaymış çocuklar. Çoğu üniversiteli zaten. Az önce senin yaşlarında bir adam geldi, kırk ekmek arası aldı. Oraya götürecekmiş. Çok vahimmiş durum. Maskeyle su lazımmış. Ağır müdahale varmış.”
Ecevit yemeğinden ısırık alırken adamı dinliyordu. “Nereye lazım tam olarak maskeyle su?”
“Neresi kalabalıksa oraya. İnsanlar götürüyordu da yetişmiyormuş. Biber gazı çok sıkıyorlarmış.”
Ecevit başını salladı sadece. Çok şey söyleyecek sandım ama bu kez sustu. O susunca adam da devam etmedi. Ekmeğime uzandım. Adama söylemediği şeyi bana söyler diye de bekledim ama hiçbir şey söylemedi. Acı biber çıkardı, bir tane benim önüme koydu birkaç tane kendi önüne. Biberin ucundan ısıra ısıra tüm ekmeğe yettirdim. Ecevit benden çok daha hızlı bitirdi. İki de sigara içti üstüne. Çay da kesin canı çekmişti. Keşke bir çay makinem ya da çaydanlığım olsaydı atölyede. Belki de almalıydım.
“Resul abi, maske nerede bulabilirim?” diye sorduğunda göz ucuyla ona baktım.
“Götürecek misin?”
“Bir faydamız olsun. Katılamıyoruz en azından işe yarayalım.”
Adam gülümsedi ve başını salladı. “Nöbetçi eczane var caddenin sonunda. Oradan bak,” dedi.
Ekmeğimi daha hızlı yedim. Burnumu sildim. İşi vardı. Önemli bir işi vardı. Kalktığımızda Ecevit yine hesabı ödeyecek diye tetikte bekledim ama olmadı. Sanırım sahiden ödemişti. Adama teşekkür ettim ve kolay gelmesini diledim. Ecevit direkt olarak eczaneye sürdü arabayı. Kutu kutu maske koydu arabanın içine sonra açık bir tekel bayi buldu, küçük su şişeleri altı paketlerce. Hepsini arabasına dizdi. Arabaya geri bindiğinde sessizliğini korudu. Babama, Bülent’e hakaretler yağdırmasını bekliyordum ama sadece görevini yapıyordu sessizce. Araba bir yerden sonra yavaşladı, Ecevit arka taraftaki kutulardan bir tane maske çıkardı. Bana yaklaştı aniden. İplerini iki yandan geçirdi kulağıma, yüzümü kapattı iki tane cerrahi maskeyle üst üste. Yıkadıktan sonra toka vurduğum saçlarımdan tokama gitti eli bu kez. Tokamı da çıkardı ve kucağıma bıraktı. “Başını eğ telefonla ilgilen, arabadan sakın inme. Ben geliyorum hemen,” dedi. Arabadan inince önce maskeleri koyduğu koca siyah torbayı aldı. Kapıyı kapattı ve ileriye doğru gitmeye başladı. Hemen ileride başlıyordu zaten kalabalık. Polis arabaları, insanlar, pankartlar, kirli hava… Koca bir kaos vardı. Sesler ve kargaşa korkunçtu. Ecevit’i kaybettim bir noktada.
Korkuyordum. Ne biber gazı yemesini ne de polislerin eline düşmesini isterdim. Eğilip telefonuma da bakmadım ayrıca. Dikkatle orayı izliyordum. Ecevit beş dakikaya kalmadan gözüktü yine. Bu kez yanında bir çocukla geldi. Sanırım suları alacaklardı. Kendine maske niye takmıyordu bu adam? Suları da götürdüler iki devrede. İkinci gidişlerinde ortalık aniden çok karıştı. Bilmiyorum ne oldu ama tazyikli su kalabalığın üzerine sıkılmaya başladı. Kalbim korkuyla çarpıyordu. Ecevit’i göremiyordum. İnsanlar kaçışmaya başladı, bir arbede yaşanıyordu. Elim ayağım titremeye başladı. Arabada bir o köşeye bir bu köşeye gidiyordum ama göremiyordum. Maskesi bile yoktu sanırım.
Kulaklarım uğuldamaya başladı. Ecevit’i göremedikçe dehşete kapıldım. İnmiyordum arabadan. İnersem onu dinlemediğim için bana çok kızardı biliyordum. Atak geçirecek kadar stresle boğuşmaya başladım. Camı açmam mantıklı değildi. Biber gazı çok kuvvetliydi. Arabanın içine sızarsa kolay kolay çıkaramazdım. Korktuğum başıma geldi. Ecevit’i gördüm ama yürümeye kalkıştığında duvara tutundu ve öksürmeye başladı. Maskesi de yoktu. “Ecevit Ecevit,” dedim telaşla. Hızla indim arabadan. Ona doğru koştum. Bu kalabalık beni çok korkuturdu, mümkün değildi yaklaşamazdım ama Ecevit için olan endişemden sonra gelirdi bunlar. Maskemi hızla çıkardım ağzımdan. Birini çıkaracaktım aslında ama ikisi birden çıktı. Gözlerim yanmaya başladı.
“Ecevit,” dedim ve koluna tutundum. Hızla maskeyi onun ağzına takarken, “Ben sana çıkma demedim mi?” dedi. Belki de bağırmak istedi ama o kadar nefesi yoktu. Gözleri kıpkırmızı olmuştu.
“Gel arabaya geçelim, hadi çabuk ol.”
Amacım hızla Ecevit’i alıp gitmekti ama az ötede kızın biri elindeki su şişesini açmaya çalışıyor, çırpınıyor ama yapamıyordu. Vicdanımla gerçekliğin arasında kaldım. Bir an önce uzaklaşmamız gerekiyordu oradan ama kız çırpınıyordu. Gözlerini açamıyordu ve sanırım ağlıyordu. Adımlarım gitti geldi. “Ecevit hemen geleceğim tamam mı?” dedim. Elimden tuttu ama ben ondan daha iyi durumdaydım. Sadece kızın su şişesini açıp kaçacaktım geri.
“Ver bana şişeyi,” diye bağırdım.
“Gözlerim yanıyor!” diye o da bağırdı. Şişeyi çektim aldım elinden ve suyu hızla avucuma döktüm. Kızın yüzüne vurdum arka arkaya avuç avuç suyu. Yalnız değildi sanırım sadece arkadaşlarını kısa bir an kaybetmişti. Aniden çevremizi insanlar sardı, kız çığlık çığlığa ağlayıp bağırıyordu. “Ben su döktüm yüzüne,” dedim ve aradan çıkmaya çalıştım.
Ayaklandım da, sıyrılmaya da çalıştım, kısmen başardım da ama insanlarla çok dip dibeydik. Göz göze geliyorduk devamlı. Ve bu ortamda yardım da, laf da korkunç bir hızla yayılıyordu.
Babamın adını duydum aslında. Kendi adımı da duyar gibi oldum ama oldukça kıvrak hareketlerle çıkmayı başardım aralarından. Bir el sıkıca tuttu elimden. Biliyordum Ecevit’ti. Bir an da korkunç şekilde benim adım duyulmaya başlandı. Aslında bir kesim o değildir de dedi, bir kesim kıza yardım da etti dedi ama bir kesim için aynı şey olmadı. Ecevit tehlikeyi sezmiş olacak ki, “Hayır benimle yardım getirdi!” dedi ama üstüme bir su şişesi fırlatıldı. Ne olduğunu anlayamadım ve insanların beni uyardığı o korkunç senaryonun içine düştüm.
Su şişeleri de arbede de arttı ve Ecevit beni korumaya, çoğu insan engel olmaya çalışsa da koca bir linçin arasında kaldım. Kaşıma ve başıma bir darbe yediğimde Ecevit tümüyle kendini bana siper etti.
Kimse kendi davasının hâkimi olamazdı elbet ama ben kendimi yargılarken babama duyulan nefretten kendime pay biçiyordum, kararlar veriyor, cezalar biçiyordum. Bu ceza da onlardan biriydi. Bu gece o cezayla yüz yüze geldim.