XXIV - Hakikat Tanığın Diliyle Ayakta Durur PART II
- Dilan Durmaz

- 5 Eki
- 40 dakikada okunur
Sonrası… İstenmeyen on saniye yüreğimde bir yara olarak kalır sandım ama çok cesurdum. Hüseyin amcadan bahsettiğim içindi belki bilmiyorum. Hüseyin amca olsaydı, git sarıl derdi. Öyle düşündüm belki de. Ve sanki Hüseyin amca Ecevit’i de itti. Çünkü ben hızlı birkaç adım attığımda, Ecevit de babasını dinledi. Ecevit’in boynuna sıkıca sarılmak istedim ama istediğim kadar sıkı sarılamadım. Ecevit, babasını dinledi, ben ona kollarımı saramadan, Ecevit’in kolları, hani tren garında eşini savaşa göndermiş ve çaresizce bekleyen asker eşi vardı ya, o askerin kolları gibi, vatanını düşmandan temizleyip dönmüş kadar büyük, ferah ve kocaman kucağı gibi, beni sardı.
Bir insana sıkıca sarılmanız için onun size sarılmaması gerekiyormuş. Bunu ocak ayının karlı bir gecesinde öğrendim. Bir çift kol, size hiç sarılmadan, sarılmayacak olarak, iki yanda beklerse siz ona onun yerine de sarılırken kemiklerini hissederdiniz ama bir çift kol, siz ona sarılırken size sarıyorsa işte o vakit sarılmayı bölüşmek zorunda kalırdınız.
Ecevit’le hep sarılırdık, okuldan dönünce, okula gidince, yalnızca bir gün birbirimizi görmeyince, yarışı kazanınca… Ama Ali Ecevit’le ilk kez bir sarılmayı bölüşüyorduk.
Güçlü kolları belimi sarmıştı, parmak uçlarımda ona yükselmiştim ve kollarım boynuna dolanmıştı. Bir eli belimden ayrıldı ve bir kuş gibi başımın üzerine kondu. Yaka paça atıldığı evin önünde saçlarımı okşayan Hüseyin Tarhan’ın oğlu bir gece vakti saçlarımı okşuyordu. Boyum boyuna, kollarım kollarına yetsin diye çırpınıyordum ama bunun mümkün olmadığını fark ettiğim an, çırpınmayı bıraktım ve yalnızca teslim oldum.
Yüzümü bir çocuk gibi değil, gayet bir yetişkin gibi Ecevit’in sinesine yasladım. Ve ben Firuze Akın, yirmi beş yaşında ilk kez, genç bir adama sarıldım. Tümüyle karşılıklı, bir sarılmayı bölüşerek. Cesareti ancak cesaret doğururdu. Kalbim yuvasından ilk kez uçmuş bir kuş kadar stresliydi, korkuyordu ama yuvadan izlediği gökyüzünde olduğu için de çıldırmış gibi mutluydu. İşte oradaydı, o ucu bucağı olmayan, annesinin ve diğer kuşların hep dolandığı, uçuştuğu, merak ettiği, korktuğu, o günün gelmesini hep bekleyen ama o günden de hep korkan, ona uzak bir hayalle kuvvetli bir gerçek gibi hissettiren gökyüzündeydi.
Burnumu Ecevit’in boynuna sürttüm. Buna planlı bir davranış denemezdi. Bilinçsiz de diyemeyeceğim gibi. Bir erkeğin boynuna, hasretle sokulmak, bu temasları tutkuyla- evet tutkuyla- yapmak ve hatta belki istemek planlı yapacağım bir şey değildi. Kalbimin gölgesinde bir ağaç büyüyordu, yaprakları söğüt ağacı gibi mahcuptu. Yere bakıyordu. Utanıyordu bir de. Benim temasım Ecevit’te karşılık buldu ya da bu bir tesadüftü. Ecevit’in belimi saran eli sıkılaştı. Benim ona yüzümü bastırdığım noktadan başıma baskı uyguladı. Sanki gökyüzünde fazla kanat çırpmış olan bana bugünlük yeter der gibi beni yuvaya geri çekti. Tamam bugünlük yeter, hadi gel yuvaya gir, yarın yeniden denersin, kanatlarını bu kadar yorma.
“Etmezdim Ecevit,” dedim kollarının arasında. Ensesindeki saçlarını okşadım. Dakikalar önce keşke saçlarını okşasaydım demiştim. Şimdi keşke başka bir şey isteseydim diyemezdim. İstediğimden ve aldığımdan çok memnundum. Ecevit’in saçlarını okşamak, benim için tüm gökyüzünü dolaşmak kadar büyüktü. “Sana yemin ederim etmezdim. Kimse bana ettiremezdi.”
Ecevit çıkagelse sadece bunu söylemek için, bir mektup yazsa ya da bir söz etse ve bu yalnızca bunun üstüne olsa ben yine de etmezdim. Bunu bilsin, buna inansın istiyordum yalnızca. Koca elleri ve kolları, kocaman kucağı benden yavaşça koptuğunda, kendime hâkim olamasaydım, canını yakardım. Belki saçlarını, belki kopmamak için tenini çekiştirirdim. Benden korkmasın ya da bu anı güzel hatırlasın, belki arasın -bu bir hayaldi ama hayal kurmak için neden sınırlara ihtiyacım olsaydı ki- anımsasın, iç çeksin ve gözlerinde hoş canlandırsın diye hoyratça değil, zarifçe ayrıldım.
Gözlerimi kaçırmak, benim için de beklendik değildi. Bu soğuk Ankara gecesinde, boynumdan yüzüme, kulaklarıma bir sıcaklık vurdu. Kokusu burnumdaydı. Kokusu burnumdaydı çünkü burnumu boynunda boylu boyunca dolandırmıştım. Cesaretim ondan ayrıldığımda kırıldı. Halbuki o da bana temas etmişti ama neden bilmem, ben bunu, evet ben tüm bu yaptıklarımın bir kısmını özlemden ötede bir duyguda yaptım sanki. Kimsenin bana kızmayacağından emin olmadığım bir şey daha yaptım hatta. Nasıl söylenirdi, nasıl anlatılırdı bilemedim. Ecevit hissetmişti muhtemelen ama ben içimden bile tekrar edememiştim. Bana kızacak ve beni itecek tek kişi Ali Ecevit’ti halbuki. Halbuki ben, sanki beni tanıyan tanımayan herkesten utanmıştım.
Dudaklarımda silik bir his, belki tat ya da dokunuş vardı. Burnumun dokunduğu boynuna dudaklarım da temas etti, tamam. Yemin ederim ki öpmedim. Öyle varla yok arasında, öpecekmiş gibi değil, aklımdan geçirmedim o an öpmeyi, yalnızca burnumu nasıl sürtersem, dudaklarımı da iki kez öyle sürttüm.
Yaparken ne kadar arsızsam, şimdi bir o kadar utandım. Arkamı dönüp koşarak atölyeye gitmek istedim. Bazen bir koca sene yazmadığım bir günlüğüm vardı. Günlük de denmezdi, çok korkunç duygular hissettiğim anlarda, tarih atarak yarım yamalak bir ya da iki cümle yazar kapatırdım. Hiç de geriye dönüp okumazdım. Ecevit’e yazdığım o anlamsız mektuplar gibiydi. Cümleler ortadan başlar, bazen sonlanmaz, bazen sadece başlar ve ortaya bile varmazdı. Gidip o günlüğün en orta sayfasına, bu arsızlığımı sansürlü bir şekilde yazmak istedim. Benden acıdan başka bir şey görmemiş sayfalara arsızlığımı, evet tam olarak öyle hissediyordum, açıkça yazamazdım. Seneler sonra olur da okursam o yarım yamalak cümleyi ne yapardım ben?
Dudaklarımı yaladım Ecevit’in âdem elmasına bakarken. Bacaklarım tir tir titriyordu. Çok kötü bir şey yapıp hiç pişman olmamak… Evet buydu yaşadığım da hissettiğim de. Bu arsızlık, o his, dudaklarımda kalan şey, bunlardan pişman olacak kadar hovarda yaşamadım ben hayatımı.
Ecevit’in eli ansızın yüzüme uzandığında ne yapacağımı şaşırdım. Parmak eklemleri gözüme bu kadar yaklaşmasa gözlerimi asla yummazdım ama hedefleri gözlerimdi. Gözlerimi yumdum ve eklemleri ıslak kirpiklerime dokundu. Onları zarifçe sildi. Sonra başparmağıyla gözümün üzerinde düz bir çizgi çekti ve tüm ıslaklığını aldı. Gözlerimi ne açtım ne de açmak istedim. Ellerim titriyordu utançtan. İki gözümü de kuruttuktan sonra, “Bir daha sigaramı içme,” dedi yalnızca. O an, o an nasıl rahatladım, nasıl mutlu oldum bilinmezdi. Mutlu eden kötü şeyleri yaptıktan sonra görmezden gelinmek, herhalde yaşanacakların en güzeliydi.
Sanki o kötü şeyi hiç yapmamış gibi değil, o şey kötü değilmiş gibi, yeniden yapmak suç değilmiş gibi hissettiriyordu.
Gözlerimi aralamadım, temasını keser diye. Göz kapaklarımda dolanırken parmakları iç çektim. Dudaklarımı tekrardan yaladım. “Tamam mı?” Herhalde bu konumda, bana ne teklif ederse, onaylardım.
“Hı hım,” diye mırıldandım kendimden geçmiş bir sesle.
Sonra belki taklidimi yaptı, belki de onun da dilinden öyle döküldü. “Hı hım,” diye mırıldandı.
Evime dönünce yatağın altında hemen şu kısa cümleyi karalayacaktım günlüğe benzemeyen günlüğüme. Ecevit’in boynunun tadı dudaklarımdan hiç gitmesin isterdim. Öyle işte…
***
Ecevit, elindeki büyük termosu -litrelikti- çayla doldururken onu izliyordum. “Buna gerçekten gerek var mıydı Ecevit?”
Çıkmak için çoktan giyinmiş, ayağa dikilmiş Ecevit’in termosunun dolmasını bekliyordum. Bu termos, benim sıcak Ankara gününde, bahçede çalıştığım günlerde, içeri gir çık yapmakta üşeneceğimi bildiğimden soğuk su doldurduğum ve yanıma aldığım bir termostu. Varlığını bile hatırlamıyordum. Ecevit termosun var mı diye sorunca, olması gerekiyor demiştim de bu kadar büyük termosa çay demleyeceğini hiç sanmamıştım.
“Kaç saat duracağımız belli değil. Ne yapacağız çaysız?” dedi bana bakmadan. Çoğul konuşmuştu ama bilmeliydi ki ben çaysız saatlerce hatta günlerce dayanabilirdim. Çekmecelerimden karton bardak aramaya koyulduğumda, “Ne arıyorsun?” diye sordu.
“Karton bardak.”
“Hayatta karton bardakta içmem.”
Bu adam söz konusu çaysa gerçekten çok şımarıyordu. Olsun dedim yine de, istediği bardak olsun çöktüğüm çekmece önünden ayrıldım ve ayağa kalktım. Bardak rafımı aldım. İki tane kupa çıkardım. Peçeteye sarmak lazımdı. “Yok,” dedi Ecevit.
“Ne yok?”
“Ona da yok, ince belli bardak alacağım giderken.”
“Sen ciddi misin?” Pavyonun arka kapısına kamp kuracakmışız gibi değil de piknik yapacakmışız gibi davranıyordu. Tamam ben de sandviç yapmıştım ama acıkırız diye yapmıştım. Başını salladı ve, “Evet,” dedi. “Şaka yapılacak bir konu mu bu?”
Gözlerimi kırpıştırdım ve başımı iki yana salladım. Ne diyebilirdim ki? “Yok estağfurullah, çay şaka konusu olur mu?” dedim büyük bir ciddiyetle. Bir kutsallık atfettim adeta çaya. Neredeyse çay demeden önce, ayağa kalkmak gerek buyuracaktı.
“Asla,” diye destekledi beni Ecevit. Termosu dolunca ağzını sıkıca kapattı. İki ayrı torbaya koydu, eğip büktü sızdırıyor mu diye. Sonra da sandviçlerimizi koyduğu torbaya koydu. Kabanlarımızı giydik, ben bir de şalımı taktım boynuma. Saçlarımı iki yanıma alırken torbayı alacakken Ecevit engel oldu, kendisi aldı. Atölyeden çıktık, onun arabasına yerleştik. Bu günümüz ilk ve son olmayabilirdi. Kadın bugün gelmezse ya da biz kaçırırsak, onu yakalayana kadar her gece gidip gelecektik. İkimiz de sessiz sedasız anlaşmadan yalnızca o anı düşündük diyemezdim. Sabah uyandığımızda hiç dün akşam yaşanmamış, sarılmamışız gibi, o anı o anda bırakmış gibi başlamıştık ama yine de her sessizlikte o anı düşünmüyorum desem yalan olurdu.
Tabi yine de işimizi de düşündüm. Evi nasıldı mesela? Çok daireli bir bina mıydı? Biz hangisine girdiğini nereden bilecektik? Kızıyla dışarı çıkacak mıydı? Çıkmazsa bu kez bunun için kapıda nöbet tutacaktık.
Ecevit arabayı bir mağazanın önünde sağa çektiğinde dönüp neresi diye baktım. Bir çeyizciydi. “Bulunur burada bardak herhalde,” dedi. “Bekle geliyorum ben,” dedi ve indi ama hiç mi hiç dinlemedim onu. Şalımı hemen hem çok üşüdüm diye yüzümün bir kısmına sardım hem de tanınmayayım diye. Zaten kar yağıyordu, hava çok soğuktu. Arabadan indiğimde, “Ecevit Ecevit,” diye seslendim. İnerken anahtarı almıştım, hemen kilitledim arabayı. Ayağımda siyah, düz taban çizmelerim vardı. Ecevit dönmüş bana bakıyordu.
“Ne oldu?” diye sordu.
Hemen yanına koştum. “Ben de geleyim dur!” dedim. Benim de aklımdaydı zaten bardak, hatta çaydanlık almak. Hazır gelmişken onları alıp, parasını da ben ödeyecektim.
“Bardak alıp çıkacağım, sen niye geliyorsun?”
“Hayatımda hiç çeyizci gezmedim,” dedim ne yapacağımı söylemeden. Söylersem bilirdim onu, belki istemezdi. Sonra al, sırası mı derdi. Hem o french press olayını çok benimsemişti. Artık demlerken söylenmiyordu. Yanına vardığımda ikimiz de birbirimize baktık. “Sen?” diye sordum merakla. Gözlerimi kırpıştırdım.
“Ben ne?”
“Çeyizci gezdin mi hiç hayatında?”
Neden bilmem, bir genelev, bir pavyon sorum nasıl yadırgandıysa bu da öyle yadırgandı. Garipmişim gibi baktı bana. Halbuki o benden daha garipti.
“Tabi,” dedi beni şaşırtarak. Neden bilmem, belki daha önce pavyon ve genelevi deneyimini ilk benimle kazandığı için, buna biraz üzüldüm. Hiç belli etmedim ama tatlı bir esinti gibi gelip geçti bu kısa hüzün içimden. Geçti… Yani umarım ki geçti. “Benim niş hobim zaten çeyizci gezmektir. Gördüm mü hemen arabayı sağa çekiyorum, çeyizci geziyorum,” dedi. Büyük bir dikkatle onu dinliyordum. Tabi cevabını beklemediğim, biraz da üzüldüğüm için sonrakilerini de ciddiyetle dinledim. Ecevit kaşlarını çattı ve mağazaya adımlamadan önce, “Sabır selamet,” dedi ve cıkladı.
Beni bırakıp yürümeye başladığında peşinden gitti. “Ecevit!” dedim sitemle. “Beklesene!” İkimiz de ilk defa, bir pavyona ve geneleve girer gibi çeyizciye girdik. İçimden tatlı bir esinti gibi gelip geçen üzüntü kayboldu. İçeri adımladığımız gibi, bize doğru genç bir kız ilerledi. Yüzümü şalıma gömdüm ve, “Ay burası ne kadar soğuk,” dedim abartıyla. Soğuk değildi ayrıca, bariz derecede sıcaklık farkı vardı.
“Hoş geldiniz, nasıl yardımcı olabilirim sizlere?”
“Kolay gelsin,” dedi Ecevit ve çeyizcinin içini süzdü. Önümüze sağdan sola doğru ilerleyen beş tane raf açılıyordu. Mağaza çok genişti. Yerler, duvarlar ve ışıklandırma tamamen beyazdı. Çok kalabalık bir eşya skalası vardı. Ecevit tekte seçemeyince, “Çay bardağı alacaktık,” dedi. Benden daha genç olduğunu düşündüğüm güler yüzlü kız, “Tabi, çay bardağı modellerim bu tarafta. Buyurun ben size yardımcı olayım,” dedi ve ilerlemeye başladı. İkimiz de onu takip ettik. Ben bir taraftan kucağıma alacağım bir çaydanlık bulmaya çalışıyordum. Kocaman bir çay bardağı rafına geldik. O kadar çoktu ki, “Yeni gelinlerimizin bu sezonki gözdesi bu,” dedi kadın. Başkasına diyor sandım ve etrafa bakındım gelin bulabilmek için. Bizden başka kimse yoktu bu rafta.
“Hı?”
Kadın eline aldığı bir kutuyla bana doğru adımladı. “Yeni gelinlerimiz en çok bunu alıyor. Şu şekilde göstereyim,” dedi, ağzı ve tabanı absürt şekilde geniş, beli çok dar ve üzerinde altın renk desenleri olan bir bardak setini gösterdi. Gözlerimi kırpıştırdım ve kadının yaptığı sunumu izledim. Bize anlatıyordu. “Altın işlemeler bu şekilde altlıkta da devam ediyor,” dedi. Bardağı Ecevit istemişti ama kadın yalnızca bana anlatıyordu. Gözlerimi kırpıştırdım ve Ecevit’e baktım. Onun yüzünde benim kadar şaşkın olmasın ama biraz sıkıntılı bir hal vardı. Çenesini kaşıdı.
“Sizin eviniz için düşündüğünüz bir model var mı? Su bardaklarınızı aldınız mı?” diye sordu bu kez. Gözlerimi açıp kapattım ve o an, zihnime aniden bu fikir iniş yaptı. Ağzımdan ardı ardına mırıltılar döküldü. Bir kadın ve bir erkek çeyizcideydi. Elbette bir insan ilk ne düşünürse kadın da onu düşünüyordu.
“Yok,” dedim ne diyeceğimi bilemezken. Biraz telaşlandım, biraz anlamsız şekilde korktum, biraz heyecanlandım. Gözlerim saçma şekilde doldu hatta. Ne yapacağımı bilemedim. Ecevit’le aynı anda konuştuk.
“Hayır yanlış anladınız,” dedim.
“Biz dümdüz bir çay bardağı istiyoruz yalnızca,” dedi Ecevit.
Kadın elindeki bardağı hızla içine geri koydu. “Anladım, sade bir şey istiyorsunuz yani. Şöyle bir model var elimde. Bu arada yemek takımınızı seçtiniz mi, yeni modellerimiz geldi ve bugüne özel indirimimiz var.”
Ecevit’le aynı anda soluklandık. Belki bana kızdı bilmiyordum. Ben gelmesem hemen alıp çıkacaktı muhtemelen. Bir başka bardak çıkardı kadın. Bunun şekli de alttan çok geniş üstten dardı. İnce belli değildi. “Şu modelim çok tercih ediliyor. Sade, şık ama modern.”
Ecevit’e baktım. Beğenmediğini zaten biliyordum. Gözlerini açıp kapattı ve gözlerini kaçırdı. “Biz oldukça standart,” dedim ve rafa baktım. “Normal bir bardak istiyoruz,” Birkaç kez taradıktan sonra da buldum zaten. “Hı şundan, evet. Ecevit şu,” dedim. Biraz yüksekteydi. Kırarım diye uzanmadım. Ecevit’e gösterdim. Ecevit uzanıp aldı, kadına baktı. “Teşekkür ederiz, kolay gelsin,” dedi.
Kadın ağzını açmış bir şey daha söylemek için tetikteydi. “Yemek takımına da bakacaktık,” dedi ama Ecevit dönmüştü bile. “Benim çaydanlığa ihtiyacım var,” dedim kısık sesle. “Yardımcı olur musunuz?”
Kadın, hemen, “Tabi,” dedi ve yürümeye başladı. Ecevit onu ödeyene kadar ben gelirdim zaten. “Ben hemen size modellerimi göstereyim.”
“Ben en kalitelisini alayım. Yani paslanmasın, çok küçük ve çok büyük olmasın, dandik olmasın yeter. Bir de acelem var,” dedim hızla versin diye.
“Söylediklerinize uygun bir tane var,” dedi ve kutusuz halini gösterdi. “Bu pahalı gelirse yine bu kalitede benzer olarak şu var.”
“Yok yok pahalı gelmez, alayım ben onu,” dedim. Güzel de duruyordu zaten. Çaydanlıktı işte ne fark ederdi ki? Hızla kutusunu kucakladım. Aslında, “Bir de çay makinelerimiz var, son model,” demese benim aklımda hemen Ecevit’e yetişmek vardı zaten.
Merakıma yenik düştüm ve, “Onlar nasıl oluyor ki,” dedim ilgiyle. Babam Türk kahvesini ve çayını geleneksel içmekten yana olduğu için bizde çay ve kahve makinesi yoktu. En azından ben öyle biliyordum. Belki daha güzel demliyordu çayı diye merak ettim. Kadın tersi yönüne döndü ve birkaç model gösterdi. Kapağını açtı ve orta yeri gösterdi. “Şuradaki hazneye çay konuluyor. Sıcaklığı vesaire makine kendisi ayarlıyor. Yani çayınız da yanmamış oluyor ve çalıştırmak için ocağa gerek yok elektrik yeterli. Yıl oldu 2010, şimdi çok yaygın değil. Her mağazada da bulunmaz ama ileride tüm evler-“
“Firuze!” Kadını dinlerken o kadar dikkat kesilmiştim ki Ecevit bana seslenince irkildim. Ona baktım telaşla. “Ne yapıyorsun? Hadi,” dedi. Elime baktı sonra kadına. Sanırım kadının beni kandırdığını vesaire her şeyi anladı. Kadına baktım mahcupça. O da işini yapıyordu, beni kandırmıyordu ki. “Ben onu da alayım,” dedim hızlı karar verip.
“Çok doğru bir karar, tebrik ederim.”
Kadın kutuyu aldı ve taşımak istedi ama aldım ondan. “Çok teşekkür ederim ilginiz için,” dedim ve Ecevit’e yürümeye başladım hızla. “Güle güle kullanın, mutluluklar,” dedi. Mutluluklar mı?.. Ecevit ellerimdeki kutulara bakıyordu. Makine biraz ağırdı, elimden kayıyordu. Ecevit’e varınca destek olmak istedi ama izin vermedim. Görmesin istiyordum.
“Bunlar ne?”
“Hiç öyle atölyeme lazımdı. Bir iki parça, gelmişken alayım.”
Kaygan kutu yine akmaya başladı adeta. Ecevit bu kez aldı elimden. Çay makinemi aldı ve önünü çevirdi, üstüne okudu. Ne olduğunu anladı. Sonra çaydanlığa da baktı. O ne gerek var bunlara, ben zaten gideceğim demesin diye hemen atladım lafa. “Kendi atölyem için aldım,” dedim. “Alacaktım zaten. Bir türlü nasip olmuyordu. Atölyem için. Sen geç arabaya ben ödeyip hemen geleceğim şimdi.”
Ecevit makineyi biraz daha inceledi. “Tamam birini al o zaman,” dedi, belki gayet makuldü söylediği ama ben ikisini de almak istiyordum. Hangisinde daha iyi demleyebiliyorsam, Ecevit’e onunla demleyecektim.
“Yok ben ikisini birden almak istiyorum,” dedim. “İkisi de bulunsun. Ver sen onu bana, ben hemen alıp geliyorum arabaya.” Kasaya zaten az bir mesafe kalmıştı. İkisini düzgünce tutarsam düşürmezdim. Ecevit’in elinden almaya çalıştım ama nasıl oldu bilmiyorum ama o benim elimden aldı. “Emin misin ikisini birden almakta?” diye sordu. Başımı salladım. Başka da bir şey demedi, kasaya kadar götürdü ürünlerimi.
“Kartla olacak ödeme,” dedim.
“Tabii,” dedi adam.
Ecevit kasanın sonunda ben de başında bekliyordum. Adam ikisini de okuttuktan sonra iki ayrı torbaya koydu. Elimde kartla bekliyordum. Adam pos cihazına yöneldiğinde, “Nakit ödeyeceğiz,” dedi Ecevit. Bardağı mı ödeyecek sandım ama onu çoktan torbaya koymuştu.
“Yok yok hayır kartla ben ödeyeceğim.” Adam bir bana bir Ecevit’e bakarken arada kaldı. “Ürünler benim, ben ödeyeceğim.”
“Ne kadar tuttu?” dedi Ecevit yeniden. Ben, o ödemesin diye telaş yapsam da o, adam beni tercih eder diye hiç telaş yapmıyordu. Kendinden emindi.
“Dört yüz on lira böyle.”
“Hayır benden alır mısınız şunu, rica ediyorum.”
Gidip en pahalılarını seçmiştim. Üstelik iki tane almıştım. Ecevit neden alnının akıyla kazandığı parayı benim seçimlerime harcasaydı? “Tost makinesini de siz alırsınız,” dedi adam ve Ecevit’in uzattığı parayı aldı. İnsanlar bizi çeyiz düzüyor sanıyordu. Hatta şimdi de bu meseleyi bir inatlaşma olarak görüyordu.
“Hayır beyefendi ben çaydanlığımı ödemek istiyorum. Ürün benim.”
“Ablacım eve alıyorsunuz, seni onu mu var?”
Ecevit faturasını ve poşetini alıp çıkmaya koyuldu. “Ya abicim ben ödemek istiyorum, seni ne ilgilendiriyor?” dedim. Ben daha çok laf yetiştirirdim ama Ecevit beni bırakıp gidince peşine düşmek zorunda kaldım. “Alelade cinsiyetçilik yapıyorsunuz ya!” diye son kez konuştum adama. Koşar adım gittim. Ecevit arabaya binmişti bile. Torbaları arkaya yerleştirirken ben de bindim.
“Ya sen niye ödedin?” diye kızdım. “İnip iade edelim. Saçmalama Allah aşkına ben en pahalısını aldım Ecevit. İnelim iade edelim. Ben de istemiyorum. Kendime alacaktım ben onları.” Suratı beş karıştı. Hem ödüyor hem surat asıyordu. “İçinde mi faturası? Ben iade edip geliyorum,” dedim ve poşetlere uzandığım an Ecevit arabayı çalıştırdı. “Sana diyorum sana.” Onun kendi evinde bile çay makinesi yoktu. “Ecevit sana diyorum! Dur sürme.”
Sürdüğü gibi bir de frene bastı. “Senin için almadım kendim için aldım,” dedi. Yalan söylüyordu, salak değildim.
“Kendi evine götür o zaman.”
“Sakla atölyede, ben gelince kullanırım.”
“Ecevit en pahalılarını aldım diyorum!”
“Tam çaya layık,” dedi yola bakarken. Artık çoktan caddeye çıkmıştı. Durduramazdı arabayı. Faturaya uzandım ve tutara bir kez daha baktım. Az daha zorlasak bir asgari ücret çıkacaktı. Kendimi nasıl kahrettim, anlatamazdım. Ağlayacaktım neredeyse.
“Ecevit,” dedim yine. Put gibi ifadeyle yola bakıyordu. Cevap bile vermeye tenezzül etmedi.
***
Biz pavyonun arka kapısına geçene kadar vakit çok geçmişti, en azından içeride gece başlamıştı. Ecevit bardaklarımızı çalkalamıştı ve bize çay koymuştu. Pavyonun arka kapısını görebileceğimiz bir yerden ince belli bardakta çay içiyorduk. “Almayacağım o eşyaları senden haberin olsun, evine götür.”
Bana yine cevap vermedi. Sinirlerimi o kadar bozuyordu ki, saçlarını yolasım geliyordu. Bir başka şey değil. Bildiğimiz saçlarını yolasım geliyordu.
“Sana söylüyorum sana. Sadece bardakları alırım.”
“Niye?”
“Öyle çünkü. Öyle karar verdim. Bardakları ben alacağım, diğerlerini sen al.”
Yine cevap vermeyi bıraktı. Bacağımı sallamaya başladım. Çişim de gelmeye başlamıştı zaten. Konuşmuyorduk da. Bu kadın kim bilir ne zaman çıkacaktı. “Tuvalete gitmem lazım,” dedim bir zaman sonra. “Seninki gelmiyor mu?” Yandan bir bakış attı bana. Hiçbir sorumu beğenmiyordu, beni hiç dinlemiyordu. Hiç dün gece birbirimize sarılmamışız gibi davranıyorduk. “Yine ne oldu? Benden iki kat hızda çay içiyorsun. Tuvaletin geliyor mu gelmiyor mu? Hayır gelmesi lazım çünkü.”
Biz yan yanayken hep çişi gelenin ben olması, beni çok utandırıyordu. Kendimi küçük bir çocuk gibi hissediyordum. Böyle hissetmesin diye, genç bir kadın olduğumu bilsin diye tutabildiğim kadar tutmuştum ama çayım bittikçe dolduruyordu. Ben de reddedemiyordum. Sünger gibi çekiyordum tüm çayı.
“Gelmiyor mu? Cevap versene Ecevit ya. Gayet insani bir soru soruyorum. Bu kadar çay içtikten sonra tuvaletin gelmiyor mu?” Tek merakım bu oldu. Ben açıkça söylediğim için sanırım, o da söylesin ve eşitlenelim istiyordum. “Ecevit cevap versene. Tuvaletin gelmiyor mu?”
“Allah’ım hesap soruyor,” dedi yüzünü avuçlarının arasına alırken. Sabır nefesleri almaya başladı. “Hesap soruyor, kafayı yiyeceğim, hesap soruyor. Kızım sana ne?” dedi ve apaçık azarladı.
“Hesap sormuyorum soru soruyorum. Canım sıkıldı, kaç vakittir bekliyoruz. Konuşmuyorsun da.”
“Boşaltım sistemimizi mi konuşalım?” dedi sabırsızca. Göz devirdim. Ya ne konuşacaktık? Daha iyi bir konu açmıştı da beğenmemiştim sanki. Sıkıntımı belli edeyim, iyice rahatsız edeyim diye onu öfledim. Yanımızda ne kadar yiyecek varsa hepsini yemiştik sıkıntıdan. Dilim yanmıştı artık.
“Bu kadın Allah bilir ne zaman çıkacak. İçeride mi o bile şüpheli. Kadının mekanını da dağıttık bir daha ölsek giremeyiz. Buradan çıkınca eve mi gidecek o da şüpheli. Bence biz yanlış yapıyoruz ya. Böyle amele yöntemiyle matematik çözüyoruz gibi geliyor bana. Tekniğimiz yanlış, doğrusu bizim aklımıza gelmiyor.” Onun da sıkıldığını görmek ve duymak istiyordum ama olmuyordu. Oldukça sabırlıydı ve sıkılmamıştı.
“Sen uyusana biraz,” dedi.
“Sen niye uyumuyorsun?”
“Uykum yok çünkü? Uyu ben bir şey olursa seni uyandırayım,” Arkaya döndü ve koltuğun üzerindeki poşetleri yere itti.
“Ya senin de uykun gelirse de uyuyakalırsan kadını kaçırırsak?”
“Uykum gelirse uyandırırım seni hadi git uyu.”
Araba ses çıkarmasın diye çalışır vaziyette değildi. Yani biraz soğuktu. Işığı da yanmıyordu. Arkaya baktım. Evet uyunabilirdi aslında. “Uyandır ama tamam mı?” diye sordum.
“Uyandıracağım Firuze,” dedi sabırla. İndim arabadan ve arka koltuğa geçtim. Uzandım. Biraz rahatsızdı ama bir kez dalarsam uykuya, bir daha uyanmazdım. Cenin pozisyonuna geçtim. Dışarıda yağmur çiseliyordu. Ecevit indiğim koltukta unuttuğum şalımı katladı ve bana döndü. “Başının altına koy bakayım bunu,” dedi. Elime uzatmadı, kendisi aradaki boşluğa sıkıştırdı ama şalım pek kalın değildi. Öyle pek bir yükseklik yapmadı ama olsun. En azından yumuşaktı. Ecevit önüne geri döndü. Gözlerimi kapattım ve yağmurun sesine odaklanmaya çalıştım. Olmadı içimden koyun sayacaktım. Biraz daha konuşursam Ecevit iyice kızacak, bir daha seni getirmeyeceğim diyecekti.
Birkaç dakika geçti ya da geçmedi, Ecevit yeniden arkasını döndü. “Al bunu da koy başının altına dedi,”
Uykuya dalmamıştım ama mayışmıştım. “Hım?” diye mırıldandım cevap vermeye üşenip. Başımı altına yükselti oluşturacak yumuşak ve de Ecevit kokan bir şey aldı. Gözlerimi araladım ve karanlıkta rengini seçemedim. “Bu ne?” diye sordum kumaşına dokunurken.
“Kazak.”
Umursamadım başta açıkçası. Tamamdı işte. Boynumu rahatta tutan bir şeydi. Gözlerimi kapattım ve yeniden uyumaya çalıştım. Amma velakin çok geçmeden, Ecevit’in sabah gömleğinin üzerine giydiği gri kazak geldi aklıma. Gözlerimi açtım hemen ve bir kez daha baktım. “Ecevit bu senin üstündeki kazak mı?” diye sordum. Nasıl ben üşüyorsam, üstelik ikimiz de hareketsizdik, o da üşürdü.
“Uyu Firuze.”
“Olmaz al giy şunu.”
“Sıcakladım Firuze, giymeyeceğim. Yat uyu.”
“Ecevi-“
“Getirmeyeceğim bak bir daha seni!” dedi çok geçmeden. Elbette en baştan beri bunu bekliyordum. Başımı geri düşürdüm. Üşürse üşüseydi o zaman. Hemen de tehdit ediyordu beni. Ecevit’in kazağını, kalbi saran damarlar gibi kavradım. Sarıldım. Ecevit’e sarılmak kadar güzel olmasın, yine de çok güzeldi ona sarılmak. Yine insan, o kadar yoğun olmasın benzer duygularla haşır neşir oluyordu. Kalbi hıphızlı atıyor, vatanına kavuşmuş gibi hissediyordu. Belki de o kazağın yüzü suyu hürmetine, daha çabuk daldım uykuya.
Sonra… Ve sonra nasıl oldu, niye oldu bilmiyorum. Bir rüya gördüm. Çok hatırlamıyordum ama uyandığımda çok utanıyordum. Rüyada da utandığım için değil, rüyadan uyanında bir utanç kapladı içimi. Rüyada Ecevit vardı, yine bu kazak vardı, giymiştim de ama daha fazla bir şey hatırlamıyordum. Sadece uyandığımda da bu kazak yine üzerimde ve başka da bir şey giymedim sandım. Ecevit’i de yine tepemde görünce hemen üstümü kontrol ettim ne giymişim diye. Rüyamda da öyleydi. Gülüşüyorduk. Ecevit’in yüzü kızarıktı, en azından elmacık kemikleri. Rüyada öyleydi. Daha da fazla bir şey anımsayamıyordum. Eğer ki Ecevit bana tepemden, “Firuze,” diye seslenmese, ardı ardına, biraz aceleci olmasa rüyayı ilk uyandığım an anımsardım ama Ecevit zihnimi bulandırdı. Ben yalnızca utandım. “Firuze bir hareketlilik var uyan,” dedi.
“Hı?”
“Uyan kalk, kadın çıkacak muhtemelen. Araba çektiler arka tarafa, korumalar arttı. Uyan.”
“Hı?” Ecevit’in elmacık kemiklerine bakıyordum ama Ecevit daha fazla ilgilenmedi benimle ve önüne döndü. Arabayı da çalıştırdı. Arabada bir sessizlik hâkim oldu. İçimde bir sızı vardı.
Anlamlandırmaya, üzerine düşünmeye bile fırsatım olmadan Ecevit, “Firuze çıktı,” dedi. Tutulup kalmış bedenimi inleyerek kaldırdım. Başım döndü başta, hiçbir şey göremedim. “Çıktı o. Eğil,” dedi ve kendini kaydırdı araba koltuğundan. Direksiyondan çekmemişti ellerini. Ben de eğildim.
“O mu emin misin?”
“Saniyelik de olsa gördüm. O evet. Kaldırma başını.”
Benim eğildiğim konumdan hiçbir şey gözükmüyordu. “Kaç saat oldu ben uyuyalı?” Mesanem öyle bir dolmuştu ki, patlamak üzereydim.
“Üç dört saat geçti.”
“Ciddi misin?”
O bunca saattir tek başına ne yapıyordu? Gözlerim bile çapak toplamıştı. Ecevit arabayı çalıştırdı. “Eğil,” dedi yine ve o konumda, oldukça riskli şekilde sürdü arabayı. Doğrulduğumuzda pavyonun önünü çoktan geçmiştik. Önümüzde birden fazla araba vardı.
“Hangisi?” dedim.
“Dur bekle, biraz daha ilerleyelim arkasına geçeceğim.” İki koltuğun arasına sıkıştırdım bedenimi ve araçların plakalarına baktım. “Tek araç mı çıktı?”
“Tek araç çıktı.”
“Hayret,” dedim. “Emin misin? Ya senin fark etmediklerin varsa.”
“Tek araç çıktı eminim,” dedi. Hızını biraz arttırdı. Bir araca yaklaşır gibi olduk ama yine mesafe vardı. “Normal bir muhitte oturuyorsa hatta lüks bir yerde de oturuyorsa, kızı için gizliyorsa bu pavyon durumunu, gidemez aynı anda birkaç araçla her gece eve.”
Saat geçti. Gece yarısını geçmişti ama sabah olmak üzere de değildi. Yollar boştu neredeyse. Ecevit kapattığı mesafeyi yeniden açtı. Bunu araç artınca sık sık tekrarladı. Trafik ışıklarına yakalandığımız her an daha çok arttırdı. Eğer ki araçtan bir kişi bile fark ederse beni bu geceden sağ çıksak bile bir daha bu kadına ulaşamazdık. Ecevit büyük bir temkinle takibi sürdürdü. Artık trafik yolundan çıktık. Ankara’nın nezih semtlerinden birindeydik artık. Lüks evlerin olduğu, çoğunlukla yabancı iş adamlarının, zaman zaman Türkiye’ye geldiklerinde kaldıkları semtlerden biriydi. Biliyordum. Arabadan inen insanları çok zor gördüğümüz bir yerde durduk ama seçebildim. Evet Seher’di. Ve artık belki kaçıncı katta olduğunu bilmesek de evini biliyorduk. Önündeki araç ne yapacak diye beklerken açıkçası kapı önünde nöbet tutmalarını bekliyordum ama beklediğim gibi olmadı. Tek bir kişi bile inmedi arabadan. Seher indikten birkaç dakika sonra ayrıldılar.
“Bu kadın kim olduğunu saklıyor,” dedim hemen. Tam bu noktada patroniçe değildi artık. İnsanlar onu nasıl tanıyordu bilmiyordum ama başka bir kimlikteydi. Güvenli bir yerde oturuyordu ve kapısında yığınla insan tutmuyordu. Zengin ama doğru yoldan zengin olmuş gibi bir hayat sürüyordu. Çıktığı arka kapının pavyonla hiç alakası yoktu. O sokaktan geçen insanlar ve kişiler o kapının pavyona açıldığını tahmin edemezdi. Zaten biz de oradan çıkmayana kadar bilmemiştik. Seher’in pavyondaki odası desek pavyonun üçüncü katmanında gibiydi. Ecevit araç gittikten sonra yavaş yavaş yaklaştı ama yine tam olarak önüne gitmedi. Muhtemelen güvenlikli bir siteydi. İçinde iki kişinin olduğu araba dikkatlerini çekerdi.
“Ne yapacağız şimdi?”
“Bu hayatında nasıl bir kadın onu izleyeceğiz. Elbet çıkacak evden.”
Bacağımı sallamaya başladım. Kapı numarasını ve sokağın adını not aldım telefonuma. Artık en azından bu kadın nerede yaşıyor onu biliyorduk. Alt dudağımı parmaklarım arasına sıkıştırırken yeni bir bekleyiş başladı. Başım ağrıyordu. Çok rahatsız hissediyordum kendimi her anlamda ama sesimi çıkarmadım. Burayı terk etmemeliydik. Ecevit de artık çay içmiyordu. Belki benim yaşadığım sorundan artık o da mustaripti ya da çayı bitmişti bilmiyordum. “Şimdi de sen uyu istersen biraz,” dedim. “Sabaha kadar buradayız.”
“Uykum yok,” dedi Ecevit ve arabanın camını açtı. Bir sigara yaktı. Arabada sigara kokusu yoktu. Birkaç saattir belki de dikkati bu arabaya çekmemek için içmemişti bilmiyordum. Şimdi çayı da bittiyse mecbur sigaraya saracaktı. “Sen uyumaya devam et istiyorsan,” dedi. Ama bu saatten sonra uyumak istesem de uyumamalıydım. Her an bir kaza olabilirdi. Alnımı öne doğru çıkarıp Ecevit’in omzunun yaslı olduğu koltuğa yasladım. Kasıklarım ağrıyordu. Aklıma regl dönemim geliyordu ama düşünmek bile istemiyordum. En son ne zaman olmuştum onu da hatırlamıyordum. Kendimi bildim bileli düzensizdi. Düzene gireceği de yoktu. Ne tıp dünyası bunun üzerine düşüyordu işin doğrusu ne de ben. Şimdi böyle aniden ufak kramplar girince şüpheye düştüm ama soğuktan da olabilirdi. Ecevit’in kazağını aldım ve alnımla koltuk arasına koydum. Ona başımı yasladım.
“Firuze,” dedi gecenin içinden kısık bir ses.
“Efendim?”
“Tuvalete gitmen gerekiyor artık.”
“Tutabilirim,” dedim yalnızca. Ya tek gidecektim- tabi nereye bilmem- ya da kapının önünden ayrılacaktık.
“Emin misin?”
“Eminim.”
İki ihtimali o da istemediğinden olacak, ısrar etmedi. Kendimi harap olduğum bir uzun yolculuğun sekizinci saatinde gibi hissediyordum. Her çok yorucuydu. Ecevit’in kokusuna bastırdım burnumu. Tam o vakitlerde Ecevit’in rüyamdaki kırmızı elmacık kemiklerini anımsadım. İstemsizce, tümüyle içgüdüsel, iç geçirdim. O yolculukların sekizinci saatinde hiçbir hal ve düşünce sağlıklı olmazdı zaten bu da öyle bir şeydi. Yüzümü kaydırdım ve yanağımı yasladım bu kez. Sigarasını içince camı kapattı ve konumumu tahmin edemeden bana döndü.
“İyi misin?” dediğinde neredeyse burun buruna kaldık. Ben değil ama o kendini biraz çekti. Sokaktaki aydınlatmalar arabanın içine düşüyordu ve konuşmadığımızda öyle sessizdi ki içerisi, vücudumuzdan çıkacak bir mide gurultusu bile rahatlıkla duyulabilirdi. Ecevit’in yüzünün bir kısmını aydınlatan ışık vardı. Aydınlık tarafa baktım. Kızarıklık yoktu.
“İyiyim,” dedim kısık sesle. Neredeyse fısıldıyorduk. Ecevit yüzüme uzun uzun baktı. Başını çevirmeden bir sigara daha çekti paketinden, ben dudaklarına yasladığında fark ettim sigarayı. Sigara ağzındayken, “Emin misin?” diye sordu. Başımı salladım ama iki yana. Ecevit pür dikkat, karanlıkta değil, aksine güneşin altındaymışız gibi yüzüme bakıyordu. Olumsuz cevap versem de bir şey söylemedi. Sigarasını yaktı ve gözlerimin içine bakarak ilk nefesi çekti. Yanakları içe doğru çöktü gözlerini çevirdi ve önüne döndü. Camı tekrardan açtı.
“Ne yapabilirim senin için?” diye sordu ben acaba beni anlamadı mı dediğim yerde. Yapacak bir şeyi olmasa da sorsun istemiştim. Niye istedin peki böyle bir şey diye sorulsa, verecek tek cevabım yoktu.
“Hiçbir şey,” dedim içli bir sesle. Yapacak bir şeyi olsaydı da ondan ister miydim, sanmıyordum. Sadece yolculuğun sekizinci saatindeydik işte, çok keyifsizdim, ayaklarım ağrıyordu, uykum vardı, tuvalete gitmem gerekiyordu ve huysuzdum.
“Hiç mi bir şey?”
“Hıhım,” diye mırıldandım. “Hiçbir şey.”
Bir mırıltı daha duydum. Bana ait değildi bu ama benimkine yakındı. Ecevit’ten çıkacağını sanmıyordum ama başka da kim vardı ki arabada? Belki bir taklit, belki bir benzerlik ya da her neyse. İç ısıtan bir andı. Gözlerimi kapattım yeniden.
“Kedi için birilerine sordun mu?” diye sordu. Konuşmazsa bu konumda uyuyuverecektim. “Hayvan yapayalnız kaldı aldığımız günden beri.”
“Hayır…”
“Aferin sana,” dedi yine. Bu kez gerçi teklif etmedi. Dürüst olmak gerekirse.
“Yarın hatırlat sorayım.”
“Emredersin.”
“Teşekkürler,” dedim. Emretmediğimi ona açıklayamazdım. Sabır çekti ağzının içinden. Kime soracaktım yarın? Hilal’den başka soracak kimsem yoktu. “Bana da sigara verir misin?”
“Vermem,” dedi. Ben de aksini beklemedim zaten. Dün gece de uyarmıştı beni. Öylesine sordum ses olsun diye. Sigara da içesim yoktu. “Başkalarına vermeyi biliyorsun ama?” dedim yine ses olsun diye. Konuşalım da uykum gelmesin, tek amacım buydu.
“Kime vermişim Firuze?”
“Boş ver.”
“Söyle söyle işine gelmeyen yerde boş ver.”
Evet öyleydi. Zaten istesem başkaları demezdim, direkt isim verirdim. “Cengiz abin nasıl?” diye sordum bu kez. Sanki çok absürt bir şey söylemişim gibi kafasını bana çevirdi ve ok gibi sapladı bakışlarını bana. “İyi mi?” diye sordum merakla. Hoşuna gitmedi bir şeyler ama açıklayamadığı için de başını öne çevirdi bir yerden sonra
“Değil, ölecek,” dedi rahat bir şekilde.
“Ne kadar kolay bir şeymiş gibi söylüyorsun,” dedim adeta sızlanarak. Tamam adam hastaydı ama böyle de söylemesi bana bile kötü hissettiriyordu.
“Belli bir yaştan sonra yaşamak daha zor.”
O böyle söyleyince, yaşamak daha zor kavramı, en azından benim nezdimde yeterli bir sebep oldu. Ecevit aslında rahat değildi, Ecevit yalnızca çok sevdiği biri acı çekmesin istiyordu daha fazla. Aslında belki de yüce gönüllülük bu demekti. Zor olan buydu.
“Doğru,” diye fısıldadım ve daha başka bir şey sormadım can çekişen bir adam hakkında. Belki kötü biriydi, belki, eğer ki cennet ve cehennem sahiden varsa, o adam cehenneme gidecekti belki ama benim nezdimde Ecevit’e bir bardak su bile uzatmış olsa yeri özeldi. O adama daha az acıyla ölmesi için dua edecektim.
“Ne doğru?” diye sordu Ecevit. Burnumu çektim.
“Yaşamanın daha zor olduğu, doğru. Acısız ölmesini istiyorsun, anladım ne demek istediğini.”
Ecevit sessiz kaldı. Gözlerim kapalıydı ama bana baktığını hissettim. Belki bu bir yanılsamaydı, bilmiyordum. “Yaşamanın zor olduğunu söylemedim Firuze, belli bir yaştan sonra yaşamanın çok zor olduğunu söyledim,” diye düzeltti. Bu ayrıştırma açıkçası bana saçma ve gereksiz geldi ama söylemedim ona. “Adam seksene merdiven dayamış, yaşayacağını yaşamış.”
Başımı salladım yalnızca. Hiç cevap vermedim. Konuşmak istemedim çünkü Ecevit’in ses tonu bile rahatsız ediciydi artık. Sırtımdaki bakışlar çekildi ya da hiç olmadı zaten. Çakmak sesinden üçüncü sigarasını da yaktığını anladım. Yüz tane sigarası da olsa birini bile bana vermezdi. Pis pinti.
“Doğru demeni bekliyorum,” dedi Ecevit.
“Ne?”
“Az önce doğru dedin ya, yine demeni bekliyorum. Anlamadın mı bu kez ne demek isteğimi?”
Ne demek istediğini anlamıştım ama anlamam demek onu desteklemem demek değildi. Seksen yaşındaki biri yaşamak isteyebilirdi ya da yirmi yaşındaki biri yaşamak istemeyebilirdi. Bu bir kalıba sığdırılamazdı ki? Bunları Ecevit’e söylemedim.
“Anladım,” dedim. “Ne demek istediğini.”
“Ve?” diye uzattı. Onunla konuşmak istediğimde benimle konuşacak hiçbir şeyi olmuyordu ama onunla konuşmak istemediğim her konuyu uzatarak konuşuyordu.
“Ve’si yok,” dedim yalnızca. Ecevit bu kez kesinlikle çevirdi başını bana.
“Açsana gözlerini.”
Bunu bile yapmak istemedim ama küçücük alandaydık. Birbirimize sözümüz ister istemez geçiyordu. Araladım ve ona baktım. “Efendim Ecevit.”
“Niye doğru demiyorsun bana?”
“Neden seninle konuşmak istediğimde benimle konuşmuyorsun da ben konuşmak istemediğimde beni sıkıştırıyorsun?”
Dudaklarını yaladı. Kaşları çatıktı, bana tepeden bakıyordu. “Bu cümlenin aynısını ben de sana kurabilirim.”
“Benden önce kurmadığın için benim bu cümle. O yüzden kuramazsın.”
“Konuyu dağıtma.”
“Ecevit sus artık!” dedim yüksek sesle ve geri uzandım. “Zaten arabanın içinde kaldık. Çişim var, sıkıldım, uyuyamıyorum, sus artık. Vallahi. Artık benim konuşasım yok.”
“Bak nasıl bağırıyor!” dedi arkaya doğru çıkıp. “Bak nasıl bağırıyor!” diye tekrar etti.
“Sus sus sus,” dedim ardı ardına. Kazağını yüzümün üzerine örttüm ve tamamen görüntüyü kestim. Kazağını geri çekti ama alamadı benden. “Kalk konuşuyoruz!” diye bu kez de o bağırdı.
“Senin ne çenen düştü Ecevit ya. İyice yüz göz olduk bak! Bırak uyuyacağım.” Tümüyle kasten yapıyordum. Kızar gibi yaparak, sahte bir gerginlik yaratarak konuyu dağıtmaya çalışıyordum. Ben başardığımı sanıyordum ama Ecevit açıkça, “Konuşacağız Firuze,” dedi. “Sen şimdi yat, konuşacağız!”
Hiç ama hiç uyumadım ama uyumuş gibi yaptım. Başımı hiç kaldırmadım, kazağı da çekmedim. Bazen dalacak gibi oldum ama yine de sona ulaşmadan ayıldım. Karnımın ağrısı da yer yer arttı, nüksetti zaten. Ecevit benim uyuduğumu sandığı yerden sonra camı kapattı. Uyuyor taklidi yapmak arabada uyumaktan daha zor oldu ama bir yerden sonra dışarıdaki sessizlik azalmaya başladı. En azından ara ara araba sesleri gelmeye başladı. Yeni uyanmışım gibi kalktım bir zamandan sonra.
Uyuşmuş ayaklarımı ve bedenimi açmaya çalıştım. Ecevit’e baktım. Salmamıştı bedenini ama gözlerini kapatmıştı. Başımı yine omzuna çok yakın bir konuma yasladım. Aklımda yalnızca sarıldığımız an vardı şimdi. Bir daha sarılacak mıydık, bir daha sarılmama izin verecek miydi, bir daha bana sarılacak mıydı bilmiyordum. O uzun kollarını bana sarmıştı ya, bir de elini saçıma yaslamıştı. Bir kere tadına bakmıştım, hep isteme şımarıklığı vardı sanki içimde. Ne yapacaktım bununla? Hiç sarılmasa o yemeğin hiç tadına bakmayacaktım ama hiç içim de aramayacaktı onu. Hangisi daha iyiydi ya da hangisi daha kötüydü?
Boynu tutulmasın diye kendi şalımı aldım ve ense boşluğuna koymak istedim. O an uyanacak gibi oldu ama, “Uyu Ecevit biraz,” dedim. “Ben uyandım, uyu. Bir şey olursa kaldırırım.”
Zaten saat sabahın çok erken saatiydi. Gecenin o vakti eve girmiş insan bu saatte uyanmazdı. Bu kez ben nöbeti devraldım ve birkaç saat bir o yana bir bu yana gide gide arabanın içinde kimsenin geçmediği kapıya baktım. Geçenler de beklediğimiz kişiler değildi. Birkaç genç kız da çıktı ama her çıkan genç kızı o kadının kızı sanıp peşine düşemezdik. Annesiyle çıkmasından başka çaresi yoktu bizim için. Annesiyle çıkana kadar bekleyecektik. Ve belki bu günlerce sürecekti. Bilmiyordum.
Ecevit bütün gece nasıl sabretti bilmiyordum ama benim sabrım artık taşmaya başlamıştı. Gidip güvenliğe sorsak, bu binada ev kiralasak ya da kiralık bir evi gezmeye gelsek… Başka yollar aradım. Bu semtteki tüm kiralık evlere baktım. Not aldığım kapı numarasından ne kiralık ne de satılık ev vardı. Nefesim daralmaya başladı. Camı açmak istemiyordum ama daha fazla ne kadar böyle kapalı yerde durabilirdim bilmiyordum. Artık lavaboya da gitmem lazımdı. Ecevit’i uyandırmamak için oflamıyordum bile. Artık tamamen boş bir zihinle kapıya bakarken saçlarında yer yer mavi tutamlar olan bir kız çıktı kapıya. Açıkçası zerre de dikkatimi çekmedi, öylesine bir umutsuzluk çökmüştü bedenime. Sadece saçlarındaki mavi boyalara bakıyordum. Kollarımı önümde bağlamıştım ve vaktin geçmesini bekliyordum.
Kız arkasını dönmüş sitenin içine bakıyorken baktığı yerden bir kadın daha çıktı. Gözlerimi çevirdim ve çıkan diğer kişiye baktım. Zihnimde dün gece ve tıpkı bize silah çekilen gecede olduğu gibi oldukça basit bir kıyafetle bıraktığımız Seher diye bir kadın vardı. Kafamda o zenginliğine rağmen, kılık kıyafet uyumuyla fazlasıyla rüküş olan bir kadın vardı. Ve aslında bakarsak kıyafet kadar insanla bütünleşen çok az şey vardı. Şimdi karşımda, bir doktor emeklisi ya da üniversitede bir hoca gibi olan kadının tekte kim olduğunu anlamadım. O kızıl saçları olmasa, zaten anlayamazdım ama bir pavyon ışığında ucuz bir kuaföre yapılmış gibi duran kızıl saçlar şimdi oldukça modern duruyordu ve kadın Seher’den başkası değildi.
“Ecevit!” dedim kontrolsüz bir heyecanla. Adamın kulağının dibindeydim, irkildi ve elleri bir tehlikeyi boğmak ister gibi bana doğru uzandığında kendimi geri çektim. “Ecevit benim!” dedim hızla. Halbuki beni uyarmıştı. Tenimden bir parça yakalayamadı ama yakamdan tuttu. Göz göze geldiğimizde birkaç saniye olduğu konumda kaldı ve elini çekmedi.
“Benim Ecevit, kadın çıktı!” dedim ve ileriyi gösterdim yaka paça elindeyken. Hızla elini çekti önce, gözlerini kırpıştırdı gösterdiğim yere baktı. “Yanında da bir kız var. Mavi saçlı, söylenildiği yaşlarda muhtemelen kızı.” Kadın kızın mavi tutamlarını özellikle tutup kaldırıyor ve sanırım onlar hakkında bir şeyler söylüyordu.
“Seher değil mi o?”
“Evet, o.”
İki koltuğun arasından öne doğru çıktım ve gözlerimi kıstım. Bir şey bekliyor olmalılardı. “Firuze eğil,” dedi Ecevit ve kendisi de hafifçe eğildi. Karşı taraftan ben geçer gider dediğim araç onların önünde durdu. Bu dünkü araç da değildi. Biz ne olacak ne olmayacak diye bakarken yalnızca kız bindi ve Seher arabanın dışında kaldı. Şoför aşağı indi, kadınla bir süre konuşurlarken başını tesadüfen sanırım bizim tarafa çevirdi ama yine de telaş yaptık, daha çok eğildik. Bir şey görmesi o mesafeden mümkün değildi zaten. Konuşmaya devam etti önüne dönüp. Birkaç dakika sürdü bu ciddi konuşma. Sonra belki de son birkaç gündür ilk defa bizim yüzümüze güldü hayat ve Seher o arabaya hiç binmedi. Yalnızca kız bindi ve araç hareket etti.
“Firuze arkanı dön ve araba hangi yöne dönüyor bak,” dedi Ecevit. Muhtemelen kadın içeri girmeden arabayı sürmeyecekti. Dediğini yaptım ve takip ettim. “Ecevit sola döndü,” dedim. Çok kısa bir vakit sonra da Ecevit arabayı sürdü zaten. Hızla, kemerini bile bağlamadan, tozu dumana katarak ilerledi. Sol tarafa çıktığında araba görüş alanımıza girdi. Işığa da yakalanmıştı zaten. Aramıza bir araçlık mesafe bıraktı.
“Doğru kişiyi mi takip ediyoruz?”
“İnşallah,” dedi yalnızca. Arabanın plakasını içimden tekrar ede ede ezberledim. Olur da aramıza başkaları girerse kaybetmek istemiyordum. Biraz trafiğe takıldık. Nereye gidiyor hiç bilmiyorduk ama okul olduğunu düşünmüyordum. Üstünde forma yoktu. Zaten araba da bir alışveriş merkezinin yanında durdu. Kız indi ama adam inmedi. Arabayı da sürmedi. Kız, içeri girmedi dönen kapının önünde bekleyip birini aradı.
“Tamam ben girmiyorum, acele et,” dedi. Ecevit ve ben kızın uzağında durduk. Bu konumda kızı kaybetmezdik. O içeri girerse hemen görürdük.
“Firuze, lavaboya git gel,” dedi Ecevit. İki büklüm duruyordum yanında zaten.
“Sen?” diye sordum. Onun da gitmesi gerekiyordu biliyordum.
“Sen git gel önce,” dedi. Hiç reddedemedim. Hemen içeri geçtim ve lavabo buldum. Hızla işimi halledip geri döndüm. Bu abartısız üç dört dakika ancak sürdü.
“Şimdi de sen git,” dedim hemen Ecevit’e. Kız başını telefona gömmüştü ve hiç kimseyi görmüyordu. Ecevit de hiç reddetmeden gitti. Onun gelmesi benden daha kısa sürdü ve geldiğinde hiçbir şey değişmemişti. Kız telefonuna bakıyordu.
“Ne zaman girecek bu?” dedi Ecevit sigara yakarken.
“Arkadaşını bekliyor sanırım,” dedim ve şom ağzımı açmışım gibi Ecevit’in sigarası yarım kaldı. Saçlarının siyah boya olduğunu anladığım bir kız, bizim kızı korkutarak yanına geldiğinde kızlar abartı bir şekilde gülüşüp sarıldılar birbirlerine. Kesin arkadaşıydı. Kardeşi olamazdı. Sohbet ede ede alışveriş merkezine girerlerken peşlerinden girdik biz de. Kapının girişinde bir kahveciye adımlıyorlardı. Doğru tahmin ettim ve kahveciye girdiklerinde hemen arkalarındaydım. Biraz kalabalıktı.
Kızlarla aramıza kimse girmeden sıraya girelim diye biraz insanları ittim ve arsızca davrandım ama başardım. Kızların hemen arkasındaydık. Ecevit’le neredeyse hiç konuşmuyorduk olur da konuşurlar diye. Hatta Ecevit pek tabii o kadar ileri gidemezdi ama ben gittim ve kızların neredeyse dibine girdim.
“Ne içeceksin kanka?” dedi diğer kız. Birbirlerine hep kanka diyorlarsa işimiz çok zordu. Ecevit’le göz gözeydik.
“Bilmem ki karamel macchiato mu içsem yoksa white chocolate mocha mı içsem. Sen ne içeceksin?”
Ecevit duyduğu içecek isimlerinden sonra sanırım kısa bir süre asılı olan menüye baktı.
“Ben normal mocha içeceğim ya,” dedi bizim kız. “Güzel yapıyor burası.” Çenemi kaşıdım ve yeni bir cümle için tetikte bekledim. Bizim kız dediğini yaptı arkadaşı da karamel macchiato sipariş verdi. Hesap ödeme kısmında kendimi daha çok öne attım. Cüzdanını açtı, kimlik var mı diye kontrol etmek istedim ama sanırım biraz abarttım. Ecevit’in parmak uçları belime dokundu ve beni hafifçe çekti.
“Ne içeceksin?” diye sordu dikkatimi çekmek için.
“Ee,” dedim ve menüye baktım. Kafam allak bullak oldu. Uykusuzdum, arabada oturmaktan biraz vücudum da ağrıyordu açıkçası.
“Şey bakayım,” diye mırıldandım. Kızlar siparişlerini verdiler ve barın sonuna doğru ilerlemeye başladılar. Kasadaki genç çocuk “Hoş geldiniz,” dedi.
Kızların hangi masaya oturacağını görmeye çalışıyordum. Hemen gidip yan masayı kapmam lazımdı.
“Hoş bulduk kardeşim, ben bir çay alayım,” dedi Ecevit.
“Bizde çok yok maalesef.”
“Nasıl çay yok?”
“Kahve ürünleri var. İstersen ben öneride bulunayım. Latte, macchiato, mocha, flat white. Kahvesiz derseniz zencefilli hindistancevizli latte var. Onu tavsiye ederim.”
“Ben bir Türk kahvesi alayım.”
Diğer kız kahvesini aldı ve bizimkine -bizimki dediğimin de annesi bizi iki gün önce öldürecekti- nerede oturalım diye sordu. Ortalığa bakındılar.
“Bizde maalesef Türk kahvesi de yok.”
“Anlamadım?”
“Sadece espresso bazlı kahvelerimiz var.”
“Şimdi burada ne Türk kahvesi ne de çay mı var?”
Diğer kız anlaştıkları yere doğru ilerledi. Oturdukları masayı gördüm ve hemen çevresini taradım. Dibindeki masa boştu. Hemen şimdi sipariş verip oraya gitmemiz lazımdı.
“Maalesef.”
“Burası sadece kahveci dedin, hadi çaya tamam dedik. Türkiye’nin başkentinde bir kahvecide Türk kahvesi yok mu şimdi?”
“Haklısınız.”
“Yok ben haklı olmak için söylemiyorum…”
Ecevit’in koluna asıldım ve arkayı işaret ettim. “Şu masayı kapmamız lazım. Sipariş verelim hemen.”
Ecevit söylediğim yere baktı sonra bizim kızı aradı gözleri. Kız hâlâ sipariş bekliyordu. Arkamızdaki insanların da bize baktığını gördüm. “Ne içeceksin?” diye sordum Ecevit’e.
“Çay ya da Türk kahvesi yokmuş.”
Olmazdı. Zaten Türklere ait bir kahve zinciri de değildi burası. Hızla menüyü taradım, “Ben bir cortado alayım,” dedim uykum açılsın diye. Ecevit’e baktım. Yabancı gözleri menüde dolaşıyordu. Bir an, kısa bir an, telaş yaptığı için Ecevit’e kızacak gibi oldum. Onun bu yabancılığını kaprisinden sanmak gibi bir aptallığa düştüm. Dudaklarım aralanmıştı, belki de onu kıracak bir şey söyleyecektim fark etmedim.
Ecevit muhtemelen, o menüde yazan çoğu şeye yabancıydı.
Yutkundum. “Çikolatalı bir şey içmek ister misin?” diye sordum yumuşak bir sesle. Çok kahve içmediğini biliyordum ama yeni bir şey de denesin istedim. Eğer ki istemezse latte isterdim ama belki şans vermek isterdi. Eli alışık olmadığı şeylere imkânı olmasa da gitmiyordu.
Bana baktı ve, “İçilir diyorsan,” dedi yalnızca. O an, böyle bir durumda bile, öylesine mutlu hissettim ki kendimi, yeni bir şeyi benim yanımda denediği için belki, şans verdiği için, merak ettiği için… Neden bilinmez ama içim kıpır kıpır oldu.
“Tamam bir tane de white chocolate mocha. Cortado badem sütüyle olsun bir de ikisini de porselene hazırlar mısınız?”
“Tabi,” dedi çocuk ve dediklerimi ekrana tuşladı hızla. Bizim kız da masaya ilerlemeye başladı. “Başka bir isteğiniz var mı?”
“Yok hayır, kartla ödeyeceğim,” dememe kalmadan Ecevit kolunu önüme siper etti. “Git otur masaya,” dedi sessizce. İki çaydanlıktan sonra o kadar utanıyordum ki en azından ben ödeyeyim dedim bunu ama izin vermedi. “Hadi Firuze,” dedi. Gitmezsem ve masayı kaparlarsa yakında başka masa yoktu.
“Tamam,” dedim ve ayrıldım yanlarından. Hızla bahsettiğim masaya geçtim, hatta masayı biraz kızlara yaklaştırdım. Sessizce kahvelerinin fotoğraflarını çekmeye çalışıyorlardı onlarca açıdan. Ecevit pasta dolabını işaret ederek bir şeyler daha söyledi sonra da barın sonuna doğru geçti. Kolunu yüksek kısma yaslarken o da kızlara baktı. Göz göze geldiğimizde bana göz kırptı. Başımı salladım bir kez. Belki bu mesafeden kızlarla sohbet bile ederdim bilmiyordum.
Onlar fotoğraf çekmeye devam ederken Ecevit bizden aldı ilgisini ve kahvelerin nasıl yapıldığını izlemeye başladı. Kızlara çok baktığım için mi bilmiyorum ama bizim kızla göz göze geldim. Telaşla gülümsediğimde o da bana gülümsedi ama birazdan arkadaşını dürtüp benim salak gibi onlara baktığımı söyleyecekti galiba. Öyle hissettim. Ecevit karşıma değil yanıma otursun diye sandalyeyi yanıma çektim. Bu şekilde Ecevit’i dinlemek için eğilmiş gibi yapacak ve onları duyacaktım.
“Kankaaa!” dedi diğer kız biraz yüksek sesle. “Cem de burada. Bak facebook hesabına, buradan fotoğraf paylaşmış yarım saat önce.”
Bizim kız bir heyecanlandı, bir heyecanlandı ki neredeyse kalkacaktı yerinden. Ona uzatılan telefonu aldı ve baktı. Hızla ortalığa bakındı, saçını düzeltti. “Neredelerdir ki acaba? Kanka hemen sen de paylaş! Önce paylaş sonra onunkini beğen. Bilsin burada olduğumuzu. Yazar o zaman.”
Ecevit elinde tepsiyle yanıma geldiğinde iki de kruvasan aldığını gördüm. Ama içeceklerden hangisi kimin olduğunu ayırt edemedi. Ben hemen kendimkini önüme aldım.
“İnşallah sütü unutmamışlardır,” dedim.
“Yok kontrol ettim, bademli olanı ısıttı.”
Gözüm Ecevit’e kaydı. Demek o yüzden dikkatle barın içini izlemişti. Gülümsediğimde onun mochasına baktım. Benim belirlediğim yere oturduğunda kızlara arkası dönüktü. Kendi bardağımı dudaklarına yaklaştırdım. “Tadına bakmak ister misin?” diye sordum kısık sesle. Kızlar paylaşacağı fotoğrafı çekiyorlardı. Saçlarını yüzlerine denk getiriyor ya da yüzlerinin yarısını bir şekilde kollarıyla kapatıyorlardı. İç çektim. Nesil farkı bu demekti herhalde.
Ecevit’i adeta zorunda bıraktım tadına bakması için. Elimden küçük bir yudum aldı. “Bunun latteye göre kahve oranı daha fazla. Yani ben çok kahve içmek istemiyorum ama sütlü de olsun, küçük ve etkili olmasını istiyorsam bunu içiyorum. Eğer ki daha fazla içmek istersem latte içiyorum. Biraz tatlı bir şey içmek istersem de mocha içiyorum. Seninki de beyaz çikolatalı hali. Lattenin içine çikolata konulmuş hali. Seversin bence, içmeden biraz karıştır istersen. Sevdin mi bunu?”
Niye bu kadar uzun uzun anlatasım geldi bilmiyorum ama Ecevit de dinledi beni. Sus artık alt tarafı kahve demedi. Ahşap çubuğu ucundan tuttum ve ben karıştırdım. Beyaz çikolata üstüne mozaik desenlerle eklenmişti. “Gitti bütün şekil,” dedi Ecevit. Kıkır kıkır güldüm.
“Midende de karışacak zaten boş ver, orası şov kısmı insanlar fotoğraf çeksin diye,” dedim kısık sesle. Kızlar hâlâ fotoğraf çekiyordu çünkü. Ecevit’in hiç kafasına yatmadı bu.
“Şu servis olayı da garip. Böyle mi çoğu yer artık?”
O kadar sevimli soruyordu ki, kızıyor mu yoksa merak mı ediyor ayırt edemiyordum. “Çoğu yer değil ama gittikçe yayılıyor. Self servis. Kendin alıyorsun. Özellikle gençler çok tercih ediyor. Bayılıyorlar. Bak mesela arkadakiler geldiğimizden beri kahvesini çekiyor. Meşhur onlar arasında.”
Ecevit de biraz yüzünü bana yaklaştırdı. “İsmini duydun mu?” diye sordu. Dışarıdan birbirimize sokuluyor gibi gözüküyorduk.
“Kankadan başka bir şey duymadım. Bir de Cem diye bir çocuk varmış, o da buralardaymış. Şimdi de çocuk burada olduğunu anlasın da yanlarına gelsin diye fotoğraf çekiyorlar. Paylaşacaklar, çocuk görecek, gelecek.”
“Nereden anlayacak çocuk nerede olduklarını?” diye sordu garipçe.
“Konum ekleyecek muhtemelen.”
Ecevit kaşları çatık şekilde arkasını döner gibi oldu. “O nasıl oluyor ya?” dedi.
“Sosyal medya işte. Konumunu da ekleyebiliyorsun üstte yazı olarak gözüküyor.”
“Bu çok tehlikeli.” Çok garipsedi, hatta kafasını salladı istemsizce. Gidip kızları engelleyecek diye korktum. Dudaklarımı büzdüm.
“Yani. Özellikle bu kızın annesi delirir. Kadın işe bile nasıl gidiyor, kızı konum paylaşıyor.”
“Bu onun dışında da tehlikeli,” dedi bu kez. Sanırım yeni bir şey daha öğrenmişti ama bu onun için mocha gibi hoşa gidebilecek bir şey değildi. Dudak büktü ve kaşlarını çattı. Sanırım teknolojiyi pek sevmedi.
“Kanka orada ben kötü çıkmışım ya.”
“Kanka bu o zaman, başka da yok. Gitmeden paylaşalım. Paylaşıyorum tamam mı?”
“Siyah beyaz paylaş o zaman.”
“Of tamam Yeliz!”
İsmi duyunca öylesine heyecanlandım ki, sanki bir isimden daha fazlasına ulaşmıştım, Ecevit’in masa üstündeki elini sıktım. Ecevit elimize baktı ama benden daha sakin kaldı. Kulağına eğildim, “Yeliz mi dedi?” diye sordum emin olmak için.
“Ben de öyle duydum.”
Kızlara baktım göz ucuyla. Tamamen telefonlarındaydı dikkatleri. Sosyal medyasını görsem oradan bir şeye ulaşabilir miydik? Ecevit sıktığım elini değil, bir diğer elini kruvasanına uzattı. “Ne var bunun içinde?” diye sordu. Acıkmıştı galiba. Tek bir kruvasan onu doyurmazdı aslında. Kendiminkini de ona vermek ya da gidip yeni şeyler arasında kaldım.
“Çikolatalı demediysen bir şey yok,” dedim. Öyle gözüküyordu zaten. Bir ısırık aldı ama dökülmesini beklemedi. Elini altına siper etmek istedi ve o sıra çekip aldı elini. O an, ne saçmaydı böyle hissetmem, üzüldüm. Kruvasana bile kızdım. Sıkıca tutmuştum.
Ecevit eline dökülen kırıntıları tabağa geri bıraktığında kaşlarım çatıktı ve sanırım artık çok suratsızdım. Hınçla tabağı çöpe atmak istedim. Ve sanırım Ecevit bu ifademi yanlış anladı, “Döküleceğini tahmin etmedim,” diye açıkladı kendini. Mahcup değildi ama söyleme gereği duydu. Surat ifademi düzeltmeye çalıştım elimden geldiğince. Ona çok çirkin bir şey hissettirdim galiba istemeden.
Elim kendi kruvasanıma gitti hızla. Normalde çok daha dikkatli ısırırdım ama bu kez kasti olarak dökülmesine izin verdim. “Hep dökülüyor bu ya,” dedim hemen. Bir ısırık daha aldım dökerek. “O yüzden hiç sevmiyorum dışarıda yemeyi. Bir de dudaklarımın kenarlarına yapışıyor. Yapışmış mı?” diye sordum.
Ecevit dudaklarıma baktı. Yaladım bulaşanları almak için. “Sağ altta var biraz,” dedi. Tüm nezaketimi kaybettim. Halbuki Ecevit bana peçete uzatmıştı. Ben dilimle almaya çalıştım. Peçeteyi de aldım halbuki elinden. “Biraz daha altta,” dedi. Daha çok uzattım dilimi. Ah kim bilir ne kadar çirkindim o an! Ne kadar çirkin ve görgüsüzdüm.
Kendi yüzünde gösterdi nerede olduğunu ama ben bu kez yönü karıştırdığımı sanıp dilimi diğer tarafa sürdüm. “Ya kızım,” dedi ve elini uzattı.
Başparmağını benim iğrenç bir şekilde tükürüğümle ıslattığım ve bir türlü alamadığım yere dokundurdu. Bir temas, minicik bir temas ama sanırım öylesine olması, yapmama şansı varken yapması, bir de belki konumu… O geceki utancı tekrar ettirdi. Nefes bile almayı bıraktım. Ecevit ağzımı temizleyince elini geri çekti, sonra benim o iğrenç salyalarımı görmemiş gibi, elini yıkayana ya da silene kadar tutmak varken avuçlarını birbirine sürttü, gözlerini kaçırdı.
Tüm odağım kaydı. Tıpkı boynuna dudaklarımı dokundurduğum gece gibi kaçacak bir delik aradım. Kızları da unuttum. Kalkmak ve gitmek bile istedim. AVM’nin önünde birkaç tur atıp gelmek hatta. Elim Ecevit’in parmağının değdiği yere dokundu. Yutkundum. Yine çok ayıp bir şey yapıyordum. Düşünmek de bir eylemdi.
“Bu kızın kimliğini almamız lazım,” dediğinde bana yaklaşıp, “Hangi kızın?” diye soruverdim.
Gözlerini kaldırdı tek bakışı sarstı beni. “Anladım, tamam anladım. Nasıl yapacağız?”
Ecevit duruşunu dikleştirdi ve yan masaya doğru döndü hafifçe. Kızın çantası bize ters yöndeydi ve alelade bunu yapamazdık. İkimizin de aklına birbirimize söyleyecek kadar etkili bir fikir gelmedi. Yeliz ismi bizim işimize yaramazdı. Kızlar yeniden Cem denen çocuk hakkında konuştular. Ayağı kalktıklarında çarpışıyor gibi yapsak ve çantasından cüzdanını alsak ne olurdu? Öyle bir refleksim yoktu. Yeniden yangın alarmı çalsak ve o kaosta alsak? Sen de iyi alıştın Firuze saçmalama!
“Bekleyelim bir,” dedi yalnızca. Kızların sohbetine kulak kabartıyordum ama işime yarayacak tek bir şey bile konuşmuyorlardı. Ne ailelerinden ne de okullarından bahsettiler. Zaten Cem denen çocuk da az önce oradan çıktığına dair bir yorum atınca kızların da morali daha çok bozuldu. İyice sessizleştiler. Ecevit kruvasanını yedi ve mochasını içti. Ben ikisini de yapamadım. Hem canım istemedi hem de kızlar konuşmadıkça moralim bozuldu.
“Kıyafet mi baksak ya?” dedi Yeliz.
“Bilmem ki. Alacağın bir şey var mı?”
“Beğenirsek alırım. Hadi bakalım,” diyip ayaklandığında Ecevit de yavaşça toparlandı. Peçetelerden birini aldı ve kruvasanı koydu içine bana uzattı.
“Yok yemeyeceğim.”
“Hayır al ye,” dedi ısrarla. “Hadi. Bir kruvasanı bile bitiremiyorsun. Al dedim.”
Almadım ama elime tutuşturdu. Kızlar kalkmış yürüyordu. Yeteri kadar mesafe açılınca aramızda biz de hemen kalktık. Elimde kruvasanla Ecevit’in peşine takıldım küçük çocuklar gibi. Kızlarla aramızdaki mesafeyi koruyarak devam ettik yola. Onlar da zaten çok uzatmadan bir mağazaya girdiler. “Deneyeceğin birkaç bir şey al eline.”
Kızlarla arkalı önlü iki rafta durduk. “Şu nasıl?” diye sordum Ecevit’e. Ecevit gösterdiğim kazağa baktı. “Dene bakalım,” dedi.
Bu şekilde kızlarla raftan rafa dolaştık ve ben kızdan daha çok kıyafet topladım. Kâh ben alıyor, kâh Ecevit tutuşturuyordu. Artık sabrımın son demlerindeyken sonunda kızlar deneme kabinine gittiler. Zaten iki kabin vardı, ikisine de girdiler. Gidip sıra bekler gibi kabinlerin önünde bekledik.
Yanlışım yoksa Yeliz, “Kanka,” diye seslendi. “Elbiseyi kaç beden aldın?”
“M,” diye karşılık verdi arkadaşı.
“Kanka benimki dar oldu ya,” dedi ve aniden kapı açıldığında kızla göz göze geldim. Gülümsemeye çalıştığımda o beni görmezden gelip çıktı. “Ben bedenini değiştirip geliyorum kanka,” dediği an Ecevit’le birbirimize baktık. Ecevit hızla elime aldığım iki parçayı uzattı ve kabinin içine itti. Hızla kapıyı kapattım ve kızın çantasını aramaya başladım. Aldığı kıyafetlerin altında kalmıştı. Sırt çantasıydı. En önden başladım, dört ayrı zinciri vardı. İlk üçü de boştu. Ellerim çok titriyordu. Fermuar takılıyordu ya da kıyafetler, hatta eşyalar düşüyordu. “Orası doluydu yalnız!” Sesi duyduğumda elim ayağım birbirine dolaştı ve kalakaldım. Hızlanmam gerekiyordu ama aksine korkuyla Ecevit’in vereceği cevaba kulak kesildi.
“Biz sizin işiniz bitti sandık. Kusura bakmayın işi hemen biter ama,” Kapımı tıklattı. “Doluymuş burası,” dedi Ecevit.
“Aaaaa!” dedim abartılı bir sesle ve hızla açtığım fermuarları kapattım. “Hızlanıyorum hemen!” Çantanın dördüncü fermuarını da açtım ve orayı da kurcaladım. Yoktu. Bulmam lazımdı. Bir şey bulmam lazımdı. Bir daha nasıl yakalardık bu fırsatı bilmiyordum.
“Kanka ya bunun kalıbı küçük,” dedi diğer kız ve sanırım kapıyı açtı.
“Evet işte ben de bir büyük bedenini aldım. Sen diğerini dene ben gidip sana da getireyim. Bekliyorum zaten,” dedi Yeliz. Çantayı en baştan kurcalıyordum ama korkudan ve telaştan daha da elim ayağım birbirine dolanmıştı. Olduğum yere çöktüğümde Ecevit kapıyı tıklattı. “Firuze,” dedi kısık sesle. Hızla doğruldum ve kapıyı açtım. Ecevit de kabine girdi ve kapıyı kilitledi. “Çantasında bir şey bulamadım,” dedim. “Ecevit bulmamız lazım!”
Çünkü biliyordum bir daha böyle bir fırsat yakalayamazdık. Ecevit çantayı benim elimden aldı ve kendisi kurcalamaya başladı. Ben de yerimden doğruldum ve küçük kabinde ortalığa bakmaya başladım. Kızın çıkardığı kot pantolonun ceplerine baktım önce. Boştu. Sonra montuna baktım. Dışta iki cebi kontrol ettim. Mont yere düşmese iç cebinin olduğunu görmeyecektim. İç cebinde belirgin bir kabartı vardı. Montu kucağıma çektim ve fermuarını indirdim. Elimi içine soktuğum an cüzdan olduğunu anladım.
“Ecevit!” diye fısıldadım. Ecevit kızın defterlerine kadar okuyordu. “Ecevit cüzdan buldum.”
“Sen var ya,” dedi eğildiği yerden doğrulurken. Sesini de tepkisini de bastırsa bile öyle bir sen var ya dedi ki… Ne kadar büyük bir şey bulduğumu o an fark ettim. Cüzdanı aldı elimden Ecevit ve kıvrak bir hamleyle kartları tekte çıkardı. Tam o vakit kapıya vuruldu.
“Pardon ne zaman çıkacaksınız?”
Ecevit’in elleri hızlandı ama hayır kimlik yoktu. Ağzının içinde küfretti.
“Hemen çıkıyorum!”
“Eşyalarım var içeride çıkar mısınız?” Sonra aniden aşağıdan eğildi ve ayaklarımıza baktı dışarıdan. İki kişi olduğumuzu anladı ve daha da çirkinleşti. “Ne yapıyorsunuz ya, çıkar mısınız?” diye bağırdı. Ecevit bir kartı kaldırıp bana gösterdi.
Öğrenci kartıydı, üzerinde lisesinin adı yazıyordu. Yeliz Ökmen. Hızla telefonumu çıkardım ve fotoğrafını çektim.
“Hemen çıkıyoruz,” diye seslendim ama kız kapıyı yumrukluyordu adeta. Ecevit kartları yerine yerleştirdi ve montuna geri koyduk cüzdanı, yerine astık. Elime kabine girdiğim kıyafetleri aldım ve açtım kapıyı. Kız bağırdıkça insanlar bakmıştır diye tahmin etmiştim ama kapıyı açtığımda bu kadar çalışan beklemiyordum kapıda.
“Çok pardon ben dolu olduğunu görmedim,” dedim ama kız, “Hayır, çıkmalarına izin vermeyin!” diye bağırdı. “Eşyalarıma bakmak istiyorum. Ne belli çalmadıkları?”
Gözlerim koca koca açıldı. Ecevit kabinden çıkardı ikimizi de. Görevlilerden biri, “Kabinlerimiz tek kişilik,” dediğinde sesindeki ima çok utandırdı beni. Kız ayrı bir taraftan bağırıyordu, çalışanlar zaten çok iğrenç bir şey yapmışız gibi bakıyordu, bir de kızın arkadaşı çıkıp, “Güvenliği çağırın!” diye bağırınca ne yapacağımı şaşırdım.
Müşteriler de başımıza toplanmıştı. Birinin beni tanımasından korkmaya başladım. Sırtımı kalabalığa çevirdim ve Yeliz’e baktım. En az annesi kadar yellozdu. Hızla eşyalarını kontrol ediyordu. “Bakın içerisi dolu değil sandık o yüzden kıyafet denemek için girdik,” diye açıkladı Ecevit çalışana kendini.
“Neden siz de içerideydiniz o zaman?” diye sordu kadın bize bakarken. Sanırım müdürdü. Ya içeride bir şeyler yaptığımızı düşünüyordu, bu ellerimi başımın arasına alıp beni utançtan ağlatabilirdi, ya da hırsızlık yaptığımızı.
“Kız arkadaşımın,” dedi Ecevit kadına hafifçe yaklaşırken. Gözlerimi kırpıştırdım ve ona baktım. “Giyerken kolyesine bir şey takıldı, uygun bir konumda değildi. Onu düzeltmek için girdim,” dedi ve arkamda kalan kalabalığı işaret etti. “Mağazanız kalabalık, kusura bakmayın ama kız arkadaşımın o şekilde çıkmasına izin veremezdim elbet. Benim yanına girmem daha uygundu, girdim. Kocaman insanlarız,” dedi ve kadından yeniden uzaklaştı. “Bakın bir şey eksik mi diye, ki olamaz. Sonra da gidelim, daha fazla rezillik çıkmasın.”
Görevli kadının biraz olsun bize olan aşağılayıcı bakışlarını çözdü bu açıklama. Çünkü kadın bize resmen, otele gidin der gibi bakıyordu. Ecevit’e yaklaştım hemen ve kadına kötü kötü baktım. Günahımızı almış gibi baksın istiyordum bize.
“Bir eksik var mı hanımefendi?” diye sordu kadın.
Kız başını kaldırdı ama o kibrinden ödün vermedi.
“Yok,” dedi çatık kaşlarıyla. “Ama yine de girdiğiniz kabinlerin dolu olup olmadığına bakın.”
Çocukla çocuk olup, sen çok biliyorsun diye çirkefleşmek istedim ama Ecevit bunu yapacağımı anlayınca kolumu tuttu. “Hadi gidelim,” dedi.
“Kusura bakmayın,” dedi kadın ama hiç cevap vermedik. Kusura baktık çünkü. Hatta ben biraz, “Böyle bir rezillik olmaz,” diye söylendim. “Hem hırsız damgası yiyoruz hem de afra tafta. Bu kadar olmaz. Bir daha gelmeyelim buraya.”
İnsanların arasından geçerken devam ediyordum. “Hatta şikâyet edeceğim burayı. İki kabin çok az. Daha çok kabin yapın o zaman. Ben buna maruz kalmak zorunda mıyım?”
“Tamam Firuze.”
“Yok engel olma şikâyet edeceğim.”
“Firuze tamam.”
“Bize kötü muamele yaptılar diyeceğim.” Ecevit belimden bastırdı ve hızımı arttırdı. Kabanımın cebine sıkıştırdığım kruvasanımı çıkardım ve peçeteden açtım. Ecevit göz ucuyla bana baktı. “Rezillik valla, bu kadar olmaz.”
“Firuze çıktık mağazadan,” diye hatırlattı. Arkamı dönüp ne kadar mesafe oluştuğuna baktım. Tamam artık kimse beni duyamazdım. Derin bir nefes aldım hararetli tavrımı sonlandırdım. Ellerim buz kesmişti stresten. “Annesi gibi nasıl çirkef gördün mü?” dedim hayretle. “Bir bizi dövmediği kaldı.”
“Yani kız çabuk çıkmanı beklerken ben de yanına geldim. Ben olsam ben de aynı şeyi düşünürdüm,” dedi gayet anlayışla. Kız beni dövecekti resmen. Ne demek ben de olsam aynı şeyi düşünürdüm?
“Of tamam her neyse. Özel Pınar Lisesi. Yeliz Ökmen. Elimizdeki bilgiler bunlar.”
“Biliyor musun liseyi?” dedi. Avm’den çıkmıştık, ben de kruvasanımı yemiştim stresle.
“Yani. Az çok. Genelde iş insanlarının vesaire çocukları gidiyor galiba, baya lüks bir okul diye biliyorum.”
Bunu da babamın arkadaşlarından birinin, resme ilgili kızı benimle tanışmak isteyince öğrenmiştim. O kız da o okuldaydı. “Okula girebilir miyiz?” diye sordu Ecevit arabaya bindikten sonra. İnterneti açtım ve okulun adını girdim konumunu görmek için.
“Çok zor,” dedim. “Yani, ben direkt soyadımı kullanırsam girerim ama bu da işimize yaramaz. Diğer türlü böyle okullara dışarıdan sivil almazlar.”
“Veliyiz desek?”
“Hangi çocuğun? Bir de nasıl kanıtlayacaksın?” Okulun linkedin hesabına girdim. Belki tanıdık öğretmen bulurum diye ama yoktu. Eğer ki babamın arkadaşının kızını kullanırsam babamın kulağına elbet giderdi. Ecevit arabayı çalıştırmamıştı.
“Kaçak göçek de giremeyiz değil mi?”
“Hayır tabi ki,” dedim hemen. Okul ortamından bahsediyorduk. Şu ana kadar uyguladığımız hiçbir yöntem işe yaramazdı. İş ilanları kısmına girdim. Dört ilan vardı. İngilizce, Almanca, Fransızca ve resim öğretmenliği için başvuru istiyorlardı. Gözlerimi kırpıştırdım ve resim öğretmenliğinin üzerine bastım. Ben eğitim fakültesi mezunu değildim. Öğretmen de değildim ama yine de bakmak istedim. Her ne kadar resim öğretmenliği yazsalar da sanırım direkt bir öğretmen aramıyorlardı. Sonra girip diğer ilanlarına baktım bir hata olabilir mi diye ama bu dört branşta okuldaki özel yetenekli çocuklar için açılmıştı. Onlarla birebir ilgilenmesi adına.
“Resim öğretmeni arıyorlar,” dedim Ecevit’e.
“Sen öğretmen değilsin.”
“Ama ressamım ve şartlarında eğitim fakültesi mezunu yazmıyor. Yetenekli çocuklar için ekstra dersler için galiba. Mutlaka öğretmenlik mezunu yazılmamış. Aksi de yazılmamış ama başvurmaktan zarar gelmez bence. Bir yolunu bulana kadar en azından, burada başvurum bulunsun.”
Kendime ait bir CV yoktu. Daha önce ihtiyacım olmamıştı zaten. “Kim olduğunu anlarlarsa.”
“Resmimi koymazsam düşünürler ama isim benzerliği de olabilir derler. Hatta belki sırf bu yüzden bile çağırırlar. Oraya da baya peruk takar, gözlük takar giderim. Zaten kızın TC kimlik numarasını alıp sistemden çıkarım hemen.”
Beni çağıracakları bile kesin değildi. O kadar emindim ki kendimden, ne bileyim… Ortalamam çok yüksekti, çok fazla derecem vardı… Tercih edilirim sandım. Bir örnekten kopya çeke çeke kendi CV’mi hazırlıyordum. “Ben nasıl gireceğim böyle bir durumda?” diye sordu Ecevit. Duraksadım.
“Bilmiyorum,” dedim. Aklıma gelen tek bir şey bile olmadı. Beni çağırmadıkları sürece ben bile giremezdim. “Olmadı ben tek girip çıkacağım. Okul zaten, güvenli bir yer.”
Sonuçta pavyon ve genelevden sonra burası çok daha rahat bir yerdi. Ecevit kafasına yatmadığını belli ederek soluklandı ve arabayı çalıştırdı. İyi bir CV hazırladım, fazlasıyla şey ve etkileyici olduğunu düşündüğüm bir ön yazı ekledim. Hemen başvurdum.
“Başvurdum,” dedim kemerimi bağlarken.
“Başka bir şey bulmamız lazım,” diye karşılık verdi. “Oradan sonuç alır mıyız, alırsak ne zaman alırız o bile belli değil. Öğrenci kaydı için gitsek?”
“Sınavla, puanla alıyorlar liseler Ecevit,” dedim neyi bilmediğini fark etmeden. Ecevit kısa bir an bana baktı sonra yoluna döndü. O önüne dönüp yutkununca ve kısık bir sesle, “Anladım,” deyince fark ettim bilmediğini. Ne diyeceğimi, o kruvasanda yaptığım gibi nasıl toparlayacağımı bilemedim. Puansız alanlar da var diyemedim çünkü hepsi puanlıydı. Ne söylesem ya saçmalayacaktım ya da onun ne hissettiğini anladığımı belli edecektim. Susmam en hayırlısıydı. Hislerini anlamamı da bilmesin istiyordum.
Ellerimi önümde birleştirdim ve yola baktım. Ecevit’in yapamadıkları değil yalnızca, Ecevit’in habersiz kaldıkları da benim kalbimi sökecek kadar acıtıyordu. Dünyadan, ülkeden ve hayattan bihaberdi. Biz küçükken de liseler puanlıydı ama Ecevit ne bunu anımsıyordu ne de o sınavlara bir kez olsun girmişti. Halbuki tüm sınavlarından yüz alıyordu. Hatırlıyordum. Leyla teyze o her yüz aldığında portakallı kek yapıyordu. Ben şimdi yüksek ortalama yaptım diyerek bazı yerlere başvuruyordum ama Ecevit eğer ki o okullara gitseydi, benden çok daha iyi olurdu. Biliyordum.
Yalnızca bunları düşüne düşüne bitirdim yolu. Ecevit’in kara kara neyi düşündüğünü biliyordum. Bense yalnızca onu düşünüyordum. Atölyeye geri döndüğümüzde ben pek durmadan duşa girdim. Ecevit’e de çaydanlığı kullanması için görev verdim. İlkokul diploması var mıydı mesela? Açıktan okumuş muydu? Diploma almasına izin vermişler miydi? Liseye kadar dışarıdan bitirebilmiş miydi?
Suyun altında yalnızca bunları düşündüm. Yıkanmıyordum. Sadece su akıyordu ben bunları düşünüyorken. Kapımın tıklatıldığını da bilmem kaçıncı çalışta duydum. “Firuze,” diye bağırdı Ecevit. “312’li bir numara arıyor,” dedi. Başta aklıma bir şey gelmedi. Kapat diyecek gibi oldum çok sonradan aklıma geldi ve suyu durdurdum ilk kez.
Kapıyı açtım ucundan ve sadece kafamı uzatsam da Ecevit başka bir tarafa çevirdi kafasını. Telefonu aldım ıslak elimle ve kulağıma dayadım.
“Efendim?”
“Firuze Hanım’la mı görüşüyoruz?” dedi bir erkek sesle.
“Evet buyurun benim.”
Okul arıyor olamazdı değil mi? “Firuze Hanım Özel Pınar Lisesinden Müdür Tevfik Yalçın ben. Yaptığınız başvuruya istinaden aradım,” dedi.
“Özel Pınar Lisesi mi?” dedim şaşkınca. Bu kadar hızlı olamazdı. Anlamışlar mıydı kim olduğumu?
“Evet. Başvuru yapmadınız mı siz? Bugün gelen bir başvuru gözüküyor,” dedi. Hızla bornozuma uzandım ve giydim.
“Eee, şey. Evet başvurdum ama bu kadar hızlı bir dönüş beklemiyordum açıkçası,” dedim. Eğer ki şüphe ediyorsa şimdi söyleyecekti. Atilla Akın’ın kızını çağırmamak olmaz tarzında bir şey derdi. Bornozumun önünü bağladım ve banyodan çıktım. Ecevit kapının önündeydi. Göz göze geldiğimizde okul dedim dudaklarımı oynatarak.
“Acil bir arayış içindeyiz ve açıkçası başarılarınız dikkatimizi çekti. En yakın zamanda görüşmek isteriz. Yarın müsait misiniz?” diye sordu adam.
Hayır… Mevzu babam olsaydı kesinlikle söylerdi. Bu tamamen şans mıydı? O kadar bize uğramıyordu ki, mantıklı gelmiyordu. Yarın dedim dudaklarımı oynatırken. Ecevit hızla başını salladı.
“Olur tamam. Yarın kaçta diyelim?”
“On iki sizin için uygun mudur?”
“Uygundur evet. Yarın saat on ikide orada olurum. Sizin isminizi vereyim değil mi?” diye sordum. Adam onayladı ve vedalaştı. Kapattı telefonu.
“Yarın on iki,” dedim Ecevit’e bakarken. Saçlarımdan sular akıyordu damla damla.
“Kim olduğunu tanıdılar mı?”
“Söylemedi bir şey. Acil ihtiyaçları varmış. Ne bileyim,” dedim. Ortalamamın yüksek olduğunu söylemedim. “Öyle resimden bir iki yarışmayı kazandığımı yazmıştım. Olsa söylerdi bence. Genelde babanıza selamlar derler. Demedi.”
Ecevit beni dinliyordu. Sanırım bu şans onu da bir tuhaf yaptı. Her yere öyle bir çetrefilli gitmeye alışmıştık ki çok kolay olunca bu sefer adeta rahatsızdık. “Allah Allah,” dedi yalnızca. Dudaklarımı yaladım. Gidip oturdum koltuğa. Kendimizi buna hazırlamadık. Yarın Ecevit giremeyecekti o zaman. Tek olacaktım.
“Duş almak ister misin?” diye sordum oturduğum yataktan.
“Eve gidip alayım diye düşündüm,” dedi düşünceli bir sesle. Yutkundum. Kedi vardı. O geldi aklıma ama birilerini ara diyeceği için söylemedim.
“Yarın gitsen olmaz mı?” dedim yalnızca. Yarın giderse ben de giderdim kediyi göreyim diyerek. Ecevit bana baktı.
“Niye?” diye sordu.
“Şimdi uyuruz, akşam kalkıp yarın için konuşuruz. Hazırlıksız gitmeyeyim, sen de yoksun yanımda. Birkaç plan yapalım ama tabi sen yine de istersen… Ama benim banyomu kullanabilirsin. Şey yaparsın. Ben sana temiz havlu veririm. Dışarıda da beklerim. Girmem odaya. Yıkanacak bir şeyin varsa yıkarız da. Olmaz mı?”
Dün tüm gece uyumamıştık. İkimiz de çok uykusuzduk. Hem ben Ecevit’in yanında uyumak istiyordum huzurla hem de Ecevit burada belki daha huzurlu uyurdu. Soluklandı ve banyoya baktı. O da muhtemelen kendini pis hissediyordu. Halbuki değildi ama yine de duş alsın isterdim.
Uzun süre susunca, “Öyle olsun madem,” dedi. “İki su döküp çıkarım hemen,” Öyle bir ağzının içinde söylüyordu ki, olumsuz konuşuyor sanıyordum.
Anladığım yerde hızla doğruldum. Heyecanla ona ilerledim. “Yok yok,” dedim hemen. “Rahat rahat yıkan. Hiç acele etme. Ben banyoyu biraz temizleyeyim hemen. Sen geç içeri sana haber vereceğim. Üstümü de giyineyim. Sadece başka havlum yok. Bornozumu koyacağım içeri. En azından belki saçlarının ıslaklığını al istersen. Yani istersen kullan tabi ama,” Gözlerimi kaçırdım. Yine çok utandım. Ayıp bir şey mi söylemiştim. “Yani şey olmazsan. Hani tiksinmezsen. Ben şey yapmam. Kullanabilirsin. Şey olursa. Öyle işte. Sen çık şimdi.”
Adeta kovdum adamı. Hızla girdim banyoya. Hemen temizledim. Saçlarım çok dökülürdü benim. Temizledim hepsini. Her şeyi yerli yerine koydum. Bornozumu da astım. Kullanmayacaktı biliyordum ama kalsın istedim yine de. Ecevit’in gece yatarken giydiği kıyafetleri de iç tarafa koydum.
Her ne kadar gece kalkıp konuşuruz desek de, ikimiz de duş aldıktan sonra öyle mışıl mışıl uyuduk ki, uyandığımızda sabah olmuştu. Hatta geç bile kalacağımız bir saatti. Gece ben aslında bir vakitte uyanmıştım ve Ecevit’e bakmıştım ama o deliksiz uyumuştu. Çok yorgunduk ve duş almak bizi uyutmuştu sabaha kadar. Bir de dedim ya… Yan yana olunca huzurlu uyuyorduk diye.
Sabah da çay bile içemeden çıktık. Çünkü gidip bir peruk ve gözlük almam lazımdı. Bu kez kafadan kırık ressamlar gibi abuk sabuk giyindim. Siyah renkte de bir peruk taktım. Peruk olduğu anlaşılmıyordu ama olur da anlaşılırsa kemoterapi aldığımı söylemeye karar verdim. Koca çerçeveli gözlükler, çizmeler ve salaş garip bir kazakla indim Ecevit’in arabasından. Ben çıkana kadar burada bekleyecekti. Tam da tahmin ettiğim gibi güvenlik kimliğime kadar gördü, beni dakikalarca bekletti kapının önünde öyle girdik. Bir b planını yaptık ama c planına vaktimiz kalmadı. O yüzden A planını uygulamalıydık. Herhangi bir yönetici bilgisayarını kullanmalıydık.
Beni bir hanımefendi müdürün odasına çıkardı. Sesimi de olduğundan daha ince çıkarıyordum. Gözlüklerimi geriye ittim ve gülümseyerek girdim içeri. “Tevfik Bey?” diye sorduğumda adam başını kaldırdı ve gülümsedi.
“Firuze Hanım, hoş geldiniz,” dedi ve ayaklandı. Tokalaştığımızda bana koltukları işaret etti. Gidip oturdum ve bilgisayara baktım. “Ne içersiniz?”
“Ben bir çay alabilirim,” dedim gülümseyerek. İlk defa bu soruya çay olarak cevap vermiştim. Adam aradı ve bir çay bir kahve istedi. Tam o sırada telefonu indirmeden telefon yeniden çaldı.
“Efendim? Geldi mi? Tamam hemen geliyorum,” dedi ve ayaklandı, bana baktı. “Firuze Hanım sizi çok kısa bekleteceğim. Bir misafirime selam vermem gerekiyor, siz çayınızı için geliyorum.”
İçime düşen heyecan, neredeyse beni doğrultacaktı. Bu kadar çabuk muydu? “Tabi tabi,” dedim hızla. Şans bize, Tarhan ailesinin yüzü suyu hürmetine gülüyordu. Başka açıklaması olamazdı. “Bekliyorum ben.”
Adam başını salladı ve çıktığında hızla güvenlik kamerası aradım. Vardı ama yapacak bir şey yoktu. Bir şey çalmayacaktım, neyi kanıtlayabilirlerdi? Hızla ekranın başına gittim. Nereden neye bakabilirdim ki? E okul sistemi geldi aklıma. Hızla onu girdim ve sistem açıldı. Şifre istese de tıkladığım an kayıtlı bir numara gözüktü. Ona bastım ve sistem yönetici ekranından açıldı. Hızla bir kağıt kaleme uzandım ve arama kutucuğuna Yeliz Ökmen yazdım. Sık sık kapıyı kontrol ediyordum. Eğer giren olursa hızla çıkıp saate baktığımı söyleyecektim.
Yeliz’in sınıfı ve notları açıldı. Hızla indim ve altta TC kimlik numarasını gördüm. On bir haneli TC kimlik numarasının 7 hanesini yazdım. Dört hanesini, 4431 olarak tekrar ederken kapı açıldı. Kapıdan bir baş uzandı ve göz göze geldik eğildiğim yerden.
Alparslan Yiğit kapının önünden bana bakıyordu.



Bence Yeliz Melike ya kadının resmiyette çocuğu gözükmemesi vs çok şüpheli.
YENİ BÖLÜÜM GÜCÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜ EKSİİİİİİİİİİK DİLAAAAAAAAAAAAANNN
Arklar bir tek ben mi kitaba başladığımdan beri Atillayı,Bülanti ve Alparslanı şişden geçirmek istiyorum. Birileri lütfen yanlız olmadığımı söylesin
Alparslan yoluna bak artık koçum ya
Niyeyse baştan beri İnci Ecevit'in kardeşi çıkacak gibi hissediyorum.. Ve artık çoğu kişi de böyle düşünüyor. Eğer ki öyleyse lütfen artık