XXV- hakikat tektir çoğaltılamaz
- Dilan Durmaz
- 2 gün önce
- 46 dakikada okunur
Ben geldim! Geçen bölümden sonra iki kere hastaneye düşüş, beş kere şehir değiştirme ve daha buraya yazamayacağım bir sürü şey oldu. Bu bölümü de bir hafta sonrasına ertelemem en makulü olsa da, çok çok uzun olmasa da okumanızın en sağlıklısı olduğuna karar verdim. Bu seferlik hoş görelim birbirimizi, daha uzun bölümlerle telafi ederim ben. Bölümde yazım yanlışları olabilir, kontrol edemedim.
Önce yıldıza basalım mı? Basalım basalım... Bol bol yorum yapın olur mu? Diğer bölüm için de söz çabalayacağım, erken gelir mi emin değilim ama upuzun bir bölümle geleceğim.
Keyifle okuyun!
Yeliz’in sınıfı ve notları açıldı. Hızla indim ve altta T.C kimlik numarasını gördüm. On bir haneli TC kimlik numarasının 7 hanesini yazdım. Dört hanesini, 4431 olarak tekrar ederken kapı açıldı. Kapıdan bir baş uzandı ve göz göze geldik eğildiğim yerden.
Alparslan Yiğit kapının önünden bana bakıyordu.
Elim farenin üzerindeydi. Kim olursa olsun gelen o kapı açıldığı an bu ekrandan çıkmak için gerekli hamleyi yapacaktım. Alparslan’ı görmek buna engel olmadı. Çarpı işaretine gözlerimi kapıdan ayırmadan ardı ardına basarken Alparslan kapıyı birkaç saniye tuttu ve arkasındaki adamın girişini engelledi. Hızla doğruldum yerimden, kalbim arkasından atlı askerler kovalıyormuşçasına çarpıyor, atışları kulaklarıma vuruyor, ensemden belime doğru kaynar sular akıyordu. Yerimden doğrulurken kimlik numarasını yazdığım kâğıdı avucuma sakladım, bilgisayardan uzaklaştım. Alparslan bu duruşunu arkasında bıraktığı adama dönüp sohbet ederek törpüledi. Kasti olarak, yaptığım şeyi ya da yakaladığı konumu kamufle etmek amacıyla yaptığı bir hamleydi bu. Yine de müdüre yakalanmaktan bin kat daha kötüydü Alparslan Yiğit’e yakalanmak.
Bu adamın burada ne işi vardı?
Kollarımı önümde bağladım ve sanki odada sıkıntıdan bir gezintiye çıkmışım gibi davrandım. İleriye doğru yürürken müdürün da girdiğine emin olunca usulca başımı kaldırdım ve kapıya baktım. Adam Alparslan’a öylesine kilitlenmişti ki benim ayakta olduğumu bile fark etmedi başta. Alparslan beni işaret etti ve müdüre konuştu. “Hanımefendi?” diye sordu. Tanımamazlıktan mı gelecekti? Hayır tanımıştı, buna emindim. Bana olan bakışları bir yabancı için değildi. Beni göz göze geldiğimiz ilk an tanımıştı. Siyah peruğum geldi aklıma. Alparslan beni hiç şüphe etmeden hatta şaşkınlık yaşamadan tanımıştı. Benim burada olduğumu bilerek mi açmıştı o kapıyı yoksa?
“Hanımefendi iş görüşmesi için geldi Alparslan Bey. Firuze Hanım, resim öğretmenliği.”
Alparslan’ın bende olan dikkatli ve ilgili bakışları adım adım sahte bir şaşkınlığa doğru ilerledi. Kaşları havalandı ve elini bana doğru uzattı. “Merhaba,” dedi. Gözlerimin içine bakıyordu. Yüzümdeki o makyaja, saçımdaki peruğa kanmadığını belli ediyordu. “Ben Alparslan Yiğit. Pınar Okullarının büyük ortaklarından Orhan Yiğit’in oğlu.”
Orhan Yiğit babam kadar gözü kara bir siyaset izlemezdi. Daha orta yolcu, daha biraz ondan biraz bundan düşüncesinde ve daha ılımlı bir adamdı. Keza aynı şekilde partisi Yeni Ufuklar Partisi de. Lakin bu ılımlı tavrının sebebi iç ısıtan sebeplere yorumlanmamalıydı. Kendisinin rahatı çok yerindeydi, benim bildiğim bir otel zinciri ve hastane grubunun ortağıydı. Ve şimdi öğrendiğime göre Pınar Okullarının da. Alparslan’ın elini daha fazla havada bırakamadım ve tuttum. Amacım bir el temasıydı ama Alparslan beni yerimden sarsacak kadar sıkıca tuttu elimi ve sıktı. Gözlerimi küçülttüm. Dün müdüre sorduğum soru bugün burada yanıt buldu. Elbette iş başvurusu yaptığım gün geri dönüş alacak kadar şanslı değildim.
“Firuze. Memnun oldum,” dedim yalnızca ve elimi adeta zorla çektim elinden. Müdüre baktım. “Görüşmeyi sizinle yapacağımı sanıyordum.” Belki de zaten bu işe ihtiyacım olmadığından ya da alacağımı çoktan aldığımdan, 4431’i tekrar ediyordum içimden, içimden geçeni dilediğim gibi söyleyebilirdim. Adamın yüzünde bir telaş gezindi. Halbuki bu cümleyi kuran bendim, en fazla ben işe alınmazdım. O ne diye bu kadar telaş yapıp, korkuyordu ki? Ah… Dedim. Ah şu gözü kör olası ast üst ilişkisi, ah şu statü taparlık ve ah şu boyun eğiş.
“Alparslan Bey de görüşmek istedi,” dedi adam. Benim kim olduğumu biliyor muydu? Muhtemelen o da biliyordu. Hatta dün o yetiştirmişti. Beni aratan Alparslan’dı. Firuze Akın olduğumu biliyordu ama emir demiri keserdi. Buraya resim öğretmeni olarak başvurmuş Atilla Akın’ın kızından elbette daha çok umursuyordu herhangi bir Yiğit’i.
“Sizin için bir sakıncası var mı?” diye sordu Alparslan durduğu yerden. Dudakları bir yabancıyla konuşuyordu ama gözleri tanıdıktaydı. Görebiliyordum. Sesinde somut şekilde kanıtlanmayacak bir ima vardı. Değil müdür, ben bile zor anlıyordum.
Şimdi hemen oturmalı, saçma sapan cümleler kurmalı, isteklerde bulunmalı ve kısa kesip buradan çıkmalıydım. 4431… Sakın unutma Firuze, 4431.
“Elbette yok. Yalnızca benim acelem var, yani günüm planlı. Bir an önce başlayabilir miyiz görüşmeye?”
Herhalde başka bir anda, başka bir kişiye bu cümlelerden sonra kapı gösterilmiş olurdu. Ancak şimdi müdür bir şey demedi. Alparslan eliyle koltukları gösterdi ve “Hay hay,” dedi yalnızca. Müdür yerine, o karşıma oturdu. Bacak bacak üzerine attım ve ellerimi kucağıma yerleştirdim. Bana bakan iki adama baktım. 4431, 4431, 4431…
“Evet Firuze Hanım, sizi dinliyoruz. Bize kendinizden bahseder misiniz?”
Herhalde karşımdaki iki kişiyi ilgilendirecek tek şey, Atilla Akın’ın kızıyım demekti. “Adım Firuze, yirmi beş yaşındayım,” dedim adeta alay eder gibi. Beni ciddiye alıp sorular soracağı şeyler söylememeliydim. Alparslan zaten bu görüşmeyi uzatabileceği kadar uzatacaktı. “Hacettepe mezunuyum.”
Devamını isteyen gözlere bomboş baktım. Aramızda kaçınılmaz bir sessizlik oluştu. Müdür kontrollü bir şekilde bozmaya çalıştı. “Daha önce bir tecrübeniz oldu mu?”
“Yok hayır olmadı, çalışmadım. Zaten ben öğretmen de değilim. Formasyonum da yok. Açıkçası ben şartları tam olarak okumamışım. Sabah gelirken fark ettim, isterseniz hiç birbirimizin zamanını almayalım.”
4431 unutma Firuze.
“Mutlaka öğretmen sıfatıyla almak zorunda değiliz sizi, lütfen devam edin,” dedi Alparslan ve yolu gösterir gibi elini hafifçe açtı. Ben sizi istemiyorum diyerek direkt kalksam ve çıksam daha mı fazla dikkat çekerdim? Alparslan’a buradan çıktıktan sonra ne diyecektim? Yakaladığı konumu nasıl açıklayacaktım? Muhakkak, inansa da inanmasa da gerçeğe uzak bir yalan söylemeliydim.
“Adım Firuze, yirmi beş yaşındayım. Hacettepe mezunuyum,” dedim tekrardan. Müdür benim bir geri zekâlı olduğuma emin olurken Alparslan alttan alttan güldü. “Bu işten beklentileriniz nelerdir?” dedi bu kez. Beni kıvrandırmak için yapıyordu. Ve sanırım artık başarıyordu da.
“En az altı asgari ücret,” deyiverdim. Tam o an, muhtemelen üç asgari ücret alan ya da alamayan müdürü adeta hıçkırık tuttu. “Aynı zamanda haftanın iki gününden fazla da çalışmam. Ben bir sanatçıyım, daha fazlası benim için seri üretime girer.”
Alparslan’la olan tüm teması kesip yalnızca aylarca çalışıp ancak kazanacağı ve yaşının yarısı kadar olduğum müdüre baktım. “Tabi bunlar sizi aşan durumlar ama benim de esnetemeyeceğim durumlar. Her neyse, olsun. Tanışmış oldu-“
“Kabul ediyoruz.”
Tüm temasımı kestiğim adamdan, beni köşeye hapsetmek için en tehlikeli hamle geldi. Yutkundum ve ona baktım. Beni bırakması gerekiyordu. “Elbette biz sanatınızı destekliyoruz ve haklısınız. Seri üretim olur aksi. Bizim karşılamayacağımız meblağlar değil. Şartlarınızı kabul ediyoruz.”
“Alparslan Bey…”
Alparslan müdüre elini kaldırdı ve durmasını işaret etti. Adam tam bu noktadan benden nefret ediyordu. “En yakın hangi zamanda başlayabilirsiniz?” dedi. Dört yandan kuşattı beni. Hemen şimdi kalkmalı ve gitmeliydim. Ne dersem kabul edecekti. Yalan bir anın içinde değildik, bunları gerçekse de sağlayacaktı ve beni kendilerine ait bir okulda çalıştıracaktı.
“Benim bir görüşmem daha var, kendileriyle de görüştükten sonra size dönüş yapacağım,” dedim ve orta sehpadaki çantama uzandım kâğıdı tuttuğum elimle. 4431.
“Size bütün şartları sağladığımı söylüyorum. Bir başka yerle görüşmenize gerek var mı?”
Kalktım ayağa, “Elbette. Görmem ve emin olmam gerekir. Belki orada sizde görmediğim bir başka ayrıntı bulurum.” Alparslan da benimle beraber kalktı ve işaretparmağını bana doğru kaldırdı.
“Doğru birdir Firuze Hanım, hukukta da normal hayatta da böyledir bu. Doğru birdir, çoğaltılamaz,”
dedi gözlerimin içine baka baka. Bunun öylesine, alelade kurulmuş bir cümle olduğunu bakışlarından bile hissettim. Onun o küçük imalarını anlamamak ne mümkündü? “Geriye kalanlar ancak zaman kaybıdır. Sizin için doğru olan apaçık şekilde biziz. Görüştüğünüz ve şans verdiğiniz her yer size vakit kaybettirecek. Onlar birer gereksiz ayrıntı. Doğru burası sizin için.”
Gözleri bana doğru olan benim diyordu yalnızca. Geriye kalan herkes bir takıntı ya da heves ancak var. Bak bana, benim, sadece benim diyordu. Elimi uzattım gideceğimi belli edercesine. “Doğru bence de birdir ama sizin doğrunuz benim doğrum değildir.”
“Doğru birdir Firuze Hanım,” dedi yine. Elimden sıkıca tutmuştu bırakmıştı. “Doğru birdir gerisi öylesine araya sıkışmış saçmalıklardır. Ben daha fazla o saçmalıklarla zaman kaybetmenizi istemem, yüzünüzü doğruya dönmesini isterim.”
“Size göre!” dedim yüksek sesle ve elimi zorla çektim. Benim doğrum asla sen olmayacaksın demeliydim, müdür buradan bizi izlemeseydi pür dikkat. Kurtardığım elimi müdüre uzattım ve kendisi de gönülsüzce sıktı elimi. Tamam böyle yapmasaydı, burada işe başlamayacaktım. “Ben size haber veririm,” dedim yine. Bunun tam tersi olmalıydı sanırım… Müdür zoraki gülümsedi ve elimi çarçabuk bıraktı. Ayrıldığım gibi yeniden kimseye bakmadan çıktım odadan. Adımlarım hızlıydı. Arkamdan bir çift adım daha çok geçmeden gelmeye başladı.
Beni hangi noktada durduracak bilmiyordum. Şimdi boş, ders vardı, okul koridorlarında arka arkaya yürürken bana seslenmiyordu. En kısa vakitte okulu terletmeli ve bir taksiye binmeliydim. Alparslan Ecevit’i, Ecevit Alparslan’ı görmemeliydi. Ne zamanki güvenlikten kimliğimi almak için bekledim yanı başıma geldi. Benden önce hafifçe eğildi ve “Firuze Hanım’ın kimliği,” dedi.
Kollarımı önümde bağladım ve sanki onu hiç tanımıyor gibi başımı diğer tarafa çevirdim. Alparslan’ın arabasında dikilen iki adam onu görünce yanımıza ilerlemeye kalktı ama Alparslan elini kaldırıp engel oldu.
“Neden buradasın?” diye sorduğu gibi güvenlikten de kimliğim uzatıldı. İkimiz aynı anda uzandık ve iki ucundan tuttuk. O an hoyrat ve kaba davranmalıydım. Aksi halde ondan kimliğimi almak için uğraşacaktım. Kimliği sertçe çekerken “İş görüşmesini beraber yaptık aslında,” dedim. Açılan geniş okul kapısından çıktık ve ben Ecevit’in arabasının olduğu yönün tersine yürüme koyuldum ama birkaç adım sonra Alparslan adımlarımın önüne geçti ve beni durdurdu. Eli bana doğru uzandı ve peruğuma dokunduğunda başımı çevirdim ve dokunmasını kısmi olarak engelledim.
“Seni dinliyorum, burada ne yapıyorsun?”
“Alparslan iş görüşmesine geldim. Elbette babamla birbirimize bunları yaparken babamın parasını harcamaya devam etmeyeceğim.”
Aslında hiç de kötü bir yalan değildi. Bu şekilde bir sürü kişiyi kandıradabilirdim ama onu şüpheye bile düşürmedim. “Halbuki Firuze Akın, yaşayan ve eserleri en pahalıya satılan ressamlarımızdan biri. Hali hazırda babasının parasına ya da öğretmenlikten gelen bir gelire ihtiyacı yok. Onlarca öğretmen maaşını tek tablosundan çıkarabilir,” dedi ve kısa bir otobiyografimi okudu.
“Kazandığım paradan sana ne?” diye olayı çarpıtmaya ve onu geçmeye çalıştım. Yeniden önüme geçti ve ayakkabılarımızın burunları çarpıştı. Dip dibeydik, nefes dahi aldırmıyordu bana. Biriyle, bu denli yakın olmak beni çok geçmeden rahatsız etmeye başladı. Başımı çevirdim ve bana bu kadar yakın mesafeden bakmasın istedim. Bir adım da geri gittim ama eğilip bükülmemem yalan söylediğimi hissettirmemem lazımdı ona.
“Sence benim derdim senin kazandığın parayla olabilir mi yoksa bu bir üste çıkma tekniği mi?”
“Alparslan benden ne istiyorsun?”
“Bugün burada neden olduğunu kendi imkanlarımla değil, senin ağzından öğrenmek istiyorum. Firuze,” dedi. Öyle sinirimi bozan ve beni daha da uzaklaştıran şekilde ismimi söyledi ki suratımı ekşitmemek için zor tuttum. Adeta içi gitti. Bunu Alparslan’dan duymak çok rahatsız etti beni. “Bir şeylerin zoraki yapılmasından hoşlanmadığını farkındayım ve sana saygı duyup bunu yapmak istemiyorum. Şimdi bana anlat, neden bu kılıkta buradasın?”
“Yalan söylediğimi mi düşünüyorsun?” dedim ve güldüm. Yeniden gözlerine baktım. Başını eğmiş üstenci bir tavırla değil ama yine de üstten, ben söylemezsen bulacağını belli ederek bana bakıyordu, babam gibi otorite kurmaya çalışıyordu.
“Doğru söylemeyi tercih etmediğini biliyorum.”
“Kendi kendine uydurduğun saçmalıklar bunlar. Ailemle aram kötü ve kendime bir hayat kurmak istiyorum. Bunun için de düzenli bir işe ihtiyacım var, tek sebebi maddi değil iş arayışımın. Düzene ihtiyacım var ve hiçbir yere Atilla Akın’ın kızıyım diye alınmak istemiyorum. Bu kılıktayım çünkü tanınmak istemedim. En azından işe alınana kadar insanların benim kim olduğumu bilmesini istemedim. Bu kadar ama sen geldin ve batırdın. Böyle aniden geleceğine, dün sana haber uçtuğunda beni arayıp sorabilirdin ama diyorum ya Alparslan, sen zaten benim babama çok benziyorsun. Bu tarz karşındakinin onurunu zedelemeyecek iletişimler pek size göre değil. İyi ki geldin,” dedim ve ellerimi önümde birbirine bastırdım. “Tüm işimi batırdın,” diye tamamladım sahte bir minnetle.
Alparslan bu işin peşine düşerse, Yeliz’e baktığımı bulur ardından annesini, oradan da mesleğine
ulaşırsa- ki bir noktada Ecevit’i de fark ederdi- babam ve Bülent’ten sonra o da bize bela olurdu. Üstelik Alparslan’ı o kadar iyi tanımıyordum, yapacaklarını kestiremiyordum. Bülent gibi salak değildi. Babam onlarca dertle boğuşurken ve bu bizim için bir boşluk yaratırken ya da Ecevit babamı bir şekilde tehditle durdururken Alparslan’ın ne babam gibi boğuştuğu dertleri ne de Ecevit’in elinde onun için tehdit malzemesi vardı. Babam gibi illegalinkilerle boğuşan bir adam henüz olduğunu sanmıyordum.
Alparslan’ın elleri yeniden peruğuma gidecek gibi oldu ama ben geri çekildiğimde dokunmadı, aramıza açtığımız mesafeyi kapattı. Gözlerimin içine bakıyordu, bir yalancının başına gelecek en kötü şeylerden biriydi. “Yeni bir hayat kurmaya çalışıyorsun?” diye sordu. Manipüle tam olarak buydu işte. Zafer gülümsememi bastırdım.
“Babam ve babam gibiler izin verirse…”
Alparslan ağır aksak dudaklarını yaladı. Üzerinde siyah, jilet gibi bir takım elbise vardı. Tek bir noktasında bile ütü izi yoktu ya da tek bir noktasında bile düğme açmamış, yaka gevşetmemişti. Bu haliyle bile babamın gençliğini anımsatıyordu. Dudakları kıvrıldı bana bakarken. “İş görüşmesine gittiğin yerin bilgisayarını gizli saklı karıştırmak da yeni hayatının bir parçası mı?”
“Alparslan bu zırvalıkları dinlemeyeceğim,” dedim ve onu aşmaya çalıştım. Bana inanmayacaktı. Ki göreceğini de görmüştü. Bu saatten sonra doğrudan başkasına kulak asmayacaktı. Kaçmak en mantıklısıydı. Geçip giderken beni kolumdan tuttu. Hali hazırda haddinden fazla yakın haldeydik zaten. “Ne yaptığını sanıyorsun sen?” diye yükseldim ama ne yaptığını çok geçmeden fark ettim. Hâlâ avucumda tuttuğum kâğıt parçasını tek hamlede, boşluğumdan faydalanarak çekip aldı ve kâğıda baktı. Kâğıtta yazanı okumasına fırsat bile vermek istemedim.
Kâğıda uzandım ama hızla çekti. Hoyrat davranamadım çünkü okusa bile onun tam anlamıyla işine yaramayabilirdi ama yırtılırsa benim elimden tamamen kayıp giderdi ve biliyordum ki bir daha bu okula giremezdim. İşimiz zorlaşırdı. Kâğıdı havaya kaldırdı ve ulaşamayacağım noktaya getirdi. Topuklu ayakkabılarım üzerinde parmak uçlarıma yükseldim ve kolundan tutmaya çalıştım. Yazdığım şeyi tek bir kez bile okumuş olsaydım bir ihtimal hafızamda kalırdı ama stres anında okumadan, yalnızca görsel belleğime atarak yazdığım yedi haneyi hatırlamıyordum.
“Ver şunu.”
“Bu ne?”
“Alparslan ver dedim şunu!”
“Bunun ne olduğunu bana söyle Firuze ne yapmaya çalışıyorsun?”
“Sana kâğıdı ver dedim!”
Boğuşuyorduk diyemezdim. Alparslan dimdik duruyordu. Kolunu tamamen kaldırmış, kâğıdı asla ulaşamayacağım noktaya koymuştu. Neredeyse burun burunaydık ama gözüm yabancı bir erkekle olan konumu bile görmedi. O kâğıdı bırakıp arkamı dönüp gidemezdim. Hırçınca koluna asılmak istedim. Gerekirse koluna zarar verip, hatta belki canını yakıp, kolu az da olsa aşağı eğip o kâğıdı alacaktım. Bir kere o kâğıdı Ecevit kimin aldığını bilse onu tutamazdım.
“Alparslan ver diyorum sana şu kâğıdı!”
“Bana dürüst ol verec-”
Benim alabilmek için çırpındığım kâğıt ne bana kaldı ne de Alparslan’a. Bir el arka taraftan atik bir şekilde kâğıdı ucundan tuttu ve çekti, Alparslan bana vermeyeyim derken kâğıdın asıl sahibine kaptırdı. Ecevit kâğıdı aldığı gibi Alparslan’ı gelişigüzel kendine çevirdi ve sağa doğru itti, aramıza mesafe açtı. “Ne yapıyorsun lan sen?” diye sordu onun yüzüne bakarken bir taraftan da bana kâğıdı uzatıp. Kâğıdı elinden kaptım ve hızla çantama sıkıştırdım. 4431. Unutma Firuze.
Alparslan’ın kaşları havalandı ve Alparslan için her şey kafasında yerli yerine oturdu. Elini kaldırdı ve parmak şıklatıp Ecevit’i gösterdi. “Ha şöyle, bakın şimdi oldu.” Daha fazla dikkate almadı Ecevit’i ve yokmuş gibi bana baktı. “Neye alet ediyor seni?”
Ecevit hiç es vermeden açtıkları mesafeden Alparslan’ın üzerine yürüdü. “Benim suratıma bak, benim!” Yakasına yapışmak istedi ama Alparslan yine o kibriyle ve asla elinden bırakmayacağı kışkırtıcı tavırlarıyla ellerini kaldırdı ve Ecevit’ten uzaklaştı, yakasına dokunmasına izin vermedi. Hafif havalanan eli ileriye doğru kalktı ve bir işaret verdi. Korkuyla işaret verdiği yere döndüm. Sandım ki birilerini çağırdı ama hayır aksine bize yaklaşan kişileri durdurdu.
“Başlayacağım sana da o temiz yakana da seni o yakandan sallandırırım. Suratıma bak lan!” Hızla aralarına girdim ve Alparslan’ı arkama Ecevit’i önüme aldım. Kâğıdı almıştık, hiçbir derdimiz kalmamıştı, basıp gitmeliydik. Arkamdan koluma sarıldı eli. “Ben daha fazla bu adamın seni pis işlerinde maşa olarak kullanmasına müsaade etmeyeceğim.”
Ecevit kolumdaki eli hırçınca itti ve geriye doğru var gücüyle itti. “Dokunma!”
“Sen mi karar vereceksin buna?” diye bağırdı önce, devamında Alparslan’ın nefesini kulağıma yakın bir yerde hissettim. Geri çekilecek bir alanım bile yoktu. “Firuze arabaya geçelim.”
Tek amacım Ecevit’i, inip geldiği arabaya geri yürütmek, bindirmek ve hızla buradan uzaklaştırmaktı. İki bedenin arasında iki bedene de ayrı ayrı siper olmuştum. Bir adım öne gitsem Ecevit’le, bir adım geri yürüsem Alparslan’la bütün olacaktım. Alparslan’ın Ecevit’e saldırmak gibi bir amacı yoktu, yalnızca beni peşinden götürmek istiyordu ama aynısını yüzümün dönük olduğu ve boynundaki damarlar belirginleşmiş adam için söyleyemezdim. Ecevit’in hiperaktif bir çocuk gibi durmayan elleri, engel olamayacağım şekilde arkama uzandı ve hızla itti Alparslan’ı.
Gerek okula çok yakın olduğumuz için, gerek Alparslan’ın tek işaretiyle çevremize kaç kişinin toplanacağını bilmediğim için telaş yaptım ve Ecevit’i tutmaya çalıştım. “Ecevit yapma!”
“Bu mesafeden konuşacaksın!” İşaret parmağını ittiği adamın yüzüne salladı. Çenesi sivrildi, damarları korkutucu şekilde belirginleşmiş olan boynunu uzattı ve Alparslan’a doğru konuştu. “Firuze’yle konuşurken bu mesafeden konuşacaksın,”. Ne yaptı ne etti beni aştı, elime avucuma sığacak gibi değildi, öne doğru çıktı ve yine itti Alparslan’ı. Mesafeyi arttırdı ve harflerin üzere basa basa konuştu.
“Yetmez, bu mesafeden konuşacaksın.”
Benim kulağımda nefesini hissedeceğim adamın ne kadar yakınıma girdiğini Ecevit tümüyle görmüştü. Ben kollarından tutmasam yeniden bir atılım daha yapacak Alparslan’ı yine itecekti.
“Senin o küçük oyunları sana yediririm. Pezevenk. O gözlerini oyarım senin, şu mesafeden,” Ecevit mesafeye baktı ve tatmin olmadı. Ne yapacağını anladığımda önüne duvar ördüm. Aniden bana baktı ve “Ya beni bırak!” diye bağırdı. Sanki ben sokaktan geçen ve kavga ayırmaya çalışan öylesine biriydim. Söylediklerinin öznesi değildim. Öyle suçlayıcı ve öyle ‘sen nereden çıktın da niye beni tutuyorsun?’ der gibi bakıyordu.
“Ecevit yürü diyorum!”
Sinirlenince cüssesinin artması benim yanılsamam değilse, olayın sıcaklığıyla abartmıyorsam, normal bir anda daha kontrol edilebilir olan bedenine şimdi hiç hâkim olamayışımın sebebi buydu. Devleşti önümde öfkesi arttıkça. Boynu kıpkırmızı olmuş, damarları yarılacak gibi çıkıntı yapmış, yüzü taş kesilmişti. Durduramadım yeniden öne çıktı ve yine itti Alparslan’ı. Karşılık verebilir miydi? Verirdi. Vermiyordu. Kasti olarak vermiyordu, korktuğum başıma geldi ve Alparslan ileri doğru seslendi.
“Alalım vatandaşı. Firuze gel,” dedi karşısında öfkeden kuduran biri yokmuş gibi alabildiğine sakinken.
“Şu mesafeyi aşmayacaksın! Bakma Firuze’ye! Yüzüme bak, yüzüme! Yaklaşmayacaksın! Senin o aklınla oynarım. Senin o küçük aklını sektiririm. Adam mısın lan sen?”
“Adamlığı senden mi öğreneceğim?”
Yanımıza iki adam daha geldiğinde Alparslan’ın yapmadığını yapmaya çalıştılar ve Ecevit yanına yaklaşan ilk cinsine vurdu. Öyle itmedi, direkt olarak yumruk attı. “Lan bas git!” diye bağırdı. Okula baktım. Rezillik çıkacaktı. “Ben sana öğreteceğim adamlığı. Öyle konuştuğun kadının dibine girmemeyi öğreneceksin. O ağzından akan salyayı sana yediririm,” İkinci adamın ağzına dirseğini geçirdi. Tutsalar da baş edemiyorlardı. Eğer ki silahları varsa ateşlemeseler de çıkarırlardı. “Firuze’ye beş adımdan aşağı yaklaşmayacaksın. Sana destur çektiririm. Şerefsiz.”
Hayır, Ecevit’e varamıyordum. Alp’e döndüm. “Bin arabana git, al adamları bin arabana git!”
“Hanımefendi önden,” dedi ve aracını gösterdi. Yemin ederim ben de onu arabaya doğru itmek için hamle yaptım. Hâlâ sakin sakin konuşuyordu. İş çirkinleşmeye başladı. Hamlem yarıda kaldı ama. Ecevit kendi kendine koyduğu kuralı benim de aşmama izin vermedi. Boğuştuğu adamların arasında beni tuttu. “Mesafeyi kapatma!” diye adeta tükürdü. Elleri buz kesmişti, koluma dokununca anladım. Ecevit’i buradan çıkarmamın tek yolu arabaya gitmeye ve Alparslan’a ulaşma sevdasından vazgeçmekti.
“Sen arabaya yürü o zaman!”
Ecevit’in dibine girdim, kasten, bilhassa ve tamamen planlı olarak. Ecevit’i çekip almak için beni itmeleri gerekiyordu. Bana dokunurlarsa burada çirkinleşirdim. “Arabaya!”
“Dayağımı yiyecek!”
“Arabaya!”
“Firuze Hanım’a dokunmayın!” dedi bu kaosun arasında.
“Ben onun bu sefer o yakasını sökmezsem bana da Ali…”
“Döner onunla giderim.”
Duyduğuna inanamadı. Bu kez ben arkamı dönüp koşacakmışım gibi kolumdan tuttu. “Ne yaparsın, ne yaparsın?” Burayı temizlemenin iki yolu vardı. İki taraftan biri arabasına binip uzaklaşacaktı. Ecevit burada yeminler etmiş gibi davranırken tüm yükü bana bırakıyordu. Binerdim, iki sokak sonra inerdim, Alparslan’la kavga ederdim, ağzıma geleni söylerdim en azından. Şimdi okul tarafından polis çağırılmak üzereydi ya da çoktan çağırılmıştı. Gelenler de eli yakasında Alparslan’a tek bir şey yapmazdı, olan yine Ecevit’e olurdu. Ki zaten vurup döven oydu.
“Okulun dibindeyiz, polis çağıracaklar.”
“Ne yaparsın sen?” diye yine sordu.
“Ecevit seni zaten delirtmek için uğraşıyor!”
“Ne yaparım dedin?”
“Biner giderim,” dedim açıkça.
“Onunla?”
“Onunla. Başka çarem mi var şu an?” Arkasını dönüp arabaya gidecek ya da beni Alparslan’a itecek sandım bu öfkeyle. Yüzüme bakıp, “Bok gidersin,” demesini beklemedim.
Alp’in emriyle yanımıza gelmiş insanlar muhtemelen benim fark etmediğim ikinci bir emirle de durmuşlardı. Çenesine dirsek yiyen adamın ağzından kan geliyordu. Ecevit’i almak için birinin bana dokunması, tek başına beni tutması gerekiyordu. Ecevit kolumdan tuttu ve arabaya yönlendirdi beni. Ne kalın kafalı bir adamdı sanki yürümeyen bendim. Boşta olan eliyle mesafeyi işaret. “Destur çekeceksin,” dedi bağıra bağıra. “Beş adımdan fazla yaklaşmayacaksın, bu mesafeden konuşacaksın.”
Beni o çevirdi, onu ben ittim. “Firuze,” diye seslendiğinde bana Alparslan, tepkiyi ben değil Ecevit verdi. “Hâlâ Firuze diyor,” dedi kudurmuş gibi. Alparslan’ın sesi bile onu yerinde tepindirmeye yetiyordu. “Aklımı kaçıracağım Firuze diyor.”
“Bulacağımı biliyorsun değil mi?” diye devam etti Alparslan. Bulması mı daha kötüydü yoksa babama direkt gitmesi mi? Arkamı döndüm ve Alparslan’a baktım. Bana karşı zor kullanamazdı, ben onunla gitmek istemezsem götürmeye kalkışamazdı. Fiziken bir zorlama yapmayacağı psikolojik olarak bana baskı kurmayacağı anlamına gelmiyordu. Bana takıntımın geçmesini beklediğini söylemişti. Onun gözünde tam bugün o takıntı daha tehlikeli bir boyuta ulaşmıştı. Beni perukla bir müdür odasına evrak karıştırırken yakalamıştı. Ki şimdiye kadar gittiğim yerlerden en güvenli olan bugünkü okuldu. O da öfkeliydi görüyordum. Yalnızca son noktaya kadar Ecevit’in çok üstünde olduğunu sandığı için ve bunu bana kanıtlamak adına, kibrinden, egosundan aldığı gibi karşılık vermeyecekti.
Ecevit kapımı açtığında Alparslan’la göz gözeydik. O arabaya bindiğimde usulca başını salladı. Apaçık bir tehditti bu. Gözlerimi kaçırdım. Ecevit’e baktım. Melike için kuş beyinli, et yığını, fikirsiz Bülent de dahil olmuştu sözde ama onun bir şey beceremeyeceği en başından belliydi. Emindim ki biz daha yakındık Melike’ye. Ben o beceriksizi bile söyleyemezken Ecevit’e, Alparslan’ı hiç söyleyemezdim. Bülent gibi kötü bir niyetle Melike için bir tehlike miydi Alparslan? Değildi. Yeterli bir motivasyonu bile yoktu ama Ecevit’in vereceği tepkiyi tahmin bile edemiyordum.
Arabanın tekerlekleri zeminde adeta bağırdı ve Ecevit hızla bir U dönüşü yaptı. Kemerimi bağlarken çantamdan kâğıdı ve kalemi çıkardım. T.C. kimlik numarasının sonuna 4431 eklerken Yeliz Ökmen, diye başlık düştüm. Kâğıdı kaldırdım ve “Görev başarıyla tamamlandı,” dedim sakin bir sesle. Çünkü benim için o saniye tek önemli şey vardı. O da avuçlarımın arasındaydı. Ecevit kırmızı ışıkta durduğunda ona dönmüştüm elimdeki kâğıdı havalandırarak. İşaretparmağını yatay şekilde çenesine sürterken fark ettim ellerinin nasıl titrediğini. Çenesi ve hatta gözü seğiriyordu.
“Ecevit,” diye seslendim ona, kâğıdı usulca geri indirirken. Ses vermedi. “İyi misin?”
Camı açtı yola bakarken. “Bulduğum ilk fırsatta o adamı öyle bir döveceğim ki, hayatında öyle bir dayak yememiş olacak,” dedi tutuk bir sesle. Evet sesi tutuktu, konuşurken de çenesini tam olarak açamıyordu. Her seferinde yarım kalıyor, Alparslan’dan elle tutulur bir karşılık almadıkça, istediği gibi kavga edemedikçe nasıl deliriyor görüyordum ama sanırım bu sefer bardak taştı. İvme indi. Öfkesini atamadıkça kendi içinde patladı. Titriyordu.
Avuçiçini seğiren gözüne bastırdı sonra aynı elini çenesine yerleştirdi ve boynunu kütletti iki taraftan da. Bir şeyler söyleyecek oldu, dudakları aralandı ama konuşamadı, gözlerini yumdu ve soluklandı. Ağzının içinde mırıldandı. Arka koltukta olduğunu bildiğim suya uzandım. Şişenin kapağını açtım ve ona uzattım. “Al iç.”
Reddedecek sandım ama hayır, ihtiyacı vardı. Aldı üç yudumda yarım litrelik suyu içti. Tek eliyle plastik şişeyi ezdi ve küçülttü. Dişleri birbirine çarpıyordu. Alparslan’ı dövemediği için adeta yanımda atak geçiriyordu. Bu kadar mı dert edinmişti? “Bir fiske vuramadım,” dedi. Zorlukla seçtim harflerini. Boynunu yeniden kütletti. Benim içim titriyordu onun her baskısında. Boynu zarar görecek sanıyordum. “Bir fiske bile vuramadım.”
Elindeki plastiği usulca aldım ve bu kez sigarasını uzandım. Bunu hangi akılla yaptım bilmiyordum, sadece o an nikotine ihtiyacı olduğunu sezdim. Sigarasından bir adet çıkardım ve eline uzatmakla ağzına uzatmak arasında iki saniyelik bir tereddüt yaşadım. Dudaklarına uzatmayı tercih ettim. Ecevit hiç itiraz ya da müdahale etmeden parmak uçlarımdan kavradı sigarayı. Çakmağa uzandığım an penceresini kapattı ve rüzgârı engelledi. Yanan trafik ışığıyla beraber arabayı yeniden hareket ettirdi. Tek eli direksiyondayken sigarasını yakmaya çalıştım ama tekte ateşi denk getiremedim. Ecevit’in başını eğmesini bekledim ama boşta olan eliyle bileğime dokundu, kendisi eğilmedi elimi yükseltti ve çakmağı yeniden yaktım. Ali Ecevit Tarhan sigaradan ilk nefesi, ektiği tohuma can suyu verir gibi, sigarayı zehir gibi değil bir şifayı benimser gibi, sahiplenerek, korkunç bir zevkle, gözlerini kısa bir an yumarken çekti. Çakmaktan çektim parmak ucumu ve yutkunarak Ecevit’in mimiklerini izledim.
Ali Ecevit’e sigaradan başka ve hatta benim için sigara da dahil bu zevki veren varsa canı cehennemeydi.
Elimi kucağıma geri çektim ama Ecevit’ten gözlerimi almadım. Camı yeniden açtı ve işaret ve ortaparmağının arasına sigarayı sıkıştırdı, önce burnundan ardından ağzından dumanı aheste aheste döktü. “Seni mi takip ediyormuş o sik kırığı?”
Boğazımı temizledim ve önüme döndüm. Ben ağız dolusu küfür de etsem hemen arkasından Ecevit’in küfrü yine kulağımı tırmalayacaktı. “Babası okulun büyük ortağıymış. Dün CV ulaşır ulaşmaz haber gönderdiler muhtemelen. Çabucak dönüş almamın sebebi tesadüf değilmiş.”
Sigara tuttuğu elini cama yasladı ve bileğiyle şakağını ovmaya başladı. “Haberin yok muydu sahibi olduğundan?”
“Hayır tabi ki Ecevit. Bilsem böyle bir risk alır mıydım? Yiğit’ler böyledir. En olmadık yerlerde ortaklıkları çıkar. Hastane, okul, otel… Ülkeye parsel parsel yayılmışlar.”
Ağzının içinde küfretti ama duydum. “Evveliyatını sikeyim onların,” dedi kısık sesle. Görmezden gelmek kolay oldu, duymadığımı sandı zaten.
“Ben tam bilgisayar başında kızın kimlik numarasını yazarken girdi ama aldım. Yani bir kısmını yazdım bir kısmını da aklımda tuttum. Aldım şu an yani elimizde. Hallettim. İşimizi görür. Adı soyadı, kimlik numarası…”
“Bir münasebetiniz oldu mu sizin o herifle daha önce?”
İşin doğrusu, ben Ecevit’in derdinin bir noktada içindeki öfkeyi atamayış olduğunu görürken diğer bir noktada da işine çomak soktuğundan çok rahatsız olduğunu düşünüyordum. Yani Alparslan bugün gelmişti ve Ecevit’in kardeşine giden yolda bizi sekteye uğratmaya çalışmıştı, ayağımıza dolanmaya çalışıyordu. Ecevit’i bu çılgına çeviriyor, bana olan ilgisi de buna sebep oluyor diye bana olan ilgiye de öfke kusuyordu. Öyle düşünüyordum çünkü benim elimde avucumda başka bir şey yoktu. Bir avuç bulgurum varsa, kebap çıkaramazdım. Bir tas çorbam varsa, benden yemek bekleyen birine karnını doyurma sözü de veremezdim. Kuru ekmeğim varsa kimseye lezzetli bir tokluk da vadedemezdim.
Lakin Ali Ecevit, bu soruyu öyle kuytu, öyle derin, öyle sessiz bana sormuştu ki; içimdeki zilli değil, bir başka şey, parmak uçlarımla kalbimi dürttü. Bu sorunun ucu sanki hiç Melike’yi bulma yoluna dokunmuyordu. Büsbütün kendi merakıydı.
“Hayır,” dedim hızla. Neden anlamam, bilmem etmem, Ecevit’in aksini düşünmesinden ölesiye korktum. Sanki düşünse, sansa ya da kanıya varsa kendimi çok mahcup, suçlu ya da kötü hissedecektim. Üzerime yapışacak kalacak bu durum ve ben temizleyemeyecektim. “Hayır hiçbir şey olmadı.” Bir kez bile dönüp bana bakmıyordu. Çok telaş yaptım bana inanmayacak diye. Halbuki inanmasa ne olurdu ki? Öncesinde Alparslan’la bir şey yaşadığımı düşünse şimdi ne değişecekti onun gözündeki bende? Yine de istemiyordum işte.
Sigarasını dudaklarının arasında kıstırdı, yanaklarını çöktürene kadar nefes çekerken parmaklarını ayırmıştı sigaradan ama elini uzaklaştırmamıştı. Sigara iki parmağının arasında kalmaya devam ediyordu. Çekebildiğini çekince parmak aralarını yeniden değdirdi sigaraya ve ağzından uzaklaştırdı.
“Aileler arasında açık seçik bir şey konuşuldu mu? Bir sohbet döndü mü? Bir ima yapıldı mı sana
açıkça?”
Sormaya devam ediyordu. İçimdeki dürtü artıyordu. Hayır bu Firuze değildi. Ben onun o gürültülü sevincini biliyordum. Zaten bu sorular bir sevince mahal olmalı mıydı o da ben de bilmiyordum. Yalnızca karman çorman oldum. Korktum sadece. Onu ikna edemem diye. “Hayır olmadı,” dedim. Kimse gelip bana Alparslan’la evleneceksin dememişti ya da onun ailesinden gelinlikle alakalı bir ima hiç duymamıştım. Alparslan kullandığı metaforlarla niyetini belli ediyordu ama somut tek bir cümle yoktu. Ne onlar teklif etmiş ne de ben reddetmiştim. Bu konuda hiç açık kapı bırakmıyordum, karşı taraf da ret yemekten çekiniyordu. “Hiçbir şey olmadı. Kimse bana açıkça bir şey söylemedi, söylemezler de. Alacakları cevap belli, o konuma düşmek isteyecek bir aile değil. Yiğit ailesiyle hiçbir konuda konuşmadım.”
Tüm dürüstlüğümle kendimi açıklamaya çalışıyor, Ecevit cevap vermedikçe daha uzun cümleler kurmak zorunda hissediyordum kendimi. Ne Ecevit’e ne de bana ne olduğunu farkındaydım. Adını koyamıyor, lisandan uygun bir sözcük seçemiyor ve açıklayamıyordum. Sadece onun elleri titriyordu ben de çok aceleciydim. “Herif sana, senin…” diye geveledi. Cümleyi toparlayamadı. “Sana o kadar yaklaşmasına izin verme. Bak farkında değilsin,” dedi ve elini yola doğru hafifçe kaldırdı. “Ne yapmaya çalıştığının farkında değilsin. İyi niyetle yapmıyor, dibine girmesine, temas kurmasına izin verme. Yaklaştırma kendine.”
“Kâğıdı almıştı benden.”
“Alsın! Yine bulurduk. Okuldan çağırılmasaydın bir şekilde bulmayacak mıydık? Bulacaktık. Elinde ne olursa olsun, bak ne olursa olsun, dön arkanı canın cehenneme de uzaklaş. Sen niye,” duraksadı, çok kötü bir anı hatırlamış gibi yüzünü eğip büktü. “Sen neden izin veriyorsun Firuze? Adam seninle,” durdu ve sigarayı dudaklarında tuttu, direksiyonu da tamamen bıraktı ve iki elinin avuçiçlerini birbirine bastırdı. Ellerine baktım. En son parmak uçlarımızla kavga etmiştik. Şimdi işler büyüdü ve eller birleşti. Direksiyonu yeniden kavradığında sigarayı da aldı ve konuştu. “Bu konuma gelmiş. Sen niye buna fırsat veriyorsun? Bir daha,” dedi işaretparmağını salladı. “Bir daha sakın asla, elinde ne olursa olsun sana bunu yapmasına izin verme. Onun o sikik aklından kim bilir neler geçiyor. Bir daha sakın. Beş adımdan fazla yaklaştırma kendine. Tamam mı Firuze? Elinde ne olursa olsun. Bizim işimize yarayacak çok önemli bir şey de olsa. Tamam mı Firuze?” diye tekrar etti.
Kucağıma düşürdüğüm kâğıdı kaldırdım ve tüm bu cümlelere karşılık, “Kâğıdı aldım ama…” dedim. Buna odaklanalım, gerekirse bu konuda beni tebrik edelim istiyordum. Çok önemli bir şey söylüyordum.
“Ya yav-“ Son birkaç cümlesi gibi bu da yarım kaldı. Tamamlayamadı. Soluklandı. “Firuze,” dedi. “Farkında değilsin. Tamam mı? Sen o pezevengi farkında değilsin. Ne olursa olsun. Her neyse. Tamam mı?”
Alparslan’ın bu vakte kadar beni fiziksel olarak rahatsız eden hamlelerini düşündüm. Sergide zoraki koluma girmişti, bir de babamın vurulduğu gün bana sarılacak gibi olmuştu. Bugünü saymazsam aklıma sadece bunlar geldi. Ecevit’e baktım. Bir erkek olarak onun fark ettikleri daha fazlaydı belki de bilmiyordum ama benim fark etmediğim şey Alparslan’ın ilgili bakışlarının altında bana karşı bir arzu da olduğuydu. Bilmiyordum. Alparslan bir noktada hep mesafeli durmayı biliyordu ve ben Alparslan’a bunu anlayacak kadar uzun bakmazdım.
“Firuze tamam mı?” diye sordu yine. Önüme döndüm ve bacak bacak üstüne attım. Her ne olursa olsun diyordu. Benim bu tarz şeyleri umursamayacağım anlar olabilirdi. Tamam demek istemiyordum. Bu kâğıdı ne olursa olsun ona bırakmazdım mesela. “Firuze,” diye seslendi. “Niye tamam demiyorsun? Tamam de,” diye ısrar etti.
“Tamam,” dedim ama söz veremezdim. Ben zaten bir amacın hararetinde değilsem bir erkekle öyle bir konuma gelmekten rahatsız olurdum. Engellerdim. Rahatsız olurdum… Ecevit’e baktım. Bir erkekle öyle bir konuma gelmekten rahatsız olurdum zaten ben. Ecevit’e baktım ve istemsizce iç geçirdim. Önüme döndüm.
“Bir fiske bile vuramadım,” dedi Ecevit yine. Sayıkladı desem daha doğru olurdu. “Beş adımı geçmeyecek… Yavşak pezevenk… Piç kurusu. Bir fiske bile vuramadım.”
Yol boyunca başka da bir şey konuşmadık. Çünkü Ecevit’in titremesi yine arttı. Çenesi kilitlendi bir de sanırım. Ağzını minik minik açıp kapattı egzersiz yapar gibi. Kaç tane sigara yaktı bilmem, dörtten sonra saymayı bıraktım. Birkaç kez bana baktı. İnanmıştı. Yani söylediklerime inanmıştı. Bana inanmayacak diye öylesine korkmuştum ki, benim de sakinleşmem zaman aldı. Suçlu mu olacaktım ki? Alparslan’la bir şey yaşamış olsam ya da böyle bir konunun içinde geçmem beni suçlu mu yapardı? Yapmazdı. Mantığımla kalbim çatıştı adeta. Hissettiğimle düşündüğüm ortak paydada buluşmadı.
Ecevit bir noktada arabayı park edip durdu. Bir süper marketin önüydü. “Bir şey istiyor musun?” diye sordu. Sigara alacaktı sanırım. “Hayır,” dedim yalnızca. “Geliyorum ben hemen.”
O hemen deyince, ben de hemen gelir sandım. Sıra vardı galiba. Gelmesi uzun sürdü ama geldiğinde sebebin sıra olmadığını anladım. Elinde iki tane dolu dolu torbayla bindi arabaya. Atölyeye gideceğimizi sandığım için “Niye aldın ki onları, dolap daha doluydu,” dedim. Halbuki dün konuşmuştuk. Bugün gideceğim demişti. O vakit, tam o vakit, o bir avuç bulgurum, bir kuru ekmeğim bile boğazıma dizildi. Ecevit bugün gidiyordu…
“Eve aldım,” dedi. “Benim dolap boş. Bir de kediye mama aldım. Sordun mu birilerine?”
Hayır… Unutmuştum. İnanmayacaktı ama yemin ederim unutmuştum. Sessizliğimden anladı cevabımı. “Aferin sana,” dedi ama hiç de çocukluktan seslenmedi. Gayet kızdı yirmi sekiz yaşından bana.
“Sana hatırlat bana dedim.”
“Firuze!” diye kızdı bana. Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Bak hayvanı aldık, yapayalnız, bir eve koyduk. Annesi vardı belki ya da bakan seven vardı, kendi doğasından kopardık.”
“Ama çok karanlıktı,” dedim. Ben aldığımıza pişman değildim. Bu durum, o karanlıkla minicik bedeni ve kalbiyle savaşmasından daha kötü değildi. En azından sıcacık bir evdeydi. Güvendeydi.
“E güneş batıyor ya Firuze. O yüzden sanki,” dedi bilmiş bilmiş.
“Hava da çok soğuktu ama. Şimdi deme kış geldi ya diye. Senin evin güvenli, sıcak en azından. Yemeği de veriliyor. Tamam seven yok ama en azından rahat yaşıyor.”
“Birini bul.”
“Bulacağım Ecevit. Sen de biraz misafirperver ol. Avuç kadar kedi, sanki ne yaptı sana.”
Nefesini daralttım ve çatık kaşlarıyla bana baktı. Bakabileceğimi bilsem alacaktım yanıma ama biliyordum. Belki Ecevit’in evde yokken ona sağladığı mamayı bile sağlayamazdım. Atölyem hep çok sıcak da olmazdı. Bazen kapıyı da açık unuturdum. Ben sorumsuzdum, benim kendime karşı duyduğum sorumluluk bile yoktu. O kediye yapacağım en büyük kötülük onu, evi olmayan birinin yanına almaktı. Hem de Ecevit’ten alıp. Halbuki Ecevit, onu cebine attıktan sonra diyar diyar dolansa bile yine de onu evsiz bırakmazdı. İç çektim.
“Atölyeye bırakıp hemen gidecek misin? İstersen gel bir çay iç önce,” dedim uysal bir sesle. Artık çaydanlığım da çay makinem de vardı. Ecevit’i gönül rahatlığıyla çaya çağırabiliyordum. Bu rahatlık hemencecik sesime yansıdı. Beni reddetmez sandım. Bilmiyorum belki de ben zaten çok ileri gidiyordum.
“Yok,” dedi. Herhalde ret yedikten sonra surat asmamak, böyle kollarımı önümde bağlayıp bir çocuk gibi mızmızlanmamak en zorlarından biriydi. Bir yetişkin gibi hafifçe gülümsemem ve “Peki,” demem gerekiyordu. Yaptım da. Artık yaparken çok zorlanmıyordum bu rolü. Ama o içimdeki zilli var ya zilli, kollarını önünde bağlayıp çaydanlık aldık ama diye söylenmeye başladı. Sınırsız istekleri vardı. O çaydanlığı aldıysam ona göre Ecevit daima çay tekliflerimi kabul etmeliydi.
“Atölyeyi geçtim zaten.”
Çaydanlık aldık ama, söylesene. Kendime mi aldım o çaydanlığı, söylesene. Sana aldık. Gelsene. Gelsin, söylesene. Gelsin, işi ne? Eve de gidip çay içecek. Gelsin çay demleyelim ona. Gelsin işte, söylesene.
Ben bu cümlelerle boğuşurken hiç duymadım Ecevit’i. “Geride kaldı. Trafik yoğun geri dönemem şimdi. Akşam bırakırım seni. Dinliyor musun beni? Firuze!”
“Ne?”
“Atölye geride kaldı diyorum. Dönmeyi unuttum kavşaktan. Trafik yoğun gözüküyor. Akşam bırakırım seni.”
Yola baktım. Benim öyle yol yönüm iyi değildi. Fark etmemiştim. Bir de geçmediğim bir yoldu hiç fark etmemiştim. “Geride mi kaldı? Neredeyiz şu an? Ben taksiye bineyim o zaman. Çok mu uzaklaştık?”
Araba daha marketin önündeydi. Sağa sola bakındım. Ana caddedeydik zaten. Karşıya geçip binmem lazımdı. “Yok olmaz öyle,” dedi arabayı hareket ettirirken. “Ben akşam bırakırım seni. Bana az kaldı. Gidelim kedi için de ara birilerini. Fotoğrafını çek at insanlara. Hallet o işi bugün.”
“Akşam bir de o yoldan geri mi döneceksin?” dedim. Evine gitmek, kediyi görmek isterdim. Çok isterdim. Olmadı akşam taksiyle dönerdim. Ne fark ederdi ki?
“Dönerim bir şey olmaz,” dedi Ecevit. Tekrardan aksi bir şey söylemedim. Çünkü gitmek istedim. O bu tarz şeyleri çok havada söylerdi, hemencecik vazgeçerdi -keyfin bilir diyerek- direksiyonu kırıverirdi. Tamam bende çay içmiyorsak onda çay içebilirdik. Mutluluğumu belli etmemeye çalıştım. Ecevit’in evine gitmeyeli aylar olmuştu sanki. Halbuki Ecevit geleli aylar olmuştu.
“Taksiyle de dönerim ben fark etmez.”
Ecevit cevap vermedi. İkimiz de çok temkinliydik sanki. Evinden son çıkışımda uzun uzun bakmıştım her yere. Bir daha da gitmem, bir sebep bulamam demiştim. Gidiyordum işte. Yatılı kalmaya gerek yoktu ki? Çay içmeye, yemek yemeye, kahve içmeye gidip gelebilirdik. İki normal insan gibi tıpkı… Yaralanmadan, başımıza bir şey gelmeden, bir kaostan sonra olmak zorunda değildi. Ellerimi bacaklarımın altına sıkıştırırken başımdaki peruğu hatırladım. “Bunu da çıkarmadım,” dedim gülerek. “Hiç uyarmıyorsun.”
“Gözümün önünü görüyordum çünkü ben,” dedi. Evet tamam çenesi kilitlenmişti haklıydı. Peruğu dikkatle çıkardım saçlarımdan. Sonra da gözlükleri. Hanımeli kokulu spreyimden sıkıp topladığım saçlarımı açtım ve yavaşça omuzlarımdan aşağı döküldü. “Saçlarımı siyaha mı boyatsam?” diye mırıldandım kendi kendime. Ecevit iç geçirdi, sanki sıkıntıyla. Aynadan artık çok uzamış perçemlerimi düzelttim ve diplerine masaj yaptım. Fırlamasın sağdan soldan diye sıkıca toplamıştım ama ben derime yapışmış saçı hiç sevmezdim. Net topuzlardan, saç boyasından, kısa saçtan… Hiç hoşlanmazdım.
Saçlarımı tek tarafta topladım ve başımı cama yasladım. Bu gece yemek yer miydik acaba Ecevit’te? Yoksa yemek yemeden mi gitmemi isterdi? Aç mısın diye sorarsa değilim diyebilirdim ama yemek hazırlarsa oturur afiyetle yerdim. Çay içtikten sonra trafik azalırsa bırakayım derse hani yemek diyemezdim. Umarım yemekten sonra söylerdi. Kasıklarımda birkaç dakika sonra son iki gündür beni yoklayan bir ağrı hissettim yine. Bitki çayıyla desteklemem ve regli sökerek atmam lazımdı ama hiç öyle bir isteğim de planım da yoktu. Ne zaman olursam artık, onu bekleyecektim. Günlerce ne soğan kürü ne de ada çayı içemezdim.
Ecevit iç geçire geçire sakinleştirdi sanırım kendini. Arabayı otoparka park ettiğinde artık elleri titremiyordu ve boynundaki damarlar görünmüyordu. Torbalardan birini almak istedim ama müsaade etmedi. İkisini de kendisi aldı, peruğu arabada unuttum, dönüp de almayı teklif etmedim. Dönecektim zaten. Asansöre bindiğimizde aynadan saçlarımı düzelttim tekrardan. Yine sürdüğüm abartılı ve çirkin makyaja baktım. Yukarı çıkınca yıkayacaktım. En azından akabildiği kadar aksaydı. Toplama şeklimden dolayı çabuk şekil alan saçlarım dalgalanmıştı. Onları elimle düzelttim. Üzerimdeki salaş kazağı düzelttim. Eteğimin içine sıkıştırmıştım, çıkardım eteğin üzerine bıraktım. Neredeyse birdi etekle boyları. Yakası da çok genişti. Öne ya da arkaya doğru kontrolsüz açılmasın diye tek omzumdan sarkıttım. İçimdeki sutyen straplezdi zaten, lastiği gözükmedi.
Kafamı çevirdiğimde Ecevit’le göz göze geldik. Asansör kapısı açıldı ve hiçbir şey söylemeden ilk o indi. Arkasından ben indim. O kapıyı açarken ben de çizmelerimin zincirini açtım duvara yaslanarak. Ecevit kapıyı açar açmaz kapının önünde minicik bir kıpırtı gözüktü. Dürüst olayım başta fare sandım ama Ecevit zaten onu düşünerek açtı kapıyı. Hızla eğildi ve kucağına aldı. “Küçük aslan,” dedi. “Hayırdır nereye?” Biraz zorlanıyordum desteksiz çizmeleri çıkarırken. Ecevit dönüp fark ettiğinde elindeki torbaları bıraktı ve elini bana uzattı. Hemen tutuverdim. Bir elinde küçük bir aslan, diğer elinde ben vardım. İkimizi de tuttu. Bence çok güçlüydü. Öyle hissettim işte. Daha ağır şeyleri kaldırdığına şahit olmuştum ama iki eliyle iki canlıyı tutması beni öyle çocukça bir düşünceye itti.
Yavru kedi, sanki gecelerdir Ecevit’in koynunda yatıyormuş gibi patilerini açarak yüzüne ve boynuna tutundu. Biraz arsızdı sanırım. Ben onun yerinde olsam sinerdim bir köşeye günlerdir gelmemiş ve beni bu eve atıp yok olmuş bir yabancıya çok temkinli, biraz hırçın ve çok mesafeli yaklaşırdım.
Çizmelerimi çıkardığımda merdiven boşluğundan rüzgâr çarptı bacaklarıma. Sabah çok acele edince, giyeceğim külotlu çorap kaçmıştı, ben de yenisini aramadan giymemiştim. Yalın bacak girdim eve. Ecevit söylemeden kendim terlik aldım ve giydim. “İşemedin inşallah ortalığa?” dedi Ecevit omzuna kuş gibi konmuş kediye bakarken. Yerlere baktım. Suyunun olduğu yer biraz ıslaktı bir de sanırım tuvalet eğitimi yeni olduğu için kum olmuştu biraz ortalık. Onun dışında çok yoğun bir koku da ortalığa yapılmış bir dışkı da yoktu. “Kumunu temizledin mi?” Kediyle konuşuyordu. Kapı önündeki torbaları aldım ve mutfağa geçtim. “Temizlemem bak ben, işim olmaz. Herkes kendi pisliğini temizleyecek. Temizleyemeyeceksen git klozete yap.”
Kumunun önüne çöktüler beraber. Kedi öyle omzunda oturunca fark ettim. Büyümüştü. Kesinlikle büyümüştü. Belki dağlar kadar bir fark değildi ama büyümüştü.
Çay suyu koydum hemen. Özlemle bakındım ortalığa. Her şey bıraktığım gibiydi. Kaşla göz arasında bardak dolabına baktım. Aldığım bardak olduğu yerde duruyordu, çöpe atılmamıştı. Burada kahvaltı yaptığımız sabah Ecevit bana öylesine tepkiliydi ki, atacağına neredeyse emindim.
“Üzerini değiştirmek istersen git al dolaptan,” dedi. Çaydanlığı ve çayı çıkardım.
“Yok ya iyiyim böyle. Akşam gideceğim zaten, gir çıkar olmasın.”
Ve paspal paspal dolanmayayım… Kafadan kırık bir ressam gibi olmaya bile razıyım.
“Sen bilirsin,” dedi Ecevit ve torbalara yöneldi. Tam o sıra omzundakiyle göz göze geldik. Bana sanki Ecevit’i ondan çalmışım gibi bakıyordu. Ama bilmeliydi ki Ecevit’i onunla paylaşmıştım. Zaten ben olmasam Ecevit sahiplenmezdi, evet ben olmasam evine de gelirdi ama… Her neyse, gülümsedim bana bakan çakmak çakmak gözlere. Onun da gözleri yeşildi. İlk kez bu kadar net fark ettim. Öncekilerde pek göz göze gelmediğimiz gibi zaten daha da minikti. Şimdi gözleri bile büyümüştü. Hatta dikkatle bakınca benim gözlerime biraz benziyor bile denirdi. Hatta onun tüm gözü yeşildi, ortadaki siyah nokta bile seçilmiyordu. Zaten kendisi de katran karasıydı, gözleri iyice dikkat çekiyordu.
Ecevit yaş mama çıkardı ve bir kâse aldı dolaptan. Mamayı dikkatle dökerken o küçük burnundan aldığı nefesler arttı, neredeyse atlayacaktı. “Gel bakalım,” dedi Ecevit ve kuru mamasının yanına koydu. Onu da omzundan alıp indirdi. Yanından doğrulurken “Ben bir üzerimi değiştireyim,” dedi yalnızca. Başımı salladım. Önce torbalara yöneldim. Üç küçük kavanoz pesto sos almıştı, üç paket krema, peynir, yumurta, biraz domates, yer fıstığı, birkaç paket çikolata ve süt almıştı. Yerini bildiklerimi yerleştirdim hızla ve sonra tüm ilgimi kediye verdim. Az ötesinde çömeldim ve onu izlemeye başladım. Şu kuru mama açıkta olmasa günlerdir aç olduğunu sanacaktım. Ağzına koca bir lokma alıyor sonra başını kaldırıp çiğniyor ve yutuyordu. Biraz sert olsa yediği, boğulurdu maazallah.
Ecevit çıkana kadar kediyi izledim. Çıkınca, “Ne oldu?” diye sordu.
“Çok aç.”
“Hayır sadece aç gözlü. Ne yapıyorsun sen şu an?” Çaydanlığa çay koyuyordu.
“Hızlı yiyor, boğulur diye bakıyorum,” dedim yine. Biz bu anı sanırım ikinci kez yaşıyorduk.
“Boğulur mu?”
“Bebek sonuçta daha.”
“Günlerdir tek yaşıyor, bir şey olmadıysa hiç olmaz.” Çay suyundan biraz çayına ekledi ve ıslattı. Henüz fokur fokur kaynamamıştı. “Ver bakalım şu kâğıdı bana, sorup soruşturayım. Kızın kütüğünü bulalım.” Kedinin son lokmasını almasına kadar bekledim öyle kalktım yerimden. Çantamdan kâğıdı çıkardım ve Ecevit’e uzattım.
“Ben de sordurabilirim.”
“Hallederim ben,” dedi. O içeriye doğru gidince kedisi de beni görüp yanıma geldi. Belki bacaklarım çıplak olmasa, arada bir kumaş parçası olsa irkilmezdim ama kendimi geri çektim. Tüm bacaklarımı kastım. Hayır ben korkardım. Sürtünmeye çalıştı ama o kadar cesaretim yoktu. “Yok,” dedim beni anlayacakmış gibi. “Ecevit’e git. Hayır hayır,” Kuyruğu bacağım sürtündüğünde biraz kanım çekildi. Çıplak tenimde onu hissetmek… Bilmiyorum saçmaydı ama korkuyordum. Hızla üstünden atladım ve Ecevit’in yanına gittim.
“Ecevit,” dedim. Telefonuna bakıyordu. “Ben dokunamıyorum. Alsana sen onu.”
“Tamam dokunma?”
“Bacaklarıma sürtünüyor,” dedim. Sarkıtmadım aşağı doğru kendime çektim ve yatay şekilde bağdaş kurduğumda Ecevit bacaklarıma baktı. Sonra bir kez kediye sonra yeniden bacaklarıma. Çizmeyi çıkarınca sütun gibi çıkıvermişti ortaya. Tırmanamadı ama bana bakıyordu. Bacaklarımı indirsem hemen tırnaklarını geçirecekti. Ecevit boğazını temizledi ve başını telefona indirdi. Hiçbir şey söylemedi. İnsan biraz sahip çıkardı kedisine. Kediyle bakışıyorduk. Yeşil gözlerini bana dikmişti. Ve insanların bu büyü işlerini de nazarı da falı da neden renkli gözlülerden bildiğini anlamaya başladım. Kitlenip bakıyordu, ürkütücü olmaya başladı bir yerden sonra.
“Üşümüyor musun sen?”
“Hı?”
“Üşümüyor musun sen? Firuze tırmanamaz buraya, ne bakıp duruyorsun?”
“O bana bakıyor,” dedim ve işaret ettim. “Baksana. Gözleri de yemyeşil. Büyücülere benziyor.”
Ecevit gözlerini bana çevirdi ve benim gözlerime baktı. Cıkladı ve başını eğdi. “Sabır selamet,” dedi yine ne olduysa. Ecevit eğildi ve aldı kediyi. Kucağına çekti. “Büyücü diyor sana,” diye konuştu. Benden uzak köşeye koymuştu. “Kendi gözlerine bakmadan büyücü diyor sana.”
Tamam benim gözlerim de yeşil olabilirdi ama kimseye dikmezdim öyle gözlerimi. “Ben kimseye öyle gözlerimi dikip bakmıyorum.”
“Sen bakmıyorsun?” diye sordu hayretle.
“Evet, ben bakmıyorum. Ne zaman kime baktım? Ben öyle kimseye bakmam zaten beş saniyeden fazla.” Başını gelişine salladı. “Kime bakıyorum, ne zaman bakmışım? Söyle madem. Bakmam ben kimseye.” Gözlerimi hızla kaçırırdım hatta. Hiç bakmazdım. “Cevap versene ya. Cidden ben kimselere bakmam. Hatta insanlar bozulur.”
“Kim bozulur?” diye sordu. Bunu söylerken annemle katıldığım davetlerde bana sık sık söylenen, Firuze Hanım’la göz göze bakmaya bile nail olamadık tarzında cümleleri referans almıştım. İnsanlar bana bakarken, özellikle benimle evlenmek için benimle konuştuğunu bildiğim karşı cinsse, uzun uzun kendinden bahsediyorsa ya da uzun uzun benden bahsediyorsa karşıya dikerdim gözlerimi. Kısa kısa gözlerimi değdirirdim, hafifçe gülümserdim. Öyle güzel şekilde ulaşılmazı oynardım ki insanlar beni zor sanırdı. Halbuki benim orada olmaya bile hiç hevesim olmazdı. Annem İnci’yi oralara götürmesin, bana yaptığı gibi tepkilerini törpülemesin diye zaten alıştım diye ben katlanırdım. Zaten en büyük kızı bendim, ben gitmeliydim.
Nemrut derdi annem. Nemrudun, suratsızın tekisin. Ama bu halinle daha çok insanın dikkatini çekiyorsun. Amacın dikkat çekmemekse eğer bil diye söylüyorum. Gizemli havalarına bayılıyorlar.
Anne derdim, ben gizemli değilim ki. Benim anlatacak bir şeyim yok.
O koca koca insanların anlattığı üniversite anıları, yurt dışı tatillerinin yanında ben ne yaşamıştım ki? Bunu Ecevit’in yanında düşünmek bana mahcup hissettirdi ama o beni duymuyor diye düşünmeye devam ettim. Onları kıskanmıyordum bile. Herhalde on sekiz yaşında dinlesem kıskanırdım ama yirmilerimde dinlemek o yaşantılarına karşı koca bir isteksizlikten başka bir şey vermiyordu bana. Yirmilerindeki Firuze’nin içinde, on sekiz yaşındaki Firuze’nin gidemediği Mimar Sinan Üniversitesi bile ukde değildi. Herhalde şimdi yapmak istediğim tek şey, elime fırsat geçerse, yalnızca, içimde kaldığını hissettiğim, Ecevit’le İstanbul’a gitmekti. Beyaz elbisemi giyip, bordo ayakkabılarımı ayağıma takıp İstanbul’a gitmek. Başka da bir şey yoktu. O yüzden ne onların hayatına ilgi duyuyor ne de onları kıskanıyordum. Ketum bir tavırla dinliyordum. Ve aslında bana değil babama duydukları ilgiyle ilgilenmiyordum. Hepsi için biçilmiş kaftan olan ben değildim babamdı. Onlar da görüntümü beğenince bir de, üstüne bu sessiz hallerime takılı kalınca, benimle büyük büyük hayaller kuruyorlardı.
Keşke babam hepsiyle evlenebilseydi.
“Kime dik dik bakmışım? Cevap ver ya. Öyle söyleyip kaçıyorsun? Ben kimseye dik dik bakmam. Söyle, kime bakmışım.”
“Kim bozulur?” diye tekrar etti.
“Söylesene Ecevit? Kime dik dik bakmışım ya? Söyle ya! Söyle.” O kadar çok tekrar ettim ki bunu, darladığımı bilerek ama cevabın da peşinden ayrılmadan ısrar ettim. Kolundan dürttüm hatta o da söylesin diye.
“Allah’ım hesap soruyor,” dedi başını çevirirken dayanamayıp. “Hesap soruyor, kafayı yiyeceğim hesap soruyor!”
“Başladın yine,” dedim sıkılmış bir sesle. Kalktım yerimden çayı tamamen demlemek için. “Hesap sormuyorum soru soruyorum. Yalan söylüyorsun zaten. Kimseye bakmıyorum.”
“Tabi… Allah’tan yan koltuğunda uyudum kaç gece,” dedi ama o. Gece vakitlerinde, ben biraz zor uyuduğum için Ecevit’in de yanı başımda uyuduğuna içten içe inanamadım için gözlerimi dikip onu izlediğimi anımsadım. Aslında bu biraz daha zillinin işiydi ben o kadar cesur değildim. İlk gece Ecevit bakışlarımdan rahatsız olduğu için sırtını dönmüştü hatta. Ben de sırtını izlemeye başlamıştım. Sonra yavaş yavaş alışmıştı. Benim ona diktiğim gözlerim bir zaman sonra kayıp kapanıyordu zaten.
“Gözüm dalıyordu,” dedim çayı tamamlarken.
“Bir göz kırk dakika bir yere dalar mı Firuze?”
“Olabilir. Niye olmasın? Sen de saat saymışsın. Yuh sana Ecevit ya.”
Öne doğru geri çıktım ama koltuğa oturmadım. Mutfak ve salonu ayıran kolona yaslandım. Belimi biraz kıvırdım ve elimi belime koydum onları izlerken. Yine rahatsız etmek ister gibi gözlerimi diktim. O anlayana kadar baktım. Kedi kucağına tırmanmıştı, artık orada uyuyordu. Yeri çok rahattı. Bana bulaşmazdı. “Bak yine,” dedi Ecevit. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve pür dikkat ona bakmaya devam etti.
“Firuze!”
“Gözüm daldı!”
Başını kaldırmadan gözlerini kaldırdı ve beni başlı başına süzdü, tam iki kere. “Bu çay demlenmedi mi?”
“Cık. Daha var.” Gözlerini açıp kapattı ve başını sağa yatırıp düzeltti sabır diler gibi. “Ne oldu rahatsız mı oldun?” diye sordum. Böyle içimde bir intikam dürtüsü oluştu. Zaten sinir olacak bir şey düşünsem elbet bulurdum, sinir bozucu bir adamdı. Fırsatını bulmuşken ben de onu sinir edeyim istedim. Rahatsız edici bir boyuta ulaştım. Gülmeden, mimik oynatmadan, kedinin bana baktığı gibi Ecevit’e bakıyordum. Sonra Ecevit ne mi yaptı? Kucağındaki kediyi aldı ve yeri bıraktı, bana doğru itti. “Git ona,” dedi beni işaret ederken.
“Ya,” diye sızlandım ve bana doğru gelen kediye baktım. Tüm odağım dağıldı. “Ya Ecevit.”
“Tabi ya Ecevit,” diye tekrar etti. Kedi bana ulaşmadan ben banyoya ilerledim. Yüzümü yıkayacaktım zaten. Banyoya da girmek istedi, son anda kapattım kapıyı. Buraya girse asla çıkaramazdım ve Ecevit de kılını kıpırdatmazdı. Suyu sonuna kadar açtım yine. İşimi hızlıca hallettim. Eteğimin biraz boyu uzasın diye aşağı çekiştirdim. Rahat rahat oturmamı engelliyordu. Malum kedi için bacaklarımı sarkıtamıyordum. Yerimden kalktım ve ellerimi yıkadım temizce. Tam o sıra fark ettim, banyo dolabında, bir bardak gibi olan kabın içinde diş fırçası ve macunu vardı. Ecevit’te bıraktığım ve çıkarken atmadığım diş fırçası hâlâ içindeydi. Arkada kalmıştı ama oradaydı. Atmamıştı. Dolabı açtım. Evet Ecevit ben gittikten sonra uzun uzun kalamamıştı evinde ama diş fırçamı elbet görmüştü. Atabilirdi. Tarağa uzandım. Dün saçlarımı taramışım gibi saç tellerim üzerinde duruyordu. Tamam bunu fark etmemiş olabilirdi. Saçlarımı yine taradım, şekil verdim. Sarkan saçları da tarakta bırakmadım aldım attım. Sadece çok diplerdeki saçlarımı çekiştirmek için çabalamadım. Bıraktım onları.
Yüzümü de tertemiz yıkadım, Ecevit nemlendiricisi bana getirdiği için tabi bu kez nemlendiremedim ama çantamda küçük bir el kremi vardı. Ondan sürerdim olmadı. Yüzümü peçeteyle kuruladım, havlusunu kullanmak istemedim- bu kadarı da had aşmak olurdu çünkü- peçeteyle yetindim ve dikkatle çıktım banyodan. Ecevit çaylarımızı koymuştu. Bir de büyük bir kâğıt çıkarmıştı. Büyük beyaz kâğıdın üzerinde de zeytin yeşili renkte bir çizim gördüm. Üst üste konulmuş kağıtlardı.
“Akşama kadar ulaşacak bana Yeliz’in bilgileri,” dedi. Başımı salladım ve kediyi kontrol ettim. Sanırım koltuk arkasındaydı. “Şu kitaplığı ölçülü çizsene Firuze,” dedi orta sehpayı gösterip. Yavaşça yaklaştım ve o zeytin yeşili eşyanın benim çizdiğim kitaplık olduğunu gördüm. Ankara Üniversitesi’ndeki hoca için çizdiğim ve sonrasında unuttuğum kitaplıktı. “Yapmaya başlayayım onu. Ayıp oldu adama.”
Birkaç da kurşun kalem ve silgi getirmişti. “Boyam yok ama ben o ilk çizdiğini referans alırım. Ölçü kağıdını da koydum oraya. Ölçülü küçültüp çizebilir misin?”
O çizdiğimi mi yapacaktı? Evet ben de o niyetle yapmıştım ama ne bileyim, bir daha konusu açılmayınca yapmayacak sanmıştım. “Çizerim,” dedim hemen. Ecevit’in kitaplığına uzandım ve dört beş kitap aldım. Ortalama bir kitabın boyunu tahmin edebilirdim. “Birebir olmaz belki ama sen yaparken önünde dursun diye istiyorsun değil mi?”
Başını salladı. Koltukların üzerindeki yastıkları aldı ve oturacağım yere koydu. “Renk konusunda da ben sana boyamasını yaparken yardımcı olurum. Kaç güne yaparsın bunu?”
“Boyası hariç iki güne biter.”
Benim için oluşturduğu yere çöktüm. Bacaklarımı yine yatay şekilde yanıma kıvırdım. Sehpayı kendime çektim. “Tamam ben gelirim boyamaya, marangozda mı yapacaksın?” Ecevit beni izliyordu.
Başını salladı, “Marangozda yapacağım,” dedi yalnızca. Gel, demedi. Belki atladı, belki de gelmemi istemiyordu. Bilmiyordum. Tam şu an, moralim bozulmasın diye sormadım. Kitaplığı yaparken sorardım geleyim mi diye. O marangoza yakın oturuyordu Farah. Bilmiyorum, Ecevit artık pek gitmiyordu ama belki gidince Farah da yanına geliyordu. Kaşlarım çatıldı. Farah her gittiğinde mi yanına gidiyordu? Moralim bozulmasın diye sormadım gelmeyi ama moralimi bozdum yine. Dişlerimi birbirine sürttüm. Ecevit bu rengi bensiz tutturamazdı. Benim gitmem lazımdı o yaparken yanına. Hocaya söz vermiştik. Güzel bir şey teslim etmek zorundaydık.
Tadım o kadar kaçtı ki ne ölçüye ne de çizime odaklanabildim. “Çantamı uzatır mısın?” diye sordum. Kalkıp yanıma koydu. İçinden yine karışmış ama çözebildiğim, nefes aldırabildiğim, kulaklığımı çıkardım. Telefonuma taktım ve çatık kaşlarımla resmime odaklandım. Yüksek sesli bir müzik açtım. Ecevit de duyuyordu ve beni izliyordu biliyordum. Saçlarıma bir noktada tahammül edemedim ve kalemlerden birine sardım. Her ayrıntısını büyük bir incelikle yaptım ki, üzerinde çalışırken zorlansın, bana ihtiyacı olsun. Yanındaki herhangi biri ona yardımcı olamasın. Renksiz de bırakmak istemedim. Kalktım yerimden, geçen sefer çekmeceye bıraktığım makyaj malzemelerimi yine orada bulacağıma neredeyse emin olarak gittim aldım. Evet oradaydı, biraz su, biraz pamuk aldım, bir de kulak çubuğu. Ecevit iki kere çayımı tazeledi. Hiç kafamı kaldırmadan, ilk çizdiğimden çok daha detaylı bir kitaplık çizdim. Belki saatlerimi aldım ama ya Ecevit boyarken bunu batıracaktı ya da beni çağıracaktı. Kendisi bilirdi.
“Bitti,” dediğimde bacaklarım uyuşmuştu. Başımı kaldırdım ve kulaklığımı çıkardım. Dinlediğim klasik müzik dışarıdan çok rahat şekilde duyuluyordu. Kış mevsiminden ötürü, hava kararmaya yüz tutmuştu. Ecevit’le göz göze geldik. Koltuğa oturmuştu. Gördüğüm kadarıyla o da defterle oyalanmıştı. Bir şeyler yazmıştı. Karnım gurulduyordu. Resmi kirlenmiş parmaklarımla onun önüne doğru ittim. Aldı ve dikkatle izlemeye başladım.
“Çıkarabilir misin?” diye sordum.
Uğraşacağım, uğraştıracak, elimden geleni yaparım demesini bekledim ama, “Her halükârda,” dedi o. Göz devirdim. Bok.
“Tamam bir şeye ihtiyacın olursa ararsın beni. Son halini ben de görmek istiyorum. Özellikle o çekmecelerdeki ton farkına dikkat et. Aynısı olsun.”
Emir verir gibi kasten bile isteye konuştum. Ters bir bakış attı ama bir şey demedi. Kendimi sürüye sürüye koltuğa attım. Bacaklarım uyuşmuştu. İnlememek için zor tuttum kendimi. Çok acıkmıştım bir de. “Beni bırakacak mısın?” diye sordum, yemek yiyelim mi diye soramadığım için.
“Yemek yiyelim önce,” dedi yalnızca ve yerinden kalktı. “Aradılar beni sen çalışırken. Yeliz Ökmen. Anne adı Yıldız Ökmen. Baba adı Tahsin Ökmen. Dört kardeşin üçüncüsü. En azından resmiyette. Baba fabrika işçisi anne ev hanımı. Keçiören’de bir apartman dairesinde oturuyorlar. Kardeşlerinden ikisi okuyor, biri de muhasebecilik yapıyor, evli. İki yaşında da bir oğlu var.”
Sanırım önündeki defterde bunlar yazıyordu. “Pesto soslu makarna yapabilecek misin?” diye sordu başını bana çevirip.
“Yaparım,” dedim zevkle. Yeter ki yemek yeseydik ve yeter ki Ecevit benden pesto soslu makarna isteseydi. Beğenmişti demek. Bir gece de ansızın kalkıp kremalı patlıcanlı makarnadan yemişti. Ecevit benim yaptığım makarnaları sanırım seviyordu. Hatta çok seviyordu. “Yarın bir ziyaret edelim diyorum Ökmen ailesini,” dedi. Gözlerimi kırpıştırdım. Olurdu. Onları da ziyaret ederdik pesto soslu makarna da yapardım.
“Edelim. Ne diyeceğiz peki?”
“Üç çocuklarına bakarken, dördüncü çocuklarına mı rızık yetmedi de genelev sahibe verdiler kızı. Pardon gerçi yanlış oldu, genelev sahibi kardeşine verdiler kızlarını diyeceğiz.”
“Kardeşine mi?” diye sordum. Kim kimin kardeşiydi?
“Kadın Seher’in kardeşi. Yıldız Ökmen yani. Ortada bir çocuk var. Ya Ökmenlerin kızı, kendi kızlarını kardeşine verdiler, belki sattılar. Evlenmemiş hiç bu Seher denen kadın. Çocuğu olmasını istedi belki. Ya da kendi çocuğunu gitti bu kadın üzerinde kaydettirdi. Ama niye? Bu kadın pek pavyon genelev geçmişinden utanıyor gibi gözükmüyor. Bunca mal varlığı içinde tek mirasçısını da kardeşinin nüfusuna kaydediyor.”
Ecevit kafasında kurduğu ihtimalleri arka arkaya sıraladı. Acaba Yeliz bunu biliyor muydu? Elbette bir kimliği vardı ve orada yazan isimden de haberdardı. “Ya da acaba bu çocuk Yıldız Ökmen’in illegal çocuğu mu?” Neden aklıma böyle bir ihtimal geldi bilmiyordum. Dizi de izlemezdim pek ama üç çocuğuna bakan bu aile dördüncü çocuğa bakmaz mıydı?
“İşimize gelir. Yiyorsa bize yarın yardımcı olmasın. Bu aile trajedisinin üzerine gideriz.”
Ecevit köfteleri tavaya dizdi. Bacaklarımı yere bastırıyordum ama uyuşukluğu hâlâ geçmemişti. Makarna da haşlanıyordu. Sanki hiç yer yokmuş gibi koltuğun altında uyumuş kediyi izledim. Kocaman evde kendisine en olmadık yeri seçmişti uyumak için. Makarna haşlanana kadar ancak uyuşukluk geçti. Gözlerimi ovuşturdum ve yanına gittim Ecevit’in. Köftelerden iki tanesi pişmişti.
“Acıktın mı?” diye sordu. Başımı salladım hemen. Çok acıkmıştım hatta. Köftenin birine çatal batırdı ve bana uzattı. Hemen aldım. Biraz ekmek de buldum hemen, köftemi içine sıkıştırıp yedim. Makarna için dolaptan sosları çıkardım. Midemde resmen boşluk vardı. Köfteyi alınca daha da acıktım.
“Daha önce hiç peynirli köfte yedin mi?” diye sordum.
“Peynirli köfte mi?”
Dolabı geri açtım ve kaşar peyniri çıkardım. Çözünmüş köftelere yanaştım. “Aslında cheddar peynirle daha da güzel oluyor,” dedim.
“Ne peynirle?”
“Cheddar. Ama kaşarla da olur. Seversen sonrakinde cheddar alırız, onunla da yaparım ben sana.” Ecevit ellerini mutfak tezgahına yasladı ve ellerimi izledi. Islattım biraz avuçiçimi ve köftelerin yarısının orta yerine kaşar peyniri ekledim. Sonra da güzelce kapattım ve tavaya koydum. Ellerimi geri yıkarken makarnama geri döndüm. Biraz makarna suyundan ayırdıktan sonra süzdüm. Ecevit de köftelerimizi pişirdi. O kadar açtım ki yaptıklarımız az geldi gözüme.
Sofrayı kurduk, tabaklamayı ben yaptım. Bu kez kendi tabağıma da çok koydum. Tabi yine en çoğunu Ecevit’inkine. Köftelerle de tabağın yanına çiçek şekli verdim. Biraz komik oldu ama öyle gelişigüzel koymaktan iyiydi elbet. Ecevit’in tabağını koydum ve tepkisini izledim göz ucuyla. Fark eder mi etmez mi ikilemindeyken gördü. Dudakları kıvrıldı. Sanırım biraz alayla, biraz da komik bulduğu için. Ama bir şey demedi. Çiçeğin yapraklarından başladı köfteleri yemeye. Kaşarlı köfteyi aldım ve ısırdım. Tabi uzadıkça uzadı, elimi ağzıma kapatmaya çalıştım ama olmadı Ecevit çatalıyla müdahale etti ve uzayan yeri kopardı. Ben böyle kendimi rezil edince Ecevit tek lokma yaptı. Zaten çok büyük değillerdi. “Nasıl?” diye sordum merakla. Benim bildiğim bir tattı zaten, ben seviyordum.
“Yakışmış,” dedi Ecevit yumruk yaptığı elini hafifçe ağzına siper ederken. Öyle mutlu oldum, öyle sevindim, öyle keyiflendim ki… Hemen cheddar alıp onunla da yapmalıydım. Onu da tatmalıydı. Tabağım biraz zorladı ama bitirdim hepsini. Bir çatal bile bırakmadım. Ecevit zaten bırakmazdı. Sonra soframızı topladık, çayımızı içtik. Ecevit birkaç kişiyi aradı malzeme için, dolap ona çok zahmet verecekti sanırım. Ben de batırdığım sehpanın üzerini temizledim. Bir çay bir çay daha derken artık gitme vaktimin geldiğini hissediyordum ama ikimizden de ses seda çıkmıyordu.
“Ben bir duş alayım,” dedi Ecevit ve banyoya ilerledi. Aslında duş almadan beni bıraksa daha iyiydi. Hava çok soğuktu, eksiyi gösteriyordu. Hasta olacaktı. Ama ben bunu söyleyemeden, kalktı girdi banyoya. Kedi arkasından banyo kapısına gitti, miyavlayıp durdu ama artık çok geçti. Hem zaten ne işi vardı ki orada? Ne garip bir hayvandı. Ben tuvalete girerken de girmeye çalışmıştı. Ortalıkta dolandı tiz sesiyle bir süre. Sonra gidip biraz mama yedi, döke döke su içti, çok komik şekilde tuvaletini yaptı. Oyuncağıyla oynamaya başladı. Cenin pozisyonunda uzanmış onu izliyordum. Aklıma durup dururken Ecevit’in aldığı çikolatalar geldi. Ben masanın üzerine koymuştum, o da kaldırdı sanırım. Nereye koymuştu hiç bilmiyordum ama bilsem de kalkıp alamazdım. Atölyeye gidince yarın alırdım.
Uykum gelse de uyumadım. Öyle kalmak için, zorla, emrivaki yaparak burada kalmayayım diye. Ecevit bunu düşünmezdi ama ben yine de direndim. Uyumadım. Sonra ıslak saçlarıyla çıktı banyodan. Benim gözlerim bir açılıp bir kapanıyordu. Kıvrılmıştım koltuğuna. Huzurlu bir akşamda, yemekten sonra, çaydan sonra ve biraz sohbetten sonra tatlı bir uyku bastırmıştı sadece. Biliyordum ki atölyeye gidince uçup gidecekti.
“Uykun mu geldi?” dedi.
“Hıhı,” diye mırıladım.
Bana yaklaştı ve “Hıhı,” diye o da mırıldandı.
“Biraz, atölyeye gidince uyurum,” dedim gözlerimi kırpıştırırken.
“Uykun açılmayacak mı?”
“Olsun,” dedim. Çizerdim ben de. Uykum gelirdi birkaç saate yine. Elindeki havluyu başına sürttü. Onu görüyordum ama hiç cin göz değildim. Üstünü giyinmişti.
“Olmasın,” dedi havluyu omzuna atarken. “Uyu artık burada. Hava çok soğuk çıkmayayım ben de dışarı bu soğukta. Hastalıkla uğraşmayayım.”
Gözlerimi daha çok açtım ve ellerimi gelişigüzel yüzüme sürttüm. “Sen çıkma zaten,” Uzun uzun esnedim. Ecevit beni izliyordu uzun uzun. “Ben taksiye atlayayım gideyim.” Tepemdeydi, bu cümleyle bir kez bana bir bütün olarak baktı.
“Taksiye?”
“Hıhı.”
“Olmaz taksi. Bu saatte. Boş ver taksiyi. Geç uyu odada. İllaki gideceğim diyorsan da hadi ben bırakırım.”
Yattığım yerden yavaşça doğruldum ve bacaklarımı yere sarkıttım. “Binerim binerim taksiye. Çağırsana bana bir tane. O saçla çıkılmaz.”
“Taksiyle de gidilmez,” dedi o da dikleşirken.
“Niye gidilmesin Ecevit?”
“Tamam sen gitmek istiyorsun hadi kalk toparlan, arabanın anahtarını alıyorum ben de.” Havluyu tekli koltuklardan birinin üzerine attı.
“Hayır ya.”
“Firuze karar ver hadi!” diye kızdı bana. Ben devamlı karar değiştirmiyordum ki? Taksiye atlayıp gideyim diyordum işte. Saçlarını kurutmamıştı bile.
“Taksi.”
“Yok taksi.”
“Ecevit!”
“Firuze kalmak istemiyor musun?” diye sordu. Ah! Ah bir bilse ne kadar kalmak istediğimi bir anahtar da bana çıkarmak isterdi. Naz da yapmıyordum üstelik. Sadece mecbur hissediyorsa kendini diye ihtimal üretiyordum.
“Burada ben yatayım sen yatağında yat,” dedim. Onun evinde de benim yerimde de yatakta ben yatıyordum. Ecevit odasına geri girdi ve az sonra kapı eşiğinden bana siyah bir kazakla, gri bir pantolon gösterdi. “Geç giy,” dedi ve yatağın üzerine attı. Yerimden sallana sallana ona ilerledim. Aslında bu şekilde uyusam bile olurdu. “Çarşafları da giyindikten sonra değiştirelim…”
“Değiştirmesek de olur,” dedim. Ecevit dönüp baktı bana. Söylediğim onu rahatsız etti belki de bilmiyordum. Benim niyetim uyku bu kadar tatlı şekilde üstümdeyken beklememekti. “Yarın ben gidince değiştirirsin. Uyuyayım hemen olmaz mı? Çok uykum var.”
Ecevit yatağa baktı. Günlerdir o bile uyumuyordu, hem uyusa da ben uyurdum. “Sen bilirsin,” dedi ve odadan çıktı. Üzerimi değiştirdim hemen ve yatağa girdim. Işığı da kapatmayı unuttum. “Ecevit uyumadan ışığımı kapatır mısın?” diye seslendim. Kalkmak bana zulüm gibi geliyordu. Ecevit’in yastığına sıkıca sarıldım ve yorganı kafama kadar çektim. Işık çok geçmeden kapandı. Kapı biraz açık kaldı ama onun da sesini duydum çok geçmeden. Ben bu baldan tatlı, yine helal mi helal ve temiz uykuyla sabahı çok rahat ederim sandım.
Çabucak da uykuya daldım aslında, her şey çok güzeldi. O uykunun tadı, damağımda yayıldı, boğazımdan akıp gitti. Karnım da toktu. Sadece uyurken bir kez daha çikolataları düşündüm ama uzun sürmedi. Böyle pir pak başlayan uyku, bilmiyorum tam kaç saat sonra ama kasığımdan tüm karnıma hatta hatta kadınlığıma kadar uzanan bir ağrıyla bozuldu. Uyandığımda kan ter içindeydim, ağrının ne yerini ne de sebebini seçebildim ama bir dakika içinde fark ettim akıp gideni. Elimi korkuyla yatağın orta yerine ittim ve sıcaklığı hissettim. Elime bulaşan kanı karanlıkta görmesem de biliyordum. Yerimden nasıl kalktığımı ve ışığı açtığımı anlayamadım. Yorganı kaldırdım. Silik bir leke de değildi yatağın orta yeri olduğu gibi kirlenmişti. Saate baktım. Uyuyalı daha iki saat ancak olmuştu. Ecevit’in mahvolan yatağı, eşofmanı… Bunlar beni o kadar telaşa sürükledi ki ağrımı unuttum. Hızla lavaboya gittim. Biraz temizlemeye çalıştım ama olmadı. Her şeyi daha çok batırdım. Hızla peçeteyi ped gibi kullanmaya çalıştım ama olmadı. Ağrım bir bıçak darbesi gibi arttığında klozetin önüne çöktüm.
Ellerim titriyordu. Telaş mı, korku mu, çaresizlik mi yoksa ağrı mı? Bilmiyordum ama gözyaşlarım sicim gibi dökülüyordu. Ne yapacağımı bilemedim. Yatağın halini düşündükçe ölmeyi bile diledim. Biliyordum mantıklı değildi, biliyordum insanlık haliydi ama yine de o an her şey o kadar kötüydü ki ağlamaktan başka bir şey gelmedi elimden. Böyle durdukça her şey daha da kötüye gidiyordu. Midem bulanmaya başladı. Alnımdaki teri sildim. Acıdan başım dönüyordu.
Ben ortalığı en sessiz halde nasıl temizlerim onu düşünürken kapım tıklatıldı. Sanki evde bir sürü insan yaşıyormuş gibi küçüldüm iyice olduğum yerde, ürktüm. “Firuze,” dedi Ecevit. “İyi misin?” Banyoda ses mi çıkarmıştım, bir şeyler mi devirmiştim yoksa odanın ışığından mı uyanmıştı bilmiyordum. Burnumu çektim ve cevap vermeden önce soluklandım.
“Ecevit benim markete gitmem lazım.”
Gözyaşlarımı sildim ve ayaklandım. Hızla ıslak mendil aldım, temiz olsa da klozetin üstünü sildim. “Kızım bu saatte ne marketi?” dedi. Peçeteleri değiştirmek istedim. Her şey çok kötüydü. Kanamam çoktu. Benim zaten ortam da yoktu. Ya olmazdım ya da olunca günlerce yatakta kalırdım, çok ağır atlatırdım ama olmadan en az on gün önce ağrısını çekerdim.
“Firuze ağlıyor musun?” dedi. Ne yapacaktım? Allah’ım ne diyecektim? Yıl 2011 olmuştu, reglin utanılacak bir şey olmadığını ben bile bilmiyorsam, ona göre davranmıyorsam niye yaşıyordum ki? Kendime çok öfkelendim ama çok utanıyordum işte. On beş yaşında, bir köyde doğmuş büyümüş ve ilk kez regl olmuş bir kız nasıl utanırsa ben de öyle utanıyordum. Evini mahvetmiştim. Her şeyin sonu geldi gibi hissediyordum ve bu korkunç düşünceler bir karabasan gibi çökmüştü üstüme.
Ecevit’ten birkaç dakika hiç ses seda duymadım. Sonra kapıyı bir kez daha tıklattı, “Firuze,” dedi daha yumuşak sesle. Karnım o an stresten nasıl ağrıdı, nasıl ellerim titredi anlatamazdım. Sesinin tonundan bile anladım odaya gidip gördüğünü. “Markete gidiyorum, başka bir ihtiyacın var mı?”
Kendimi tutamadım daha şiddetli bir şekilde ağlamaya başladım. Kendimi yerden yere vurmak istiyordum. “Ecevit beni atölyeye bırakır mısın?” dedim. Sonra onun arabasını da kirletebileceğim aklıma geldi. Atölyeye yürümek istiyordum. Olabilecek en saçma ihtimali düşünüyordum sadece.
“On beş dakikaya gelirim.” dedi yalnızca. Sonra da dış kapının açılıp kapanma sesini duydum. Gitmişti. O gelene kadar ben de kendimi yok etmeliydim. Nereye yok edecektim kendimi? Yerimden bile kıpırdayamadım. Bir açı buldum, o açıda karnım daha az ağrıyordu. Kıpırdamadım. Kaldım o halde. Yere çökmüştüm. Sinirlerim çok bozuldu. Ağzıma gelen her şeye küfrettim. Allah Bülent’in belasını verseydi, tüm acımı alıp ona verseydi, kıvrana kıvrana ölseydi piç kurusu.
Kapı on beş dakikadan daha kısa bir sürede açıldı. “Firuze,” diye seslendi yine. Bu banyodan ölene kadar çıkmayacaktım. “Kapının önüne bir torba bıraktım. Temiz kıyafet de bıraktım. Ben bir sigara içeceğim balkonda,” dedi.
“Ecevit,” dedim gözyaşlarım içinde. “Beş tane sigara iç.”
“Tamam olur, beş tane sigara içeceğim.”
Balkonun kapısını çarparak kapattı ben duyayım diye. Yerimden kalktım ve kapıyı araladım. Sanki saklanmış da bana bakacakmış gibi elimi uzatıp aldım. Torbayı ve kıyafetleri çektim. Markete değil eczaneye gitmişti. Dört paket ped vardı. Gözlerimi silip onlara baktım. Bir tane günlük, bir normal, bir uzun, bir de gece almıştı. Gece olanı aldım ve bir tane çıkardım. Torbanın hepsini önümde döktüm. Bir tane sıcak su torbası vermişti eczacı. Beşli bir külot torbası vardı. Şeffaf bir ambalajın içindeydi. Onu görünce o kadar utandım ki, yine ağlamaya başladım. Bu kişi Ecevit olmak zorunda mıydı? Onu hastalığımla, dikişimle, ağlayışımla uğraştırmıştım zaten. Reglimle de uğraşmak zorunda mıydı? Yine o iki dirhem bir çekirdek köylü kızı gibi hissettim. Babam da, o pezevenk Bülent de elbet biliyordu üç kadınla aynı evde yaşadığını ama ne bileyim böyle bir ihtiyaç doğmamıştı hiç. Sadece babam beni en iyi kadın doğum uzmanlarına götürmüştü, iyi huylu da olsa bir kiste sahip olduğumu ve bu dönemlerimin çok ağrılı geçtiğini biliyordu. Ama benim annem doktordu. Bu bir başka hastalık nasıl konuşulursa öyle konuşuluyordu. Ama şimdi… Ama neden… Ecevit… Ağlayarak bir iç çamaşırı çıkardım. Bir tane de ağrı kesici vardı torbada. Geriye kalan her şeyi geri torbaya doluşturdum ve hızla üzerimi çıkardım. Önce biraz sıcak suyun altına girdim. Saçlarımı ıslatmadan durdum biraz. Hem vücudum temizlendi hem de biraz daha rahatladım.
Temiz olan her şeyi sırayla giydim ve boş olan makineyi açtım, tüm kıyafetlerimi içine tıktım. Sonra odaya geçtim. Bir de ne görseydim. Ecevit çarşafı değiştirmişti. Yatağa sızdığına emindim ben oysaki ama hayır kırlent vardı galiba altında. Odanın köşesine koymuştu kirlileri. Hemen onları da aldım ve makineye tıktım. Bir sürü deterjan ve yumuşatıcı koydum. Ellerimi yıkadım, defalarca kez ortalığı kontrol ettim. Çöpün üzerine bir sürü yeni ve temiz peçete ekledim, yüzümü yıkadım. Karnım hâlâ çok ağrıyordu ama yine de en azından ortalığın artık temiz olması beni biraz daha iyi yaptı. Artık ölmeyi düşünmüyordum. Ecevit balkondaydı. Ben gidip söylemeyene kadar da girmeyecekti belki de. Kedi de onun yastığına uzanmıştı. Öyle uyuyordu, keyifle, huzurla.
Balkon kapısını açtım yavaşça, Ecevit’le göz göze geldik ama hiçbir şey söylemedim. İçeri geri döndüm. O da anladı zaten işimin bittiğini geldi. Hiç konuşmayalım istiyordum. Hemen gittim odaya girdim ve kapıyı da kapattım zaten. Yorgan temiz kalmıştı. Onu rahatlıkla üstüme çektim. Cenin pozisyonu aldım yine. Çatlama hissediyordum resmen. Çatlıyordu. Orada bir nokta çatlıyordu. Ağrı yine alt noktalarıma kadar ulaştı. Başımı yastığa bastırıyordum, yorganı, çarşafı sıkıyordum, bir yerden sonra kısık kısık inliyordum bile. Aklımı kaçıracaktım bu nasıl bir ağrıydı? Ağrı kesici de kalmıştı banyoda. Kalkıp gidemiyordum.
Kapım tıklatıldı galiba ama emin değildim. Kafamı kaldırdım ve kapıya baktım. Yavaşça açıldı, Ecevit’le yorganın altından göz göze geldim. Elinde bir bardak ve sıcak su torbası vardı. Başımı yorganın altına geri koydum. Bana bunları yapmasını istemiyordum. Yalvarıyordum hemen şimdi gidip uyusaydı ve bu olayı bir daha hatırlamasaydı. “Eczacı karnına değil, ayağının altına koysun dedi.”
Yorganım alttan havalandı ve bir sıcaklık hissettim. Ecevit’in elleri ayaklarıma temas etti ama sıcak su torbasını yerleştirince kapattı hemen yorganı. “Ağrı kesici de iç bir tane,” dedi ve yorganı biraz itti.
“Ecevit lütfen git uyu. Yalvarırım git uyu.”
Yorganın altından çıkmadım. İlacı bırakıp gitseydi. Uzun bir sessizlik girdi araya. Kapıyı kapatmasa çıkıp gitti sanacaktım. Yorganı biraz daha itti. Artık yüzüm tamamen açıktı. “Çok mu ağrı yapıyor?” dedi. Bunu ben ağrıdan yatağı mezara dönüştürmek üzereyken sordu diye mi bu kadar sinirlendim yoksa sinirlenecek, hıncımı çıkaracak bir şey aradığım için mi yoksa kavga çıkarıp onu kendimden uzaklaştırmak için mi bilmiyorum ama çok ters aldım.
“Yok ağrı yapmıyor, ben keyfimden kıvranıyorum!”
Adeta bağırdım. Gecenin bir vakti kalkmış gitmiş, nöbetçi eczane aramış bir adamı azarladım. Çok sinirliydim, Bülent önümde olsa onu öldürürdüm. Sesim o kadar sertti ki o kendinden şüphe etti. Yanlış bir şey dedi sandı ama ben geri adım atmayacak kadar gergindim. Elindeki ağrı kesiciye uzandım ve aldım. Hiç de zarif değildim üstelik. Halbuki doğru davranmadığımı biliyordum ama engel olamıyordum kendime. Ağrı kesiciyi susuz yuttum ve yatağa geri bıraktım kendimi. “Öyle garip garip sorular soruyorsunuz. Yok ağrım öyle canım istedi diye kıvranıyorum. Allah aşkına git uyu!” dedim öfkeyle. Yorgana bile sövüp sayabilirdim şimdi bir o yana bir bu yana kayıyor diye. Ateş kusuyordum. Her şey bana düşmandı sanki.
“Firuze,” dedi sakin bir sesle. “Bilmiyorum.”
O kadar yalın, açık sözlü, duru şekilde ifade etti ki kendini yeniden ölmek istedim. Ne yapıyordum ben? “Öyle üstünkörü bildiklerim dışında bilmiyorum. Sahiden bilmiyorum. Laf olsun diye sormadım.”
“Özür dilerim.”
“Özür dile diye söylemedim. Bilmediğimi bil diye söyledim. Senin için ne yapabilirim?” diye sordu nazikçe. Leyla teyze geldi aklıma. Onu çağrıştıracak ne vardı diye sorulursa hiçbir şey derdim ama bilmiyorum işte o geldi. Oğlu bana böyle sorunca sadece onu düşündüm ve için için ağlamaya başladım.
“Ecevit,” dedim incecik bir sesle. Ben bu ağrıyı hep tek çekerdim. Çok katlanılmaz olursa annem serum takardı, ağrı kesici yapardı ama annem dahil bu halime gelemediği için bana yanaşmazdı. Her şeyden nefret ederdim.
“Dinliyorum seni Firuze,” dedi.
“Ecevit,” dedim yine. Neye ihtiyacım var bilmiyordum ki.
“Duyuyorum seni, söyle. Ne yapabilirim senin için?” O böyle konuştukça Leyla teyzeyle yan yana, diz dize ağlamaya başlıyorduk sanki. Eline uzandım ve tuttum da zaten. Ecevit’ten başka bir ihtiyaç gelmedi aklıma. “Oturur musun biraz?” diye sordum. Eğer ki oturmazsa küfredecek kıvamda öfkelenecektim yine ama o oturdu. Hızla ona yaklaştım ve dizine yattım. Elini sıkıca tutmuştum. Ağrımı eline yansıtıyordum biliyordum.
Ağrım dakikalarca nüksetti. Alnımı dizine bastırdım. İnim inim inledim dizlerinde. Saç diplerimi çekiştirmek istedim ama izin vermedi. “Hep böyle ağrın oluyor mu?” diye sordu. Başımı salladım. “Herkesin mi oluyor?” diye sordu, bu kez olumsuz anlamda salladım. Gerçekten bilmiyordu. Belki yeni yeni yaygınlaşan ped reklamlarından, belki biraz hapishaneden… Onun dışında özel olan hiçbir durumu bilmiyordu. Bu ne demekti? Çıktığından beri iki yıldır hiç kimse mi olmamıştı?
“Bazı kadınlarda böyle, bazılarından daha az, bazılarında hiç…”
“Doktora gittin mi, normal mi bu kadarı?”
“Gittim, değil,” dedim. Öğrenmek istiyordu… Onun da bir kız kardeşi vardı. Öğrenmek istiyordu. Sesi çok berraktı. Tüm iyi niyetiyle ilgisiyle öğrenmek istiyordu. Elini tırnakladım adeta.
“Ne yaptı peki doktor?” diye sordu.
“Evlenince geçer dedi.”
Bu cümle aklıma geldiği için bile saçlarım bile dikenlendi, tüylerim ürperdi. Kadın bedeni üzerinde tıp bile yeterince gelişmemişti. Bana evlenince geçer diyorlardı. Ve biliyordum ki sadece bana değil. “Ne?” diye sordu Ecevit şaşkınca.
“Sevişince geçer dedi. Tedavi yok,” dedim açıkça. Bu kadar ağrı çekmesem bu kadar açık da konuşmazdım zaten. Ecevit’ten ses seda çıkmadı. Ne diyeceğini bilemedi muhtemelen. “Herkesten nefret ediyorum,” dedim. “Herkesten. Ben bu ağrıdan kurtulmak için neden sevişmeliyim ki? Sevişsem bile geçmeyebilir. Çok saçma, çok saçma. Allah kahretsin çok saçma.”
Ki biliyordum ki evlenmeyecektim. Ki biliyordum ki sevişmeyecektim de. Kiminle sevişecektim ki zaten? Kimi sevecektim? Benim sevdiğim beni sevmeyecekti ya da. Beni seveni ben sevmeyecektim. Çok yaşamayacağımı da hissediyordum. Kısacık ömrümde de bu ağrıyı çekecektim. Çünkü kiminle sevişebilirdim ki? Ben ki yakın mesafede bile insanlardan tiksiniyordum. Bir insanı sevişecek kadar sevmem lazımdı. Onun da beni… İmkansızdı. Başımı Ecevit’in dizine bastırdım yine. Sanırım çekiştireceğim saçlarımı okşuyordu.
Ecevit sessiz sedasız benim öfkemi dinledi. Saçlarımı okşuyordu. Artık emindim. Sızlana sızlana dizlerinde gözlerimi kapattım. “Sana çorba yapayım ister misin?” dedi.
“Midem bulanıyor.”
“Bitki çayı? Ada çayı verdi eczacı.”
“Yok,” dedim yine. Sonra içimden geçen şeyi, dışımdan, tümüyle istemeden söyledim. “Seni istiyorum, sen kal.” Varlığından bahsettim ben. Yemin ederim, tüm varlığım üstümde yemin ederdim varlığından bahsediyordum. Yanımda dursun istiyordum. Ecevit’in eli de elime baskı yaptı. Çok korktum beni yanlış anlayıp gidecek diye. Bırakacak beni diye… Ama hayır sırtını başlığa yasladı.
“Birkaç doktora daha gitseydin, böyle olmaz,” dedi.
Herhalde bana temas etmezken uzaktan söylese bunu, ben deli olacaktım yine ama şimdi hiç sinirlenmedim. “Gittim. En iyilerine gittim. Böyle.”
“Ne olacak böyle?” dedi, yanlışım yoksa kederle. Öyle bir ağrıydı ki bu, gören bile çekene acıyordu.
“Ölene kadar çekeceğim bu acıyı,” diye açıkça olanı söyledim. Evlendikten sonra da bu acıyı çekmeye devam edenler varken benim hiç şansım yoktu. O bana sormadı, zaten anladı da muhtemelen ama bendeki kör merak bu ağrı içinde de geldi buldu beni. Bu pavyon ya da genelev sorusundan daha beterdi. Başka bir anda soramazdım ama sanki şimdi her şeye hakkım vardı.
“Ecevit,” diye seslendim ona. Sanki ne soracağımı tahmin etmiş gibi hiç karşılık vermedi. Ben ona üstü kapalı olarak söylemiştim. O da bana söyleyemez miydi? “Daha önce seviştin mi?”
Böylesine bir arsızlık yarın beni duvardan duvara vuracaktı. Ecevit’in bir daha yüzüne bakamayacaktım. Kendimi boğacaktım, aynaya bakmayacaktım ama şimdi çok müsaitti işte ortam. Sorduğum gibi içime kor ateşler düştü. Bunu düşünmek, bunu hayal etmek hatta, buna ihtimal vermek, olmuşların olacakların en kötüsüydü. Saçlarımı tek tek yolsam daha az ürperirdim. Midem bulandı. Bütün yüzüm yanıyordu şimdi. Ecevit’in elini bir sıkıyor bir bırakıyordum. Ben artık sormuştum. Bana cevap vermek zorundaydı.
“Sen daha önce seviştin mi?”
Elini daha çok sıktım. Sevişmiş miydi? Kiminle? Kimdi o kadın? İçimden dehşet dolu bir isim geçti. Kendime yuh çektim. Sevişmiş miydi? Regle bu kadar uzaksa seviştiği kişiyle uzun bir şey yoktu. Genelev ya da pavyon geçmişi de yoktu. Kiminle sevişmişti o zaman? Bir gece ansızın beğendiği bir kadınla mı? Kadın da onu beğenmişti ve sevişlermiş miydi? Kalbimi kusacağım sandım. Sevişmiş miydi? Kimdi o kadın? Saçları nasıldı? Boyu, gözleri, yüzü? Kaç yaşındaydı? Çok mu güzeldi? Ben daha önce kimseyle sevişmek istememiştim. Bunun için korkunç derecede bir çekim olmalıydı. O kadında ne vardı Ecevit’i çeken. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyordu. Haşlanmıştım.
“Seviştin mi?” diye sordum. Cevap vermiyordu o sorunun cevabı evetti. Yeniden ölmek istedim. Bu gece bilmem kaçıncı defaydı. Ben hiç sevişmeyeceğimi düşünüyordum ve bunu ona da söylemiştim alttan alta. Keşke hiç söylemeseydim. Keşke hiç bilmeseydi.
“Firuze senin bu sorularını ne yapacağız?” diye sordu hayretle.
“Ben sana söyledim ama,” dedim sanki bu da ona sebepmiş gibi. Evet sebep olmalıydı. “Sen de söyle. Seviştin mi?” Sevişmişti… Ağrıdan ölünebilirse ölecektim şimdi. Kalbim ve kasıklarım birleşti adeta. Ölecektim. Çok kötü bir ağrıydı bu. “Çok mu güzel bir kadındı?” diye sordum. Tamam sadece bunu söyleseydi. Başka bir şey söyleyemeyecektim. Çok mu güzeldi. “Saçları hangi renkti? Çok mu güzel bir kadındı?”
Ecevit’in elini bıraktım ve dizinden ayrıldım. Ağlamak istiyordum. Çok ağlamak istiyordum. Sabaha kadar ağlamak istiyordum. Kalbim ilk kez Ecevit’e karşı bir başka odacıktan yaralandı. “Firuze…”
“Çok mu güzeldi?”
Neydi bu? Benim sevişmeyi isteyecek kadar kimseyi beğenmeyip Ecevit’in bir başka kadını sevişmeyi isteyecek kadar beğenmesinin hıncı mı, kıskançlığı mı? Ölecektim. Yemin ederim bu gece ağrıdan ölecektim.
“Öyle biri yok.”
“Çok mu güzeldi? Gözleri hangi renkti? Hatırlıyor musun?”
“Firuze öyle biri yok.”
“Çok mu güzeldi? Neyi beğendin ki o kadar… Sevişecek kada-”
“Firuze sevişmedim,” diye böldü beni. Herhalde bu kadar açık söylemese ben kafamda o güzeller güzeli kadınlar onu bir kez daha seviştirecektim. Güzelliği çok para eden hayali kadın kafamda toz oldu. “Kimden bahsediyorsun? Sevişmedim ama senin bu sorularının açıklık artık beni aşıyor.”
“Sevişmedin mi?” dedim burnumu çekerken. Sabır diledi ve cıkladı ardı ardına.
“Hayır.”
“Hiç?”
“Sabır selamet,” dedi ve yorganı sıkıca üstüme örttü. “Ben şimdi adaçayı yapacağım sana. Sen onu da iç uyu artık tamam mı?”
Onaylamama izin vermeden kalktı yanımdan ve hızla çıktı odadan. Kapıyı da kapattı. Tüm ağrım geçti diyemezdim ama yemin ederim, yemin ederim azaldı. Nefes nefese tavana baktım. Ölme hissim yine yok oldu içimden. Hayır bu gece ölmek istemiyordum. Ecevit kimseyle sevişmemişti. Öyle bir kadın yoktu. Güzelliği çok para eden kadın diye biri yoktu. Ecevit biraz geç geldi ama geldi, bana adaçayı getirdi. Onu içene kadar bekledi başımda. Sonra biraz daha kaldı. Son kez sıcak su torbasını tazeledi. O vakte kadar da ben daha çok sakinleştim. Uyuyakaldım. Huzurla. Huzurla ve huzurla.
***
Dün gece öylesine zor geçti ki, uyuduğum nokta da bir ölü gibi saatlerce yattım. Telefonum yanımda vızır vızır çalmasa ben daha çok uzun zaman da uyanmazdım. Uyumaya da devam edecektim aslında. Hiç niyetim yoktu kalkmaya. Hazır ağrım yokken bunu değerlendirmek istiyordum. Telefonu meşgule atmadan önce ekranı okudum bir kez.
Sevinç Abla arıyor.
Herhalde Sevinç Abla beni bizim evde çalışmaya başladığı günden beri yalnızca iki kez aramıştı. Biri kargomun geldiğini söylemek için bir diğeri de İnci’yle alakalıydı. Zaten ona da İnci’yle alakalı bir şey olursa beni arayabilirsin derdim hep ama İnci şükürler olsun ki hep en sağlıklımız ve iyimiz olduğu için Sevinç abla beni aramazdı. Sadece bir kez, sevdiği çocuğun sevgilisi olunca kendisini ağlaya ağlaya odaya kapatmıştı ve Sevinç abla annemi değil beni aramıştı olayı anlayıp. Ben hemen gelmiştim ki evi başımıza yıkmak üzere olan ergeni sakinleştirmek için.
“Efendim Sevinç abla?” dedim.
“Firuze Hanım günaydın,” dedi. Bana hanım demesini istemesem de bu şekilde daha rahat ettiğini söylerdi. “Uyandırmadım umarım.”
“Günaydın. Yok hayır uyandırmadın. Bir şey mi oldu?” Biraz mırın kırın sesi duydum. “Seni dinliyorum Sevinç abla. Ne oldu?”
“Siz bana İnci’yle alakalı bir durum olursa haber ver demiştiniz bir kez.”
Yataktan neredeyse hoplayarak kalktım. “Evet,” dedim donuk bir sesle. Kulaklarım uğulduyordu, hareketsizce bekliyordum. “Ne oldu İnci’ye?”
“Firuze Hanım, İnci bir haftadır rahatsız. Eve gelmediğiniz için haberinizin olmadığını düşündüm ve bilgi vermek istedim size.”
“Nasıl hasta? Bir saniye, neyi var?”
“Ben tam hâkim değilim. Aylin Hanım daha hâkim bu konuya. Ama pek yataktan çıkmıyor. Belki gelmek istersiniz diye düşündüm, ona da iyi gelir.”
Birkaç kez cümleye başlamaya çalıştım. Kadının adını bile söyleyemedim. “Bir saniye anlayamadım ben. Eee şu an kim var evde? Anneme verir misin hemen telefonu?”
“Hemen veriyorum,” dedi. Üzerimi değiştirmeye başladım hızla. Ecevit beni kapı açıp kapatma seslerime uyandı. “Efendim?” dedi annem.
“Anne ne diyor Sevinç abla?”
“Firuze şu an misafirlerim var, sonra konuşalım mı kızım?”
“Ya sen ne misafirinden bahsediyorsun?” Kabanımı aldım ve üzerime geçirdim. Ecevit’e bakıyordum ama onu görmüyordum. Çıkıp gidecekken tuttu beni. “Ne misafiri anne? Kadın İnci hasta diyor! Sen bana nasıl söylemezsin? Başlatma misafirine!”
“Eve gelirsen, hepimiz evdeyiz kızım. Şu an misafirlerim var. Öpüyorum seni,” dedi ve yüzüme kapattı.
“Ne oldu?”
“İnci hastaymış. İnci hastaymış Ecevit. Misafirlerim var deyip kapattı suratıma. İnci hastaymış günlerdir İnci hastaymış!”
Çizmelerime uzanmak istedi. “Önce bir lavaboya git,” dedi Ecevit. “Ben de üzerime bir şey alayım, bırakayım seni. Çok kötü bir şey olsa annen de bu kadar rahat olmazdı.”
İtiraz edecektim. Olur Ecevit, ben artık kimseyi tanıyamıyorum diyecektim ama izin vermedi. Beni lavaboya yönlendirdi. Bir dakikada hızla pedimi değiştirdim ellerimi yıkadım ve çıktım. Ecevit de kapı önündeydi. Ece varana kadar defalarca kez annemi aradım ama açmadım. Sevinç ablayı aradım açmadı. İnci’yi korkutmamak için aramadım. Ecevit elinden geldiğince hızlı sürdü arabayı. Yaklaşırken biz, “Bana haber vermeyi sakın unutma,” dedi. “Senden haber bekliyorum, ara beni,” diye hatırlattı.
“Tamam,” dedim. “Arayacağım seni. Teşekkür ederim Ecevit.”
Başını salladı yalnızca. Hızla indim bahçe merdivenlerinden. Kapıyı çaldım ardı ardına. Sevinç abla açtı. “Niye açmıyorsunuz telefonlarımı?” dedim ve içeri girdim. Ben anne diye bağıracakken salona doğru annemin sesi baskın geldi.
“Ah Firuze de geldi,” dedi ve ayaklandığını gördüm. Önce annemi gördüm. Ardından herkes sırayla gözümün önüne düştü. Alparslan’ın annesi Mahide Yiğit, babası Orhan Yiğit ve bizzat kendisi Alparslan Yiğit evimizin misafirleriydi. Alparslan’la göz göze geldiğimizde gülümsedi ve tıpkı arabaya binerken ben yaptığı gibi başını salladı ama bu kez selam verdi.
***
instagram; dilanduurmaz
uzumbugusuofficial
Alparslan’ın gavatlık kimsede yok
Dilan bebişkom bu bir aşk üçgeni gibi geldi bana
Firuzeyü istemeye geldilerse tam atilla embesili hay- dedü mi ben taramalıyla "selamlar delikanlı" Diyip taramalıyla firuze ve inci (firuzenin hatrına) hariç herkezi mermiden geçiririm.
Alparslan ÇIK GİT ARTIK ÇIK GİT
HAHSHQHSHQHSHQHZHQHAHQHAHQHSHQ ŞAPŞALLARRR YAA