top of page

XXVI- irade sakatlanmışsa işlem geçersizdir.

  • Yazarın fotoğrafı: Dilan Durmaz
    Dilan Durmaz
  • 1 gün önce
  • 54 dakikada okunur

Ben geldim! 


Herhalde en sevmediğim gün olan pazar günü bölüm atmak keyfimi inanılmaz kaçırıyor. Bölüm upuzun değil ama kısa da değil. Ortalama bir bölüm uzunluğunda. Devamına girersem pazartesiye uzatmak zorunda kalırdım. Sınavlarınız başlayacak sanırım, yapmak istemiyorum ama az daha sabır istiyorum sizden kendim için. Toparlayacağım. Öncelikle iki hafta sonra cuma 14 Kasım'a denk gelirken, 16 Kasım da pazara denk geliyor. Biliyorsunuz 16 Kasımlar bizim için önemli. Bölümü yeniden cumaya çekmek istiyorum ama 16 Kasım'ı da boş geçmek istemiyorum. 

Aklımda bir şeyler var ama siz de buraya fikrinizi yazabilir misiniz 16 Kasım için? 

9 Kasım Pazar günü Malatya'da imza günüm olduğunu söylemek isterim. Gelenlere spoi veriyormuşum öyle bir söylenti var. Bilmiyorum. 

Önce yıldıza basalım mı? Basalım basalım! Sonrasında oy verelim mi? Verelim verelim... Önceki bölümdeki yorum sayısı beni çok mutlu etti, her tarafta yaptığınız çalışmaları görüyorum, duyuyorum, hatta başkalarından bile duyuyorum. Sizi çok seviyorum ve öpüyorum. 

Keyifle okuyun! 

***

“Ah, Firuze de geldi,” dedi ve ayaklandığını gördüm. Önce annemi gördüm. Ardından herkes sırayla gözümün önüne düştü. Alparslan’ın annesi Mahide Yiğit, babası Orhan Yiğit ve bizzat kendisi Alparslan Yiğit evimizin misafirleriydi. Alparslan’la göz göze geldiğimizde gülümsedi ve tıpkı arabaya binerken ben, yaptığı gibi başını salladı ama bu kez selam verdi.


Annemin bedeni araya girdi, beni sanırım bu halde beklemediği için Mahide ve Orhan Yiğit beni görmeden hızla geriye doğru çekti beni. “Kızım,” dedi bir yabancının tatlı bir şefkat benimse dehşet seçeceğim bir sesle. Üstüme başıma dokundu. Sanırım ansızın beni aradığında ve buraya getirdiğinde özenle giyinmemi, saçlarımı yapmamı beklemişti. “Bu ne hâl?” dedi kısık sesle. Sesi adeta beni alttan alttan çimdikliyor, yüzüme çemkiriyordu ama bunu yalnızca ben duyuyordum.


“İnci nerede?” dedim, ne onun gibi sesimi kıstım ne de kendimi saklamaya çalıştım. Umurumda bile değildi. Evimizde misafir varsa bütün aile üyeleri muhakkak özenle giyinmeli, bir bürokrasinin içindeymiş gibi, Ankara Palas’ta bir yemeğe katılırcasına giyinmeli ve Akın soyadını temsil etmeliydi. Tam da bu sebepten İnci’nin içeride olduğunu düşündüm ve içeri doğru destursuzca yürümeye kalkıştım ama annem koluma yapışmıştı. Adım attırmıyordu.


“Firuze!”


“Ya bırak!”


“İnci odasında!” dedi.


Hırçınlığımı söndürdü bu cümle. Annemin misafirin yanına indirmeyeceği kadar mı hastaydı? “O kadar mı kötü?” dedim dehşetle. Başka da bir şey de çıkmadı ağzımdan. Arkamı döndüm. Topuklu botlarımı yere vura vura koştum. Annem arkamdan geliyor muydu yoksa çok sevgili misafirlerine açıklama mı yapıyordu bilmiyordum ama İnci aşağı inemeyecek kadar kötüyken nasıl olur da onunla ilgilenmek yerine misafir ağırlardı? Merdivenleri tırmandım ve süratle İnci’nin odasına girdim. Kapıyı çalmadım, uyuyabileceğini de düşünmedim açıkçası, kendimi yavaşlatacak hiçbir neden yoktu. Adımlarımı, işin doğrusu koşuşumu durduran, İnci’nin yorganın altında uyuması oldu. Kapı kolunu elimin altında sıktım. Ne yapacağımı bilemedim. Gidip onu uyandırmak, olduğum yerde izlemek, odadan çıkmak… Doğru olanı seçemiyordum. Nefes nefese kardeşime bakıyordum. Birkaç adım öne çıktım yalnızca ve yüzüne baktım. Çok solgun duruyordu. Sanki biraz da kilo vermişti. Yerinden kıpırdandı ama uyanmadı. Ortalığa bakındım, belki bir ilaç görürüm diye ama yoktu.


“Firuze.”


Anneme döndüm. Benim birkaç adım ötesine geçtiğim kapıyı kapattı. Önce İnci’ye sonra bana baktı. “Ne oldu?” dedim titrek bir sesle. Duyacağımdan öylesine korkuyordum ki, soruyu sorduktan hemen sonra kulaklarımı tıkamak, ağlamak, sızlanmak istiyordum. “Neyi var, ne oldu?”


“Kalp ağrısı vardı birkaç gün önce. Yani bir süredir varmış önemsemiyormuş.”


“Kalp ağrısı mı?” Kardeşimin fiziki acısı bana doğru yürüdü ve vardı. Benim de kalbimde tümüyle fiziksel bir acı boy gösterdi. Korkuyla İnci’ye baktım. Ellerim ve dizlerim titremeye başladı. Beni yaptıktan sonra dehşete düşüren şeyi yaptım. Nefes alıyor mu diye kontrol ettim korkuyla.

“Nedenmiş? Ne olmuş? Ne dedi doktor?” Ardı ardına sorular sorarken es vermediğim gibi sesimin titremesinin de önüne geçemiyordum. Onu en son atölyemde görmüştüm. Kızmıştım ona, hatta gitmesini söylemiştim. Tamam o da bana kızmıştı ama… Şimdi bir tek benimki önemliydi. Ben ona kızmıştım, ben ona gitmiştim.


“Aritmi yani ritim bozukluğu olduğunu düşünüyoruz. Belli başlı tahliller yapıldı, sonuçları gelecek bugün yarın.”


Yatağın içinde minicik kaldı gözlerimin önünde. Gözlerim artık hiçbir şeyi görmüyordu. Gözyaşlarım ardı ardına akıyor, bir ileri bir geri adım atıyor, odanın içinde sabit duramıyordum. “Bana neden haber vermediniz?”


Bana karşı İnci’yi kullanmaktan vazgeç anne, dersin ya hep.”


“Anne!” dedim, kızamadım, sitem desem değildi. “Bana nasıl haber vermezsin? Of.” İçli içli sızlandım. Ellerimi yüzüme örttüm. Yere çökeceğimi sandım. Sakinleşmem, durumu daha derin öğrenmem lazımdı. Şimdi bunları söylememin ne anlamı vardı? İnci’den daha mı önemliydi annemle kavga etmek? “Ne demek sonuç bekliyoruz? Babam, sen araya girecek kimseyi bulamadınız mı? Hızlandıramadınız mı?”


“Firuze, kalp atışlarını günlerdir takip ediyoruz. Bu oldu ve karar verildi denecek bir durum değil. Senin aklına gelen şeyler bizim aklımıza gelmiyor mu sanıyorsun?” Sesi mesafeliydi, uzaktı ve yargılayıcıydı. Günlerdir gelmediğim evin elbette haberi de bana gelmek zorunda değildi ona göre.


“Bana nasıl haber vermezsiniz?!”


“Evine gelseydin bilirdin!”


“Anne!” Heceleye heceleye isyan ettim. Bana gelecek bir ev bırakıp bırakmadıklarını soracaktım ama benimle beraber yatağın içinden de içli, cılız bir, “Anne,” yükseldi. Annemle aynı anda yatağa baktık, annem benden hızlı davrandı ve İnci’ye yaklaştı.


“İnci,” dedi şefkatli bir sesle. “Uyandın mı güzel kızım?”

İnci birkaç kez öksürdü ve yanına oturan annesinin dizlerine yaklaştı. Yüzünü annemin bacağına yaslarken kollarını da elimden geldiğince anneme sardı. Annem önce saçlarını sevdi sonra yüzünü eğdi ve İnci’nin saçlarına, yüzüne birkaç buse kondurdu. İnci’nin kıpırtısını arttırdı bu temaslar. Annemle sarmaş dolaş birbirlerini sevdiler. “Bak kim geldi,” dedi annem korktuğumu yapmadan. Benden hiç bahsetmez ya da ben yaklaştıktan sonra laf çarpar sanıyordum. İnci mırıldandı ve gözlerini tamamen açtı annemle beraber bana baktı. Tam o vakit, biraz öncesi ya da sonrası değil, hani Ecevit Melike’yi ararken ufacık bir şeyde bile nasıl duraksıyor, kirpiklerine kadar titriyorsa ben de öyle hissettim. İnci’nin hasta bakışları kalbimi dişleri iğneden yapılmış bir tarakla taradı. Hasta bir bakış bile bu kadar dokunduysa bana Ecevit kim bilir neler hissediyordu.


“İnci,” dedim şefkatle. Ona birkaç adım daha yaklaştım. “Güzelim, sen…” Ne demeliydim? Hastalığından bahsetmeli miydim? Hiçbir şey olmamış gibi mi davranmalıydım. Hastayken beni araması gerekir miydi yoksa benden telefon mu beklerdi? “İnci,” dedim yeniden.


“Abla,” dedi kırgın bir sesle. Kurumuş dudaklarını yaladı. Onu babamın avuçlarına bırakmıştım. İnci babasının biricik kızı olsaydı da benim yanımdaydı. Ben onun ablasıydım ve İnci ablasındandı. Benim ona düşkün olduğum kadar o da bana düşkündü. Babamın benim yokluğumda onu nasıl manipüle ettiğini hesap edemiyordum. İnci’yi benim elimden değil, İnci’nin içinden beni söke söke almıştı. “Benim kalbim hastaymış galiba,” dedi bir çocuk gibi. Bu gerçeği kabullenmiş gibi kurmak istemişti bu cümleyi ama sesinden anladım bu cümleyi kurmanın onu nasıl korkuttuğunu. Yanı başında annem oturduğu için ben yatağın dibinde diz çöktüm ve ellerini tuttum.


“Hayır İnci,” dedim. Aksini ne düşünmek ne de düşündürmek istedim. “Hayır iyisin, tamam mı? Kalbin hasta olduysa da iyileşecek. Korkma sakın tamam mı? Anne,” dedim bir şey söylesin diye. Annem doktordu, susmaması, iyiliğe güzelliğe dair ne varsa hepsini belli etmesi gerekiyordu. Kendi söyleyeceklerime güvenemedim.


“Tabi ki,” dedi annem ve yanağını İnci’nin başına yasladı. “Bir ritim bozukluğu olduğuna neredeyse eminim ben. Kısa bir ilaç tedavisinden sonra, belki ona bile ihtiyaç olmayacak, kontroller devam eder yalnızca. Korkulacak bir şey olsaydı tam şimdi baban tüm ülkeyi ayağa kaldırmış olurdu. Dünyanın diğer ucundan doktorlar gidip geliyor olurdu. Değil mi Firuze?” dedi annem gözlerimin içine bakarak. Konunun babama gelişi, beni zan altında bırakışı tamamen kasti olarak yaptığı bir davranıştı. Zoraki gülümsedim, İnci’nin burnunun ucundan öptüm.


“Evet,” diye destekledim. Tamam babamın sınırsız gücü İnci’yi rahatlatacaksa, ondan bahsederdik. Ölmene izin vermem diyen babam, elbette İnci’ye bir şey olmasına da izin vermezdi. “Her şey yolunda. Belki de kalbin biraz okula gitme, miskin miskin yat ve kimseye hesap verme diye küçük bir iyilik yaptı sana.”


İnci bu dediğime kıkır kıkır güldüğünde öyle büyük bir şey başardığımı hissettim ki içime su serpildi. Kardeşime yaklaştım, yüzünü gözünü ardı ardına öptüm. “Anne kafayı yiyorsun değil mi pijamalarımla evin içinde dolaşıyorum diye?”


Annemin yüzüne dokundu ve sevdi parmak uçlarıyla. Annem gözlerini devirirken parmaklarına vurdu İnci’nin. “Peki İnci Hanım bugün üzerinizi değiştirip misafirlerimizin yanına en azından bir saatliğine de olsa gelir misiniz?” Annem bunu sorana kadar her şey bir nebze de olsa güzeldi. İnci’nin gülüşü, içimde kuruluktan çatlamış toprağı ıslatmıştı. Annemin yakınlığından da rahatsız değildim, üçümüzün de yüzü dip dibeydi. Ama bunu sorduğu an, yüzüne baktım neredeyse tiksinerek.

Aylin Akın, günümüzün yaşayan en büyük şekilcilerindendi.


“Anne,” diye sızlandı İnci. “Hiç halim yok.”


“Kızım lütfen.”


“Ne lütfen anne?” dedim sakinliğimi elimden geldiğince koruyarak. Ama çöktüğüm yerde annemi itmek, kolundan tutmak ve odadan çıkarmak istedim. Ürperdim adeta. Bunu İnci’den nasıl isterdi.

“Kız dinlenmek istiyor, sen in ve kiminle oturmak istiyorsan otur. Aşağıdaki misafirlerin de İnci’yi görmedikleri için ayıplayacak insanlarsa da defolup gitsinler.”


Ben bunları söylerken annem İnci’ye bakıyor, tek bir temasta bile bulunmuyordu benimle. Sanki ben hiç konuşmuyordum. Yeniden İnci’ye konuştu “İnsanlar aşağıda ve ablan da geldi. En azından bir kızım gelip hoş geldiniz deyip otursun. Şahsi algılayacaklar aksi durumda. Tek bırakma beni aşağıda lütfen.”


“Ya sen ne saçmalıyorsun anne?” dedim yerimden kalkarken. Annemin kolundan tuttum ve oturduğu yerden kaldırdım. Kapı dışına atıp kapıyı da kilitleyecektim. “Çıkar mısın odadan?”


“Firuze haddini aşma. Günler sonra gelip beni kızımın odasından mı çıkaracaksın?”


“Böyle saçma sapan şeyler istersen çıkaracağım. İn misafirlerinin yanına.”


Kolunu elimden ayırdı ve yeniden İnci’ye yönelmek istedi. İzin vermedim. “Anne saçmalama diyorum sana, başlayacağım misafirlerine!”


“Sana aşağı iner misin demiyorum, İnci’ye soruyorum. Çık aradan!”


“Kavga etmeyin,” diye konuştu İnci yattığı yataktan doğrulurken. Annem, İnci’nin kalkışını büyük bir memnuniyetle karşıladı.


“İnci kalkma!” Alparslan ve ailesine anneciğimiz güzel gözükecek diye kendini iyi hissetmezken aşağı mı inecekti? “Kalkma hayır. İnmek zorunda değilsin. Annem ne dediğini bilmiyor.”

Onu kollarından tutarak yatağa geri yatırdım. Yorganını da örtmek istedim ama “Abla annem yalnız kalmasın,” dedi kalkmaya çalışırken. “Biraz oturur çıkarım.” Annem de aynı kocası gibi koca bir manipülasyoncu olmuştu. Elli yaşına merdiven dayamış kadının yalnız kalmasını mı konuşuyorduk?


“Hayır inmeyeceksin! Yatağından o insanlar için çıkmayacaksın.”


“Annesi için çıkıyor!” diye laf yetiştirdi bana arkadan.


“Sen inecek misin?” diye sordu İnci. Gerçekten annemi yalnız bırakacağını hissediyordu. Muhtemelen günlerdir başından ayrılmayan annemin bu ufak istediğini reddetmek onu nankör ve vefasız yapacaktı. Annem görevini yapmıştı, şimdi bunu İnci üzerinden kullanamazdı.


“Ben de inmeyeceğim sen de inmeyeceksin.”


“İnci kıyafetlerini ayarlıyorum anneciğim, saçlarını da tarar toplarız, yüzüne de hafif bir şeyler geçeriz olur mu?”


Akın malikanesi beni yalnızca on dakika el ayak titretecek bir sinirden uzak tuttu. Şimdi saçlarımı yolacak kadar öfkeliydim. Birkaç kez konuşmak için ağzımı açtım da konuşamadım. Kelimeler birleşemedi, dudaklarımdan dökülemedi. Tutuldum bu düşüncesizlik karşısında. “İnci aşağı inmeyecek dedim!”


“Sen yolunu unuttuğun eve gelip karar merci olamazsın Firuze!”


“Abla,” diye bana seslendi İnci. Ona döndüm. Şimdi benimle geleceğini bilsem kalkar onu atölyeye götürürdüm. Ama ne o gelirdi ne de annem babam onu bana verirdi. “Ya ben ineyim ya da sen,” dedi. Aklımı kaçıracaktı, neden bir misafirin önüne oturup kukla gibi durmalıydık?


“İnci böyle bir şey yok! Annemin saçmalıklarından ibaret.”


“Neyse ki kızlarımdan biri adab-ı muaşeret nedir biliyor,” dedi annem ve İnci’nin kıyafet dolabına yöneldi. Bu durumda allayıp pullayıp onu aşağı indirecek ve saatlerce tutacaktı. Çıkardığı kıyafetleri izledim. İnci’nin eli pijama üstüne gitti. Annem beni deniyordu, biliyordum. Beni zorla indiremeyeceği için benim vicdanımla oynuyordu, İnci’yi yine kullanıyordu. Bugün o insanlar buraya gelmese beni arayıp İnci’nin hastalığını yine söylemeyecekti. İnci’nin pijamasını çıkarmasını engelledim ve hırsla anneme baktım.


“İnci dinlensin ben ineceğim,” dedim. Aşağıdakilerin kimin için geldiğini biliyordum. Annemin derdinin kim olduğunu da biliyordum. İnci aşağı inerse ben odanın içinde kendimde olan savaşımı kaybedecek eninde sonunda aşağıda tek kalmasın, iyi mi, yoruldu mu, sıkıldı mı, kendini kötü mü hissediyor diye diye aşağıda bulacaktım kendimi ve annem bir taşla iki tuş vuracaktı. Annemin eli havada kaldı ve bana baktı. “Yat İnci, ben ineceğim. Kahvaltı ettin mi?”


“Abla ben ineyim işte.”


“Kahvaltı ettin mi?” diye tekrarladım.


“Yeni uyandım.”


Anneme baktım nefretle. Daha kahvaltı bile etmemiş hasta kızını kendi şaklabanlıkları için kullanacaktı. Annem bakışlarımı umursamadı, dolabı kapattı ve sırtını yasladı. Ben şimdi ona şaklabanlık nasıl yapılır gösterecektim. İnci onun yazdığı senaryonun parçası olmayı iyi bilirdi, İnci zaten anne babasının kızıydı. O da yazıldığı gibi oynamayı doğru bulurdu. “Annem sana kahvaltı göndertsin. Kahvaltını edip dinlen, ben yanına çıkacağım,” dedim. Üzerimdeki kabanı çıkardım, kısa eteğim, üzerimde salaş şekilde duran bol kazağım ve uzun çizmelerimle kaldım.


“Üzerini değiştir,” dedi annem. Hiçbir şey söylemedim ve çıktım odadan. Bunu asla yapmayacaktım. Annemin giymemi istemeyeceği her şey üstümdeydi. Bol, salaş ve özensiz kazaklar, kısa etek, upuzun çizmeler, özensiz saçlar, solgun bir yüz… Hepsi annemi çileden çıkaracak ayrıntılardı. Önüme geçti koşar adım ve bedenimi odaya doğru itmeye kalkıştı.


“Bu halde aşağı inemezsin üzerini değiştir!”


“Ölsem de değiştirmem.”


“Dünden kalma gibi duruyorsun üzerini değiştir diyorum!”


“Dünden kaldım zaten,” dedim açıkça ve gözlerini içine bakarak güldüm. Tamam çok sevgili misafirlerine hoş geldiniz diyecektim tabi ki. Onlar da ansızın eve gelen bu kadının, ki muhtemelen o kadını oğullarına layık görüyorlardı, geceden kalmış halde eve geldiğini görmelilerdi. Annemi geçtim ve ikimiz de neredeyse koşmaya başladık. Annem arkamdan geliyor, beni durdurmak için adeta yalvarıyordu. Merdivenler bitince adımlarım hızlandı, annem artık istese de bana bu mesafeden bağıramazdı. Alparslan Yiğit’in okuldan sonra buraya gelme amacı neyse, ne yapmak istiyorsa görmeli ve ona göre davranmalıydım.


Destursuzca salonun orta yerine bir yıldırım gibi düştüm ve gülümsedim. “Hoş geldiniz,” dedim yüksek sesle. Salonun başköşesinde oturan babama baktım. Onunla bu evde karşılaşmayalı ne uzun vakit olmuştu. En son ben bu evden çıkardım ağzımdan kan akıyordu. Babam beni baştan aşağı süzdü ve yüzündeki ifadesizliği bozmadan arkamdan çıkan anneme baktı. Şimdi herkes, dün iş görüşmesine gitmiş ve kafadan kırık bir ressam gibi giyinmiş kadının daha da özensiz haline bakıyordu. Gözlerim Mahide Hanım da takılı kaldı. Eğer ki kafalarında bir şey varsa benimle ilgili, ilk onu benden uzaklaştırmak ve oğlunun karşısında durmasını istiyordum. Aile yapılarını bilirdim. Mahide Hanım’ın fikrinin ne kadar önemli olabileceğini de tahmin ederdim.


İlk kadına yaklaştım ve elimi uzattım. Elini öpmemi beklemezdi belki ama en azından yanak yanağa bir öpüşme beklerdi. Yapmadım. “Hoş geldiniz Mahide Hanım,” dedim. Kadın bu absürt tavrıma, halime ilk birkaç saniye boyunca oturduğu yerden baktı. Üzerinde lila renginde bir takım vardı. Lila uzun etek, önünü iliklediği bir ceket, yüksek topuklu ayakkabılar ve yine lila renginde saten bir eşarp takmıştı. Yine her zamanki gibi annem kadar şıktı.


Kadın ayaklandı ve elimi sıktı. “Hoş bulduk Firuze,” dedi kendini toparlayarak. En az annem kadar da durum kontrolü yapabiliyordu.


“Çok şıksınız,” dedim üstüne basa basa. Gülümsedi zarifçe ama sen de çok şıksın diyemedi. Geri oturdu. Tam olarak istediğim buydu zaten.


Orhan Bey’le de tokalaştım ve sıra Alparslan’a geldiğinde Ecevit’in sesi adeta yankı yaptı içimde. Beş adım…Aramızdaki mesafeye baktım. İki adım ancak vardı. Bir adım attı, bir adım ancak kaldı. Yutkundum. Sanki Ecevit bizi izliyormuş gibi rahatsız hissettim. Amacım elini sıkıp geri çekilmekti ama o izin vermedi. Ecevit’in söylediklerini daha da çok haklı çıkarır gibi önce sağ yanağıma uzandı ve yanak yanağa geldik. “Sen aileme karşı söylediklerine dikkat et,” diye fısıldadı. Sağ yanağı sırayı sol yanağına bırakırken yutkundum. “Ben de yaptığımız iş görüşmesini hatırlamayayım.”


Alparslan Yiğit. Küçük Atilla.


“Hoş bulduk Firuze,” dedi benden ayrılırken. Hiçbir şey söylemedim. Alparslan elbette bana karşı kullanacaktı. Aksini bir kez bile düşünmemişti. Derdim ben değildi, derdim Ecevit’ti. Sokacakları herhangi bir çomak Melike’yi etkileyecekti. Geri çekildim ve tekli koltuklardan birine geçtim babama bakmadan. İnsanlar hiçbir şey olmamış gibi sohbete devam etmek istiyordu lakin ortama girişimi henüz sindiren olmamıştı. Telefonumu kucağıma bıraktım ve beni izleyen insanlara baktım.

Mahide Hanım, dayanamadı ve içini kurt gibi kemiren o konuyu alttan alttan sormaya kalkıştı.


“Sanırım sabah erkenden çıkmıştın Firuze. Umarım bizim gelişimizle önemli bir işini aksatmadın.”

Ne düşündüm ne de beni bakışlarıyla bir baskının altına almaya çalışan anne ya da babama baktım.


“Sabah erkenden çıkmamıştım, dün gece evde değildim.” dedim. Annemi bu cümlenin nasıl utandırdığını düşünmek zor değildi. Ama ben onun sandığı gibi biri olsaydım kesinlikle bu cümleye bir önceki gece de bir önceki gece de, diye devam eder dururdum. Mahide Hanım’ın yüzü adeta bozguna uğradı. Önündeki suya uzanırken gözlerini kaçırdı, gülümsemeye kalkıştı ama yapamadı. Göz ucuyla Alparslan’a baktığını gördüm. Tam olarak istediğim bu kadından onay almamaktı zaten.

Annem tatsız bir telaşla araya girdi. “Firuze yeni bir sergi hazırlığında, zamanının çoğunu atölyede geçiriyor.” Külliyen yalandı. Dudaklarımın ucuna kadar gelmiş, hayır atölyede değildim arkadaşımın evindeydim cümlesini Alparslan’ın gözdağı verircesine boğazını temizleyip gözlerim içine bakmasıyla yuttum. Cesaret edemedim. Çünkü tam olarak kısasa kısas dediği nokta burasıydı. Bir şey söylersem araya girip düne atıf yapmayacağına emin değildim. Yapacaktı da zaten.


“Ah öyle mi,” dedi kadın bu kez gülümseyebilmişken. Yine tatmin etmedi bu cevap onu. Çünkü biliyordum ona göre yine de geceyi ev dışında geçirmemeliydim. Onu memnun etmedi ama yine de bir arkadaşta kalmak kadar da kötü hissettirmedi. “Bir önceki sergiye gelememiştik. Eminim ki bu kez geleceğim.”


Gözleri ben ve annemin arasında gidip gelirken annemde duraksadı, konuşan da annem oldu zaten. “Evet artık bu sefer kesinlikle sizleri de bekliyoruz. İlk sergide Alparslan aramızdaydı. Firuze ve bizler için ne kadar kıymetli olduğunu anlatamam.”


Kıymetli mi? Benim umurumda bile değildi. Hatta önüme seçenek sunulsa gelmemesini isterdim. Yaptığı açıklamalarla ertesi gün onu kendimle aynı manşetlerde okumuştum. Bu benim için kıymetli değildi rezaletti. Eğer ki kuş beyinli Bülent olsaydı burada, kesinle Alparslan’ın gelişine laf ederdi. Bir hafta önceki parti toplantısına gelmeyişini sergideki gibi yüzüne vururdu ama o yoktu. Ben de Alparslan’ın kıskacındaydım. Onu ya da ailesini bozarsam, birazdan yaptığım iş görüşmesinin açıklamasını yapmak zorunda kalacaktım. Yuttum.


Alparslan, “Muazzamdı,” dedi gözlerimin içine bakarken. Bunu söyledikten sonra bir kez beni süzdü ve annesine çevirdi gözlerini. “Katılsaydın, tüm tabloları almak isterdin. Her tablo evinde olsun isterdin.” Bacağımı sallamaya başladım yavaş yavaş. Birkaç tablo aldığını biliyordum ama umurumda değildi. Arayıp teşekkür de etmemiştim. Benim o geceki tek teşekkürüm Erdem Kılıç’aydı.

“Alparslan aldığı tabloyu evimizin en güzel köşesine astı,” dedi Mahide Hanım anneme bakarken. Bu annemi yeniden bir tiyatro sahnesinin arkasında yönetmek koltuğuna oturttu. Senaryoyu çok beğendi, hissettiği romantizm gözlerini parlattı. “Alparslan,” dedi etkilenmiş bir sesle. “Çok incesin. Sen zaten hep sanattan anlayan bir adam oldun.”


“Sanattan da sanatçıdan da anladığımı düşünüyorum, evet. Teşekkür ederim Aylin Hanım.”

“Aldığın diğer tabloları ne yaptın?” diye sordum. Merakla değil. Yalnızca israfı sevmeyen ailesine, bakın oğlunuz birkaç tabloya milyonlar harcadı demek istedim. Belli ki yalnızca birini evlerine

asmışlardı.

“Onlar gelecekte kuracağım evi bekliyorlar.”

Telefonum bir kez daha titreşti avucumda. Alparslan benimle her etkileşime geçtiğinde hisseder gibi yazıyordu. Yine de başımı indirmedim telefona. Alparslan’ın ne söylediğini pek tabi farkındaydım. Bunu en iyi bertaraf etmenin yolu anlamamazlıktan gelmek değildi anlayıp kendini o hayale dahil etmemekti.


“Umarım eşin de tablolarımı beğenir.”

Dudakları hafifçe kıvrıldı ve kaşları havalandı. Şaşırır, kalır ve hemencecik cevap veremez sandım.


“Pek sanmıyorum,” demesini de hiç beklemiyordum. Kendimi bir strateji olarak sokmadığım hayalin içinde zaten yokmuşum gibi hissettim. Biri mi vardı hayatında? Keşke… Ah keşke! Keşke olsaydı. Alparslan’la alakalı gönülden istediğim tek şeydi. “Dün yazdığını beğenmeyen yazar misali, dün beğendiğini bugün beğenmez muhtemelen.”


Ne dediğini anlamadım. Yine kendince saçmaladı durdu, kafa bile yormak istemedim ama annemin çok hoşuna gitti söylediği şey. Göz devirdim ikisine de açık seçik. “Ressamlık çok güzel bir iş olmalı Firuze,” dedi yeniden Mahide Hanım. Gülümsemeye çalıştım.


“İş olduğunu düşünmüyorum. Belki meslek diyebiliriz ama kesinlikle iş değil.”


“Tamam ama kesinlikle siyasetten daha keyifli bir meslektir,” dedi. Erkekler aynı anda gülünce midem bulandı. Onlara baktım teker teker.


“Çok da gülünecek bir şey söylemedi aslında Mahide Hanım. Mesleğinizin ne kadar kötü olduğunu söyledi,” dedim. “Ama bir mesleği iyileştiren de kötüleştiren de bence mesleği yapanlardır. Ne düşünüyorsun baba?” diye sordum merakla. Halbuki sadece öyle gözüktüm.

“Siyaseti layığıyla yaptığımı güzel kızım. Sen ne düşünüyorsun Orhan?” diye sordu babam.

Orhan Bey başını salladı ve “Siyaseti layığıyla yaptığımızı,” diye karşılık aldı. “Siyaset keyif işi olamaz Firuze. Olmamalı. Memleket meselesinde keyif olmaz. Çizmek başka, bizim işimiz bambaşka.”


“Doğru babam iyi bir siyasetin iyi bir propagandadan geçtiğini söyler. İğrenç. İyi bir ressam olmanın, doktor, öğretmen olmanın yolu bambaşka şeylerden geçerken bir de babama bakın. Mesleğini ne de güzel temsil ediyor. Aslında hepiniz iyi bir siyasetçi değilsiniz çok iyi birer propagandacısınız biliyor musunuz?” diye sordum. Artık ben gülümsüyordum onlar değil.


Kurduğum cümlenin yarattığı tahribat en başta derin bir sessizlikten ibaretti. Sessiz ve suratsız üç siyasetçi vardı. “Söylediği çoğu şey yalandan ibaret. Propaganda. Bir de babam propagandanın kıstasının başarıdan geçtiğini söyler. Yani etik değerlerden uzak propagandacılarsınız hepiniz. Yanlış mıyım?”


Herkes susakaldı. Babam konuşursa ne kadar ileri gideceğimi tahmin edemiyordu. Diğer ikisi de cümlelerimin ağırlaşmasından çekiniyordu. İlk cümleyi kuran daha da çıkmaza sokacak diye kimse konuşmak istemiyordu. İnsanların karşısında oturmuş, annemin benden utandığı kıyafetlerimle insanları izliyordum. Alparslan gözlerimin içine bakıyorken ben de ona baktım. Tam o sırada kucağımdaki telefon titreşti ve sessizliği bozdu. Gözlerimi telefona indirdim ama elime almadım.


Ali Ecevit; Ne durumdasın?


Dudaklarımı yaladım ve başımı kaldırdım, yine yalnızca Alparslanla’la göz göze geldim. Bu mesaja yanıt vermemek onu endişelendirir miydi bilmem ama hoşuna gitmezdi. Telefonu usulca elime aldım ama tamamen meydana çıkarmadım. Tuşlara bastım teker teker.


Daha iyiyim. Seni arayacağım.


Ona dümdüz iyiyim diyemezdim. Daha iyi olmak, iyi olmak değildi zaten. O bunu bilir, beni anlardı. Telefonum çok geçmeden yeniden titreştiğinde başımı yeniden kucağıma indirdim ve mesajı okudum. Yutkunarak.


Ali Ecevit; Kim var evde?


Alparslan ve ailesi bir cevap gibi karşımda oturuyordu. Ve Alparslan gözlerini ayırmadan beni izliyordu, içimden bir ses bu mesajların kimden geldiğini de tahmin ediyordu. Telefonun sesini kıstım ama yanıt vermedim mesajına. Ona yalan söylemek istemezdim ama ona doğruyu da söyleyemedim. Bir dakika ya geçti ya geçmedi bir mesaj daha geldi.


Ali Ecevit; ?


Yalnızca bir soru işaretiydi bu. Mesajın öncesi ya da sonrası yoktu. Ellerimi birbirine sürttüm ve saniyelerce ekrana baktım. Yanlışlıkla mı atmıştı? Yeni bir mesaj bekledim ama gelmedi. Başımı yeniden kaldırdım. Ortam huzurla dolu değildi ama ben gelmeden önce emindim ki daha mutluydular. Bacaklarım yeniden titreşti. Başımı indirdim


Ali Ecevit; ? ?


Kurumuş dudaklarımı ıslattım, dişlerimi birbirine sürttüm. Hayır önceki mesaj yanlışlıkla atılmamıştı. Ali Ecevit ve Alparslan aynı anda konuştu.

“Firuze,” dedi Alparslan.

“Firuze?” Yazdı Ali Ecevit.

Aralarındaki nefret öylesine büyüktü ki ikisi de hissetti birbirinin varlığını, Ecevit’ten bir mesaj daha geldi.


Ali Ecevit; Evde kim var?


Bu soru kim var evde cümlesiyle asla ve kattiyen aynı değildi. Telefonu elimin içinde sıktım ve karşımdaki adama baktım. Kollarından birini oturduğu tekli koltuğun köşesine yaslamış parmak uçlarını birbirine sürtüyordu. “Her neyse, hadi biz siyasetçiler en kötü insanlar olalım. Peki kendi köşende mesleğini icra ederken yapılanlar? Hakkında çıkarılan onlarca asparagas haber için herhangi bir aksiyon aldık mı?” diye sordu. İçine girdiği takım elbisenin içinde babam gibi bir güç zehirlenmesi değil belki ama korkunç bir kontrol zehirlenmesi yaşıyordu. Gücün yavrusu kontroldü. Bugün güçten gözü dönmüş herkes zamanında kontrol hevesiyle bugüne gelmişti.


“Aksiyon aldık mı değil, aldın mı, demek istedin sanırım.”


“Hayır,” dedi Alparslan duraksamadan. Böyle bir dönüş alacağını biliyordu. “Aksiyon aldık mı dedim. Doğru duydun.”


Avucumdaki telefon bir kez daha titreşti ama bakamadım. Babama bakınca ne kadar öfkeleniyorsam aynı öfke zuhur etti. Alparslan kaşlarını kaldırdı hafifçe. Sakin ol. Belki de kasten yapıyor. Sakin ol.

“Aksiyon almadım, aksiyon almayacağız da. Zaten bu dava işlerine şahıslardan biri bensem hiç kimse,” dedim ve Alparslan’dan sonra babama da baktım. “Müdahale etmeyecek. Sana davaların hepsini açtığın gibi geri çek demiştim. Yaptın mı?”


“Elbette yapmadım. Bu durumu babanla da değerlendirdik,” dedi ve babama baktı. Parmakları hafifçe babamı işaret etti.


“Değerlendirmeye gerek bile duymadık. Bu kadar hümanist olmanın anlamı yok. Firuze her zamanki gibi fazla iyimser.”


Eminim ki insanlardan utanmasa aptal olduğumu ya da hali hazırda onlardan olup hain olduğumu söyleyecekti.


“Bunu babamla değerlendir demedim Alparslan, benden habersiz açtığın davaları geri çek dedim.” Alparslan’ın anne ve babasına baktım. “Oğlunuz nasıl bir motivasyonla bilmiyorum ama sosyal medyada aleyhime yazan herkese dava açmış. Akıl tutulması değil mi?”


Tek amacım Alparslan’a kendi kendine gelin güvey olduğunu ailesinin yanında hissettirmekti. Çünkü ortada elle tutulur hiçbir şey yokken onun bunları yapması bir takıntılı imajı çiziyordu sandığının aksine ona. Bunu ailesi de bilsin istedim. Avucumdaki telefon yeniden titreşti. Orhan Bey ilk kez bana doğru konuştu. “Alparslan ileri görüşlüdür Firuze,” dedi. Anlayamadım, sahiden anlayamadım. Neyi gördüğünü sanıyorlardı? “İleride önünü almakta zorlanacağı şeyi ya da ileride hiç olmasın istediği şeyi şimdiden yapıyordur. Annen ve baban seni öyle güzel, özgür ve insan sevgisiyle büyütmüş ki bu insanla yine oldukça kibar baş etmeye çalışıyorsun ama Firuze, bir amcan bil beni, öyle dinle. Bizim demek ki bir bildiğimiz var ki bu yolu tercih ediyoruz.”


Orhan Bey’e uzun uzun cevap vermek isterdim ama telefonum çalmaya başladı. Hiç bakmadan ekrana ayağa kalktım. “Çok özür dilerim. Biraz rahatsızım ve açmam gereken bir telefon geldi. Konuştuktan sonra kardeşimin yanında olmak istiyorum. Görüşmek üzere,” dedim ve oldukça adabı muaşeretten uzak şekilde kalktım. Annem kriz geçirmek üzereydi biliyordum. Kimse engel olamadım. Yanlarından ayrılınca koşar adım çıktım yukarı ve telefonu açtım.


“Efendim?” dedim.


“Neden cevap vermiyorsun bana?” diye sordu. “Bir şey mi oldu?”


“Yok hayır olmadı,” dedim telaşla. “O an yazamadım. O yüzden.”


“Nasıl kardeşin?” diye sordu. İnci’nin kapısının önündeydim.


“Ritim bozukluğu varmış kalbinde. Biraz yorgun. Tahlil sonuçları bekleniyormuş. Onun yanında olacağım bugün Ecevit. Sen istersen git kadının evine. Sonra bana haber ver ama bugün İnci’yle kalayım ben, olur mu?” dedim. Beni anlayacağını biliyordum. Beni en iyi Ecevit anlardı zaten.


“Yarın ne durumda olursun?” diye sordu.


“İnci iyi olursa yarın gelirim,” dedim. Pek tabi onu da ben çok iyi anlardım. Bugün de gitse yarın da gitse anlardım ben onu.


“Tamam yarın gidelim,” dedi. Ben de öyle isterdim zaten. Hangimize ne zaman ihtiyaç olunacağı hiç belli olmazdı. “Kim var evde?” diye sordu. Sıkıntıyla soludum. Yalan söylemeyecektim.


“Ecevit boş ver…” dedim önce. Boş vermeyecekti zaten.


“Evde kim var?” diye sordu


“Alparslan ve ailesi gelmiş,” dedim. O konuşmadan ben devam ettim. “Kahve içiyorlardı. Annem belki de o vesileyle beni çağırdı yoksa İnci’nin hastalığından hiç haberim olmayacaktı. Selam verdim şimdi de yukarı çıktım. Bir daha da inmeyeceğim. Karnım ağrıyor, İnci’nin yanında uyuyacağım.”

Bir süre ses seda gelmedi karşı taraftan. Kapattı mı diye kontrol ettim. “Bir şey dedi mi sana?” dedi keyifsiz bir sesle.


“Hayır çok durmadım zaten.”


“Yaklaştı mı?”

“Elbette hayır Ecevit”


“İnecek misin bir daha yanlarına?” diye sanki bu sorunun cevabını almamış gibi sordu.


“Hayır. Onlar da kalkar gider zaten,” dedim. Zaten erkekler hazırda bekliyorlardı. “Tamam,” dedi yalnızca Ecevit. “İlaç al, yarın işimiz var.”


“Tamam, alacağım. Yarın haberleşiriz.”


“Bir şey olursa ara,” dedi yalnızca. Sonra da kapattı. Dediği gibi yaptım, İnci’nin odasında bulduğum ağrı kesiciyi attım, duş aldım sonra İnci’nin yatağında kardeşimle beraber uyudum. Sineme girdi hemen küçük bir kuş gibi. Biraz konuştu benimle, özlediğini söyledi. Onu çok sıkınca sızlandı ama. Kardeşime sarılarak uyudum. Neredeyse ertesi güne kadar.

***

İnci’nin odasından bulduğum sekreterliği büyük kırmızı çantamın içinden çıkarırken Ecevit apartmanın önündeki zillere basıyordu. Kırmızı dosyayı kolumun arasına sıkıştırdım ve hızla Ecevit’in yanına gittim. “İsim yazıyor mu?” diye sordum. O benim elimdeki dosyaya ben zillere baktım. Genelde erkeklerin isimleri yazıyordu. Direkt soy addan buldum. “Babasının adı Tahsin Ökmen miydi?” diye sordum.


“Öyleydi de o dosyayı ne yapacaksın.”


“Lazım olur,” dedim sadece. Elbette aklımda bir şeyler vardı İnci’nin odasından alırken. Üzerimde siyah düz paça bir kumaş pantolon üzerimde de yine siyah gömlek vardı. Sabah evden çıkmadan ağrı kesicimi atmıştım. Gecem yine ağrılı geçse de şimdi kendimi daha iyi hissediyordum. Ağrı kesicinin etkisi bitmeden işlerimizi halletmeliydik.


Ecevit yedi ya da sekiz katlı apartmanda zile bastı ve kapı açıldı. Ben açıkçası hoparlörden bize seslenmesini bekledim başta ama açılmıştı. Kapı biraz zor itiliyordu, Ecevit itti ben geçtim. Ayağımda kısa topuklu siyah ayakkabılar vardı. Dar asansöre bindiğimizde saçlarımı düzelttim hemen. “Sigorta genel müdürlüğünden geliyoruz, ev halkını, maaşları, maddi durumu, çocukların durumunu soracağız. Yani tüm çocukların.”


“Eninde sonunda tatsız bir dille konuşacağız, ne gerek var yalana dolana?”

“İyi kadını bayıltıp öyle gireriz o zaman içeri.”


Hiç usul bilmiyordu bu adam. Lafımın üzerine laf söylemedi. Altıncı katta oturuyorlardı. Asansör durduğunda indik. Kattaki tüm dairelerin kapısı kapalıydı. Ecevit ne tarafa giderse ben de o tarafa gittim. Kapıların birinin önünde durdu ve tokmağı vurdu iki kez. Dosyamla beraber hazır şekilde bekleyedurdum. “Kim o?” diye bir kadın sesi geldi. Ecevit bana baktı. Evet benim seslenmem daha makuldü.


“Sigorta Genel Müdürlüğü!” diye yanıt verdiğimde tam da tahmin ettiğim gibi kapı birkaç saniye içinde açıldı. Kadın önce Ecevit’i gördü sonra bana baktı.


“Buyurun?”


Kestane kahvesine boyadığı saçları dipten çıkmış uçtan akmıştı. Kıvırcık saçları olsa da toplamıştı, bebek saçları vardı fazlaca. Üzerinde mor uzun kollu bir kazak, altında siyah bir pantolon vardı. Yüzündeki kırışıklıklar ele veriyordu yaşını. “Merhaba,” dedim. “İsmim Firuze. Sigorta Genel Müdürlüğünden geliyorum. Bakanlığımızın yeni destek paketiyle beraber ihtiyacı olan ailelerimize kışın elektrik yazın da su faturası desteği sağlıyoruz. Sürecin daha şeffaf ilerlemesi için de ev ziyaretleri yapıyor ve güncel maddi durum hakkında bilgi alıyoruz. Son açıklanan destek yardımına ya da daha öncesinde bakanlığımızın yaptığı yardımlardan birine başvurdunuz mu?”

Kadın gözlerini kırpıştırdı ve beden dilinden anladığım üzere biraz endişelendi, telaş yaptı. Tamam şüphe etmediyse sorun yoktu. “Son bahsettiğinize değil ama öncesinde sanırım yapmıştık. Çocuk yardımı olması lazım.” Elimdeki dosyaya sabitlenmiş kağıda hızlı hızlı not aldım.


“Evet ben de o şekilde gözüküyor. Şimdi maddi durumunuzu elimdeki bilgilerde güncel olup olmadığını öğrenmek için soruyorum, “Eviniz kira mı kendinizin mi?”


“Bizim.” Bunu da not aldım hemen. Ne işime yarayacaktı bilmem ama çok da önemli bir şeyi duymuş gibi davranıyordum.


“Evde kaç kişi çalışıyor?”

“İki.”


“İsimlerini alabilir miyim?”


“Tahsin Ökmen, Murat Ökmen.”


Şimdi birkaç güven veren sorudan sonra çocuk sayısını soracaktım. “Peki hanede kaç kişi yaşıyor?”


“Beş,” diye yanıtladı kadın.


“Kaç öğrenci var?”

“İki.”

“Siz ev hanımı mısınız?”

“Evet ev hanımıyım.”


Başımı salladım ve arka sayfaya geçtim. Parmaklarımla İnci’nin notlarının üzerinde bir şey bulmuş gibi davrandım ve “Evde yaşayan hane halkının üzerinde, ev dışında kayıtlı mal var mı?” Elimi İnci’nin ders notundan çekmeden başımı kaldırdım kadına. Kadın başını salladı.


“Yok ama benim babadan mirasım var. Ama daha mal bölümü yapılmadı. O engel olur mu?”

Bilmediğim yerden gelmişti işte bu. Ecevit’e baktım. Ne bileyim biraz cinsiyetçi bir yaklaşım olabilirdi ama bir erkek o an bu soruya daha hâkim olur diye düşündüm. Ecevit başını salladı beklemeden. “Mal paylaşımı yapılmadıysa olmaz,” dedi. Hemen destekledim onu. Olmazdı herhalde. Hem olsaydı bize neydi? O kadar hızlı hızlı yazmıştım ki kafam karışmıştı kadına sahiden destekte bulunacağız sanıyordum. O geri zekalı Seher ne halde olan kardeşine, hatta kızını aldığı kardeşine, yardım etmiyordu anlamamıştım.


“Peki son olarak eviniz müsaitse ev şartlarını görmem gerekiyor. Müsait değilse memur arkadaşları sonra yönlendireyim ama yönetmelikten dolayı yine habersiz gelecekler. Öncesinde bir şey indirip kaldırmayın diye.”


Kadının evinden buram buram yemek kokusu geliyordu ve yanlışım yoksa evde hiç kimse yoktu. “Biraz dağınık aslında.”


“Hiç önemli değil çok kısa sürecek dediğim gibi ama hayır derseniz elbet iki memur arkadaşı sonrası için yönlendiririm. Yalnız şunu belirtmem lazım her zaman kadın memur denk gelmeyebiliyor. O da sorun olmayacaksa başka zaman gelsinler.”


Hayır derse B planına geçiyorduk. Ecevit içeri giriyordu ben de kadın bağırmasın diye ağzını tutup kadını itiyordum. Şimdi gülümserken kadının yüzüne tam olarak bunu düşünüyordum. Kadın gerisine baktı. “Gelmişken girin o zaman ya,” dediğinde tuttuğum derin nefesi geri verdim. Kadın oldukça sakin dursa da ablası o yelloz Seher, hatta kızı da o çirkef yelloz Yeliz’di. Baş edemeyebilirdim. Saçlarımı yolabilirlerdi. Kapıyı tamamen açtı ve “Ben hemen yemeğin altını kapatıp geliyorum,” dedi. Ayakkabılarımızı çıkarmak için bize zaman tanımıştı.


Hızla ayakkabılarımı çıkarırken Ecevit’e tutundum duvara tutunmak yerine. Ecevit “Ya sen var ya,” dedi dişlerinin arasında. Sırıttım. Herhalde giremeyeceğim hiçbir kapı yoktu. Ben zirveyi zaten Ecevit’in evinde bırakmıştım. Hemen çıkardım topuklularımı ve ten rengi çoraplarımla halıya bastım. Hemen arkamdan Ecevit girdi. Dosyamda sayfa çevirdim. “Ecevit Bey, genel şartlara bakmamız yeterli. Hanımefendiyi de çok tutmayalım,” dedim kadın kapısını kapatırken. Bize iyice güvensin istiyordum. Ev telefonunu gördüm. Geçerken fişini mi çekmeliydik? Kadın ikimizi birden aşıp telefona koşabilir miydi? Hayır bu çok abartıydı.


“Tabi Firuze Hanım,” dedi Ecevit imayla. “Tabi.”


Firuze Hanım. Öyle hoşuma gitti, öyle hoşuma gitti ki bana hanım demesi, hiç sırası değildi biliyordum, özür dilerdim, biliyordum hiç sırası değildi ama içimdeki o zilli böyle baş kaldırdı, ince küçük parmaklarıyla dürttü kalbimi. Bak bak dedi, bak bize hanım dedi. Öyle cici hissetti ki kendine, benim bu resmi kıyafetlerimin aksine o bayramlığını giydi sanki. Uçuş uçuş bir elbise, beyaz bağlamalı pabuçları ve uçları lüleli saçları vardı. Cici cici konuşuyordu. Bak bize hanım dedi, ne dedi? Firuze Hanım. Okumayı yeni öğrenmiş çocuklar gibi hanım kelimesinin tüm sesli harflerini uzattı. Çok cici dedi bak, hanım hanım dedi. Hanım olduk biz. Herhalde Ecevit’in hanımı olmak, Firuze Hanım’ı olmak, ancak onu böyle mutlu ederdi. Ona akıl sır erdirmek mümkün değildi. Çocuk denip geçilmeliydi.


Çocuk demişken asıl soruyu sonunda sorabildim. “Kaç çocuğunuz vardı Yıldız Hanım?” diye sordum. Evde ne görüyorsam not alıyordum. Sanki yardım etmek için evdeki koltuk takımının önemi varmış gibi.


“Üç,” diye yanıtladığında Ecevit’le göz göze geldik. Yalancı…

“İsimlerini alabilir miyiz?” diye sordum.

“Murat, Yavuz, Demet.”

“Bir çocuğunuz evli gözüküyor,” dedi Ecevit. Artık oturma odasındaydık. Kadını kapıdan iyice uzaklaştırdık, Ecevit kapı önünde kaldı olası bir kaçma girişimine karşı.

“Evet resmiyette evli ama bizimle yaşıyor. Boşanacak. İkametgahı da altı aydır bizimle.”


Ecevit’e başımla işaret ettim ve teker teker saydım. “Murat Ökmen, Yavuz Ökmen ve Demet Ökmen.”

“Eksik saydınız,” dediğinde Ecevit başımı ona kaldırdım. “Bir de Yeliz Ökmen,” dedi. Kapı pervazına yaslanmış kadını izliyordu.


“Dördüncü çocuğunuz mu var?” diye sordum şaşkınca.


Kadın şaşıp kaldı bir an. Çocuğu o kadar kendinden saymıyordu ki resmi kurumdan gelmiş birilerine bile söyleme gereği duymuyordu. “O bizimle yaşamıyor, babaannesi büyüttü onu bazı özel sebeplerden. Yani ikametgahı da burada değil.”


“İlk evliliğinizden mi?” diye sordum merakla. Kadın ne diyeceğini şaşırdı ama kendini kontrol etmeye çalışıyordu. Çok güven vermiştik bizi memur sanıyordu.


“Hayır değil. Tek evlilik yaptım ben zaten. Sadece babaannesiyle yaşıyor.”


“Ya da teyzesiyle...” Ecevit duraksadı ve hafifçe dudak büktü. “mi acaba?”


Yüzünün saniyeler içinde kireç kesilmesini izledim. Hayır her şey olağan seyirde değildi. Yani çocuk onların yanında doğmuş da sonrasında teyzesiyle kalmaya başlamamıştı. Kadının kızarmaya başlayan boynu ve büyüyen gözbebekleri aksini anlamam için nedendi ve bu çok rahatlattı beni. Tam olarak böyle bir aile trajedisine ihtiyacımız vardı.


“Biz yardım istemiyoruz. Teşekkür ederiz. Çıkabilirsiniz. Başvurumuz da yoktu zaten,” diye alelacele bizi çıkarmak istedi. Telaş kadına ilk andan kaybettirdi. Kadının önüne geçtim ve adım atmasını engelledim.


“Geldik artık,” dedim tıpkı onun gibi, “Artık gitmek olmaz. Sakin olun az kaldı zaten. Ne diyorduk en son Ecevit Bey?” diye sordum. Yüzüm kadına dönüktü. Ecevit sanırım kapıyı kapattığında bize doğru yürüdü. Kadının gözleri daha da bir dehşetle açıldı. Bizi muhtemelen o yelloz Seher’den gelen kötü insanlardan sanmıştı. Yani tamam yelloz Seher’den gelmiştik ama sandığı gibi insanlar değildik. Ecevit kadının sanırım çok korktuğunu görünce daha fazla yaklaşmadı.


“Yıldız Hanım bize, üçüncü çocuğu olan Yeliz Ökmen’i neden genelevde patroniçe olan kardeşine evlatlık vereceğini anlatacaktı Firuze Hanım.”


“Siz kimsiniz?” diye sordu kadın ve gözleri ortalığı taradı.


“Korkmanıza gerek yok, sandığınız gibi bir durum da yok. Üzerimizde silah yok, size asla zarar vermeyeceğiz. Sadece birkaç soru sorup birkaç ricada bulunup çıkacağız. Merak etmeyin kızınızı verdiğiniz kardeşinizden daha tehlikeli değiliz,” Tane tane ama yumuşak bir sesle değil, anlatıyordum bunları. Kadının kardeşi bana yakın vakitte silah çekmiş olsa da suçlu olan Seher’di, bu kadın değildi. Ama bize yardımcı olmazsa zor kullanırdım. Melike’ye giden yolda zor kullanmam gerekiyorsa kullanamayacak mıydım? Gözümü bile kırpmazdım.


Kadın beni aşıp kapıyı gitmeye çalıştığında tüm gücümle engel oldum. Ecevit’in son ana kadar müdahale etmesi taraftarı değildim. Bu kadını daha çok çileden çıkarır ve korkusunu bize yardımcı olamayacak kadar arttırırdı. Hem biliyordum Ecevit de yapmak istemezdi. Kadın annesi yaşındaydı ve Seher gibi bizi öldürmek üzere eylemleri olmayan bir kadındı. Alıp itmek bile Ecevit’in yapmak istediği bir şey değildi.


“Yıldız,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Kardeşin kısa zaman önce bizi mekânında kurşunlatacaktı. Sen de şimdi bize burada zorluk çıkarırsan biz de çok yumuşak başlı kalmayacağız. Oturalım, insanca konuşalım sonra kendimiz çıkacağız zaten.”


“Benim Seher’le işim yok! Görüşmem etmem onunla! Allah belasını versin onun da size ne yaptıysa! Benim bir işim yok onunla. Görüşmüyorum bile. Çıkın hadi evimden. Yemin ederim bir şey bildiğim yok!”


“Konuşmadığın kadına neden çocuğunu verdin o zaman?” diye sordu Ecevit. Aralarında kuvvetli bir kardeşlik ilişkisi de yoktu üstelik. Hani Seher’in çocuğu olmuyor gibi saçma olan ihtimali eledim. Hem insan zaten çocuğu olmuyor diye, bir genelev yöneten kardeşine çocuğunu verir miydi?


“Kocan nasıl kabul etti bunu?” diye sordum ben. Çünkü çocuğun babası da bu kadının eşiydi. Kadın kocan kelimesini duyunca dehşete kapıldı. Sanki yerin kulağı vardı da korktu biri duyacak diye. Ecevit’e çevirdim başımı. “Kocanın haberi yok mu?” diye sorduk aynı anda.


Adamın üzerine çocuk vardı. Adamın nasıl olur da haberi olmazdı? Mümkün müydü bu? Tamam yıl 2011’di ama… Ne bileyim hiç mi karşısına çıkmamıştı? Bilmiyordum ki. Hangi durumda insanın kaç çocuğu olduğu karşısına çıkardı ki? Hiç çocuğum olmamıştı.


“Çocuk kocandan değil mi?” diye sordum bu kez. Kapı kapıyı açıyordu. Ben ateşi harladıkça Ecevit de devamını getirdi. “O zaman diğer çocukların da kardeşlerinden haberi yok.”


Adamın olmadığı yerde çocukların hiç olmazdı. Tam da istediğim bir aile trajedisinin içine düştük. Evlilik dışı bir çocuk vardı, çocuk doğmuş ama çocuğa bakılmamıştı ve çocuğu kız kardeş mi almıştı? “Tüh,” dedim. “Bak sen. Aile trajedisi. Evlilik yıkar bu durum.”


“Bakın hiçbir şey sandığınız gibi değil.”


“Valla yıkar,” dedi Ecevit. “Düşününce, evrakta sahtecilik var, ihanet var, aldatma var…”


“Kimsiniz siz? Ne istiyorsunuz benden?” diye sonunda bize istediğimizi verdi. Zaten benim kadınla bir derdim yoktu. Yuvasını da yıkmak istemiyordum kaldı ki altta yatan sebep çok daha kötü de olabilirdi. Kadın ağlıyordu, hızlı hızlı soluklanıyordu.


“Sadece o Seher’i arayıp bizimle konuşması için ikna edeceksin,” dedim kısa ve net bir şekilde. Başka da bir derdim isteğim yoktu. On yedi yıldır böyle giden devran bir on yedi yıl daha giderdi herhalde. Sadece Yeliz’e çok yazıktı. Kimliğinde yazan farklı isimleri ona nasıl açıklamışlardı bilmiyordum ama eğer gerçek anne babasını bilse elbet görüşürdü ya da ne bileyim… Bilmiyordu bence.


“Seher beni dinlemez! Bizim birbirimize sözümüz geçmez!”


Ellerimi havalandırdım. “O zaman biz Tahsin Ökmen’e ulaşalım. Boşanma için avukat desteği de sağlayalım,” dedim sahte bir hüzünle. Birkaç adım geri çıktım. Ecevit’le bakıştık. Kadına doğru konuştu. “Öyle Seher’i ararım, bize zarar verdiririm diye de düşünme, eşinin çocuklarının şu an nerede olduğuna dair elimde adres bilgisi var. Hepsine aynı anda zarf gider kılımıza zarar gelirse. Ara kardeşini ikna et. Bizi arasın, konuşmayı kabul etsin. Üç gün süre veriyorum sana,” dedi. Tam o vakit kapı çaldığında kadın titreyerek kapıya baktı.


Ecevit kapıyı işaret etti, “Tahsin Bey’le de tanışalım hazır denk gelmişken,” dedi ve kapattığı oturma odası kapısını açmaya yeltendiğinde kadın Ecevit’in önüne geçti bu kez. Şimdi o bizim çıkmamızı istemiyordu.


“Üç çok uzun, bir gün,” dedim. Hazır köşeye sıkışmışken iyice kullanalım istiyordum bu durumu. Ecevit beni işaret etti.


“Görüyorsun değil mi, ne anlayışsız,” dedi kınar gibi. “Tamam o zaman ikide anlaşalım. İki gün içinde Seher bize ulaşsın.”


Kapı bir kez daha çaldı. “Şimdi gideceksiniz hiçbir şey söylemeden,” dedi. Bir günden üç günden daha mühim bir şey vardı artık onun için. Kocasının hiçbir şeyden şüphelenmemesi.

“İki günde anlaştık mı?” diye sordum ısrarla.


“Allah kahretsin tamam!” diye bağırdı kadın. “Tamam. Allah kahretsin. Bir şey demeyeceksiniz, kapıyı açınca bir şey demeyeceksiniz! Tamam mı? Bir şey demeyeceksiniz!” dedi ardı ardına. Kadın hızla yüzünü gözünü sildi. Saçlarını geriye doğru itti.


“Şimdilik Sigorta Genel Müdürlüğünden geldik. İki gün içinde aranmazsak bir de Nüfus Müdürlüğünden geliriz,” dedi Ecevit açıkça. Yakasını düzeltti ve kadının kapıyı açmasını bekledi. Kapı artık daha şiddetli çalıyordu. Açılmalıydı. Kadın önden çıktı hızlı hızlı kapıya giderken biz de arkasından çıktık. Koridorun sonunda bir vestiyer vardı. Ecevit vestiyerin önünde durduğunda ben de yanında durdum. Kadın sanırım durumu açıklıyordu. Adamla göz göze geldiğimizde “Bizim de işimiz bitti,” dedim ve ayakkabılarıma yürümeye başladım. “Dediğim gibi başvurunuz alındı, onaylanırsa mesajla bilgilendirileceksiniz.”


Ben ayakkabılarımı giyerken Ecevit vestiyerin üzerine bakıyordu. Ne gördü diye ben de dikkat kesildim. Bir gazete sayfasındaydı gözü. Çıkması gerekiyordu artık. Gazete okumanın sırası mıydı? “Ecevit Bey çıkabiliriz,” diye seslendim ona dikkat çekmemek için. Ecevit’in eli gazeteye gittiğinde birkaç saniye sesi sedası çıkmadı. Bugünün gazetesi olacaktı herhalde. Hiç bilmiyordum, görmemiştim de zaten. Gazete okumak gibi bir alışkanlığım yoktu ve Ecevit, adam ona dikkat kesilmişken ne yapmaya çalışıyordu hiçbir fikrim yoktu.


“Ecevit Bey,” diye tekrar seslendim. Çatık kaşlarıyla sıkıca gazeteyi tutmuştu ve dışarıdan gelen her sese kulak tıkamıştı. Sanki o gazeteyi hiç bırakmayacaktı. Sankisi yoktu, sordu da zaten. “Bunu alabilir miyim?”


Adamla kadın birbirine bakakaldı. Muhtemelen kadın bir an önce çıkıp gidelim diye, “Tabi alabilirsiniz,” dedi çabucak. Ecevit elindeki gazeteyi büktü, gözlerini kimseye dikmeden sadece başını salladı ve ayakkabısını giydi. Gazeteye uzanmak istedim ama hoyratça geri çektiğinde aslında çektiği gazete değildi ittiği bendim. Adama baktım ve başımla selam verdim, Ecevit’in peşinden asansöre ilerledim. Ecevit başını dik tutmuşken, ayağının tekini ritmik şekilde yere vuruyordu. Gerginliği öylesine aktı ki bedenime, ağrı kesicinin tüm etkisi yok oldu ve karnıma ağrılar girdi. Asansör kapısı kapandığında Ecevit’in eline ulaşmaya çalıştım tekrardan ama yine izin vermedi. Sıkıca tutmuştu gazeteyi dokundurmuyordu.


“Ne oldu?” diye sordum korkuyla. Aklıma tek bir şey bile gelmiyordu ama korkuyordum işte. Az önce bana tatlı tatlı hanımefendi diyen adam yok olmuş şimdi bir duvar gibi yanımda duruyordu. Hiç cevap vermedi. İyi ya da kötü hiç cevap vermedi. Beni daha da büyük bir korkuya itti. “Ecevit verir misin şu gazeteyi?”


Kapı açıldığında ikimiz de arka arkaya indik asansörden. Bedeni dakikalar içinde hacmen büyüdü sanki, kabardı, adımları daha sert, solukları daha tahammülsüzdü. Evden tamamen çıktığımızda arabanın önünde bana sırtını döndü ve gazeteyi bu kez büyükçe açtı. Evde ilk gördüğünde küçük bir kısmını okumuş olacaktı. Ona yaklaştım ve ürkerek baktım gazeteye. Kırmızı manşetten önce, 16 Kasım’da ilk sergimde, Alparslan’la uzaktan çekilmiş fotoğrafımı gördüm. O noktada o içimdeki korku yerli yerine oturdu.


AŞK MI RAKİP Mİ? FİRUZE AKIN’A “KARŞI HAMLE”

Kulisler, Ulusal Mutabakat Partisi Grup Başkanvekili Atilla Akın’ın kızı Firuze Akın’ın Eşitlik ve Onur Partisi adayı olacağını konuşurken UMP kanadından sürpriz isim kulaktan kulağa dolaşmaya başladı. Yeni Ufuklar Partisi Genel Başkanı Orhan Yiğit’in oğlu Alparslan Yiğit Amerika’da tamamladığı eğitiminin ardından ülkeye dönmüştü. Siyaset sahnesine çıkacağı soru işareti olan Yiğit hakkında şok bir iddia atıldı ortaya. Atilla Akın’a damat mı, aday mı?


Dişlerim birbirine çarpmaya başladı. Gazeteye baktım. ÜB HABER. Daha önce Ecevit’le gazeteci rolü oynarken seçtiğimiz ve en güven veren gazeteydi. Yalan haber yapmaları diğer gazetelere göre daha düşük bir seviyedeydi. “Ecevit,” diyebildim. İşte tam da buydu. Ecevit’e kendimi o okulun önünde ya da arabada nasıl açıklamaya çalıştıysam daha beter bir telaştı içimde dolanan. Ona ettiğim bir ihanet bana nasıl hissettirirse bu da öyle bir şeydi.


Sergide Başlayan Aşk mı Rekabet mi?

16 Kasım’da kariyerinin ilk resim sergisini açan Firuze Akın’ın sergisine, siyasetten sosyeteye pek çok ünlü isim akın etmişti. Gelen isimler arasında en çok konuşulan açıklamalarıyla Alparslan Yiğit olmuştu. “Kendisi benim için siyaset üstü,” Açıklamasının ardından köşesine çekilen Yiğit’in adı yeniden konuşulmaya başlandı. EOP’nin Firuze Akın hamlesine karşı tavrını sertleştiren UMP yeni bir ismi gündemine aldı. Aldığı eğitim ve duruşuyla yurt dışında katıldığı oturumlarda dikkat çeken ve bir kesim tarafından “Geleceğin Atilla Akın’ı,” diye adlandırılan Yiğit ülkeye dönse de beklenildiği gibi babası yanında siyasete adım atmamıştı. Kapalı kapılar ardında konuşulanlara göre, Firuze Akın adaylığına karşılık aynı şehirden Alparslan Yiğit aday gösterilecek ve olası bir yenilginin önüne geçilecek. Bir diğer taraftan Atilla ve Alparslan yakınlığının sebebinin bu olmadığı, Firuze Akın’a duyduğu hayranlığı her fırsatta dile getirmeye çekinmeyen Yiğit’le Atilla Akın’ı birleştiren nokta siyaset değil evlilik olduğu konuşuluyor.


Gözlerim bir harflerin üzerinde gidip geliyor bir Ecevit’in yüzüne kayıyordu. Çenesini kıracak gibi sıkmış, burnundan soluyorken gözbebekleri kararmıştı. Çenesinin yeniden kilitlendiğini sandım. “Ecevit yemin ederim yalan haber,” dedim. Elim ayağım birbirine girdi. Benim hakkımda ne düşündüğü ya da ona yalan söylediğimi düşünmesi bile beni deli divane edebilirdi. Bizim aramızdaki güven benden yana halatlarla başlarken ondan yana ince bir ipteydi. O güveni zedeleyemezdim.

“Sana sordum,” dedi. “Bir münasebetiniz oldu mu, dedim.”


“Olmadı.”


“Aileler arasında açık seçik bir şey konuşuldu mu? Bir sohbet döndü mü? Bir ima yapıldı mı sana açıkça, dedim. Hayır dedin bana.”


Buraya hayır dememeliydim belki de. Onların her şeyi bir imaydı. Gelişleri gidişleri, bakışları. Kendisini işaret etti, “Ben,” dedi. “Yiğitlerin olası geli-” Durdu, o durmasa ben onu durdururdum zaten. Ben kimsenin olası gelini değildi. Ben Akınların kızı bile değilken tam olarak Yiğitlerin gelini de değildim. Hiçbir ihtimalde değildi. Çenesi kilitlendi yine. Avuçiçini çenesine bastırdı ve kütletti boynunu. “Firuze bak,” dedi işaretparmağını kaldırdı. “Babanı seçmedin, bunu kabul ettim. Babanı sen seçmedin. Soyadını sen seçmedin,” Titrek nefesler alıyordu. “Eğer bir şey seçiyorsan, aklının ucundan kıyısından bir şey geçtiyse şimdiye kadar bana söyle. Bana söyle,” dedi. Yutkundu. Sonra gökyüzüne baktı. Titriyordu adeta. Beti benzi atmıştı. Seçtim dememi beklemiyordu ama seçme ihtimalim onu delirtiyordu. “Ben senin seçmediklerini zor kabullendim,” Yüzünü bana geri indirdi. “Ben senin seçmediklerini kabullendim, seçtiklerini kabul etmem.”


Gazeteyi kaldırdı bana doğru. Salladı. “Ortada fol yok yumurta yoksa bu haber nasıl kalem kalem yazılıyor? Kasten mi yaptılar?”


“Bilmiyorum,” dedim. Alparslan’ın dedikleri geldi aklıma. Kimseye mi dava açılmayacak demişti, hiç kimseye demiştim bastıra bastıra. Bu muydu?


“Bana dürüst ol, konuşuldu mu konuşulmadı mı bu konu? Kimse bu kadarını uyduramaz.”


“Gelip gidiyorlar, konuşuluyorsa bilmiyorum. Kim yaptı bilmiyorum. Tamamen yalan mı yoksa birileri mi özellikle yaptırdı bilmiyorum. Bilmiyorum Ecevit, yemin ederim ben kimseyi seçmedim. Sana yalan söylemedim. Sana hiç yalan söylemedim. Bilmiyorum.”


Ona ihanet ettiğimi düşünecek diye ödüm kopuyordu. Tüm titremelerim bunaydı. Ben babamı karşıma alıp onun yanına geldiysem küçük babam denecek adamı yanıma alamazdım. Alacaksam Ecevit’ten uzaklaşmam lazımdı. Hayatımda Atilla Akın’ın başka bir hali varken mi Ecevit beni kabul edecekti?


“Bir münasebetiniz oldu mu bu adamla?” diye sordu tekrardan. Başımı iki yana salladı. “Ben gelmeden önce, biraz bile umut edeceği bir şey geçti mi aranızda?”


“Hayır!” diye yükseldim. Bana bunları sormasın istiyordum. Ecevit gelmeden önce bu insanlarla aram nasılsa şimdi de öyleydi.


“Dün o evde ne konuşuldu?”


“Aldığı tablolarımı ne yapacağı soruldu, ileride kuracağı evine asacağını söyledi. Ben de umarım eşin de çok beğenir dedim. Ecevit, Alparslan hep böyledir. Evlilik iması yapar ben de üstüme alınmam, eşiyle mutluluklar diler geçerim. Hiçbir zaman özne benmişim gibi davranmam.”


Ecevit duyduklarıyla daha katlanılmaz bir surat ifadesine büründü. Alparslan’ın takıntısını mı fark etti yoksa onu zihninde haklı çıkardığım için daha mı delirdi bilmiyordum. Gülmeye çalıştı ama dudaklarını açamadı. “Ne cevap verdi?”


“Neye?”

“Tablolarını eşin de çok beğenir deyince ne cevap verdi?”

“Ecevit…”

“Ne cevap verdi?”

“Sanmıyorum. Dün yazdığını beğenmeyen yazar gibi, dün beğendiğini bugün beğenmez gibi bir şey söyledi.”


Ecevit dişlerini birbirine çarpa çarpa gülmeye başladı. Sinirleri o kadar bozuldu ki yüzü amansız bir ağrı çekiyor gibi ezilip büzüldü. “Ecevit saçmalıyor. Sadece saçmalıyor.”

“Sen dün çizdiğini beğeniyor musun?”

“Ne?”

“Sen dün çizdiğini beğeniyor musun?”


Duraksattı bu soru beni. Bunu dün düşünmemiştim. Bu sorunun doğrusu neydi, Ecevit’i daha çok kızdırmayacak olan cevabı neydi? “Hayır,” dedim dürüstçe. Beğenmezdim çünkü. Yarın da bugün yaptığımı beğenmeyecekti. Ecevit cevabını almış gibi geri çekildiğinde yumruk yaptığı elini ağzına götürdü ve sırtını döndü. Onu ne bu kadar delirtti sırtını döndüğünde fark ettim. Bugün çizdiğinize yarın taparsanız, ertesi güne daha iyi bir ressam olarak uyanmazsınız. Dün yazdığını bugün beğenen, eksik bulmayan bir yazarın yarın daha iyi yazamayacağı gibi, demişti üniversitedeki bir hocam. Bu dün aklıma gelmemişti ama şimdi yerli yerine oturdu. Annemin yüzündeki gülümsemenin sebebi belli oldu.


“O herifin gördüğüm yerde evveliyatını sikeceğim. O küçük aklını alacağım onun. O takıntısını burnundan getireceğim. Bunu o yaptırdı.”


Gazeteyi bana doğru kaldırdı. Dava meselesini açmadım bile. Benim ne yapıp ne edip Ecevit’i Alparslan’a denk düşürmemekti. Birbirlerini mahvedeceklerdi. Ecevit’in gözü dönmüştü. “Destur çekecek o. Destur çektireceğim ona. Sana takıntılı. Takıntılı o herif sana.”


Yüzünü bana döndü. “Bir münasebet düşünüyor musun Firuze onunla?” diye bir kez daha sordu. Bunu ona ne düşündürüyordu aklımı kaçıracaktım!


“Bunu bana sormayı bırak artık!”


“Bak,” dedi ve gazeteyi okudu. “İşte padişahın yükü bu kadar ağırken çıktı sarayının balkonuna, duyurdu bu haberi. ‘Veziriazam lazım bu padişaha!’ Bir de kızı varmış padişahın. Güzel mi güzel, alımlı mı alımlı. Efsunlu, isti’dad’lı! Padişahın kafasında bir ruşen yanıvermiş. ‘Bana damad-ı hazreti şehriyarî’den iyi veziriazam mı bulunur?’ Bunlar boşuna yazılmadı Firuze. Senin o babanın kontrolünde yazıldı bunlar. Amaçları ne bunların?”


Anlamıyordum. Daha aklı selim bir anımda okumam lazımdı. Zerre anlamıyordum. Tek anladığım padişah kelimesiydi. Başka da bir şey anlamıyordum. Damat kelimesini zor seçiyordum. Ben yanıt veremedikçe, Ecevit daha da sinirlendi. O sustuğumu sanıyordu ama ben önümü göremediğim için konuşamıyordum. Uzun vakittir evde değildim, arkamdan ne planlanıyordu bilmiyordum. Ecevit benden yanıt alamayınca arabasına bindi, farları yaktı ve arabayı çalıştırdı. Basıp gidecek sandım ama ben hareket etmeyince kornaya bastı. Arabaya bastım. Gazeteyi almak istedim ama elimden alıp yırttı. Fotoğrafımızın olduğu kısmı tümüyle parçalara ayırdı.


Ecevit görmek istemiyordu. Ben ve Alparslan’ı aynı karede yan yana görmek istemiyordu. Tahammül bile edemiyordu. Bunun sebebi Alparslan mıydı? Başka bir adam olsa aynı öfkeyi duyacak mıydı? Arabayı çalıştırdığında ikimizin de sesi soluğu çıkmıyordu. Sadece bir kez tekel bayinin önünde durdu. İndi. Alparslan’la bir münasebetim olduğuna inandırırsa kendini beni yanından silecekti. Biliyordum. Akın olmama tahammül etmeyi öğrenmişti ama benim seçtiğimi düşünürse Yiğit ailesinden birini benimle yürümeyi bırakacaktı. Biliyordum. Beni istemeyecekti. Yanında düşmanın kızını yürüttüğü gibi bir başka düşmanın gelinine mi tahammül edecekti? Sigarasını alıp çıktıktan sonra adımları kapı önündeki gazete rafından durdu. Uzaktan onu izliyordum. Gazeteleri hışımla toplamaya başladı. Hepsini tek tek aldı, içeri geri girdi sanırım ödemesini yaptı. Tekel bayinin önünde çöp vardı, cebinden çakmağını çıkardı gazeteleri attıktan sonra elinde kalan son gazeteyi tutuşturup içine attı.


Anne ve babam da mı işin içindeydi? Bilmiyordum. Bunu bana yaparlar mıydı? Bilmiyordum. Yapmaya kalkışırlarsa ne yapacaktım? Bunu bana yapmaya kalkışırlardı ama yapamazlardı. Ecevit arabaya geri bindi ve hiçbir şey söylemedi. İnci’yi göz ardı edebilseydim atölyeye gitmek isteyecektim ama şimdi sadece İnci de değildi. Gidip o gazetenin hesabını sormak istiyordum. Annem ve babam işin içinde mi yoksa Alparslan’ın dünkü dava konuşmasından sonra bana meydan mı okumuştu? Eve yakın bir noktada durduğundaysa dönüp benimle vedalaşmasını bekledim. Evet öfkeli de olsa bunu yapsın istedim, Seher ona ulaşırsa hemen bana haber vereceğini söylemesini bekledim. O kadın hakkında birkaç cümle kurmasını istedim ama Ecevit artık belki de benden şüphe ediyordu bilmiyordum. Sadece bu beni kahretti. Bu kadar kolay olmamalıydı.


“Görüşürüz,” dedim. Görüşürüz demedi. Arabadan inmek zorunda kaldım ağlamak üzereyken.

Kalan az mesafeyi yürüyerek, hızla yürüyerek tamamladım. Bahçenin merdivenlerini ikişer ikişer inerken kapı evdeki telaştan dolayı bana açılmadı. Ben üst üste vurarak açtım. Evdeki hazırlığı görmedim o an, günlük tüm gazetelerin gelirdi bizim eve. Yerel, ulusal, global. Babam hepsini dikkatle incelerdi. Gidip onlara baktım. Zaten bu haber büyük bir çoğunluğunda vardı. Gördüklerimi avucumun içine sıkıştırdım. “Anne!” diye bağırdım evin içinde. “Anne!”


Annem üçüncü bağırmama kalmadan mutfaktan çıktı. “Geldin mi kızım? Ben de tam seni arayacaktım.” Gazeteleri havada sallayarak üzerine doğru yürüdüm. “Bunlar ne?” Annem salladığım gazetelere baktı ve sakin bir tavırla dudak büzdü.


“Yani her zamanki gazeteciler.”

“Anne!”

“Firuze bağırma.”

“Siz ne yapıyorsunuz?” diye sordum açıkça. Gazeteleri gelişigüzel ortalığa fırlattım. “N’apıyorsunuz? Amacınız ne anne? Ben yokken ne konuşuyorsunuz?”


Kalbim hızlanıyordu yine, ritimlerdeki dengesizlik, ben anneme kapalı şekilde konuştukça artıyordu. Bir adamla, yabancı bir adamla, aynı eve aynı yatağa girdiğimi düşündüm yalnızca. Daha ilerisini değil. Sadece bu kadarını. Herhalde ölecek gibi hissetmek bu değildi, kalbim zaten kriz geçirmek üzereydi. Alparslan’ın yüzü gözümün önünde gitmiyordu. Bedenimi sıktım istemsizce.

“Firuze sakin olur musun?”


Göğsüm şiddetle inip kalkmaya başladı. Babamın korkusu bastı bedenimi. Nasıl ölmeme izin vermediyse bana yine bir başka şeyi zorla yaptırdığı o ihtimal aslanlarla bir odaya doğru itiyordu bedenimi. Bir kapana sıkıştım. Ben kendimi kandırıyordum. Benim babam hep kazanmıştı. Ne istediyse hep onu yapmıştı. Ya yine, ya yeniden yaparsa? İrade sakatlanmışsa işlem geçersiz sayılırdı ama babam benim irademi sakatlayıp her bir şeyi gerçek kılardı biliyordum. Alparslan’ın eli bana uzandı. Bedenimi aslanlarla aynı odaya savurdum ve kapı kapandı üstümüze. “Bana bunu yapamazsınız!” dedim. “Bana bunu yapamazsınız duydun mu beni? Bana bu kadarını yapamazsınız! Bu kadar değil. Bana bunu yapamazsınız!”


Evdeki koşuşturmaya baktım. Neden bu hazırlık vardı? “Kim geliyor akşam?” diye sordum titrek bir sesle.


“Firuze, sakin ol derin nefes al.”

Koca malikane daralmaya başladı. İki metrekarelik alana sıkıştım. Alparslan’la aynı yataktaydım zihnimin bir köşesinde. Yatak bir mezar gibi kazılıyor ama ben kendimi ne kadar istem de mezara düşmüyordum. Midem bulanıyordu. “Bana bunu yapamazsınız!” diye bağırdım. “Duydun mu beni! Ölürüm ama evlenmem Alparslan’la! Duyuyor musun beni! Kendimi öldürürüm anne! Yemin ederim cesedimi bile bulamazsınız bu kez! Beni buna zorlarsanız kendimi öldürürüm. Öldürürüm kendimi. Ölürüm daha iyi!”


Benim dehşetim anneme de sıçradı. Etrafa bakındım. “Onlar mı geliyorlar akşam? Benim için geliyorlar!” dedim dehşetle. Kaçacak delik aradım. Deli gibi bir sağa bir sola bakınıyordum. Babam yine kazanırdı. Kendimi yok etmezsem babam yine kazanırdı. Alparslan’ın elini daha çok hissettim bedenimde. “Bana bunu yapamazsın anne! Anne sen bana bunu yapamazsın! Anne hayır! Hayır! Yemin ederim öldürürüm kendimi! Alparslan’la evlenmem.” Onlarca ihtimal aslan gibi odayı sarıyordu. Ecevit’le tehdit ederlerse beni ne yapacaktım? Melike’yle tehdit ederlerse ne yapacaktım? Babam alçaktı yapardı. Biliyordum yapardı. Beni Ecevit’le tehdit etmiş kadar çıldırdım. Hiçbir şey, başka hiçbir şey aklıma gelmedi. Ama yine de, o ihtimalde de yaşamıyordum. Bunu kaldıramazdım. Yapamazdım bunu. Bu kadar gücüm kuvvetim yerinde değildi. Hiç sevmediğim bir adamın tenini, bedenini, soyadını kabul edemezdim.


Annem ne zaman beni kollarımdan tuttu da oturttu bir yere bilmiyordum. Ellerimi sıkıca tutmuştu, sıkmıştı, kıpırdamama izin vermiyordu. Yaşlarım ardı ardına düşüyordu. Alparslan’ın görüntüsünden kurtulamıyordum. Burada mevzu bahis Alparslan değildi. Herhangi bir adamdı. Kim olursa olsun, ben aynı masaya bile oturamazdım. “FİRUZE!” diye bağırdı, sarstı beni. “Ben buna izin verir miyim? Ben seni sevmediğin bir adamla evlendirir miyim?”


Dudaklarım büzüldü. Anneme inanmak istiyordum ama yine de içimdeki baba korkusunu yenemiyordum. İmahi için bile yapardı. “Babam yapar!”


“Ölürüm de izin vermem! Seni sevmediğin biriyle ölsem de evlendirmem. Senin istemediğin biriyle asla evlenmene izin vermen. Baban da yapmaz. Yaparsa ben izin vermem. Firuze nefes al, annenin ben senin. Sana bunu yapar mıyım? Nefes al kızım. Nefes al hadi.”


“Babam yapar.”

Annem ellerimi yavaşça bıraktı. Kalbimin çarpıntısı kulağımda atıyordu. Annemi göremiyordum. Ensemden omurgama bir ağrı giriyordu. “Yapmaz, yapamaz. Firuze, benim kızım. Ben senin annenim. Düşmanın değilim. Kıyar mıyım ben sana? Firuze’m yapma. Seni şimdiye kadar bu konuda neye zorladım Firuze?”


“Kime geliyorlar o zaman bu akşam?”

“Sadece şans ver istedik.”

Acıyla inledim. Ecevit haklıydı. Doğru söylüyordu. Her şey arkada konuşulmuştu. Belki karar bile verilmişti. Annem yüzümü avuçladı. “Yemin ederim sadece şans ver istedim. İstemiyorsan onu da vermezsin. Asla Firuze. Firuze bana bak, asla seni bir şeye zorlamayacağız. Tamam şans da verme. Bir daha sakın ölümden bahsetme, söz veriyorum bu akşam niyetimizi belli edeceğiz yemekte. Yanı başında olacağım. Destekleyeceğim seni, bu konuyu bu gece burada kapatacağım. Sakın bir daha ölümden bahsetme. Tamam mı Firuze? Sakin ol bir tanem. Ölsem de bunu müsaade etmem. Tamam mı? Bu gece yanında olacağım. Neyi nasıl söylersen söyle, destekleyeceğim seni. Senden başka kimse umurumda değil. Özür dilerim Firuze. Asla sana zorla bir şey yaptırmayı düşünmedim.”

Annem saçlarımı okşarken bana şefkatle dokunuyor, kulağıma aynı cümleleri fısıldıyordu. Dakikalarca…

***

Makyajla toparlamaya çalıştığım yüzümde, senelerdir güneş doğmamış bir imparatorluğun hastalığı vardı. Annem saçlarımla ilgileniyordu. Ne giyeceğime ne de başka bir şeye karışmıştı. Bu gece, annem vazgeçmeyene kadar, onun desteği varken bu konuyu kapatacaktım. Annem de geri çekilirse yapayalnız kalacaktım ve ben babamla bu konuda nasıl savaşırdım bilmiyordum. Dudaklarım büzüldü ama tuttum kendimi. Annem kurutup düzleştirdiği saçlarımı sevdi sayısız buse kondurdu üzerine.


“Şimdi gidip ben de üzerimi değiştireceğim. Sakin ol. Her şey yolunda. Her zamanki misafirlerimizden biri. Babanın iş arkadaşları yalnızca. Tamam mı? Mevzu sensen herkes benim için hiç kimse Firuze. Herkes. Duydun mu?”


Oğlun ve kocan hariç demek istedim ama sustum. Sadece başımı salladım. Çıkmasını bekledim. Elimi saçlarıma sapladığımda saç diplerimi çekiştirdim ama o halde de pek duramadım. Yatağımın üzerine geçtim bacaklarımı kendime çektim. Babam ne kadar ileri giderdi? Annemi de kandırır mıydı? Kandırırdı belki de. Kandırdı bugüne kadar kandırmaz mıydı? Bilmiyordum. Elim telefonuma gitti. Ne bir arama ne de mesaj vardı. Birazdan geleceklerdi. Ecevit’i aramak istiyordum. Gözlerimi yumdum. Dudaklarımı büzdüm. Daha fazla onunla sınanmak istemiyordum. Onun için yapacaklarımın sınırı yoktu ama yaşayacak gücüm de yoktu.


Numarasına bastım. Açmayacağını düşündüm açıkçası. Belki de bu yüzden rahatça aradım. Lakin telefon üçüncü çalışta açıldı.


“Efendim Firuze,” dedi. Neredeyse kapatacaktım.

“Ecevit,” dedim titrek bir sesle.

“Efendim,” diye yineledi.

“Alparslan ve ailesi yemeğe geliyormuş,” dedim bir çırpıda. Kendime zaman verirsem söyleyemezdim. “Kızma bana Ecevit,” dedim çaresizce, bir çocuk gibi, dudak da büzerek, suç işlemiş gibi. “Annemle konuştum,” dedim. “Bu gece böyle bir şeyi asla istemediğimi açıkça belli edeceğim, o da beni destekleyeceğini söyledi. Ecevit, kızma.”


“Onların başının altından çıktı yani,” dedi haklı çıktığını söylerken. Cevap vermedim.

“Çok korkuyorum,” dedim açıkça. Onunla, onun haklılığını konuşmak için araşmamıştım. Yapayalnız olduğum için aramıştım onu. Sesini duyarım belki diye, belki bana bir güzel laf eder diye.

“Neyden korkuyorsun?”


Başımı tavana kaldırdım ve gölgeme baktım. Bir yatağın üstünde kalan tavanda şimdiye kadar bir tek kanımdan olmayan bir adamın gölgesini görmüştüm. Ecevit’in. Bir başkasını kabul edemezdim. “Babamın kazanmasından,” dedim açıkça. Dudaklarım tir tir titredi, parmak uçlarımı dudaklarıma bastırdım. Düğüm düğüm olmuştu boğazım. Bana baban o kadar ileri gider mi diye sormadı. Gideceğini biliyordu.


“Ben babana bir kez daha kazandırmayacağım Firuze,” dedi. O böyle söyleyince korkum azalmadı, ağlayışım şiddetlendi. “Babana bundan sonra tek bir şeyi bile kazandırmayacağım.”


“Ecevit…”

“Firuze ağlama.”

“Çok yalnızım,” dedim hiçbir süslü cümlenin altına girmeden, uzatmadan. Beni anlasın istedim. O kadar basit kurayım ki cümlemi, beni anlamak istemese de anlasın.

“Değilsin,” dedi. Öyleydim.

“Kim var ki?” Annem yoktu biliyordum. Her an gidebilirdi yanımdan. Gözlerimi kapattım.

“Ben varım,” dedi ama Ecevit. Hiç engel olamadı parmak uçlarım ağzımdan çıkan seslere. “Ecevit,” diye inledim. “Sana bir bardak su veririm dersen, ben o suyu çölde bile beklerim senden demiştim hatırlıyor musun?”


Sustu bir süre. Hatırlamadı mı acaba dedim. Halbuki sarhoş olan bendim o gece. Nasıl unuturdu?

“Hiç unutmadım,” dedi. Öleceğim sanmadım, yeniden yaşayacağım sandım. “Demezsen de yağmurlu günde bile su beklemem senden dedin.”


“Beklenti beni öldürür Ecevit dedim bir de.”


“Unutmadım Firuze,” dedi. Başımı salladım. “Teşekkür ederim,” dedim incecik bir sesle. Daha da fazla bir şey demedim.


“Cümlelerini net kur, kelime oyunu yapmasına izin verme, dinleme, elini sıkmak için bile yaklaştırma kendine,” dedi son kez. Bunların kaçını yapabilirdim bilmiyordum. Kapattık telefonu. Bu gece ya her şeyi daha çok karıştıracak ya da kesip atacaktım.


Yaklaşık yarım saat sonra kapı çaldı. Özellikle inmedim. El sıkışmamak için. Herkesin yerleştiğine emin olunca indim. Sofraya oturulmuştu, “Hoş geldiniz, kusura bakmayın geciktim,” dedim yalnızca yanlarına giderken. Henüz yemeğe başlanmamıştı. Bensiz başlanmazdı da biliyordum. Annemin yanı boştu. Genelde İnci otururdu ama şimdi İnci karşılarındaydı. Kardeşime gülümsedim sadece sonra annemin yanına geçtim. Annem güler yüzle misafirlerini karşılarken, onlarla sohbet ederken alttan sıkıca elimi tuttu. Sıcak avucuyla elimi yakaladı, okşadı parmaklarımı. Hiçbir tepki vermiyordum.

Herkes artık yemek yiyordu, biliyordum Alparslan da bana bakıyordu. Ne bir lokma yiyor ne de kimseye bakıyordum. Neredeyse yarım saat o aptal Bülent’in salak fikirlerine, babamın ve Orhan Bey’in kan donduran cümlelerine kulak tıkamadan bekledim. Alparslan bu kez daha az sohbete katılıyordu biliyordum. Yarım saat kırk dakikayı bulunca Mahide Hanım ilk kez bana yönelik konuştu.

“Davete isterim ki Firuze’yle katılayım. Firuze bize eşlik etmek ister mi Aylin?” diye sordu. Önemli bir vakfın davetinden bahsediyorlardı. Konuya hakimdim. Herkesi dinliyordum çünkü.


“Firuze’ye sormak lazım. İsterse, gelir tabi neden olmasın.”

“İstemem,” dedim açıkça, net, amasız fakatsız.

“Özel bir sebebi var mı?” diye sordu bu kez. Başımı kaldırdım. Yapmalıydım artık. Kalbim küt küt atıyordu. Telefonuma baktım bir kez.

“Bugün çıkan haberleri gördünüz mü?” diye sordum masaya doğru. Alparslan yanıt verdi. “Tam da dün konuştuğumuz gibi. Cezalarını kesmediğimiz sürece daha da ileri gidiyorlar.”


Alçak.


“Evet ve ben onlara malzeme vermek istemiyorum Mahide Hanım. Biliyorsunuz ki o davete katılmak demek, bir yerde gelin ve kayınvalide imajı çizmek demek. Ne ben gelinim ne de siz kayınvalide.” Alparslan’a baktım. Masanın orta yerine buz kütleleri gibi düşmeye başladı söylediklerim. Bu gece gelecekleri teklifleri ağızlarına tıktım adeta. Alparslan dumura uğradı. “Ne Alparslan damat ne ben onun müstakbel eşiyim. Aramızda aşk da yok rekabet de. Olmayacak da. Bu haberlere malzeme vermenin hiçbir anlamı yok,” dedim. Suyuma uzanırken anneme baktım. Bir şey söylemeliydi.

“Katılıyorum,” dedi annem. “Bu tarz davetler medyayı daha da kızıştırır. Firuze haklı.”

Yutkundum. Babam artık beni bozacaksa annemi de bozmalıydı. Bunu yapmazdı biliyordum. Bülent’in yüzünde keyif belirdi. Alparslan’ı bozmam bir tek onun işine geldi sanırım.

“Medyaya takılmıyorum ben Aylin Hanım,” Alparslan ilk kez anneme karşı sesini az da olsa sertleştirdi. Telefonum titreşti ama dikkat çekmemek için bakmadım. “Tahmin edersiniz ki medyaya göre yaşa-”


“Zaaflarına bir gece, hatalarına bir nilüfer, sevgisizliğine bir kalp verdim.”


Evin dışından geldiğine emin olamayacağım kadar gürültülü bir ses duyduk. Başta biraz irkildim. Bahçede açıldı sandım. Bir şarkıydı. Kulak kesildim herkes gibi. “Zamanın eli değdi bize, çoktan değişti her şey…”


“Bu ne saçmalık?” diye yükseldi babam. Telefonum yeniden titreştiğinde Alparslan’la aynı anda telefonuma baktık. Uzandım ve aldım. Babam da telefonuna uzandı. “Nereden geliyor bu ses?” diye bağırdı adeta.


Ecevit’ten gelen mesajı açtım.

Ali Ecevit; Buradayım, korkma.


“Her şeyi al, bir şansım olsun. Başka yer başka zaman, sensiz ömrüm olsun.”


Ali Ecevit; Olur da mesajı geç görürsen de geldiğimi anlamış olman lazım.


Gülümsedim ve gözlerimi yumdum, babam. “Plakasını alın!” diye yükselmeye devam etti. “Burası dingonun ahırı mı? Bir daha geçerse durdurun, plakasını da muhakkak alın.”

Derin bir nefes aldım. Her şey uçup gitti bir kuş misali benden. Tüm korkum, endişem, annemin bile söküp alamadığı o ihtimal bir kuş olup uçtu benden. Soluklandım saatler sonra ilk kez. Ali Ecevit bana, sana bir bardak su vereceğim, demişti. Çöle de düşsem artık, biliyordum ki getirecekti.

Gözlerimi araladığımda Alparslan’la göz göze geldim. O bile endişelendirmedi beni. Soluklandım tekrardan, tekrardan, tekrardan… Ve Ali Ecevit’in helaliymiş gibi suyuma uzandım. Buradaydı, korkmuyordum artık.

***

Kapı tamamen kapandığı vakit, içimden koca bir yük kalktı gitti tamamen. Yüzüm ateş gibi yanıyor, ellerim aksine buz kesiyordu. Yutkunduğumda, babam ayaklarını yere vura vura ayrıldı gitti yanımızdı. Belki de mevzu bahis olan evliliği istese de kızını, evlilik meraklısıymış gibi gözükerek bir başkasıyla evlendirmek istemiyordu. Artık biraz olsun sanmıyordum ki babamın annem gibi, az da olsa, yüreğinin bir noktasında, benim mutluluğumu değil mutsuzluğumu düşünmesini. Benim mutluluğumu düşünsünler istemiyordum zaten, içimde tek bir noktada bile bunu yaparsam daha mutlu olurdum ihtimali yoktu. Ben bu arayışta değilken onlar olsunlar gibi uçarı hayallerim yoktu ama içlerinde, tek bir zerrelerinde dahi Firuze daha mutsuz olmasın isteği varsa eğer, benim için bu evliliğin ne olduğunu biliyorlardı. Annemle göz göze geldim.


“Firuze,” dedi bana adımlarken. Yüzümü avuçlarının arasına aldı, yanaklarımdan öptü. “Böyle bir şeyi bir kere bile düşünmedim. Sana yemin ederim sana bunu asla yapmam, kimsenin yapmasına da izin vermem. Yemin ederim Firuze. Ben senin annenim,” dedi ve gözlerimin içine baktı. Tümüyle samimiydi. Annem benim âşık olmamı istiyordu biliyordum. Annem benim evlenmemi değil deli divane âşık olmamı istiyordu, o aşkın beni iyileştireceğini sanıyordu. Kendini ben büyüdükçe buna inandırmıştı. Sonra âşık olacağım kişinin de Alparslan olmasını istiyordu. “Benim tek isteğim senin mutlu olman. Evlenmen, evlenmemen değil. Seni mutlu edecek biriyle olman.”


“Anne bunu siz yapmadınız elin adamından mı bekliyorsunuz?” diye sordum açıkça, sitemle, kırgınlıkla. Annem kendini bir kitabın içinde sanıyordu. Halbuki onun yaşadıkları da bir kitabın içinde var olmuş kadar güzel değildi. Annemin neyi vardı ki babam ona iyi gelmişti? Şimdi de benden onu bekliyordu ama biz aynı noktadan başlamamıştık. Benim annem çok mutluydu.


Yirmi yaşında bir tıbbiyeliyken, tiyatro kulübünde oynarken, kostümlerden kostümlere geçerken, arkadaşlarıyla Tunalı’da, Kızılay’da, Çankaya’nın sokaklarında okul çıkışlarında gezerken, kahve içerken, sinemalara uğrarken çok mutluydu. Yeni çıkmış kasetleri bulup alırken, konserlere bilet kapmak için erkenden bilet gişelerinde sıraya girerken, bazı lüks, aşırıya kaçan isteklerini karşılamak ya da sadece arkadaşlarıyla aynı yerde çalışmak için haftanın bir günü, birkaç saat bir kahvecide çalışırken benim annem mutluydu. Sonra babam gelmişti. Tüm şehre duyurulmuş Hacettepe tiyatro kulübünün oyununu oynarken annem, genç, yakışıklı, karizmatik bir adama âşık olmak onun yalnızca renklerle dolu hayatını onu mutsuz etmeden daha az renge boyamıştı. Kabul annem o sakinliği, asaleti çok sevmişti; o uçarı kaçarı okul arkadaşlarından sonra daha az konuşan ama büyük bir ağırlığı olan, toplantıdan toplantıya giden, bazen televizyonda görünen o adamla mutsuz olmamıştı ama benim annem o adamdan önce zaten mutluydu. Şimdi annem beni nasıl anlasaydı?


“Sadece şans vermeni istemiştim Firuze. Seni karşılıksız, koşulsuz çok seven, değer veren bir adama yalnızca şans verip sevilmenin nasıl…”


“Biri beni atölyeye bırakabilir mi?” dedim konuşmalarına daha fazla izin vermeyip. Annem beni anlamıyordu, annem beni anlamazdı da. Annemden tek istediğim, bu kez, en azından bu kez, bir anne gibi önümde siper olup olası babamın yapabileceği en ufak bir saçmalığa karşı beni korumasıydı. Beni olur da korumazsa… Zihnimde Müslüm Gürses’in o uzaktan masamıza ulaşan sesi geldi. Olur da korumazsa sanki yine de, bir yerden bir ses, sevgisizliğine bir kalp verdim derdi yine. Ben kendimi güvende hissederdim.


“Hayır tamam susuyorum, gel biraz dinlen Firuze. Hadi odana çıkarayım seni. Gel, duş almak ister misin? Saçlarını tarar uyuturum seni.”


“Anne beni lütfen atölyeye bıraksın biri, araba kullanmak istemiyorum şu an.”


Bu tamamen manipülasyondu. Eğer ki böyle düşkün, çaresiz durmazsam, gitmemem için direnecek beni bıraktırmak için hatta kapımın önüne birilerini dikmek için fırsat kollayacaktı. Şimdi ondan bu ses tonuyla istediklerim, biliyordum ki kalbine dokunuyordu ve kolay kolay yardım istemeyen bana yardım etme, hemen isteklerimi yerine getirme isteğiyle doldurup taşırıyordu. “Araba kullanacak halim yok,” dedim yeniden. “Atölyeye gitmek istiyorum bu gece. Yarın yine İnci için geleceğim. Bu gece burada kalmak istemiyorum anne. Atölyeye gitmek istiyorum.”


Diğer türlü buradan nasıl çıkar, Ali Ecevit’i nasıl görür bilmiyordum. Yarını bekleyemezdim. Annem dudaklarını yaladı. Ortalığa bakındı. “Yarın geleceksin.”


“İnci’yi görmek için geleceğim.”


“Gitmeden bana bir kez sarılır mısın Firuze?” Bir sağa bir sola emir vermek için bakıyorken pes edip bana baktığında bu cümle çıkıverdi ağzından. Bana karşı duyduğu derin bir pişmanlık vardı. Ona evlat acısı yaşa, benim öldüğümü görmeden ölme anne demiştim. Kim bilir kaç gece rüya görmüştü, kaç anda aklına gelmiştim de ağlamıştım. İç çekti bana bakarken. Gözleri yaşardı ama ben ona yine de, onun gibi bakmıyordum.


“Anne…”

“Firuze lütfen. Lütfen kızım. Ben çok özledim seni.” Eli yanağımda gezinmeye başladı. Saçlarımı okşuyor ve artık yaşlarını akıtıyordu. “Çok özledim Firuze. Bu hayatta kimseyle kavgalı olmak seninle kavgalı olmak kadar zoruma gitmiyor.”


“Ne ağır bir yüküm sana,” diyebildim öylece. Belki o çok anlamlı bir şey söylemek istedi ama ben öyle anlamadım. Parmakları dudaklarıma değdi, susturdu beni. Çenemi sıkarak değil, dudaklarımı okşayarak.


“Hayır değilsin. Değilsin Firuze, sana öyle hissettirdiğim için özür dilerim.”


“Bana senin gibi bir evlat olmaz olsun dedin.” Ona bunları hatırlatmıyordum, onun kısaca özür dilerim dediği şeylerin altında yatanları okuyordum. Parmaklarını yeniden dudaklarıma bastırdı ve küçük küçük hıçkırarak başını eğdi. Ne hoştu, en azından annem az da olsa pişman oluyordu. Ben babama çekmiştim demek ki. Pişman olmak nedir ikimiz de bilmiyorduk. Sıkıca kollarını sardı, yüzünü boynuma yasladı için için ağladı. Anneme sarılmadım ama onu teselli ettim. Öylesine içli içli ağlıyordu ki elimin sırtını bulmaması, sırtını sıvazlamamam mümkün değildi. Ama tek derdim bir an önce çıkmak ve gitmekti. Annem elimi sırtında hissedince daha sıkı sarıldı bana. Sanki, beni hiç kimseye vermeyecekti, elinde olsa alacak rahmine geri koyacaktı. İtmedim, sarılmasına izin verdim ama sarılmadım.


Neredeyse dakikalar sonra benden ayrıldı. “Yarın sabah ben, sen ve İnci kahvaltı yapalım. Tüm erkekleri göndereceğim. Eğer evde olsun istemezsen dışarıda yaparız. Ne olur reddetme hemen, İnci’nin de buna ihtiyacı var. Lütfen Firuze.”


Hemen reddetmeyecektim, yarın reddedecektim. “Söz vermiyorum anne,” dedim.

“Lütfen söz ver, lütfen. Canını sıkan hiçbir şeyden söz bahsetmeyeceğim. Sadece üçümüz, kız kıza… Yemin ederim sadece kahvaltı, kimse gelmeyecek. Lütfen kızım.”

Dört koldan sarmıştı beni. Bakışlarının altında, az önce yarın reddedeceğime olan inancımı kaybetmek üzere değildim ama zedeleniyordum. Kasten yapıyordu. Annem hep aynı şeyi yapardı. Önce yıkar sonra yapar sonra hiç yapmamış gibi yine yıkardı. Ve bunu da tüm samimiyetiyle yapardı. Yaparken de yıkarken de onun her haline inanırdınız. “Beni bırakacak mı biri atölyeye yoksa kendim mi gideyim?”


“Bırakacak bir tanem, bırakacak. Yarın kaç gibi uyanırsın? Uyanır uyanmaz bana nerede kahvaltı yapmak istediğini yaz olur mu? İstersen biz bir şeyler hazırlayıp atölyene geliriz.”

“Hayır anne.”


“O zaman sen geleceksin. Canın bir şey istiyor mu?” dedi yüzüme dokunurken. Gözlerime baktı, “Çok güzelsin, çok güzelsin Firuze. Sen benim gençliğimin çok üstündesin, ben bu kadar güzel değildim. Güzel Firuze’m. Sana hayranlıkla bakan insanları anla. Güzeller güzelim. Seni çok seviyorum. Canın bir şey istiyor mu?”


Annemden yavaşça ayrıldım. “Kim bırakacak?” diye sordum. Kabanımı aldım yalnızca. Telefonumu ve cüzdanımı kabanımın cebine sıkıştırdım. Annem evin içinde yine yüksek sesle konuşmaya başladı. Beni bırakacak kişiyi ayarladı. Kalmasını istediğinde annemle yalnızca göz göze geldim. Bu ona yetti. Şu an ne desem kabul edecekti. O kıvamdaydı. Vazgeçti. Adam beni önden buyur etti ve arkamdan geldi. Arabaya bindiğimde Ecevit’e hemen kısa bir mesaj çektim. Cevap vermedi. Gelecek miydi onu bile bilmiyordum. Evet gelmişti, evet ben buradayım da demişti ama işte Ecevit avuçlarımın içinde bir var bir yoktu. Gıptayla baktığım, hep benim olmasını istediğim ama hiç elde edemediğim kıymetli bir parça gibiydi. Bazen yanaşıyordu bana, kokusunu, sesini alıyor ama dakikalar sonra kayıp gidebiliyordu benden. Ya da gitmiyordu artık ben sadece aksine kendimi henüz alıştıramamıştım.


Atölyenin önünde inince bahçe kapısından geçtim ama yukarı çıkmadım. Beni bırakan aracın gitmesini bekledim. Ne zamanki uzaklaştığına emin oldum çıktım bahçeden. Ecevit bana cevap vermemişti. Onu burada bekleyecektim. Kaldırıma çöktüm, sabırla beklemeye başladım. Hava da çok soğuktu ama içeri girmek istemedim. Onu, kapıda karşılamak istedim yalnızca. O nasıl o koca evde, Nilüfer’i duyurabildiyse bana, buradayım korkma yazdıysa ben de onu kapıda karşılamak istedim.

Neredeyse bir yarım saat geçti, soğukta oturmak, bu regl halimle bana iyi gelmezdi ama girmiyordum içeri. Zaten evindeyse gelmesi yarım saati ancak bulurdu. Başımı eğmiş yere bakıyorken ellerimi cebime sıkıştırmıştım. Bir motor sesi, tekerlek sesi ya da araba ışığıydı beklediğim. İnceden inceye, sokağın başından bir şansım olsun, başka yer başka zaman, sensiz ömrüm olsun sözlerini duymayı beklemiyordum. Başımı kaldırdım umutla ve sevinçle. Ecevit’in siyah arabasının aydınlattığı yola baktım. Farları yakmıştı, yavaş geliyordu, şarkı çalıyordu. Ama kısık sesle bu sefer, öyle her tarafı inletecek şekilde değil. Yerimden kalktığımda sokağın ortasına doğru yürüdüm. Farları bir yaktı bir söndürdü sonra yavaşça şarkıyı kapattı. Arabayı çok yakında park etmemişti. Yavaşça indi arabadan.

Gelmişti. Sanırım ona haksızlık ediyordum. O gıptayla baktığım kıymetli, bir var yok değildi. Vardı. Geliyordu, gidiyordu, en olmadı arkamda duruyordu o da olmadı yanımda yürüyordu işte.


“Ecevit,” dedim kendi kendime. Sonra bu sokaklar, Ümitköy’ün sessiz sakin sokakları bizim sarılma merkezimizmiş gibi rahatlıkla, kendimden emin, tutkuyla ona doğru koştum. Arabanın önünde değil o da orta yerde duruyordu. Yürüyordu da aslında ama ne zaman ki bir çocuk gibi koştum, durdu olduğu yerde. İki kara parçası gibi çarpıştı bedenlerimiz. Bu bir zelzele yaratmadı, yeni bir ülke var etti sanki, toprak genişletti, güç birleştirdi, halkı tek çatıda topladı. Ecevit’le sarılmak öyle hafife alınacak hisler uyandırmıyordu. Sıkıca boynuna sarıldığımda, parmak uçlarıma yükselmiştim. Atölyeye girmemiştim çünkü evimi dışarıda beklemiştim sanki. Çünkü bilirdiniz ev, Ecevit’ti.

Ellerini belime yerleştirdi. Gülümsedim. Kızgınlığı geçmişti. Öyle havada, öylesine değil, gayet sarılmak için dokunmuştu belime. Burnuma ona bu kadar yakın olduğum için sanırım anason kokusu geldi. Dimdik duruyordu, araba da kullanıyordu. Çok içmemiş olacaktı. Ellerimi boynuna dokundurdum sonra cesaret ettim ensesindeki saçlara dokundum. Eğer kızarsa kafan mı güzel, dokunmadım diyecektim. Başımı sanki uzun süre dans etmişiz de yorgun düşmüşüm gibi omzuna yasladım. Beni itmediği her an, ona daha çok yaklaşıyordum. Belki farkındaydı, belki değildi. Onun avucumun içine çekiyordum. Art niyetsiz, plansız, kötülükten uzaktım ama. Yemin ederim. Onu avucuma çekmek istiyor, sonra küçük bir serçeyi avucumda tuttuğumda nasıl korursam, nasıl seversem öyle sevmek istiyor, kimselere vermek istemiyordum.


Başımı Ecevit’in omzuna, dans ederken yorulmuş gibi yatırmak öyle büyük, koca duyguları çağırmadı yüreğime. Ama ne kadar huzurlu olduğumu anlat deseler bana cilt cilt kitap yazardım sonra hiçbirini beğenmedim diye yırtar atardım. Mersin’in portakal tarlasında çiftçi, tek zayi vermeden topladığı portakallardan sonra elleri belinde nasıl dolanırsa tarlanın orta yerinde, portakallardan geriye kalan o tatlı kokuyu nasıl alırsa keyifle içine çekerse öyle güzel ve öyle huzurluydum. Boynum bükülmüştü.


Başımı yavaşça omzumdan kaldırırken “Anneme söyledim, masada da söyledim. İstemiyorum dedim. Siz ne düşünüyorsanız istemiyorum dedim. Hiç istemedim Ecevit. Senden önce de senden sonra da içime bir kez bile düşmedi o ihtimal.”


İçini ferah tutsun istiyordum. Ecevit beni, benim seçmediğim babamdan dolayı bile çok zor kabullenmişti. Benim seçtiğim bir başkasına karşı neden kabul etseydi ki? Alparslan’ın ne olduğunu o da görüyordu. “Herkes duydu şarkıyı. Ses eve ulaştı. Hatta benden başka anlayanlar da oldu sen olduğunu.” İsmini zikretmedim ama onun hoşuna gitti söylediğim şey. Gözlerimin içine bakıyordu.

“Seni bir şeye zorlarlarsa, neye olursa olsun, tehdit ederlerse, ne konuda olursa olsun…”


“Gelip sana söyleyeceğim.”


“Asla kabul etmeyeceksin,” dedi söylediğimin üstüne. Başımı salladım. “Beni ortaya koyarlarsa da kabul etmeyeceksin. Sana hangi teklifle gelirlerse gelsinler asla kabul etmeyeceksin.”


“Etmeyeceğim,” dedim. Ecevit de farkındaydı bendeki hassasiyetini. İnsanların bunu kullanmasından çekiniyordu belki de. Bilmiyordum.


“Asla?” diye yeniledi.

“Asla etmeyeceğim.”


Aylar önce, ben babamın ayaklarına kapanmışken, Melike’nin yerini söylemesine karşılık medeni durumumdan yapacağım mesleğe kadar her şeyi onun önüne sererken teklifimi kabul etseydi yapacaktım. Nasıl bir evlat olmamı isterse, kiminle evlenmemi, ne iş yapmamı isterse gözümü karartacak ve kabul edecektim. Yeter ki Melike’yi biliyorsa Ecevit’e verseydi. O zaman Ecevit’le yan yana değildik, bana güvenmiyordu, beni çevresinde görmek istemiyordu, öfkeyle, hınçla savuruyordu beni. Babama ulaşmak Ecevit’e ulaşmaktan daha kolay gelmişti. Babam beni kapı dışarı etmişti. Şimdi o bana gelse, Ecevit’in korktuğu başıma gelse, bu kez ben onu kapı dışarı ederdim. Ecevit vardı. Biz Melike’yi bulacaktık. Başkalarının, ne babam gibilerin ne de Alparslan gibilerin, kirli eline ihtiyacımız yoktu. Biz Melike’yi kendi bileğimizin hakkıyla bulacaktık. Ali Ecevit Tarhan bile, beni Melike’yi bulma yolunda harcamamıştı, canımı, ikbalimi riske atmamıştı. Onurumu zedelememişti, beni tek bir şeye zorlamamıştı. Bunu Ali Ecevit yapmadıysa bana, kimseye yaptırmayacaktım.

“Sandığın gibi bir şey olursa gelip sana söyleyeceğim. Benden bunu istiyorlar. Sen istersen, senin için, Melike için bir faydası olacaksa ve sen de onaylayacaksan yapacağım.”


“Ben de asla onaylamayacağım,” dedi kaşlarını kaldırıp minik gözlerini büyütürken. Başımı salladım.


“Onaylamayacaksın.”


“Asla onaylamayacağım. Benim o ciğeri beş para etmeyenlere ihtiyacım yok. Benim seni onlara peşkeş çekmeye de niyetim yok. O herif,” dedi ve işaretparmağını hafifçe kaldırdı. “Elimde kalacak. Ben ona beş adım mesafeden konuşacaksın dedim.”


“Aramızı beş adım tutmaya çalıştım ben,” dedim. Mümkün olmamıştı ama ondan en uzağa oturma çabam yetmez miydi? Ecevit’e yetmedi.


“Burnundan getireceğim. Onun aklından geçen kırk tilkiyi kuyruğundan tutup ona yedireceğim.”

Konumuz Alparslan’a kaymaya başladığında arabasına baktım. “O sesi araba hoparlörüyle nasıl duyurdun o kadar?” diye sordum merakla. Yavaşça arabaya ilerledim ve kapıyı açtım, arabaya bindim. Eski model bir arabaydı. Acaba o yüzden mi diye düşündüm. Radyoyu açtım kısık sesle başladı. Sokağı kontrol ettim ve açabileceğim en yüksek sesi açtım kısa bir an ama sonra hemen kıstım. Belki bu sakin sokak için fazlaydı ama bizim eve varamazdı. Bahçenin tamamına bile yayılamazdı. Radyo açıkken Ecevit de arabaya bindi. Sonra arka koltuğa uzandı ve bir ses geldi vurduğu yerden. Arkamı döndüm, siyah bir hoparlör vardı. Arka kısmın yarısını kaplamıştı.


“Yok artık,” dedim kıkır kıkır gülerek.

“Demek anlayan anladı ben olduğumu.”

Hoparlöre dokundum. “Hemencecik nereden buldun sen bunu?”


Ecevit’i aradıktan bir saat sonra ancak geçmişti evin önünden. Akşam vakti hem de, Ankara’da nerede bulmuştu? “Hemencecik bulurum ben,” dedi benim gibi. Gülerek arkaya bakıyordum. Acaba benim atölyeye mi alsaydım? İhtiyacı olur muydu bir daha? Kim bilir belki de olurdu. Yine bir şarkı duyurmak isterdi birine, yeniden masraf yapmasaydı. Bunu benim için almıştı… Buna gülümsüyordum işin aslı. Bunu benim için almıştı… Bu bir hediye değildi ama bunu benim için almıştı. Bin hediyeden daha kıymetli geldi o an bana.


“Rakı içmişsin, sana kahve yapmamı ister misin?” diye sordum parlak gözlerimi ona dikmişken. Arabanın içinde oturmanın bir anlamı yoktu. Atölyeye geçmeliydik, hatta Ecevit bu gece benimle kalmalıydı. Ben de onu birbirinden makul sebeplerle buna ikna etmeliydim. Dün, sanki seneler sonra ilk kez ayrı çatı altında uyumuştuk. Aynı yatak, yastık değil… Çatı. Belki de en özeliydi. Dört duvarı ev yapan çatısı, evi yuva yapan da insanlardı. Ecevit başımdaki çatıyı ev yapıp uyuyordu yanımda.

Rakı içtiğini anladığım için muhtemelen, sarhoşluğundan değil, hafif çakırkeyif oluşundan gizlemeden, saklamadan gülümsedi. Sonra, tatlı bir sesle, “Bana çay demlemeni isterim,” dedi.

Sanırım bu benden istediği en güzel istekti. Gitmemi isterdi, kalmamı isterdi, ağlamamamı isterdi, hasta olmamamı isterdi, uyumamı isterdi… Ama hiçbiri, benden çay demlememi istemesi kadar mesut etmedi beni. Yüreğimde bir ayazın ortasında çiçekler açtırmadı, baharlar getirmedi, barışı müjdelemedi. Ali Ecevit’in çay demlememi istemesi… Ah ne güzeldi, aklımı kaçıracaktım ne güzeldi!


“Demlerim,” dedim hemen. Radyodaki şarkı bitti yeni bir şarkı çalmaya başladı o sıra. Ben bilmiyordum, o yüzden umursamadım yalnızca Ecevit’le aynı anda teybe baktık. Ben bir an önce ona çay demlemek için kapatmak istedim şarkıyı ama o da beni engellemek istedi. Ellerimiz teybin üzerinde çarpıştı. Ecevit parmaklarımdan tuttu ve kapatmamı engelledi. Ahmet Kaya olduğunu seçtim.


“O, mahur beste çalar, Müjgan’la ben ağlaşırız.”


Ben çay demlemek için o kadar aceleciydim ki Ecevit’in istediğini ya görmedim ya da göz ardı ettim. Yeniden kapatmak istedim ama Ecevit daha sıktı parmaklarımdan. İzin vermedi. “Çay…” dedim.

“Dur,” dedi. “Dur,” diye tekrarladı sonra. Sesi donuktu. Dalıp gittiğini fark ettim. Parmaklarımı yavaşça bıraktı. Geriye yaslanmış teybe bakıyordu. Onun her anında yanında olmak istemişken onu duraksatan tek bir ayrıntıyı bile bilmiyordum. Bir zaman sonra cebinden sigarasını çıkardı ama içi boştu. Paketi gelişigüzel bıraktı. Bir tane de torpidoya koyardı hep. Belki aklına gelmedi o an, belki erindi. Uzandım, açtım ve tahminimde yanılmadım. Oradaydı. Sigaranın ambalajını açtım ve bir dal sigara çıkardım. Baş ve işaretparmağımın arasına yerleştirdim. Ecevit sırtını yaslamış, sessiz sedasız karşı yolu izliyordu.


Dudaklarına yaklaştırdığımda, “Ecevit,” diye seslendim. Göz ucuyla sigaraya baktı sonra dudaklarının arasına aldı. Tam o saniye, dudakları parmaklarıma sürttü. Öyle şefkatli, nahif bir temas ya da öylesine bir an diyemezdim. Belki onun fark etmediği ayrıntıydı ama ben elimi çekerden parmaklarımı istemsizce birbirine sürttüm. Çakmağına bakındı ama aklı bir karış havadaydı. Boş kutusunun içindeydi. Onu aldım, çakmağı çektim, elini uzattı ama vermedim. Yaklaştım ve sigarasını yaktım. Derin bir iç çekti, soluklanıyor mu yoksa sigarasını mı harlıyor anlamak zordu.


Ahmet Kaya, yine “O, mahur beste çalar, Müjgan’la ben ağlaşırız,” diye söyledi. Ecevit’in gözlerini yumduğunu gördüm. Sormak istedim, istemedim değil. Ne oldu Ecevit, ne seni bu kadar duraksattı, belki üzdü, bolca kederlendirdi, özledin ya da o anı, sitemlisin ya da kırgınsın, ne oldu, hangi an, demek istedim ama sustum. Benimle alakalı olmayan bazı şeyleri onun anısına saygı duyup bırakmalıydım artık. Sormamalı, musallat olmamalıydım. Yanı başında durmak yetti bana. Belki annesiydi onu böyle derinden sarsan, belki babası. Onların çok dinlediği bir şarkı. Bilmem işte. Ya da bambaşka biri… Olsun istemezdim tabi. Ecevit’in dağ gibi sinesini şişeren, bir yükselen bir inen gövdesinin altında bir başkasının yaşamasını.


İç çekti. Şarkının sonuna gelene kadar gözleri kapalı sigarasını içti. Bir noktada mırıldandı. Sözlü değil, ritmik. Sonra açtı gözlerini, kendisi kapatmak istedi radyoyu. Bir tek o şarkıda gözü vardı. Tam o vakit telefonu çaldı. Eli ayağı biraz dengesizdi, birkaç saniye telefonun yerini bulamadı. Sonra çıkarıverdi cebinden, ikimiz de ekrana baktık.


Farah arıyor.


Kaşlarımı çattım. Ecevit’in baş parmağı bir yeşil tuşa bir kırmızı tuşa gitti. Kesin kapatacak dedim ama son anda vazgeçti ve açtı. Telefonu kulağına dayadı. “Efendim?”


Bir uğultu duydum ben de telefondan. Kısık değildi, bana kadar geldi. Ecevit’in yüzü düştü, kaşları içe doğru çöktü, gözlerini yumarken telefonu hafifçe kendinden uzaklaştırdı. Başını salladı ve “Cengiz,” dedi kısık sesle. Arabaya derin bir sessizlik çöktü, tüylerim ürperdi. Ecevit telefonu kulağına dayadı ve “Hemen geliyorum,” dedi yalnızca.


Gelen Ali Ecevit Tarhan’ın belki de bu hayattaki tek dostu Cengiz Resul Atmaca’nın ölüm haberiydi.



Ocak, 2000.

Ankara, Sincan Cezaevi.


Hürriyet; en cahil, bî idrak, gafil, ahmak, kalın kafalı insanın bile kalbinde, bir küçük çocuğun karnını doyurmadan midesinde yer edinmiş vesika ekmeği kadar bulunmalı. Yoksa pek vahim kalemle, silahla; mekteple, harpla kazanılmış hürriyetlerin sonu.

Hürriyet; öyle kuvvetli, kanı hızlı, ayakları yere basan, müheykel olmalı ki vatan evladında, ömrünün on iki yılını- ki bu baba ocağında geçirdiği vakitten çok- mapuslarda geçirmiş Ali Ecevitlerin bile yakasından düşmemeli, kalbinden sökülmemeli. Bir dört duvar, tel örgülerinin arkasından ancak görebildiği gökyüzü, bir tas karın doyurmayan mercimek çorbası yine de engel olamamalı güneşin doğuşuna. Hor görülmek, bir su misali akıp giden gençlik yine de çekip alamamalı hürriyetin aydınlık ışığını.

Ve hürriyet; artık hür olmayan Ali Ecevitleri bile baba ocağından atmamalı. Attı mı kendi yurdunun evladını, baba ocağı deniyorsa artık toprakta yatan babanın ocağı mevzu bahis değil, pek vahim artık o harpla, mekteple; silahla ve kalemle kazanılmış hürriyetin hali. Lakin elbet atmamış olacak ki, Ali Ecevit çürüyüp gittiği bir mapus köşesinde meslek öğrenmeye başlayalı iki yıl oldu.

Hürriyet ne mühim şey, insanın kalbinde oldu mu, yarınını görmeyen adama bile yeri geliyor kalem, yeri geliyor çivi tutturuyor. Gün geliyor meslek öğrenecek güç kuvvet veriyor. Aksi olsa, o adamın, gencin, çocuğun içinde hürriyetin ışığı olmasa yataktan kalkmak bile zulümlerin en büyüğü olur. Ali Ecevit hiç gitmediği okullara sıra yapıyor artık. Ne yüce şey bu hürriyet. Cumhuriyetin en büyük çocuğu sanki.

Yanında yürüdüğü adamların en çalışkanı. Niyeti de biraz farklı. Hüseyin Tarhan’ın oğlu olduğundan herhalde, yanında yürüdüğü adamlar gibi üç kuruş için yapmıyor bu işi. Üç kuruş az para değildir elbet. Dört kuruşluk bir ihtiyaçta üç kuruş kadar avuç acıtan ne olabilir ki? Alın teriyle kazanılmış üç kuruşun da Allah katında bedeli yüz misline eşittir. Sadece Ecevit’in üç kuruşa ihtiyacı yok. Para nedir çok bilmiyor. Paranın ne kıymetli şey olduğunu da anımsamıyor. Paraları birinci sınıfta öğrenmeye başladı, Ecevit okula gitmeyeli sekiz sene oluyor. Nereden bilsin artık kuruşların git gide değer kaybettiğini, milyon demir paraların yaygınlaştığını? Her neyse. Pek de anlamaz.

O gün ilk paket sigarasını aldı kantinden. İki yıldır kazanır durur aslında ama ilk kez bir paket sigara aldı. Aldı işte. Canı istedi, aldı. Çok muydu? Canı artık öyle güzel şeyler, annesinin portakallı kekini, babasının sıcak somun ekmeğini istemiyor. Anımsamıyor bile. Sigara almak istedi. Pek kötü oldu aldıktan sonra. Yarım yamalak gördüğü gökyüzünün altında ağlaya ağlaya içedurdu. Ağladı işte. Canı istedi ağladı. Çok muydu? Uzun da bir vakit olmuştu öyle için için ağlamayalı. Ne oldu da öyle ağladı bilmiyordu. Sigaralarını da heba etti parmaklarının arasında. Bilmiyordu daha içmeyi. Belki heba edişine ağladı, belki babasının artık anımsamadığı sıcak somununa, belki annesinin parasını sigaraya harcadığını görünce hissedeceği hayal kırıklığına, belki her gece yatmadan önce iyi olsun diye dua ettiği kardeşinin rızkını bu merete verdiğini düşündüğünden… Sıralar dururdu insan. Ali Ecevit’e ağlamak için sebep mi bulunmazdı? Belki de içinde sönmeyen o hürriyet ışığından ağladı. Artık hür olmayan genç adamın, içinde sönmeyen hürriyet ışığına ağlaması çok muydu?

Velhasıl kelam üstü başı ahşap kokarken koğuşun yolunu tutmuşken mesut değildi elbet ama iyiydi, hoştu. Bugün tamamladıkları sıralar, ak pak, sağlam, yepyeni halde bir ilkokula gönderilmişti. Ali Ecevit pek memnundu bu durumdan. Yaptığı her işin gideceği yeri merakla sorardı. Okula gidecekse daha hızlı, daha özenle, içinde kalmadığını sansa da yine sevgiyle asılırdı işine. Anneciği geçenlerde rüyasına girmişti. Ali Ecevit’im demişti gururla, belki de Ecevit hayalini görmüştü bilemiyordu, benim güzel oğlum. Ali Ecevit’im, bileğinden güç eksilmesin. Güzel oğlum, ah benim güzel oğlum. Yüreği temiz, düğmesi ilikli, güzel oğlum. Ali Ecevit’im. Öyle eğme başını mahrur mahrur. Allah yardımcın olsun. Benim güzel oğlum. Ali Ecevit’im…

Koğuşun kapısı açılmadan duydu mahkumlar içeriden gelen sesi. Deli İsmail yine saz çalıyordu. Adam raporsuz delilerdendi. Bu mapusların raporlusu az, delisi pek çok olurdu. Deli İsmail de, Ali Ecevit’in payına düşendi. Bu yarım akıllı adamın bir sazı vardı, Ecevit’e göre de Müjgan diye bir sevdiği. Oturur sazını eline alır, hoş sesiyle, ‘O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız,’ der dururdu. Nakaratı değil iki kere on iki kere söylerdi. Tekrar ederdi yanık sesiyle. Ecevit bu adamla hiç konuşmamıştı, konuşacak olsa ne oldu Müjgan’a derdi. Ne oldu da Müjgan’a bunca senedir Müjgan’dan başkasını bilmezsin? Dört duvar arasında aklına nasıl kadın geliyor? Müjgan mı kaldı İsmail, çürüyüp gidiyorsun, kadın seni unuttu gitti, yiyeceğin ekmeği düşün. Ama hiç konuşmamıştı. Ecevit hâlâ pek fazla konuşmazdı. Eskisi gibi yabani değildi artık, insanlar ondan bahsederken sessiz diyordu.

Zaten konuşsa, sorsa, sonra bu adamın suçunun Müjgan olduğunu öğrense Ecevit çok öfkelenirdi. Yakasına yapışmak isterdi de kendisinin de katil olduğunu hatırlar durmak zorunda kalırdı. Koğuştan içeri girdiler, sayım yapıldı sonra kapılar kapandı. Ecevit’in gözü ihtiyar adamı aradı ama göremedi. Aşağıda olacaktı herhalde, yatıp uyumak istedi ama haberi yatağına girmeden geldi. “Cengiz abi aşağıda, bana bir uğrayıversin dedi.” Ecevit eskisi gibi söylenip durmadı. Başını salladı yalnızca. Merdivenlerden inmeye başladı. Basamaklar azaldıkça sazın da, adamın da sesi artıyordu.

“Hoyrattı gülüşleri, aydınlığı çalkalardı.

Gittiler akşam olmadan ortalık karardı.”

Cengiz Ecevit’in geldiğini bilerek oturduğu yeri değiştirdi. Sırtını televizyona döndü, Ecevit gelince karşısına oturacaktı. Yüzü televizyona dönük olacaktı. Cengiz aşağıda olan tek kişiye döndü, “Kıs televizyonun sesini, yukarı çık,” dedi. Saz çalan adam, avluya yakın bir yerde oturuyordu. Buradan ayrılmasını istediği tek kişi oldu bu yüzden. Adam, ihtiyara baktı. Sırtını döndüğünden olacak “Kapatayım mı abi?” diye sordu.

“Kapatma, kıs!”

Cengiz bir kez daha ekrana baktı. Önüne döndü sakin bir tavırla. Adam önce sesi tamamen kapattı sonra merdivenlere yöneldi. Merdivenlerde Ali Ecevit’le karşılaştılar. Bir baş selamından çok konuşmadılar. Ecevit aşağı indi, kimseye bakmadan semaverin önüne gitti, televizyonu görmedi. Çayını aldı, Cengiz’in karşısına oturdu, “Selamın aleyküm,” dedi.

“Ve aleyküm selam. Hoş geldin.”

“Hoş buldum abi,” dedi Ecevit. Adamı süzdü. Gecenin bu vaktinde, buradaki herkes ipi sapı kaçmış halde gezinirken ortalıkta, bu adam gömleğini giymiş, altına kahverengi kumaş bir pantolon çekmiş, kırlaşmış saçlarını taraktan geçirmişti. Ecevit ihtiyarın önündeki kitaba göz dikti. Uzaktan baktı kapağa. Artık kendisi de okuyordu. Her boşluğunda, vaktini kitaplarla öldürüyor demek yanlış olurdu. Kitaplar vakit öldürmezdi, kitaplara vakit ayrılırdı. Ecevit’in dört duvar arasında akıp giden gençliğine iki yatırımdan biriydi. Ecevit arasına kurşun kalem sıkıştırılmış kitabı kendine çekti. Kitabı araladı. İki dizesi çizilmiş şiirin tamamını okudu.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

Yaşamak, yani ağır bastığından.

Ecevit okusa çizmeden geçerdi. Demek bu ihtiyar ondan daha çok anlam bulmuştu bu dizelerde. Cengiz dikkatle adamı izliyordu. Merakla, pür dikkat televizyona bakacağı anı bekliyordu. “Beğenmedin mi?” diye sordu. Ecevit çayından bir yudum aldı. Yorgun bakışlarını boşluğa dikti.

“Beğendim,” dedi yalnızca. Sadece anlam bulamadım, kendi anlamımı, kendi coşkumu, kendi ateşimi. Yanmadan söndü bende şiir. Yanmadan söndü içimdeki gençlik ateşi. İçimdeki gençlik ateşi… Harsız, cılız, tutuşmamış, bir tek kül olmuş. Şairin mürekkebine varmış da yazılmamış bir şiir gibi. Şairin mürekkebinden çıkmış da bana ulaşamamış şiir gibi. Bana yazılmamış şiirler gibi, benim gibi adamlara varmamış şiirler gibi.

“Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikmeyecek misin?”

“Çocuklara kalır diyeyse dikerim,” dedi Ecevit yalnızca. Zaten ne o fazlasını söylerdi ne de adam sorardı. Apaçıktı her şey. Ecevit iç geçirdi. Anacığını düşündü. Anneciği olsa bu şiirin tamamını, siyah uçlu tükenmez kalemiyle çizerdi. Tamamını.

Ecevit’in kederli bakışları televizyona çevrildi. Cengiz’in dikkati arttı, yine de kendinde zerre belli etmedi. Bir, iki, üç, dört, beş… Ecevit bakışlarını ekrandan çekti. Bir, iki… Yeniden baktı ekrana. Deli İsmail yine nakaratı tekrar etmeye başladı. Ecevit’in gözleri, ekranda ay gibi parlayan bir zarif yüze, yeşil gözlere, ışıklar altında daha açık duran kumral saçlara, temiz, ak pak bir tebessüme daldı.

“O, mahur beste çalar, Müjgan’la ben ağlaşırız.”

İç geçirdi, kime, neye olduğunu bilmeden.

Bu televizyonla iki yıldır beraberdi. O alçak Akın ailesini gelir gelmez, daha haftası dolmadan görmüştü. Hele o Atilla şerefsizi… Ne zaman televizyon açılsa ekrandaydı. Bir yıldan sonra ancak alışmıştı o alçağın sıfatını burada görmeye. Ecevit’in, Firuze taşları vardı. Yatağının dibindeki duvara da yer yer kan lekeleri bulaşmıştı. Atilla yazardı oraya ucunu oya oya sivrilttiği Firuze taşlarıyla. Sonra Bülent yazar, Aylin yazardı. Bir kez yazardı onları sonra Firuze yazardı. Önce Firuze yazardı. Orta yerde Firuze yazmaya koyulur ismini yarım bırakırdı. Bazen sadece baş harfini yazardı, bazen son harfe gelince durur tamamlamazdı, bazen ilk dört harfini, bazenleri de ilk harfini bile tamamlayamazdı. Firuze’nin ismi, harbin ortasında, mektepte abece yazmayı öğrenirken vurulan bir çocuğun hayalleri gibi hep yarım yamalaktı.

Ecevit adını tekte yazdıklarını tek bir kör kurşunla öldürse içi soğuyacaktı. Kalpleri dursun istiyordu. Kolay yoldan da olsa, zordan da geçse o kalpleri bir dakika fazla atmasın istiyordu. Lakin mevzu bahis adını birden çok yazdığı, bazenleri yazamadığı o kişi olunca kör kurşuna tamah etmiyordu. İçinde bir kin, öfke, hınç ama içinde kırgınlık, hâlâ beri gelen bir acı, artık olmayan özlem ama bir zamanlar özlemin bıraktığı tahribat, o ihanet… Ah o ihanet. Herkes herkese ihanet edemezdi. İstese de edemezdi. Akın ailesinden tek ihanet edebilecek kişi Firuze’ydi. Çünkü bir yanlışa ihanet diyebilmek için çok güçlü, bir söğüt ağacının kökleri kadar sağlam bir bağ gerekiyordu öncesinde. Diğerlerinin yaptığı en alasından namusuzluk, kahpelikti ama Firuze’nin ihanetti. O yüzden adı yarım kalıyordu çoğu zaman. Acı bölüyordu, anı bölüyordu.

Şimdi ekrandaki, henüz on altısına girmemiş genç kıza bakarken Ecevit’in de kemik yaşı ancak şimdi on sekize yürüyordu. Resmiyette yirmi yaşında olunca o bunu pek farkında değildi, genç adam diye sesleniyorlardı artık ona. Ali Ecevit, ekrandaki genç kıza bakarken anımsadı yaşını. Daha küçüktü o da. İç geçirdi yüzü parlayan kıza bakarken. Sonra bir şey oldu, Ecevit anlamadı nasıl olduğunu ama kameraların önünde telaşa düşmüş Firuze Akın nereye bakacağını şaşırınca yüzüne tutulan kameralardan birinin merceğine baktı. Ecevit bir çift yeşille göz göze geldi. Sokakta padişahın kapısına inmiş bir isyan yumruğu gibi bir yumruk yedi kalbinin ortasına.

Cengiz’in onu izlediğini bilmiyordu. Yalnızca ekrana bakıyordu. Yüzü bembeyaz kesilmişti. Zihninin seçemediğini kalbi seçmişti. Yüzlerce kez atmak istedi kalbi. Yüzlerce anıyı anımsadı. Bir türkü gibi için için söylenmek, bir silah gibi ateş almak, anneciğinin tarhana çorbasının kokusuyla doymak, ilkokul öğretmenin sıra dayağıyla ürkmek, savaşmak, ölmek, bayrağın altında şiir okumak, gurbete düşmek, Edirne’den yola çıkıp Anadolu’yu karış karış geze geze Kars’a ulaşmak, her geçilen vatan toprağına bir ata tohumu bırakmak ama paçalarından da ateş akıtmak, bir kere yaşamak iki kere ölmek, bir kere doğmak üç kere öldürülmek… Ali Ecevit’e kalbi kısacık vakitte bunları hissettirdi. Birbirine uç, onlarca duygu çağladı kalbinde. Ecevit’in kalbinde çağlayan on yıl yaşadığı çocukluğuydu. Hatırasında ne var ne yok tek bir çift gözle bağırdı, ağıt yaktı. Sinesi şişti indi. Ayağa kalkarken buldu kendini. Televizyona yaklaştı. Sinesi yükseldi düştü. Dışarıdan bakan ülkesinin ciğerleri yanıyor sanırdı.

Televizyonun önünde bekledi. Sonra Ecevit altta yazılmış birkaç harfe baktı. ‘Firuze Akın’ın…’ Zihni kalbine yetişti. Ekrandaki kişiyi yüreği ilk andan seçmişti de zihni daha yeni anladı. Ali Ecevit Tarhan’ın yüreğinde yanmayan gençlik ateşiydi ama yüreği şimdi yangın yeriydi. Zihninde yedi yaşından bir adım öteye gidememiş kız çocuğuna, şimdi uzaktan genç bir kıza bakar gibi bakıyordu. Firuze büyümüştü… Ali Ecevit onu bu televizyonda görme umudunu çok zaman önce kaybetmişti. Bu umut, öyle özlemden değildi ama. Hınçla, öfkeyle, nefretle istiyordu onu da görmeyi. Sanıyordu ki onu görünce burnuna kan kokusu gelecek. Avuçlarını sıkacak, bir kurşun da ona verecekti artık. Kör kurşunu Firuze’ye sıkamıyordu çünkü Firuze zihninde yedi yaşındaydı. Ecevit sanıyordu ki yedi yaşında diye… Kör kurşunu alamadı. Kanını akıtamadı. Ölsün istese bile, diğerleri gibi kanı akmasın istedi.

“Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız… O, mahur beste çalar, Müjgan’la ben ağlaşırız.”


Ah, ah Ali Ecevit! Şimdi bir et yığını gibi televizyon karşısındayken anımsadığı tek şey yitip giden çocukluğu oldu. Sol gözünden bir yaş düştü. Ah, Ali Ecevit, al şu kurşunu eline, dedi Cengiz içinden. Dik dur, öyle mahrur, öyle kederli bakma. Al o kurşunu eline, tamamla tüm harfleri ya sen onların sonu olacaksın ya da onlar senin. Vazgeçme davandan. Onlar senin yitip giden çocukluğuna feda olsun denecek insanlar değil. Tek biri bile değil. Öyle eğme başını, düşürme omzunu, iç çekme, orada işte, yak yık ama susma. Ah Ali Ecevit, dört duvar arasında taş gibi kalırsın da gün gelir kavuşursun gökyüzüne, güneş doğar, saç tellerinin arasında dolanır, gözünü alamazsan… Gözünü alamazsan Ali Ecevit, yazık etmez misin kendine? 

***

instagram; dilanduurmaz

 uzumbugusuofffical

(karakterler için açtığım soru kutucuklarına bu hafta bakmaya başlayacağım yavaştan.)


16 Yorum


Ece Göl
Ece Göl
9 saat önce

Aylin hanım ne bu cici anne mod?👏🏿🤙🏿🫣

Beğen

Medine Aykutlu
Medine Aykutlu
15 saat önce

Atilla ben senin gelmişini geçimişini yedi kainattaki yedi sülaleni anneni yengeni teyzeni firuze ve ecevit hariç herkezi oyle bir severim ki otobüste ayakta gidersiniz heee (boş otobüs) 🤬🤬🤬🤬🤬🤬🤬🤬🤬🤬🤬🤬🤬🤬

Düzenlendi
Beğen

Medine Aykutlu
Medine Aykutlu
15 saat önce

Yaa Ecevit. Sen aşkından rakıya mı başladın Ecevit. Ben seni yerim ama Eceviiit🥺🥺🥺

Beğen

Medine Aykutlu
Medine Aykutlu
15 saat önce

Cengiz ölecek zamanını zamanını seveyim ah cengiz müjgan kadar kafana taş düşsün cengiz CENGİZ

Beğen

Balım Ezo
Balım Ezo
bir gün önce

Dilan ve yazdığı kadın karakterlerin hanım kelimesine düşkünlüğü 😉 biraz Dilanın kalemini taniyorsam yakında bir nikah var ama kimin bilmiyorum bu bende kalsın 🤭

Dilan 16 kasımda söyle içine sinen bir anın özel bölümünü okusak çok mutlu oluruz yaniii....;)

Beğen

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

  • Facebook
  • Twitter
bottom of page