top of page

xxvııı- "tarafların geçmişi, bugünün delilidir"

  • Yazarın fotoğrafı: Dilan Durmaz
    Dilan Durmaz
  • 7 gün önce
  • 50 dakikada okunur

bölüm yirmi sekiz 

Mümtaz Asa. 

ben geldim!!!!


gecelerce uyumadan çıkardığım önemli bir bölümdü benim için. şimdi de imza dönüş yolundayım. bol bol yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın. 


bölüm şarkısı;

Ferdi Özbeğen; Gündüzüm Seninle 

Mavi Işıklar; Ankara Rüzgarı 

Athena; Dam Üstüne Çul Serer 


Bunu pek yapmam bilirsiniz:))))))))

Keyifle okuyunnnnn


***

Mümtaz Asa.


Bu isim bu odada en çok benim için tanıdıktı. Bu odanın içinde, o adamla aynı sofraya oturmuş tek kişi vardı. O da bendim. Mümtaz Asa. Ulusal Mutabakat Partisi eski ve en uzun süreli genel başkanı. Babamın, partideki koltuğunu sağlamlaştıran, bugün babam hâlâ partideyse o adam sayesindeydi. Mümtaz Asa. Yüzü belirdi gözümün önünde.


Uzun akşam yemeklerinin başrolüydü. Babam korkunç bir saygı duyardı kendisine. Dedemden daha çok dinlerdi, ki zaten dedemin yakın dostuydu. Babamın siyasete merakı dedemle, siyasete girişi Mümtaz Asa’yla olmuştu. Ulusal Mutabakat Partisi bugün bu konumdaysa o adam sayesindeydi. Babam şimdi Ulusal Mutabakat Partisi’nde bu konumdaysa o adamın payı çok büyüktü. Ailesiyle sık sık yemeğe gelirdi. Bir kızı vardı onu hatırlıyordum. Bir de torunu. Ben ve Ecevit yaşlarında olduğunu anımsıyordum, hiç sevmezdim. Ecevit de hiç sevmezdi.


Öylesine yakınlardı ki ve bu yemekler genelde kalabalık olurdu. Babama çok güvenirdi, onda ışık gördüğünü söyleyen ilk kişiydi. Hatta şimdiki bu yaşımda değerlendirsem müthiş bir algı yönetimi yapmıştı ve babamı tanıyan tanımayan babamın gelecek için olan ışığından bahsediyordu. Şimdi ne yapıyordu bilmiyordum. Parti genel başkanlığından ayrılması biraz olaylı olmuştu onu anımsıyordum sadece. Parti o gittikten sonra sarsılmış, girdiği seçimde ciddi oy kaybetmiş ve babam o dönem partiden ayrılmak ve Mümtaz Asa’nın peşinden gitmek istemişti. Mümtaz Asa izin vermemişti, aksine babam için partide bir koltuk hedefi belirlemişti. Babam o hedefe yürüyordu senelerdir ve görüyorduk ki başarıyordu. Şimdi bu adamın ismi yeniden karşımdaydı ama babamın dostu olarak değil, bir çocuk çetesi davasında korunan kişi olarak.


“O kim?” diye bağırdı Ecevit. Gideli seneler olmuştu, Ecevit bu ismi hatırlamıyordu. Zaten babam ve şimdiki genel başkanın ismi öylesine öne geçmişti ki bizim yaşlarımızdaki insanların anımsayacağı bir isim değildi.


“Ulusal Mutabakat Partisi’nin eski genel başkanı,” dedim ben Ecevit’in elinin altında kıvranan Seher’den önce. Herhalde başka hiçbir cümle Ecevit’in, Seher’in boynundaki kolunu gevşetmezdi. Ecevit bana bakmadı ama beni dinlediğini biliyordum. “Eski genel başkan,” dedim. Belki şimdi bunları söylememem daha makuldü ama ne aklımdan nasıl geçiyorsa söyledim. “Biz küçükken eve misafirliğe geliyorlardı. Hatırlıyorum ben. Bizim yaşlarımızda bir torunu vardı.”


Ecevit’le beraber Seher de bana dikkat kesildi. Başını oynatamadı ama gözlerini bana çevirdi. Kim olduğumu bilmiyordu. Kimlerin kızı olduğumu bilmiyordu. Gözlerindeki korku büyüdü. “Siz kimsiniz,” dedi tekrardan. Artık öfkeyle ve hınçla değil, korkarak, endişeyle…


“Ecevit boğulacak,” dedim Seher’in morarmış yüzüne bakarken. Ecevit kitlenmişti. Ne tepki veriyordu ne de konuşuyordu. Ecevit’in koluna dokundum. “Ecevit bırak!” dedim sert bir sesle. Koluna ben asıldım ve onu zorlukla geri çektim. Seher’in pörtlemiş gözleri Ecevit’in geri çekilmesiyle beraber kapandı ve nefes nefese öne doğru eğildi. Düşeceğini sandım ama tutmaya çalışmadım. Ecevit’le göz göze geldim. Aklımda ve kalbimde tek bir ihtimal vardı. Beni delicesine korkutan, Ecevit’le arama belki yine ülkeler sokacak o ihtimali Ecevit’in gözlerinde gördüm.


Mümtaz Asa’nın çıktığı yerden Atilla Akın da çıkar mıydı? Babam bu denklemin en ufak bir yerinde var mıydı? Bir çocuk kaçırma çetesi ya da Melike’nin şu an kayıp olmasında babamın rolü mü vardı? Şayet ki varsa, ben ne yapardım ya da Ecevit bana ne yapardı? Ellerim korkuyla titredi. Baba… Baba yalvarırım, baba. Yalvarırım. Ali Ecevit’i kendi oğlun için yaktın, Melike’ye ya da başka bir çocuğa zarar verecek kadar... Doğru kelimeyi seçemedim. Canavarlaşma mı diyecektim babam için? Babam bir canavardı zaten. Cehennemin son katındasın, cehennemin kapısına geçme. Baba yapma.

“Yaşıyor mu o adam?” diye sordu bana.


Başımı salladım hızla. “Bildiğim kadarıyla evet,” dedim titrek bir sesle. Seher nefes nefese debelenirken hâlâ “O adam neden korundu?” dedi. Seher öksürüyor, boğazını tutuyordu. Ecevit kolundan tuttu, sarstı. “Bana bak!” diye bağırdı. “Sana nefes aldırmam bana bak!”


“Burada olmaz,” dedi Ecevit’in elinden kurtulmaya çalışırken. “Burada olmaz. Anlatamam. Burada olmaz. Burada konuşamam. Olmaz burada. Çıkın gidin olmaz. Siz kimsiniz. Uzak durun benim kızımdan. Bilmiyorum ben. Uzak durun kızımdan.” Arka arkaya sayıklıyordu. O gösterdiği çirkef, yelloz, yosma tarafının altında adeta bir korkak çıktı. Şimdi ağlamak üzereyken Ecevit’in ayaklarına kapanacaktı.


“Senin kızına giderim babasını söylerim, senin kızının babasını bulurum kızı olduğunu söylerim. O vergi rekortmeninin kızının zamanında suç örgütünün kızı olduğunu sayfa sayfa bastırırım. Bana bak. Bana bak, seni burada barındırmam. Burnundan getiririm bu mekânı da, kızını da atarım kurdun kuşun önüne. Duydun mu beni? Kızını babasının düşmanlarının elinden kurtaramazsın. Benim sorularıma cevap ver!”


“Burası olmaz,” dedi. “Şimdi olmaz. Burası olmaz. Kızım olmaz. Suçu günahı yok. Bak bana. Günahı yok kızımın. Hiçbir şeyden haberi yok.”


“O kaçırılan çocukların günahı mı vardı lan? Bana bak. Zerre umurumda değil senin kızın. Ölmüş kalmış. Bana ne lan bana ne? Sen bana ne anlatıyorsun? Ya şimdi konuş ya da ben buradan çıkıp ortalığın amına koyacağım.”


“Burası olmaz!” diye bağırdı. “Burası olmaz diyorum! Yemin ederim konuşacağız. Şimdi çıkın buradan, anmayın o şarlatanların ismini. Anlatacağım. Yemin ederim anlatacağım. Kızımdan uzak durun. Benim kızımdan uzak durun!”

Her an bir şey yapacakmışız gibi telaşlı, evhamlı ve stresliydi. Duramıyordu yerinde. Bir kapıya gidiyor, geri dönüyordu. Mümtaz Asa ve Raşit’in ismi şimdi bizi öldürmekle tehdit eden kadını önümüzde diz çökecek hale getiriyordu. Ecevit haklıydı. Bu kadına karşı kullanılabilecek en makul şey kızıydı. Biz kızına hiçbir şey yapmazdık ama o bunu bilmemeliydi.


“Burada konuşacaksın!”

“Burada konuşamam!” diye bağırdı kadın aynı şekilde. “Bakın olmaz,” Bana bakıyordu artık. “Bakın olmaz. Her yerin kulağı var burada. Olmaz. Olmaz. Benim kızım… Bakın benim kızım daha küçük. Bakın siz ne yapacaklarını tahmin bile edemezsiniz.”


“Ederim,” dedi Ecevit. Omuz silkti. “Ama umursamam.”


Kadının üstüne kasten oynuyordu. Korkuyu arttırıyordu. “Ecevit tamam,” dedim ona ayak uydurarak. Ortamın yumuşak karnı oldum. Seher benden medet umacaktı. Beni ikna edilebilir, Ecevit’ten korkabilirdi. “Tamam, burada olmazsa. En yakın zamanda başka yerde.”


“Hayır burada köpek gibi konuşacak. Silah sıktırmaya benzemiyor mu lan? Konuşsana! Hadi çağır, sıktır silah. Hadi!”


Seher bana bakıyordu artık. “Ben ifademi bulacağım,” dedi gözlerimin içine bakarak. “İfademin kopyasını bulacağım. Her şeyin kopyasını bulacağım. Vereceğim size. Ne benim ne kızımın bir daha peşine düşmeyeceksiniz.”


“Benim alnımda da enayi yazıyor değil mi?” dedi Ecevit alnına iki kere vururken.

“Başka çarem mi var?” diye bağırdı boğazı yırtılırcasına. Dürüst değildi çok çaresizdi. Başka bir ihtimal göremiyordu. “Başka çarem mi var amına koyayım, başka çarem mi var lan? Uzak durun kızımdan!”


“Ecevit bırak toplasın elinde ne varsa.”


“Yok şimdi sözlü de söyleyecek.”


“Ecevit tamam söylesin. Bir şansın var,” dedim Seher’e bakarak. “Seni arayacağız. Canımız ne zaman isterse arayacağız. Yarın da ararız, sabah da ararız akşam da ararız. Bulamadın, bize bir şey getirmedin, o zaman ben kimseyi durdurmam. Kim ne yaparsa engel olmam, yaparlar. Zamanında bazı çocuklar nasıl suçu günahı olmasa da zarar gördü, şimdi de kızının suçu günahı yok demez kimse.”


“Tamam!” dedi şakaklarına art arda darbeler indirirken. “Tamam dedim, tamam! Bulacağım tamam. Burada görüşmeyeceğiz. Burası olmaz. Burası olmaz. Buraya bir daha gelmeyin. Evime gelmeyin, kızıma yaklaşmayın!”


“Elini çabuk tut o zaman,” dedim Ecevit’in koluna girerken. Stres kadında daha fazlasını vermesine sebep olmuştu. Şimdi sözlü söyleyeceği bilgileri somut olarak sunma içgüdüsüne girmişti. “Yoksa ben kimseyi tutmam,” dedim Ecevit’i kastederek. Ecevit kadına olabilecek en kötü, en korkutucu ve rahatsız edici şekilde bakıyordu. Onu biraz olsun tanımasam, Yeliz’e bir şey yapacağını sanırdım. Ama biliyordum şimdi bir başkası o genç kıza zarar vermek istese Ecevit geçerdi önlerine, korurlardı.

Ecevit’i ite ite, bir serseriyi çıkarır gibi zorlayarak çıkardım odadan. Ne zaman ki çıktı odadan o zaman normalleşti. Efendi gibi yürümeye başladı. Usulca çıktım kolundan. İkimiz de sus pustuk. Alacağımızı almıştık. Şimdi susma vakti gelmiş gibi sadece yürüyorduk. İkimiz de ellerimizi kabanlarımızın cebine koyduk. Yanında hâlâ bir robot gibiydim. Susuyordum. Soluklanıyordum ve adım atıyordum. Yavaş ama yere tam basan adımlarla çıkarken mekândan ikimiz de durmadık arabaya doğru ilerledik. Çevremizde bir sürü adam vardı ama ikimiz de görmüyorduk. Arabanın önünde durduğumuzda ben yeniden gökyüzüne baktım ve geldiğimiz noktaya ulaştım. Bir, iki, üç, dört, beş… Yeniden beş saniye verdim kendime. Gözümden yaş akmadı ama içim titredi. Ağlamamalıydım. Şimdi değildi. Ağlamamalıydım. Ecevit’e bakmadan araca geri bindiğimde ikimiz de kemerlerimizi bağlamadan karşı tarafı izledik. Dişlerimi sıktım. Yıldızları görmedim, bir, gözyaşım akmadı, iki, elimdeki tek hayal ölüydü artık, üç, beyaz elbisemi yakacaktım, dört ve ölmek istiyorum, beş.


“Hatırlıyorum Mümtaz Asa’yı,” dedi. Soluklandı. İstanbul’u çoktan unutmuştu.

“Babamın ağzını arayacağım o adam hakkında. Şu an nerede, ne yapıyor ve babamla arası nasıl.”

Ecevit cevap vermedi. Aklından ne döndüğünü biliyordum. Beni suçlayacak mıydı, bana kızacak mıydı, babam üstünden beni paramparça edecek miydi? Bilmiyordum. Ederse de ağlamayacaktım. Yanında bir robot gibi duracaktım ve sonra da uzaklaşacaktım. “Eve bırakır mısın beni?”

“Bunları öğrenmek için mi?”


“İnci’yi görmek istiyorum,” dedim yalnızca. Yeniden sustu. Kemerini bağladı ve sürdü arabayı. İstanbul’a gidecekti. Ne yapacaktım? Ben bir şey yapacak mıydım? O gidecekti işte. Beni bırakacaktı ve gidecekti. “Ne zaman arayalım bu Seher’i? Ne kadar vakit verelim?”


“Cenaze işi bittiği an,” dedi. Gözlerimi kapattım. İstanbul’a gidip geldikten sonradan bahsediyordu. Tepkisizce yolu izledim. İçimde bir ülkenin ciğerleri nasıl yanarsa öyle bir yangın vardı. Parsel parsel orman yangınında vatanını seven her insan nasıl üzülürse içimdeki yangın da ona benziyordu. Sessiz bir yolculuk geçirdik. İkimiz de hiçbir şey söylemedik. Ecevit tam evin önünde durmadı. Az ötede durdu, benimle de indi. Yüzüne bakmıyordum. Bakmak da istemiyordum.


“Cenaze işi ne zaman biter?” diye sordum. Gözlerimi ondan kaçırıyordum, baktığım hiçbir yeri net görmüyordum.


“Yarın,” dedi sonra sustu. Bu yarın bir cevap değildi biliyordum. Bu yarın bir cümlenin başlangıcıydı. Cümlenin devamını bekledim sabırsızca. “Gideriz. Farah ilk birkaç gün mezarlığa gitmek istiyormuş,” Ecevit yeniden sustuğunda ona çevirdim gözlerimi. Bunları söylerken gözlerimin içine baksın istedim. Kalbim duracak kadar yavaşladı ya da artık ben attığını hissetmiyordum. Dişlerimi birbirine bastırdım. Bu ne demekti? Bu kez Ecevit kaçırdı gözlerini.


“Evet?” dedim sönük bir sesle.


“Yanında olmamı istedi, yanında olacak kimse yok.” Gökyüzüne baktım. Yıldızları gördüm, bir, gözyaşım aktı, iki, elimdeki tek hayal öldü, üç, beyaz elbisem aklıma geldi, dört ve ölmek istedim, beş. Yeniden, yeniden, yeniden gözyaşlarım aktı. Ölmek istiyordum. “Firuze,” dedi.


“Hım?”


“Hastanede gördüğünün katlarca fazlası olacak cenazede,” dedi. Başımı indirmedim. Gözyaşlarımı görsün istemiyordum. Ondan uzaklaştığım ilk an için dışımdan çıkana kadar, kendimi yerden yere vura vura ağlayacaktım. Hiç susmayacaktım ama şimdi biraz daha susmam gerekiyordu.


“Hıhım.”

“Daha tehlikelisi belki. Daha kötüsü.”

“Hıhım.”

“Ben bile bilmiyorum neyle karşılaşacağımı.”

“Hıhım.”


“Firuze,” dedi içli bir sesle. Ben ona gelmeyi teklif etmemiştim ki zaten. Aklım o kadar başımdan gitmemişti zaten. O hastanede bile nasıl yalnız kalmıştım, bir başka şehirde, cenaze ortamında kim bilir nasıl yalnız kalırdım. Korkardım zaten ben. Ecevit’in yakasına yapışmam gerekirdi bu da mümkün değildi. Aklı bende kalırdı. Cengiz ölmüştü, benimle mi uğraşacaktı.


“Kaç gün?” diye sordum sadece. Tek merak ettiğim bu değildi ama tek sorabildiğim buydu.

“Firuze boynumun borcu,” dedi. Farah’tan bahsettiğini biliyordum. Öyleydi. Doğru söylüyordu belki de. Bir kere Farah demez miydi benim abim öldü bu kadının burada ne işi var diye. Derdi. Haksız olur muydu? Olmazdı. Bana orada kötü bir söz ederse nasıl karşılık verirdim acılı bir kadına? Ecevit nasıl korurdu beni? Benim orada bir yerim yoktu. Benim gitmek gibi bir amacım da yoktu.


Yalnızca… Ölmek istiyordum. Ecevit gidiyordu, gitmeliydi ve gitmek zorundaydı. Ölmek istiyordum. Neden bir şekilde Ankara’ya ikna etmemişti? Neden bunu yapamamıştı? O artık büyümüştü. Her şeye gücü yeterdi. Buna neden yapmamıştı. Haddini aşsaydı, diğerlerini yenseydi. Ne olurdu ki? İstanbul’a gitmeseydi ne olurdu ki?


“Boynumun borcu. Ölü bir adamda borç bırakamam,” dedi. Bana neden açıklama yapıyordu ki? “Ağlama,” dedi. Bir adım attı bana doğru. “Ağlama, neden ağlıyorsun?”


“Ağlamıyorum.”

“Ağlama Firuze.”

“Mümtaz Asa yüzünden ağlıyorum. Babamın parmağı varsa bu işte ne yaparım diye ağlıyorum. Sen yine beni de suçlayacaksın, onun için ağlıyorum.”


Tümüyle yalandı. Umurumda değildi şimdi bu. Beni suçlayabilirdi. Bana kızadabilirdi. O kadar çok yapmıştı ki bunu, şimdi yapsa ne olurdu yapmasa ne olurdu?


“Akın olmak senin tercihin değildi, bunu konuştuk. Yalan söyleme şimdi bana,” dedi açıkça. Hiç kapalı oynamıyordu kartları. Ölmek istediğimi hissediyordu sanki. Başka bir şey olsa, daha mesafeli durur, beni anlasa bile anlamamazlıktan gelirdi. Ona hep çok kötü anlarımda söylemiştim İstanbul’u. Gidecek miyiz Ecevit demiştim. Ölmek istediğim anlarda, ölmekten bahsettiğim anlarda… Anlıyordu ölmek istediğimi. Belki de bu yüzden şimdi bu kadar açıkça söylüyordu her şeyi. “Ağlama,” diye tekrar etti.


“Kaç gün kalacaksın?” diye tekrar ettim. Bir anlamı var mıydı? Bir gün ya da beş gün? Hiçbir anlamı yoktu.


“Bilmiyorum.”


“Hıhım,” diye mırıldandım yine. Gözlerimi yumdum. Gitmek istiyordum. Gitmek ve sadece ağlamak istiyordum. “İyi yolculuklar, ben artık gideyim. Gelince söyle, vakit kaybetmeden Seher’i arayalım,” dedim ve arkamı dönüp gitmek istemedim arkamı dönmek ve hıçkıra hıçkıra ağlamak istedim.

“Gel,” dedi ben dönmeye kalkmadan. “Ama tutacağım otelden çıkma, cenazeye katılmanı istemiyorum.” Herhalde Ecevit’in İstanbul’a gitmesinden daha kötüydü İstanbul’a gidip Ecevitsiz kalmak. O bir köşede ben bir köşede durmak. Çocuk kandırıyordu bunu söylerken.


“Saçmalama,” dedim titrek bir sesle. “Sen git gel. Ne işim var benim cenazede? Ben…” Soluklandım. Ne söyleyecektim ki ona? Neyi nasıl açıklayacaktım. Bir çocuk gibi elbette paçasına yapışmayacak en olmadık yerde peşinden gitmeyecektim. Bir otel odasında onu da beklemeyecektim. Kendime bunu yapmayacaktım. Ölmek istemekle kendinden nefret etmek aynı şey değildi. Daha fazla dayanacak gücüm kalmadı. Önünde hıçkıra hıçkıra ağlarsam beni ağlamasın diye peşinden sürüklenen bir çocuk gibi görecektim. “Öyle işte. Dönünce ararsın beni. Bir şey olursa da ben seni ararım. Görüşürüz,” dedim. Boğazım düğüm düğümdü. Apaçık ortadaydı ama yine de hıçkırarak ağlamıyorsam hiçbir sorun yoktu. Yürümek istedim, kolumdan da tuttu ama ben daha hırçın davrandım. Çok hızlı koptum ondan. Bir kez ismimi söyledi ama duymamazlıktan geldim. Hızlı hızlı yürüyor, oyundan atılmış gibi ağlıyor, yanımdan bir araba geçerken onun sesine güvenip hıçkırıyordum ama hiç durmuyordum. Eve yürümem bu hızlı adımlarımla birkaç dakikamı ancak aldı.

Bir kez bile dönmedim arkamı. Kulaklığımı aradım, bir şarkı da olsa dinleyeyim diye. Bulamadım bile. Bahçeden çoktan geçtim. Gözyaşlarımı sildim. Kapı bana açıldığında kimse benim gelmemi beklemiyordu. Salonda oturduklarını gördüm. Şimdi çıkarsam odaya öylesine büyük bir tepki verecektim ki bir cenaze çıkacaktı içimden. O andan sonra ne İnci’nin yanına gidecek halde olurdum ne de babamın ağzını arayabilirdim. Gittim, şiş gözlerimle salonda boş koltuğa oturdum. Herkes bana bakıyordu biliyordum ama çok normal bir şey yapmış gibi davranmak istedim sadece. Ne kadar normal davranırsam onlar da bana uyum sağlayacaktı.


Annem hemen tüm ilgisini alakasını bana çekti. Geldi saçlarımı okşadı, sevdi. İnci babamın sinesine yaslanmıştı. Bülent volta atıyordu. Bunların böyle normal akşamları mı vardı? Dudaklarım titredi. Ölmek istiyordum. “Her kimse bu, bulacağım, kendi ellerimle keseceğim hesabını.”

Bülent tüm çapsızlığıyla elindeki gazeteyle dolanıyordu. O an tüm hırsım içimde tek bir noktada birikti ve bir apse gibi patladı. Buraya gelişimdeki tüm amacımı unuttum. Tam şimdi kusmazsam, yarına sağ çıkamayacaktım.


“O ne?” dedim ne olduğunu tahmin ederek. Her şeyin, akan tüm yaşlarımın sorumlusu babam ve Bülent’ti. Babama saldıracak cesaretim yoktu, sözlü saldıracak gücüm de kalmamıştı ama Bülent… Hırsla baktım ona.


“Sana ne?” diye bağırdı kudurduğu yerden.


“Ah tamam hatırladım! Şey çapsız şehzade ve veziriazam hikayesi. Okudum ben de onu. Ne güzel yazmış.”


“Kes sesini!” diye bağırdı.


“Bu şehzade, ehliyetsizin, çapsızın, salağın tekiymiş, elinden bir iş gelmez eline gelen işi de bok edermiş yazıyor. Sen malsın. Günümüz Türkçesi kullanmamış belki anlamamışsındır. Ben açıklayayım. Sana diyor yani. Çapsız, bir boka yaramayan, beceriksiz, vasıfsız, beyinsizin teki diyor sana. Kim yazıyor acaba bu Kambur Kalem’i tablo hediye etmek ist-”


Bülent tam olarak bana istediğimi verdi ve gazeteyi kimseden çekinmeden suratıma doğru fırlattı. İlk tepkiyi babam “Bülent, otur oturduğun yerde!” diye verdi. Bu aralar pek sakindi ya da ben öyle sanıyordum. Bilmiyordum. Gazeteyi bana fırlatması elime çok güzel bir koz verdi. Tüm hırsımı şimdi Bülent’ten çıkaracaktım. Nedenim vardı. Üzerime fırlatılan gazeteyi aldım ve ayaklandım.


“Gerçekler zoruna mı gitti vasıfsız? Eşeğin başından bir farkın var mı sanıyorsun?” dedim üstüne yürürken. Gazeteyi elimde buruşturdum. Ölmek istiyordum. Çığlık çığlığa ağlamak istiyordum. Bunun tek bir sorumlusu vardı. Tek bir sorumlusu vardı. Odaya çıkıp kendimi yerden yere vurmaktansa o sorumluyu vurmak istedim. Bülent, “Senin o beynini akıtırım,” diye üstüme geldiği ilk an, dürdüğüm gazeteyi ağzının içine sokmaya çalıştım. Annem de babam da aynı anda kalktı ama nasıl ağlarsam tüm bilincim kapanacaktı, aynı şekilde, Bülent’e saldırırken de kimseyi görmedim. Saçlarım Bülent’in avucuna düştü ama annem de babam da erkek kuvvetinden korktuğu için ona müdahale ettiğinde, aylar sonra eve geldim, aile saadetlerini bozdum ve Bülent’in yüzünde uzun derin bir tırnak çiziği bıraktım. Öyle geçtim odaya. Duşun altına girdim, ağladım ama hiç sesim çıkmadı.

***

Ecevit İstanbul’a gideli kaç saat oldu bilmem ama Ecevit’le konuşmayalı bir gün oldu. Telefonum bir kez çaldı, açmadım. İstanbul’dayken onunla konuşmak yapabileceğim bir şey değildi. O kadar kuvvetli değildim.


Şimdi atölyemdeyken, dört ayrı tabloya başlamış, birini bile tamamlamamıştım. Saçlarımın arasındaki fırçayı çıkardım ve saçlarımın omuzlarıma dökülmesini izledim. Elimdeki ikinci şarap kadehini aldım. Ayağa kalktım. Boynum ve bacaklarım sızlıyordu. Tüm gün gece uyumak için kendimi yormuştum. Yarın da tüm gün içecektim ve yarını da sarhoş olarak kapatacaktım. Gün azaltacaktım. Bir robot gibiydim. Böyle de devam edecekti Ecevit gelene kadar. Öyle sandım. Ama ne zaman ki üzerimi değiştirmek için dolabın önüne geçtim, o beyaz elbiseyi gördüm, içimdeki cenazeyi anımsadım, robot yok oldu kaçtığım acıyla baş başa kaldım.


Dün Bülent’i döverek attığım acı şimdi dizimin dibindeydi. Bu elbiseyi yakacaktım. Hiç giymeden mi? Bir kere giymeliydim. Bir kere giymeli ve öyle yakmalıydım. Gülümsedim. Evet bu geceki acımı da böyle bastırmalıydım. Yarın da zaten sarhoş olacaktım. Elbiseye veda etmeliydim. Üzerimdeki kazağı çıkardım. İçimde sütyen yoktu. Sadece iç çamaşırımla kaldım. Beyaz elbiseyi gülümseyerek giydim. Bir kefen gibi değil ya da öyle bilmiyordum. Bordo ayakkabılarımı da giydim hemen. Aynanın önünde kendime baktım. Tamam işte olmuştu. Gerek var mıydı İstanbul’a gitmeye? Giymiştim işte. Olup bitmişti. Hevesimi almıştım. Elime şarabı aldım, içmeye çalıştım ama üzerime döktüm. Beyaz elbisem kirlendi. Ağlamamak için güldüm. Artık kirlenmiş ve hevesi alınmış bir beyaz elbiseydi. Ecevit İstanbul’daydı.


Ne bir şarap vardı evimde ne de bir paket sigara. Dışarı çıkmalı, bir şişe şarap bir tane de sigara almalıydım. Sonra da eve dönüp bu elbiseyi yakmalı ve yarın her şeyi unutmalıydım. Bu elbiseydi beni kötü yapan belki de, Ecevit’in gidişi değildi. Üzerime bir şal aldım sadece. İstemedim bir kabanla beyaz elbisemi kapatmayı. Sadece biraz beyaz elbisemle vakit geçirmek istedim. Çıktım atölyeden, çıkınca biraz üşüdüm ama beyaz elbiseyi giydiğimi bilmek biraz olsun iyi hissettiriyordu. Ne sigara almak ne de şarap almaktı amacım. Kabul. Sadece biraz yürümekti. Dakikalarca. Belki dayanabilirsem saatlerce.


Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm… 

 

 

Bedeni senelerdir bu hayatta yaşamış, yorulmuş, yıpranmış ve artık çoğu şeye eskisinden bile daha az tahammülü kalmış bir yaşlı gibi çabucak yoruldum. O yaşlı için bir taraftan konuşup bir diğer taraftan yürümek nasıl zorsa benim için de bir taraftan ağlamak bir taraftan yürümek bir o kadar zor oldu. Ne bu kısacık yoldan dönmeyi planladım ne de oturmak için daha uygun bir yer aramaya kalkıştım. Hiç çabasız oturacağım ilk yere, bir kaldırım kenarına çöktüm. Çenem titriyor, dişlerim birbirine çarpıyordu. Yoğun bir üşüme hissetmiyordum. Vücudum acıya alışır gibi üşümeye de alışmış olacaktı ya da vücudum alışmamış, tepki veriyordu ama ben bu tepkiyi görmezden geliyordum. İçmeyi beceremediğim şarap biraz olsun bana iyi gelmemişti ama soğuk, en nihayetinde düşüncelerimi kamçılıyordu. Şimdi Ecevit’in bu şehrin sınırları içinden çoktan çıktığını biliyordum ama soğuk hangi şehrin sınırları içinde olduğunu düşünmeme müsaade etmiyordu.  


Derin bir nefes aldım ve iç geçirdim. Gökyüzüne baktım. Bomboştu. Tek bir yıldız tanesi bile yoktu. Bu gece her bir şeyin Ankara’yı terk ettiğini hissediyordum. Buna soğuk da engel olamıyordu sanki. Tüm güzellikler, kuğular, yıldızlar, kuşlar… Hiçbiri yoktu. Yüzüm ezildi, Ecevit gitmişti. Ben sussam içimdeki, içimdeki sussa ben susamıyordum. Şimdi ıssız olan sokakta, nefes almayı hiç becerememiş kulaklığım sözsüz bir müziği bana iletebiliyorsa benden daha çok bir amaca hizmet ediyordu. Ben de onun gibi nefes alamıyordum ve adım atamıyordum.  


Ecevit gitmişti. Dilerdim ki tüm vapur seferleri iptal olurdu, kız kulesi dışarıdan gelen herkese kapanırdı, martılar tüm şehri terk ederdi ve tüm simit satıcıları hastalanırdı. İşte belki o vakit, bir nebze, ben değil ama yedi yaşındaki Firuze biraz olsun rahatlardı. Oh oldu, vapura binmedikten, kız kulesine gitmedikten ve martılara simit atmadıktan sonra ne anlamı var ki, derdi İstanbul’a gitmenin. Hiç… İşte bunları yapmasın yeter. Ne yaparsa yapsın. Onun tek derdi resim defterine çizdiği birkaç anıdan ibaretti. Onun o küçük dünyası bana da kapalıydı. Onu sadece o ve Ecevit üzebilirdi. Ecevit’in bile her hali üzemezdi. Farah denen bir kadınla, oyun arkadaşı olmadığını artık biliyordu, gitmiş ya da gitmemiş onun ne umurundaydı? Yeter ki vapura binmemiş olsunlar. Bunların cevabını öğrenirse ve istediği gibi olursa artık bana gözyaşlarımda o bile eşlik etmeyecekti. Ağlamaktan yorulacaktı ve derin bir uykuya dalacaktı.  


Dünyanın merkezindeydim.  


Bir şekilde, nasıl olacağını bilmem ama bir şekilde, Ecevit gelene kadar içimde bu meseleyi halletmek düşerdi bana. Bu meseleyi halletmem için kaç güne ihtiyacım vardı bilinmez ama günler geçtikçe, Ecevit İstanbul’da kaldıkça nasıl deliye döneceğimi kestiremiyordum. Artık büyük bir hırsla, cenazeyi göz ardı edip başka şeyler düşünüyordum. Mezarlığa giderken bile vapura bindiklerini hayal ediyordum. Lanetler ediyordum ikisine de. Umarım tüm kötü fırtınalar onlar vapurdayken kopardı. Bir martı Ecevit’in canını yakacak bir şey yapardı, belki onu yaralardı, her kötü ne varsa başına gelirdi ve İstanbul’u nefretle anardı. Bir an bile mutlu hissetmezdi orada. Tek bir an bile mutlu hissetmezdi. Geceleri küçük Ecevit rüyalarına girip benimle çizdiği resimlerle onu boğardı. Bana ihanet ettiğini hissetsin istiyordum. Ortada bir ihanet olduğu bile meçhuldü. Hatta yoktu ama ben o varmış gibi hissetsin istiyordum. Onun suçuydu. O bana her resim çizdiğinde kız kulesini çizmese, karşısına bir ev ve evin önüne bir vapur çizmese ben bugün bu halde olmazdım. Avuçlarımı sıktım. Umarım İstanbul’dan kapı dışarı edilirdi. İstanbul’daki herkes ona çok kötü davranırdı. Sen utanmıyor musun küçük bir çocuğu kandırmaya, günahına girmeye derlerdi.

Gözlerimi kapattım, yeniden omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Sessiz ağlayışlarımı sesli ağlayışlarım bölüyordu. Bu acının göğsümde demlenmesine, koyulaşmasına, acılaşmasına sonra da atılmasına izin verecektim. Ecevit döndükten sonra hiçbir şey yokmuş gibi davranmam gerekiyordu.  

Ama bana neden gideceğiz Firuze demişti ki? Gitmeyeceğimizi o an söylese, ben biraz ağlar dururdum. Neden bana gideceğiz demişti? Bilmiyor muydu ben ona inanırdım? Neden İstanbul’a gitmişti değil, bana neden gideriz demişti?  


Üzerimde incecik bir şal vardı. Varlığıyla yokluğu birdi ya da etkisini çoktan kaybetmişti. Şala sarıldım yine de. Tam şimdi ne yaptığını düşündüğüm an telefonum çaldı. Neydi beni bu kadar hızla telefona baktıran bilmiyordum. Kulağımdaki sözsüz müzik bölününce, telefonum çalınınca, acıyla atan kalbim hızlandı. Telefona baktım. Yine arıyor Ecevit sandım. Bu kez açacaktım. Gözlerim şişmişti, biraz da uyuşmuştum, insani olan her şeyi yaparken zorlanırken ismi de zor okudum.  

Ecevit değildi. Alparslan arıyordu.  


Ecevit arasa, bana iki güzel söz etse, aklına benim geldiğimi söylese belki, hayal için hayal kurmaktı bu, dese ki bana seni de daha uygun bir vakitte götürmek istiyorum Firuze, vallahi de billahi de buradan kalkacak ve atölyeme gidecek kuvveti bulacaktım. O atölyede telefonunu açmayan halimden eser yoktu şimdi. Beni biraz seviyor gibi yaparsa, ellerini uzatırsa saçlarımı okşamak için hazırdım ona. Beni kolaylıkla kandırabilirdi buradan kalkmam için. Kandırmadı. Telefonu meşgule atmaktı amacım ama o kadar inanmıştım ki Ecevit olduğuna, elimin açma yönünde olduğunu fark ettiğimde Alparslan’ın sesini duydum. “Firuze,” dedi.  


Kulağımda kulaklık olunca korktum biraz, geldi sandım. İrkildim ve etrafa baktım. Alparslan, yeniden “Firuze,” dedi ben ona yanıt vermeyince. Başım dönüyordu, uykum geliyordu. Alparslan’la konuşmayı da hiç istemiyordum.  


“Efendim?” Sesim kısık, hasta, biçareydi. Başımı eğdim ve bordo topuklu ayakkabılarıma baktım. Açıkta kalan ayaklarım soğuktan morarmıştı. Parmak uçlarımla telefonu sıktım. Birkaç saniye ses gelmedi. “Efendim Alparslan?”  


“İyi misin?” diye sordu. Dişlerim birbirine kontrolsüz şekilde çarpmaya başladı ses tonumu ayarlamak isterken. Alparslan beni günlerdir aramıyordu. O son gece, ben niyetimi açıkça belli ettikten sonra, Ecevit kapının önünden buradayım dercesine geçerken ve Alparslan bunu fazlasıyla farkında olmuşken son kez birbirimizi görmüştük. Bir daha beni aramamıştı, karşıma da çıkmamıştı. Tabi çok bir vakit olmamıştı, birkaç gün ancak vardı ama ben bir umut benim suratımı bile görmek istemediğini düşünmüştüm. Onu ailesinin yanında reddetmiştim, o kırılan egosuyla bana tahammül bile edemez sanıyordum. Gazetede çıkan Bülent’le fotoğrafları ve evlilik soruları hakkında konuşmaması onun hafızamda kalan son anlarıydı.  


“İyiyim,” diyebildim yalnızca ve zorlukla. Sanırım hava çok soğuktu ve ben konuşamıyordun. Burnumu çektim ve ne söyleyecekse bir an önce söyledim. Zaten gecenin bu vakti beni neden arıyordu, bilmiyordum.  


“Neredesin?” diye sordu. Gözlerimi kapattım ve inlememek için zor tuttum kendimi. “Atölyeye geleceğim.” Telefonu suratına kapatmak gibi bir kabalık yapmak istedim yalnızca. Onunla konuşmaya bir niyetim yoktu, görüşmeye de gelme demeye de. Kimseyle konuşmak istemiyordum.  

“Atölyede değilim, gelme.”  


“Neredesin?”  


“Alparslan kapatıyorum.”  


“Sen ağlıyor musun?” diye sordu. “Neredesin?” diye tekrarladı. Birkaç şey daha söyledi ama hiçbirine cevap vermedim. Bir yerden sonra o mu kapattı yoksa ben mi kapattım hiç emin değilim. Sadece müzik kaldığı yerden çalmaya devam etti. Şala sarıldım, başımı yasladım dizlerime ve sessiz yolu izledim. Beyaz elbisemi giymiştim, zaten onu hiç dinlememeliydim. Eminim pavyona giderken bile giymek bana bu andan iyi hissettirirdi. Bir daha hiç beyaz elbise almayacak, giymeyecektim. Bunu da çöpe atacaktım. Aynıları borda ayakkabı için de geçerliydi. Bana İstanbul’u anımsatan her şeyi yok edecektim. İçimdeki resim defterini bile. Hiç hayalsiz yaşayacaktım artık. Belki de sevinmeliydim. Dolabımda yer, kalbimden yük azalmıştı. İnce beyaz bir elbise ne kadar yer kaplar, birkaç sayfa resim defteri ne kadar ağırlık yapar denmemeliydi. Yirmi beş yaşında kaldırımdan kalkamayacağım hale getirmişti beni.  


Gözlerimi kapattım. Tatlı bir uyku çökmemişti bünyeme. Çok üşüyordum yalnızca. Çok yorgundum. Gözlerimin ardından İstanbul’u görür gibi oluyordum ama ona tutunamıyordum. Aklım başımdaydı. Kalkıp gitmem gerektiğini biliyordum. Beyaz elbiseye de bordo ayakkabıya da koymuştum, hem Ankara sokaklarının ne eksiği vardı ki İstanbul’dan. Ankara sokaklarında dolaşmıştım işte yeterdi. İçimdeki Firuze de yorgun düşmüş uyumuştu işte. Bir an önce kalkmam gerektiğini kendime hatırlatıyor ama henüz kalkacak gücü kuvveti kendimde bulamıyordum. Atölyeye gidince elbiseyi atacağımı hatırlayınca yine iç çeke çeke ağlamaya başladım. Bir çocuğun oyunu uzatması gibi, bir bahane buluyor ağlıyordum. Sabaha kadar, belki daha fazla kendim için bahaneler bulacaktım.  

İsmim uzaktan uzaktan yabancı kaldığım bir sesle dillendirildi iki kez. Kulaklık takılıydı. Bu sesin zihnimden geldiğine emindim. Hiç kulak asmadım, ta ki kulağımda asılı duran kulaklığım çıkana kadar. Sıcaklığını, soğuktan anlamadığım bir eli hissettim. Biraz sonra anladım elin sıcak olduğunu. Gözlerimi korkuyla araladım ve aynı zamanda geri çekilmeye çalıştım. O el, eller oldu ve bana daha çok yaklaştı. Birkaç saniye anlamadım, korkuyla çırpınacak gibi oldum ama Alparslan, “Benim Firuze,” dediği an hareketlerim donakaldı. Gözlerimi kırpıştırdım, kirpiklerim çok üşütüyordu beni, ona baktım. “Benim,” dedi tekrardan ellerini kollarımdan çekmeden. “Ne yapıyorsun sen burada?” dedi şaşkınlıkla. Üzerime baktı, delirmişim gibi izliyordu beni. “Bu halde, bu soğukta ne yapıyorsun sen burada?” Üzerimdeki beyaz elbiseyi inceliyordu dikkatli. Gözleri karın bölgemde kaldı. Hiçbir şey söylemiyordum, çenemi sımsıkı kapatmıştım.  


“Kan mı o?” dedi dehşetle. Avuçları rahatsız hissedeceğim kadar dokundu bana ama kan olmadığını kolaylıkla anladı, ben onu itmeden çekti ellerini. “Sarhoş musun sen?” Sorularının ardı arkası kesilmiyordu. Üzerindeki kalın kabanı çıkardı saniyeler içinde. Onu izliyor, hareketlerini izliyordum sadece. Kabanı bana giydirmedi ama omuzlarıma attı, önünden bir düğme de ilikledi, “Kalk,” dedi hızla. O da donup kalmıştı, yeni yeni ve benden çabuk çözülüyordu. Kaban sıcacıktı ama biraz olsun keyifli ya da huzurlu değildi. Lanet ettim içimden. Kime neye bilmem ama lanetler küfürler savurdum ardı ardına. İstemiyordum. Kabanının önü iliklenmese defalarca kez üstümden atmıştım ama düşmüyordu omuzlarımdan. Isınmak istemiyordum. Beni kaldırmaya çalışsa da taş gibi çakılmıştım yere kalkmıyordum.  


“Alparslan bırak!” dedim sonunda. İlk defa konuştum. “Bırak! Gelmeyeceğim. Bırak! Nereden buldun beni, bırak!” Tüm hıncımı ondan çıkaracak kadar öfkeyle doldum. Alparslan bana babamı anımsatıyordu ve tam olarak şimdi babamı hatırlamak beni çılgına çevirirdi. Babama dair tek bir şey bile görmek istemiyordum. Ne olduysa, ne olacaksa ve ne oluyorsa tek sorumlusu oydu. Öylesine hırçın davrandım ki beni bırakmak zorunda kaldı, eğildiği yere çömeldi ve gözlerime baktı. Sakinleşmemi bekledi adeta.  


“Hava kaç derece haberin var mı?” diye sordu sakince.  


“Alparslan git!” dedim açıkça. Beni neden buluyordu, bana neden ulaşıyordu? Aklıma tek gelen telefon sinyalim oldu. Babam ve çevresi tarafından bu kadar avuçiçinde olmak sinirlerimi daha çok bozdu. Onlar bana istedikleri zaman ben istemesem de ulaşıyorlardı.  


“Firuze hadi gidelim,” dedi ısrarla.  


“Git,” dedim yine ve üzerimdeki kabanını çıkarmaya çalıştım. “Siz manyak mısınız? Telefon sinyalimi mi takip ettin? Manyak mısınız siz? Rahat bırakın beni, çekin şu gücünüzü üstümden. Rahat bırakın beni, babamdan sonra seninle de uğraşamam! Duydun mu? Ya bırak!” diye bağırdım beni tutmaya çalışırken o. Alparslan’ın benim üzerimde zerre hakkı yokken dilediği zaman benimle alakalı her şeyi kontrol etme gücü oluyordu. Bana yalnızca babamı anımsatıyordu. Şimdi burada iyi ya da kötü niyetle olsun bana sadece babamı hatırlıyordu. Şimdi bu haldeysem tek sorumlusu olan babamı. “Bırak, kalkmayacağım bırak.”  


“Tamam çıkarma!” dedi ve elini ayağını tümüyle çekti benden. “Çıkarma, hipotermi geçireceksin. Çıkarma!”  


Nefes nefese kalmıştım ve çenem yine kontrolsüzce titriyordu, dişlerim sızlayacak kadar sertçe birbirine çarpıyordu. Yorulduğum için durdum ben de. Alparslan durduğumu fark edince kaldırımda yanıma çöktü. Artık bir Ankara ayazında, bir sokağın kaldırımında yan yana oturuyorduk. Gözlerimi kapattım ve sakinleşmeyi bekledim. Sanki birini bekliyormuşum gibi zehrimi akıtmış, tırnak çıkarmıştım. Bunu şimdi yanıma gelse yapmayacağım tek bir kişi vardı bu dünya üzerinde. Ciğerim yandı. Siyah kedi gibi, koynuna sıvışacağım, bu soğukta beni korusun diye sızlanacağım tek bir kişi vardı. Başımı gökyüzüne kaldırdım ama gözlerimi açmadım. Şimdi baktığımız gökyüzü bile aynı değildi. Aynı şehrin sınırlarında değildik. Yaşlarım kulaklarıma doğru akarken Alparslan beni izliyordu biliyordum.  


“Firuze,” diye seslendi bana. Yanıt vermedim. “O adam yüzünden bu haldesin değil mi?” Sesine, yine o küçümseyiş, aşağılama sindi. Alparslan tam olarak bu noktadan küçük Atilla’ydı işte. Benim bu halde olmam değildi asıl mesele, o adam için bu halde olmamdı.  


“Babam yüzünden bu haldeyim,” dedim açıkça. Ona baktım, babama bakar gibi. “Babam gibiler yüzünden bu haldeyim. Ben tam olarak sizin gibiler yüzünden bu haldeyim.” Başım zonkluyor, saç diplerime dikenler batıyordu. Ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırdım. Onları tümüyle hissetmiyordum. Korkunç bir his kaybı vardı bedenimde, biraz olsun kalbime bulaşmıyordu.  

“Beni babanla bir tutma Firuze.”  


“Sen babamın gençlik halisin Alparslan.”  


Sert bir nefes çekti. Bu dediğim hiç hoşuna gitmedi. Tam bu noktada neden babam yüzünden bu halde olduğumu anlatacaktım öfkeyle. Dünyaların önüme serildiği sanılan Firuze Akın’ın nasıl İstanbul’u tek hayali yaptığını ve ona da kavuşamadığını anlatacaktım. Bunların tek sebebinin o alçak babam olduğunu söyleyecektim.  


“Annen bile babana bir şans verdi ama sen babana benzemeyen bana bir şansı çok gördün,” dedi ama o. İlk kez önüme bir kartı kapalı değil açık koydu. Neye uğradığımı şaşırdım. Tüm öfkem dilimin ucunda kaldı. Alparslan’dan tam olarak babama benzetildiği için bir yerden sonra keyif duymasını bekledim. Belki zekasına, belki gücüne, ülkeyi yönetmek üzere olduğundan dem vuracak ve onore olduğunu söyleyecekti. Ona baktım. Gözlerimin içine bakıyordu ve adeta meydan okuyordu.  

“Seni asla bu durumu düşürmeyecek bir adam varken gözünün önünde, sen beni babanla aynı kefeyi koymaktan bir şans bile vermedin.” O da öfkeli, birikmiş ve sitemliydi. O yemek masası onda ne bırakmıştı bilmiyordum. İlgilenmiyordum da. Alparslan’a bir an bile umut vermemiştim. Beni o masaya zorla oturtan onun kurduğu baskıydı.  


“Seni babamla aynı kefeye koymasaydım da seni yine görmezdim,” dedim açıkça. Dudaklarım titriyordu ama cümlelerim oldukça net duyuluyordu.  


“O çapsız-” 


“Ecevit olmasaydı da seni yine görmezdim!” diye kestirip attım. Alparslan beni biraz olsun anlamazdı. Kalbimin soyut bir dolulukta olduğunu, daima kusacak kadar tok hissettiğimi ona anlatsam da anlamazdı. Ecevit çıkagelmeseydi de, Alparslan babama benzemeseydi de ben onu da başkasını da hayatıma almayacaktım. İnsanlar anlamıyordu. Ne kadar acı çektiğimi, kendimle olan bitmek tükenmek bilmeyen savaşı görmüyor anlamıyordu. İnsanlar beni aşk kurtarır sanıyordu. İnsanlar beni bir masalın kahramanı sanıyordu.  


“Bir çocukluk takıntısının peşinde mahvettin kendini,” dedi bastıra bastıra. Anlaşılmamanın o ince kederi sızlattı kalbimi. Başımı eğdim ve inledim. “Yapma bunu kendine. Firuze buradayım. Sana sıfırdan bir hayat vadediyorum.” Bunları söylesin, duyayım asla istemiyordum. Kulaklarımı tıkamak istedim. “Bak, her şey… Firuze her şey istediğin gibi olur. Sana söz veriyorum, babanda gördüğün hiçbir şeyi görmeyeceksin bende. Firuze bak bana,” Elimi tutmak istedi ama izin vermedim.

Bacaklarımın arasına sakladım. Ortalığa bakındım. Gitmek istiyordum artık. “Başka bir ülke, başka bir kıta… Seni ne mutlu edecekse. Siyasete girmem,” dedi. Söylediklerine kendisi de inanıyor mu bilmiyordum ama ben dinlemek istemiyordum. Sokağın başına bakıyordum sanki Ecevit gelecekmiş gibi. Bu cümleler, belki başka birinden duysam beni deliye döndürecek, varımı yoğumu her şeyimi bırakacağım cümleler ondan gelince tek bir şey bile ifade etmiyordu benim için. “Sana söz veriyorum, siyasete girmem. Çok uzaklara gideriz.”  


“Alparslan yeter!”  


“Firuze, evlen benimle. Evlen benimle, seni seviyorum ben. Senelerdir…” 


“Ben Ecevit’i istiyorum,” dedim açıkça. Söylediklerine karşılık değildi bunlar. Ben dümdüz, tümüyle, her şeyden bağımsız Ecevit’i istiyordum. Kimseyi dinlemek istemiyordum. Çok üşümüştüm. Gelsin beni alsın ve eve götürsün sonra bana yatağında yine yer açsın istiyordum. Alparslan’ın ağzından okkalı bir küfür duyduğumda kulaklarımı kapatmak istedim. “Ecevit gelsin ben Ecevit’i istiyorum.”  

“O adam seni mutlu etmeyecek!” diye bağırdı.  “Sevmeyecek, mutlu etmeyecek!”  


“Ecevit’i istiyorum…”  


“Firuze yapma, ben buradayım. Bak, ne istersen Firuze,” dedi. Bana yaklaştı. Eli sırtımdaydı. “Ne istersen. Neyi nasıl istersen. Benden tek bir şey iste, yapayım. Yaptığımı gör. Tek bir şey iste benden, hadi. Yapamayacağım hiçbir şey yok.”  


Vardı. Yanılıyordu. “Ne istersem mi?” diye sordum. Onun istediği bir şov meydanıydı. Kendini gösterecekti ve beni ikna edecekti.  


“Ne istersen… Hiçbir şey yok senin için yapmayacağım. Firuze, evlen benimle. İstediğin her şeyi, ne olursa nasıl olursa olsun…”  


“Ecevit gelsin, Ecevit’i istiyorum,” dedim fikrimi de isteğimi de değiştirmeden. Her şeyi yapabileceğini düşünen Alparslan bunu yapamazdı biliyordum. Bu şehrin sınırları içinde olmayan bir adamı bana nasıl getirebilirdi? Güçlerinin bir sınırı vardı, görsünler istedim. Alparslan’ın gözlerine bakmadım. Başımı çevirdim. Biliyordum, yapamazdı. Herkesin sonsuzluk sandığı kendi sınırları içindeydi. Ecevit şimdi İstanbul’daydı. Kaldığı ev ya da otel denizi görüyor muydu? Otel değildi muhakkak. Bir evdi. Farah evdeydi, bense sokakta. Aynı oda? Belki… Bu nasıl bir belki, bunu düşüneceğime ölsem yedi kat, yedi kıta daha iyi.  


Başımı dizlerime yasladım, Alparslan’ın sessizliğinin yanında artık sadece ben duyuluyordum. Dakikalar geçti, rüzgar esti, artık Alparslan’ın kabanını biraz sıkı tuttum. Çok üşüyordum çünkü. Ağlamak beni daha çok üşütüyordu. Kısa bir an tüm vücudumdan titreme geçti zangır zangır.  

Dakikalar dakikalar sonra, “Buradayım,” dediğini duydum. Omuzlarıma attığı ceket onundu, bir kaldırımın köşesinde yanı başında o vardı ve bu cümleyi de o kuruyordu ama içimden ismini sayıkladığım tek bir kişi vardı. “Gözünün içine, ağzından çıkacak tek bir söze bakıyorum,” Alparslan konuşuyordu ama onu duymuyordum. Dudaklarım çektiğim acıyla aralık kalmıştı, her nefes aldığımda ince bir duman yükseliyordu. Başımı kaldırdım, ona bak, yapamadın, Ecevit’i getiremedin demek istedim.  


“Firuze ağlama,” dedi ve eli bana doğru uzandı. Alparslan’ın yanıma oturmasını, ceketini omuzlarıma bırakmasını, bana uzun uzadıya kurduğu cümleleri, teklifleri ve itirafları engelleyememiştim ama yüzüme olan temasını engellemek istedim. Başımı çektim ama parmakları yaşlarıma dokundu, silmeye çalıştı. Alparslan’a bakmalı, tepki vermeliydim ama şişmiş gözlerime fazla gelen bir ışık vurdu yüzüme. Dakikalar önce, “Benden bir şey iste, yapayım,” diyen adamdan olmayacağını bilerek istediğim bir dilek vardı, o dileğimle göz göze geldim. Başımı da o dileğimi gerçekleştiremedi diye sivriltmiştim. Onun hesabını soracaktım ama bir toz bulutu uçuşmaya başladı ve arabanın fenerini güneş sandım. Kış bitti, güneş doğdu, kemiklerim ısınmadı ama ısınacağını sandım, Ecevit geldi. Ecevit’ti, evet. Buradaydı. İstanbul’da değildi.  


Alparslan, “Yaparım dedim,” derken yavaşça ayağa kalktı. Bana konuşmuştu. “Bu iyiliğimi sakın unutma, ilk ve sondu. Alacağım karşılığını.”  


Ecevit arabayı yalnızca durdurdu geriye kalan hiçbir şeyi kapatmazken kemerini açmadan kapıya asıldı. Kemerle adeta bir kavgaya tutuştu ve kendini nasıl arabanın dışına attığını anlayamadım. Onu isterken bu şehrin sınırlarında olmadığına emin olduğum Ecevit’ti şimdi üstümüze doğru yürüyen. 

 Alparslan’a doğruydu adımları, beni görmedi sandım. Alparslan beni hastaneye götürdüğü gece, bir çiçekçi olup nasıl hastaneye geldiğinde tek odağı Alparslan olmuştu, yine öyle olacak sandım. Elimi kaldırmak seslenmek istedim ama beni görsün diye. Korkunç bir dehşetle baktı bana. Alparslan’a giden adımları duraksadı. Gerçekliğinden emin değildim, elimi ona doğru kaldırdım. Yönünü nasıl değiştirdiğini anlamadım. Havaya kalkan ve sanki ona uzanabilirmiş gibi umutla kaldırdığım elimi; kocaman, sıcacık eli sıkıca tuttu. “Firuze,” dedi. Buradaydı gitmemişti. Avucu, elimde ne hissetti bilmem ama ikinci eli de geldi beraber kavradılar. Bir ürperti geçti vücudumdan. Çok üşümüştüm. Hayır hayır, şimdiye kadar hissettiğim kadar değil, kemiklerimin ağrıyacağı kadar çok üşümüştüm. Ecevit tek elini çekti ve yüzüme dokundu. “Ne yapıyorsun sen burada?” dedi. “Ne oldu sana? Ne işin var? Firuze donmuşsun!” Arka arkaya konuşuyordu. Bir yüzümü bir ellerimi tutmaya kalkışırken aniden hışımla başını kaldırdı.  


“Ulan sen!” diye bağırdı. Alparslan’dan bildi her şeyi. Ellerimi bırakacak ve kalkacak gibi oldu ama onu buraya getiren Alparslan’dı. Değil suçu olacak, aksine teşekkür bile borçluyduk ona. Onu sıkıca tutamadım ama, “Ecevit çok soğuk,” dedim titrek bir sesle. Konuşmak bile çok güçtü. Kaslarım çalışmıyordu, hantallaşmıştı. “Çok soğuk, çok üşüyorum. Çok soğuk.” Küçük gözleri daha bir küçülmüş, hareketleri savruk ve çok aceleci, solukları telaşlı ve hızlıydı. Beni kaldıracağını tahmin ettim ama yürürüm sandım. Dışarıdan ne kadar endişe verici olduğumu, Ecevit beni yürümem mümkün değilmiş gibi serice ve tekte kucaklarken fark ettim. Saçlarım yere doğru döküldü, başım döndü aniden kalkınca. Ecevit’in boynuna sarıldım. Birkaç adımda arabaya vardık, hızla bindirdi beni ön koltuğa. Üzerindeki kabanı bu kez o çıkardı. Bana giydirilen kabanı o an fark etti sanki. Kafasını hışımla çevirdi, az ileride, ayakta bizi izleyen Alparslan’a baktı. Kafasını çevirmeden tekte üzerimdeki kabanın düğmesini çözdü. Omuzlarımdan itti, altımdan çekiştirdi ve çıkardı üzerimden. O an fark etti üstümü.  


Beyaz elbiseme baktı. “Firuze,” dedi şaşkınca. Açık kapıdan rüzgar çarpıyordu vücuduma. Ecevit’e doğru sızlandım, çok soğuktu ama gözlerini tek bir noktadan ayırmıyordu. “Kan mı?” dedi tutuk bir sesle. Eli karnımın üzerine gitti. Yüzüme baktı, karnıma dokundu usulca. Bir o yana bir bu yana dokunuyor, yüzümdeki ağrıdan yarayı seçmeyi çalışıyordu.  


“Şarap,” Soğuktan ağzımdan hııı diye bir mırıltı döküldü. “Çok soğuk.”  


“Şarap mı?” Bağırdı mı, kızdı mı yoksa sesini mi kontrol edemedi bilmiyordum. “Şarap mı?” diye tekrar etti. “Şarap mı bu? Sarhoş musun sen?” Sorduğu hiçbir soruya yanıt vermedim. Ne desem inanmayacağını biliyordum ama kan desem daha az öfkelenirdi. Üzerinde siyah gömleğin üstüne giydiği ve gömleğin yakasını çıkardığı bir kazak vardı. Kazağını ense kısmından tuttu ve tek hamleyle üzerinden çıkardı. Hızla bana giydirdi. Ecevit’in sıcaklığı katman katman yayıldı bana. Sanki banyodan sonra sobanın başına geçmiştim ıslak saçlarımla. Öylesine kemik ısıtan, bana ait bir sıcaklıktı bu. Sonra zaman kaybetmedi ve kabanını giydirdi. Önünü ilikledi. Hareketleri hız kazanmıştı. Hiç beklemedi, “Sakın inme arabadan!” dedi yalnızca. Niye inecektim ki zaten, başta anlayamadım. Alparslan’ın kabanını aldı ve kapıyı arabayı oynatacak kadar sertçe çarptı. Alparslan’la göz göze geldim. Dikildiği yerden, gözlerini benden başkasına çevirmiyordu. Şimdi ne düşündüğünü biliyordum. Beni kendi elleriyle, Ecevit’e verdiğini sanıyordu. Beni Ecevit’e onlar vermemişti, ben hep oradaydım ama onlar hep aksini sanıyordu. Gözleriyle kendi eserini izliyordu. Ecevit’i buraya o çağırmıştı. Ecevit’in en hızlı şekilde bile şehir değiştireceği bir zaman geçmemişti. Nereden gelmişti o zaman?  


Alparslan’ın en önce üzerine kabanı fırlatıldı. Vücuduna çarptı ve yere düştü ama Alparslan, hafifçe eğdiği başını biraz bile oynatmadı. Benden başkasına bakmadı. Eğer ki baksa belki de Ecevit’in darbesinin önüne geçerdi. Ecevit’in Alparslan’ın yüzüne, çenesine indirdiği darbe beni oturduğum yerden sarstı. Alparslan’ın yüzü sola doğru savruldu ama geri kalktığında bana bakmayı sürdürüyordu. Bunu istemedim. Hem onun bir suçu yoktu hem de bana Ecevit’i getirmişti. Bu yaşanmamalıydı. Ben yapacağım şeyi düşünmeden Ecevit bu kez yakasına yapıştı, gelişine bir kafa attı. Şimdiye kadarki tüm hırsını, bu anın gerçeğini bilmeden, merak etmeden çıkaracaktı.  

Hızla arabanın kapısına asıldım. Açıp inmek, aralarına girmek istedim ama kapı açılmadı. Ben açamadım sandım başta. Birkaç kere art arda denedim. O sırada Alparslan başını kaldırdığı gibi, Ecevit’in suratına yumruğunu indirmeye kalktı ama bir gözü bendeydi. İndiremedi, Ecevit izin vermedi. Yumruğunu tuttu ve ileriye doğru savurdu onu. Sürücü kapısına uzandım ama orası da açılmadı. Ben açamıyor değildim. Ecevit kapıları kilitlemişti. Yaka paça hale geldiler. Ecevit Alparslan’ı yakasından tuttuğunda boyları denkti, burun burunaydılar. Ecevit konuşuyor olacak ki, Alparslan’ın bana bakarken duygu dolu olan gözleri Ecevit’e bakarken boşaldı ve güldü. Korkutucu bir gülüştü bu. Başını salladı, kısa cevaplar vermeye başladı. Ecevit onu yakasından ileriye doğru ittiğinde Alparslan tek derdi bozulan yakasıymış gibi yakasını düzeltti ve parmağının ucuyla dudağından akan kanı temizledi. Ecevit’e yine sadece aşağılamak ister gibi, büyük bir kibirle baktı. Ecevit ne kadar fiziken kırıp döküyorsa Alparslan da hareketsizliğiyle yapıyordu. Gözlerini benden ayırmıyordu ve bunun artık tümüyle kışkırtmaya gittiğinin farkındaydım. Var gücümle kornoya uzandım ve arka arkaya bastım. Alparslan bakışlarını benden çekmedikçe ya da bilmiyorum Ecevit’e ne söylüyorsa, Ecevit kabarıyordu, adeta vücudu gözümün önünde büyüyordu.  


Ecevit ilk yumruktan daha sert bir yumruğu Alparslan’ın yüzüne geçirdiğinde adını bağırdım bu kez. Beni duyabilirdi normal koşullarda biliyordum. Alparslan doğrulur doğrulmaz Ecevit’in suratına ilk darbesini indirdi ama yine bana baktı. O bana baktıkça Ecevit’in tavırları hoyratlaşıyordu. Vurması değil, direkt olarak bakması onu delirtiyordu ve Alparslan bunun farkındaydı. Yeniden yaka yakaya geldiler, alın alına birbirlerine tehditler savurur gibi kafa salladılar. Sonra da aynı anda birbirlerini ittiklerinde Ecevit arabaya döndü. Alparslan’ın bakışlarını engelleyememenin hırsıyla yürüdü, üçüncü adımda geri döndü ve ansızın bir yumruk daha attı. Alparslan’ın sakinliği korkunç bir boyuttaydı. Gözlerini benden ayırmıyor, bu anı izlememi bekliyor, ne saldırı ne de savunma yapıyordu. “Benim adımı silmenin bir yolunu bul ya da ben senin yedi ceddini sikeceğim. Duydun mu lan beni? Benim adımı bu dünya üstünden sil, ne yap et benim adımı bu dünya üzerinden sil yoksa ben senin o fıldır fıldır gözlerini oyacağım, o temiz yakanı bir gün temiz bırakmayacağım.” Ecevit bağıra bağıra bunları söylüyordu. Alparslan konuşsa da bağırmadığı için sesini duymadım. Karşılıklı başlarını salladılar. Art arda, adeta anlaşma yaptılar. İkisinin de yararına değildi biliyordum.  


Kornadan elimi bir kez olsun çekmiyordum. Aynı anda birbirlerini ittiler ve Ecevit döndü, arabaya bindi. Ecevit dümdüz, çekinmeden arabayı olduğu gibi yolun ortasında duran Alparslan’ın üzerine sürdü.   


“Ne yapıyorsun sen?” dedim korkuyla. “Ecevit saçmalama!” diye bağırdım. Ben direksiyonun üzerine atladım çünkü Alparslan da köşeye çekilmiyordu. Ecevit direksiyonu kırmama izin vermedi ama Alparslan son saniye kendini köşeye attı. Ağız dolusu küfür yedi. Ağız dolusu ardı arkası kesilmeyen küfürler yedi.  


“Ne yapıyorsun sen?” diye bu kez o bağırıp sorguladı. “Ne işin var senin bu saate bu havada sokakta? Ne işin var o adamla Firuze?”  


İstanbul’a gitmiş miydi? 


Aklımdaki tek soru buydu. Cevapsız sorularının ardından hızla bana döndü ve üzerimdeki kıyafete, ayağımdaki ayakkabılara ve gözlerime baktı. Tahmin eder gibi oluyordu ama kabullenemiyordu. Gözlerimi kaçırdım. “İstanbul’a gitmedin mi?” diye sordum. Sesimde mutluluk ya da heyecan yoktu. Sadece sormak istedim.  


“Gitsem ne olacak gitmesem ne olacak Firuze?” diye bağırdı. “Gitsem ne fark eder gitmesem ne fark eder? Şu geldiğin hale bak? Hangisi açıklar bu halini? Aklımı kaçıracağım,” dedi soluklanırken. Gömleğinin birkaç düğmesini açtı. “Aklımı kaçıracağım. Allah’ım sen bana sabır ver, Allah’ım sen bana sabır ver.”  


Beni bu hale düşüren tek gerçek onun için “Gitsem ne olacak gitmesem ne olacak?” İhtimalinden ibaretti. Bu gerçek yüzüme tokat gibi çarptı. Bu sadece benim hayalimdi. Ecevit için kriz anlarımda, beni geçiştirdiği bir cümleydi. Beni anlamıyordu. Beni Ecevit de anlamıyordu. Görmüyordu. Bir hayalin benim için ne kadar kıymetli olabileceğini görmüyordu. Bir cenaze için ya da değil. O giderdi. Rastgele bir gün de, planlı da, öylesine de… Giderdi. Elbette onun için bir hayal yoktu ama benim hayalimin de onun hayatında bir yeri yoktu. Ona kızmadım, yalnızca kendimle yüzleştim. Gözlerimi kapattım ve başımı geriye yasladım. Hiç olmayacaktı. Ne olmayacaktı? Hiç olmayacaktı. Ne olmayacaktı? Hiç mi aklına gelmiyordu? Ne gelmiyordu? Tek bir gece bile mi düşünmemişti? Neyi düşünmemişti?  


Nereye gittiğimizi bilmiyordum. Atölyeme gitmek istediğime emindim ama. Gözlerimi tek bir an bile açmadım. Ne zaman ki araba durdu, otoparkın içindeki derin sessizliği duydum o zaman araladım gözlerimi. Hiçbir şey söylemeden arabadan indi. Beni beklemeden de yürüdü. İstanbul’a gittiyse neden hemen dönmüştü, gitmediyse neden gitmemişti? Arabadan indim hiç acele etmeden, ona yetişmeye çalışmadan, tıpkı onun da benim hayallerimi görmeyişi gibi, yürüdüm. Asansör kapısının gidip geldiği yerde dimdik durmuş, elini kapının açılacağı noktaya bastırmış, bacağını ritmik hareketlerle sallıyorken beni bekliyordu. Nasıl sinirlendiğini görebiliyordum. Hiçbir şey söylemeden, sanki özel asansör tutucummuş gibi bir muamele çektim ve asansöre bindim. Aynaya yaslandım. Elbette ki anladı, dikildiği yerden kıpırdamadan, ters bakışlarla beni süzdü. Soluklandı ve asansöre bindi. Parmağını dört numaraya çarptı. Başımı çevirdim ve ona bakmadım. Oysa gözlerini ayırmadı bile benden. Yine asansörden benden önce indi, benden önce eve girdi.  


Vücudum ısınmıştı. Eve girdim ve bordo topuklu ayakkabılarımı da çıkarmadım. Ecevit’in kediyi yatak odasına aldığını gördüm. Geçtim koltuğa oturdum.  


Omuzlarımda Ecevit’in kabanı, içimde onun kazağı oturduğum koltukta orta sehpayı izliyordum. Gözlerimin şiştiğini açıp kapatırken hissettiğim yükten anlıyordum. Gözlerim yanıyor, içim yanıyor, boğazım, kalbim… Dört bir yandan bir ateş çemberinin içinde yanıyordum. Ecevit’in evine bakınca gözlerimden yaşlar akıyor, tek bir kez bile göz kırpmıyordum. Ecevit İstanbul’a gitmemişti ama ben yine de içimdeki acıya son veremiyordum. Sanki Ecevit İstanbul’a gitmişti… Hayır hayır. O vakit içimde daha amansız bir acı olurdu. Haksızlık yapmamalıydım. Benim hayallerimin Ecevit için bir anlamı yoktu. Olmamalıydı zaten. Neden olsaydı sorusunun cevabı yoktu. Sanki… Ah nasıl anlatılırdı bu? Sanki Ecevit İstanbul’a gitmemişti evet ama bizim de hiç gitmeyeceğimizi kabullenmiştim. Artık biliyordum. O hayal, benim küçükken resim defterime çizdiğim bir andı. Uzak bir hayal bile değildi, benim küçük Firuze’nin resim defterinden bugüne taşıdığım hiç gerçek olmayacak bir çizimdi.  

Dudaklarım ipince oldu sonra büzüldü ve için için ağlarken başımı eğdim. İncecik bu sesle, sabahlara kadar kimseler bana dokunmadan ağlamak istiyordum. Sonra o resmi yırtıp atmadan silmek ya da bilmem, bilmem ne yapmalı, ama bir şekilde içimdeki acıyı azaltacak şekilde yok etmeliydim. Kalbim çok acıyordu. Ben bu acıyla sanki tek bir gece bile uyuyamazdım. Ağlayışımın arasında yanı başımdan çok sert bir çarpma sesi geldi. Ağlarken ansızın azar yiyen bir çocuk gibi korktum, irkildim bu sesten. Başımı kaldırdım ve sese baktım. Ecevit bir kupa içindeki zift gibi kahveyi orta sehpaya çarparak bırakmıştı. Başımı kaldırmadan üzerime kötü bir koku gibi sinmiş o öfkeli bakışları sezdim. Bir süre kahvenin üzerinde biten dumanı izledim. Beni sarhoş mu sanıyordu? Keşke, keşke birazcık, sızıp kalacak, günü doğurtacak kadar sarhoş olsaydım. İçmediğim içkilerin tadı damağıma vurdu. Sarhoşluk, evet körkütük bir sarhoşluk beni aklamazdı ama sabahları gösterirdi. Canımda bu acıyla yaşayacak gücü bulamıyordum.  


“İç şunu.”  


“İçmeyeceğim, sarhoş değilim.”  


“Firuze,” dedi öyle öfkeli, öyle deliye dönmüş ve tahammülsüzdü ki adımı söylerken, sanki birazdan, ta en başlarda olduğu gibi bana çok kötü sözler edecekti. Gözlerimi ona kaldırdım. Dikildiği yerden beni izliyordu. Sanki beni görmek bile istemiyordu. Göğsü şiddetle inip kalkıyor, küçük gözlerini öfkeyle açıp kapatıyor ve bana derin bir nefretle bakıyordu.  


“Efendim?” dedim yalnızca. Sesim onun aksine yumuşak, belki zarif, kesinlikle kibardı. Onu utandırmak için değil, yalnızca seslerimiz birbirimizdeki yerimizi temsil ediyordu. Yalnızca beni üzdü bu farkındalık. Beni ne çok sevmiyordu. Bazen sevgim bile yetmiyordu, terazi dengede durmuyordu.  

“İç şunu dedim!”  


“İçmeyeceğim.”  


“İç dedim, Firuze!” Sesi öylesine çok yükseldi ki, yavru kedinin nasıl korkuyla bir deliğe saklandığını, sanki Ecevit ona zarar verebilirmiş gibi kalbinin hızla attığını, saklandığı yerden korkuyla etrafı izlediğini tahmin edebildim. Neredeyse Ecevit’in yüzüne bakarken yavru kedi için hıçkırıklarla ağlayacaktım. Zor engel oldum kendime.  


“Bana bağırma,” dedim sadece, onun aksine sakin bir sesle. Gözlerinden geçen öfkeyi görmek istemiyordum. Ortalığa bakındım. Onun evindeydim. Çok zoruma gitti. “Neden beni evine getirdin?” diye sordum. Sanki onu ben istememişim gibi. Ben sadece gelmeyeceğine inandığım bir adamı istemiştim. O adamın fiziken gelmesi yeter miydi?  


Evini inceliyordum bir yabancı gibi. Halbuki bana ev diye sorulsa, üçüncü, hatta bazı zamanlar ikinci sıraya koyardım burayı. Ama şimdi, Ecevit bana böyle bakarken öyle hissedemedim ya da hissetmek istemedim. Rol yaptım. Yabancı bir kadın rolü… “Daha rahat bağırmak için mi? Ben senin evine gelmek istemedim,” Ne yalandı… Ah ne yalandı. “Ben senin gelmeni de istemedim. Ben gideceğim,” dedim. Bu yalanlarıma onu inandırmak çok güçtü. Ecevit’in içimdeki acıyı anlaması da çok zordu. Senelerdir içimdeki acıyı biraz olsun anlamamış insanlardan sonra onun da bu gece beni anlamayacağını, acımı ne kadar yersiz bulacağını bilmek beni şimdiden çok üzdü. Acıma saygı duyulmayacak bir yerde durmak istemedim.  


Üzerimdeki Ecevit’in kabanını attım ve yavaşça kalktım yerimden. Gözlerimi kırpıştırdım ve ona baktım. Gitmeme izin vermesi gerekiyordu. “İyiyim ben, bu gece senin evinde kalmak istemiyorum.”  

Hiç fırsat vermedi, “Sokakta elin adamıyla mı oturmak istiyorsun?” dedi hınçla. Beni öfkesinden boğacaktı sanki.  


“Belki,” dedim ve gözlerindeki öfkeyi harladım. Geri adım attığımdan değil sadece bunu istemediğimden, “Ya da değil. Gidip uyuyacağım. Atölyeye. Senin evinde kalmak istemiyorum.” Bunları öyle yüksek sesle, onun gibi hınçla söylemiyordum. Gayet alelade cümlelerdi. Bilsin ve önümden çekilsin istiyordum. Soluklandım. Yüzüne bakmaya cesaret edemedim, çünkü hislerimiz birbirine denk değildi, yanından geçip gitmek istedim. Benim yavaş hareketlerime karşı, hoyratça kolumdan tuttu. Tepkilerimiz de birbirine denk değildi. Ben düşecek gibi adımlar atıyor, Ecevit sanki dünyanın en kuvvetli kadınıymışım gibi tutuyordu. Sarstı beni tutuşu. Göz göze geldik, o gözü kara haline baktım. Alparslan’ı ve beni bir kaldırım başında görmesinin ilkel öfkesiydi gözlerinde yanıp sönen. Ecevit beni hiç anlayamazdı. Aynı noktada değildik. İçim titredi, kendimi siper edemedim öfkesine. Acele etmezsem beni avucunun içinde ezecekti sanki.  


“Kızma bana,” dedim alabildiğine yalın, kılçıksız, ham ve duru bir halde. Kuracak uzun cümlelere mecalim yoktu. İçimde kilolarca ağırlıkta bir defter vardı şimdi. Beni çok zorlayan, nefes aldırmayan ve içindeki bazı sayfaları silmem gereken bir resim defteri vardı. Çok kalın, sayfaları çok, içi hep dolu resim defterinin yalnızca bir sayfasında beklentiye girmiştim. Yoksa başka hiç mi hayal yoktu? Küçük Firuze dur durak bilmeden çizmişti senelerce ama büyük Firuze tek bir sayfada kalmıştı. Sadece tek bir sayfayı istemiştim. Kaşlarım büküldü. Tek bir sayfayı. Neden? Çok mu büyük bir istekti bu ya da en ufak bir isteğim bile gerçekleşmeyecek kadar kötü biri miydim? Bedel mi ödüyordum? Bedel ödüyordum. Benim hiçbir şeyim olmayacaktı.  


Ecevit akan yaşlarıma bakıyordu. Bana kızmayacağını anladım. Yüzündeki ifade yumuşamadı ama gözleri yaşlarımı öyle izledikten sonra bana bu denli öfkeli bakmaya sürdüremedi. Yüzünü izledim. Benim hiçbir şeyim olmayacaktı. Başka bir anda, tümüyle benim olacak her şey, bugün benim olmayacaktı ve Ecevit bunun en somut haliydi. Acıyla iç çektim. Halbuki… Halbuki neler olurdu… Halbuki, neler neler olurdu… Şimdi ben yirmi beş o yirmi sekiz yaşındayken neler neler olurdu.  

“Kızmıyorum,” dedi, içi gitmiş bir sesle. Kızıyordu, yalan söylüyordu. “Geç otur hadi. Geç otur, iç kahveni konuşalım.”  


“Bırak gideyim,” dedim sızlana sızlana. Sızlanışım arttı, başımı eğdim, omuzlarım çöktü ve bordo topuklu ayakkabılarıma baktım. Ne içi boş, üstü süslü, yersiz ama umut dolu bir hayaldi kurduğum. Hiç gerçek olmayacak bir hayalin pabucu bile hazırdı. Ertesi gün bayramda evden dışarı çıkmayacak bir çocuğun yatağın başına koyduğu bayramlığı gibiydi. O çocuk bayramlıklarını giydi ama evine kimseler gelmedi, onlar da kimsenin evine gitmediler. Sonra geçti pencerenin dibine, bayramlıklarla şeker toplayan çocukları izledi. Ah ne zordu onun için şimdi bayram. Tıpkı benim bordo pabuçlarıma benziyordu. “Gitmek istiyorum. Bırak gideyim, gitmek istiyorum.”  


Bu cümleleri sayıklarken beni kalktığım yere geri oturttu. Öfkesi geçmemişti belki ama daha azını bana yansıtıyordu. Beni hoyratça oturtmadı, hiç halim yoktu oradan buraya rahatça savrulabilirdim. “Yarın sabah git, gitmek istiyorsan.”  


“Ben sarhoş değilim, bu gece gideyim.”  


“Sarhoş değilsen de yarın sabah kalk, gitmek istiyorsan git,” diye tekrar etti. Kalmamı istiyordu ve bunun sebebi sarhoş olmam değildi. Sehpanın üzerindeki sigara paketine uzandım titrek parmaklarımla. Bana tek bir kez bile ikram etmemişti. Eninde sonunda hep kendim alıyordum. Keşke benim olmayan her şeyi böyle eninde sonunda alabilseydim. Saçlarımı geriye doğru attım ve sigarayı yaktım. Beni izliyordu biliyordum, bana anlam veremiyordu bunu da biliyordum.  


“Yarın sabah kalkar kalkmaz gideceğim,” diye açıkladım kendimi. Önce kabanı sonra kazağı çıkardım üzerimden. Hiç uyumayacaktım. Cevap vermedi. “Bir daha da evine gelmeyeceğim,” dedim içimde bastırılmış gizli bir öfkeyle. Bana yine cevap vermedi. Başımı kaldırdım ve ortalığa bakındım. Bir daha gelmeyeceğim demek, kalbimi pek acıttı. Öyle sızlanmak, kendi söylediğime isyan etmek istedim. “İstanbul’a gitmedin mi?” diye sordum bu kez. Yeniden sustu. Aptal.  


Pikabına baktım uzun uzun. Sadece bir kez bir plak seçmiştim ve dinlemiştik. O gece de son gecem olduğunu sanıyordum. Şimdi sahiden son gecemdi. Hakkım değil miydi, tek bir şarkı? Ona geçen sefer ki gibi eğilip bükülerek sormadım. Bordo topuklularım üzerinde ayağa kalktım ve ilerledim pikaba doğru. Saçlarım belime dağınık şekilde dökülüyor, üzerimdeki kirli beyaz elbiseyle nasıl gözüküyordum kim bilir. Halbuki bu elbiseyi giyince dünyanın en güzel kadını gibi hissedeceğimi sanmıştım kendimi. Kimselere söylememiştim, kendime bile, herkeslerden saklamıştım ama Ecevit beni bu beyaz elbisenin içinde görünce, gözlerini alamayacaktı. Beni hiç sevmese de beyaz elbisenin cazibesine yenilecekti. Bakacaktı, uzun uzun, kederli kederli, içi giderek, beğendiği için belki kendine kızarak ama hiç engel olamadan, belki keşke bile diyecekti. O keşke neyeydi ben de düşünmemiştim. Sadece Ecevit’i öyle hayal etmiştim işte. Belki ayıp, belki yanlıştı ama hayal etmek suç muydu? Ecevit bana öyle bir bakacaktı ki, kendimi dünyanın en güzel kadını hissedecektim ilk kez.  

Bunlar hep birer uzak, birer imkânsız ve artık birer komik hayaldi. Ne acıydı. Bu kirli beyaz elbise, dağınık saçlarımın içinde annesinin kıyafetlerini giymiş bir çocuktan farksızdım. Dünyanın en güzel kadını yine olamamıştım.  


Plağı tek elimle yerleştirdim. Diğer elimde sigaram yanıyordu. Bir nefes çektim. İçime çekemediğimden dumanı ağzımın içinde tuttum ve geriye döndüm. Dumanı bıraktım ve kimseye bakmadan geri oturdum. Ecevit’in sigaraya uzandığını gördüm. Çakmağın sesine ve ilk nefese kadar duydum. Çalan şarkıyı henüz ayırt edememiştim. Öyle bir derdim de yoktu zaten. İkimiz de sigara içiyor, rastgele bir boşluğu izliyorduk.  


“İstanbul’a gidecek misin?” diye sordum yenik bir sesle. Bu soru, kaç dakika geçerse geçsin, ağzımdan çıkacaktı. Gündüzüm seninle, gecem seninle… Gözlerim yalnızca dönen plağı izliyordu artık.  


“Evet,” dedi başta. Dişlerimi birbirine bastırdım. Fark ettim, halim hiç de Ecevit İstanbul’a gitmiş gibi değildi. Çok uzaktım o acıya. Bir şeye yine üzülüyordum ama bu denli canım yanmıyordu. Acının daha büyüğü vardı, sandığım kadar kötü değildim. “Ya da hayır, ne fark eder Firuze?”  


Aşkını bir sır gibi  


Senelerdir sakladım. 


Ecevit, Ferdi Özbeğen’le aynı zamanda konuşuyordu. Sağ kulağım Ecevit’i, sol kulağım onu dinliyordu ama kalbim tümüyle Ecevit’teydi. Ecevit’ten başkasına göz ucuyla bile bakmıyor, duymak da istemiyordu. Öne doğru çıktım ve sol dirseğimi dizime yasladım, Ecevit’e doğru baktım. Bana bu soruyu sorarken ne kadar bir haberdi benden ve halimden merak ediyordum. Dirseğimle beraber, bileğimi de şakağıma dayadım. Sigara başıma çok yakın bir yerde yanıyordu. Ecevit sigaranın dumanına baktı dalgın bakışlarla, “Çek şu sigarayı, saçların tutuşacak,” dedi. Üzerinde benim beyaz elbisemin aksine siyah bir gömlek vardı. Benim parlak saten kumaşımın aksine, tok ve mat bir kumaş. Taban tabana zıttık. Onu inceliyordum.  


“Tutuşsun saçlarım,” dedim umursamaz bir sesle. Durmadım, ekledim. “Ve gidersen git İstanbul’a.” Saçlarım umurumda değildi, görüyordu. Başka nasıl gizlerdim İstanbul’a gidişinin bendeki yerini? Saçlarımdan başka önemsiz bir şey gelmedi aklıma. Ecevit’in saçları sık sık dumana kayıyordu sonra yorgun bakışlarını bana dikiyordu.  


Tutuşsun saçlarım ve gidersen git İstanbul’a. Dursun kalbim ya da gidersen git İstanbul’a. Her şey ne önemsiz.  


“Çek sigarayı,” dedi yine. Hiç odaklanamıyordu söylediklerime.  


“Tutuşsun saçlarım ve gidersen git İstanbul’a,” diye tekrar ettim. Beni biraz olsun anlasın istiyordum. Çok mu uzaktık o hale? Kalbinin tek bir zerresi bile acımıyor muydu benimle ortak yerden? Dudaklarını ıslattı ve bana doğru kaydırdı kendini. Eli, parmaklarımın arasındaki sigaraya uzandı. Ben biraz direndim, üzerime döküldü külleri ve Ecevit hızla silkti elleriyle, sigarayı çekip aldı. Zaten yana yana küçülmüştü. İki hızlı duman çekti kalan sigaradan art arda, hızla küllüğe uzandı ve söndürdü.  


“Ne istiyorsun?” diye sordu gözlerime bakıp apaçık meydan okurken. Elimde sigara varken çok daha temkinliydi. “Ne istiyorsun söyle Firuze? Söyle hadi. Ne istiyorsun, derdin ne? Niye sokaklardasın, niye bu haldesin, niye derdin ne? Söyle bana, ne istiyorsun? Arkamı dönüp gidemeyecek miyim ben? Söyle Firuze, söyle hadi. Ne yapabilirim senin için Firuze? Söyle, ne istiyorsun?”  


Bir kızıyor, bir sitem ediyor, bir çözüm arıyordu ve bunların hepsini yaparken de çaresizdi. Saçlarına, gözlerine, sakallarına, gömleğinden açıkta kalan sinesine, boynuna baktım. Hiç mi aklına gelmiyordu? Bir kez bile, tek bir an, tek bir uykuda, tek bir sabah, tek bir gece, tek bir sigara nefesinde, bir lokma ekmekte, bir yudum suda? Yanıp kül olmuş bir ihtimal gibi doğmamış ve batmamış mıydı bir kez bile zihninde? Çok merak ediyordum. Zaten İstanbul’a gidecekti, beni orada hiç hatırlamayacaktı, peki başka bir anda, aylardır en azından, bir kez bile mi düşünmemişti?  


“Ne istesem yapacak mısın?” diye sordum mahur bir sesle. Eğer ki bunun cevabı evet değilse bana ümit, her şeyi çözebilecek bir güven vermesin istiyordum. Gözlerine bir korku iliştiğini gördüm ama o yine de, kendinden emin bir sesle, “Yapacağım,” dedi. Bu saatten sonra aksine inanmam mümkün değildi. Bedenlerimiz yan yanaydı, biraz itsem yüzümü, yüzlerimiz de dip dibe kalacaktı.  

“Ecevit,” dedim titrek bir sesle.  


“Söyle Firuze, dinliyorum.”  


“Bana bir beş dakika verir misin?”  


O kırılmayı, devrilmeyi ve un ufak olmayı gördüm gözlerinde. Ondan bir kez on saniye istemiştim. Sıkıca sarılmak, ona veda etmek, belki teşekkür de etmek ama en çok sadece sarılmak için on saniye istemiştim. O zaman peki diyerek arkamı dönüp gidecek kuvvetim vardı ama şimdi o bana seslenene kadar peki diyecek halde değildim. “Sadece beş dakika,” dedim. “Bir dakika fazlasını bile istemeyeceğim, söz. Sadece beş dakika.”  


Beni izliyordu, dudaklarımı, gözlerimi ama bana yanıt vermiyordu. Dudağının köşesinde aldığı darbeden ötürü kızarıklık vardı ve susuyordu. Beş dakikayı benden ne esirgiyor ne de bana layık görüyordu. Beş dakikayı ne bana gani gani veriyor ne de çekip alıyordu. Öylece beni izliyordu. Başımı eğdim. Güzel yüzüne baktım. O bana beş dakikayı vermiş, teklifim kabul görmüş gibi davranmaktan başka çarem yoktu. On saniyeden sonra beş dakika çok uzun gözükse de, bunun ne kadar kısa olduğunu bittiğinde acıyla öğrenecektim. Elim havalandı. İnce uzun parmaklarım vardı. Çok güçsüz dururlardı ama benim en kuvvetli olan uzvumdu. Onlarla kavrarsam bir şeyi, istemeden bırakmazdım. Ecevit’in yüzünde, varla yok arasında, ucu ince bir fırça gibi gezindi parmaklarım. Ecevit’in kaşları çatıktı, beni dinliyordu, ne itiyordu ne de o beş dakikaya dahil oluyordu. Zaten Ecevit on saniyede de bana eşlik etmemişti. Hiç derdim değildi tam şu an bana dahil olmayışı.  

“Hiç düşünmüyor musun?” diye sordum merakla. Bu soruların cevaplarının benim canımı çok yakacağını, Ecevit’in kalbinin biraz olsun atmadığını biliyordum. Ama en düşkün anında, sarhoşken, hastayken ya da koynunda uyurken, birkaç saniyeliğine bile olsa aklına gelmemiş miydi? Neyi diye bile sormadı. Merak etmediğinden mi yoksa neyden bahsettiğimi anladığından mı, bunun cevabını hiç bilemeyecektim. “Her şey daha farklı olsaydı, 16 Kasım 1992 hiç yaşanmasaydı?”  


Ecevit’in yutkunuşunu duydum. Yüzünü çekecek ve benden uzaklaşacaktı. İlk andan kaçışmaya kalktı. Tek bir ihtimal onu uzaklaşmaya itti. Bunu düşünmek mi istemedi yoksa onun da aklına gelen o ihtimalden mi korktu bunu da hiçbir zaman bilmeyecektim. Ama dedim ya parmaklarım benim en güçlü parçamdı diye, tutmuştum Ecevit’i, ben bırakmadan kimse benden alamazdı. Başını çevirmesine izin vermedim. “Beş dakika dedim,” diye hatırlattım. Hâlâ ben kabul etmedim deme şansı vardı ama demiyordu. “Bahsettiğim senin hayatın değil, biliyorum yaşanmasaydı senin hayatın bambaşka olacaktı. Bunu biliyoruz. Belki benim hayatım da,” dedim, belki kısmını titrek bir ses, acı bir gülümsemeyle söylerken. Ecevit’in hayatında öyle büyük değişiklikler olacaktı ki, kendimden büyük büyük bahsetmek istemedim. “Ama ben ondan bahsetmiyorum,” Nefesimi tuttum. Tam olarak bu cümlemden sonra bakışlarından geçen o ilk his çok mühimdi. Bu beş dakikanın benim ömrümü uzatacağı ya da kısaltacağı Ecevit’in saklayamayacağı ilk duygudan geçiyordu. “Bizden bahsediyorum.”  


Alparslan’a tahammül edemediği anlarda, benim Farah için kıvranırken yaşadığım hissi yaşamıyor muydu? Yaşıyorsa benim gibi sorgulamıyor muydu? Hiç mi sorgulamıyordu? 7 yaşındaki oyun arkadaşını mı paylaşamıyordu yoksa paylaşamadığı 25 yaşında Firuze miydi? Eğer 7 yaşındaki çocuksa derdi, içimdeki zilli nasıl Farah’ın bir oyun arkadaşı olmadığını anlayınca sakinleştiyse onun da sakinleşmesi gerekmez miydi? Alparslan da benim hayatımda o konumda olmak istemiyordu.  

Kirpikleri titredi, gözlerinden derin bir acı geçti.  


Başka bir an olamazdı, Ecevit’in küçük gözlerinden geçen acıya sevineceğim. Tuttuğum nefesimi verdim. Ecevit’in yüzü avucumun içindeydi, başparmağım şimdi yüzünü okşuyordu. “Hım?” diye mırıldandım. “Bir gece bile aklına gelmedi mi? Ben artık uyuyamıyorum,” diye itiraf ettim. Hiç konuşmuyordu. “Ecevit,” dedim incecik bir sesle. Bu sesimi bildiğini biliyordum, canımın çok yandığını görüyordu. Beş dakikaydı sadece. Gardını indirip beş dakika bana eşlik edecekti yalnızca, yarın uyandığında isterse bir asker gibi çekseydi yine o gardı, hiç önemli değildi. Hiç yaşanmamış gibi davranırdım bu an ama bir kez kalbinin attığını görmeliydim. “Tek bir kere bile, bize ne olur diye düşünmedin mi?” Düşünmediyse bile, onu sanki hata yapmış gibi affedebilirdim içimde, yeter ki “Beş dakika, beş dakika Ecevit, lütfen. Beş dakika ver bize,” Teklifimi kabul etseydi. O da yeterdi. Aylardır bir kez bile kalbinin atmayışını sinemde yumuşatır affederdim onu. Ona o günün yaşanmadığı ihtimalde, babanı ve kardeşini düşünmeyi bırakıp beni niye düşünmedin diye nasıl kızılırdı ki zaten? 16 Kasım 1992 ona kardeşini ve babasını verecekti. Benim ne önemim olabilirdi? Beni bu gece, beyaz bir elbiseyle sokaklara düşüren bu sorduğum sorunun, düşündüğüm ihtimalin bir sonucuydu. Bir hayalim vardı, sadece bir, onu Ecevit’le yapamamak, onu her şey normal olsaydı Ecevit’le yapacak olmamdı.  


Dudakları bir açılıp bir kapandı ama konuşmadı. Gözlerine bakıyordum. Adeta yalvarıyordum. O da hiç hayal kurmuyordu biliyordum, beş dakika hiç hayal kurmayan insanlar için neydi ki? Çok şeydi galiba, bana bir karış bile yaklaşmadı. Gerçeği kabullenince fark ettim ki, bu beş dakikayı Firuze Akın’la hayal etmek, onun geçip gitmiş ömrüne ihanetten başka bir şey değildi. Çenem titredi, dudaklarım büzüldü ve ben kırgınca gülümsedim. Kalkıp gitmeliydim. Ecevit’in bana vereceği beş dakika da, kalbinin attığı tek bir an bile yoktu. İstanbul’a gidecekti, belki hep ama tek biri bile benimle değildi. Kan kusa kusa kendime bunları kabul ettirecektim. Bir gece, bin gece, bir sabah bin sabah… Vakti önemsizdi ama elbet kabullenecektim.  


Onu sıkıca tutan parmak uçlarım ondan kopup gitmek, bir kuş gibi özgür bırakmak istedi. Avucum ayrıldı ama parmak uçlarıma gelmeden elimin üzerinde bir el hissettim. Bedenim öylesine uyuşmuştu ki, anlayamadım bile bu kavrayışını. Nefesimi tutmuştum, gözlerimi kocaman açmıştım, şimdi sırtıma bindirdiğim gerçekleri algılarsam yığılır kalırdım bu evden çıkamazdım. Artık ne ben yüzsüzün tekiydim ne de Ecevit gururundan ölmüyordu. Parmaklarımı avucunun içinde bükecek kadar sıkı tuttu elimi. O bükülmenin sızısıyla ona baktım yeniden. Harlanmış bir sigaranın ucu gibi yanıyordu gözlerinde bir ışık. İkimizin de soluk sesleri duyuluyordu. Aynı muhtaçlığı, bir su birikintisi gibi gözlerinde birikmiş çaresizliği gördüm.  


“Kaç dakika kaldı?”  


İçimdeki küçük Firuze’nin üzerini örttüm, onu derin bir uykuya yatırdım. Göğsümde hiç tatmadığım bir anın özlemi demlendi. Dudaklarım şuh bir tavırla aralandı. Gülümsedim, ona yalan söyledim. “Dört dakikamız ancak var.”  


Halbuki bir iki dakikamız kalmıştı.  


Ecevit’e bir kilit uzattım. Demiştim ya, zaten asıl mesele Ali Ecevit’in davası haline gelmekti. Ecevit gibi adamların ortası da olmazdı. Ya severdi ya nefret ederdi. Ya dosttu ya düşman. Ya vardı ya da yoktu. Ya bırakırdı ya da sıkıca tutardı. Ya hayal kurardı ya da hiç kurmazdı. Ecevit avucumdan anahtarı alırken beni de aldı, sahiplenici elleri, kendi toprağında dolaşır gibi, sıkıca tuttu belimden, beni sanki hep onunmuşum gibi kendine aldı, kucağına çekti. Buna şaşırdım diyemezdim. Çünkü asıl eşik Ecevit’in o beş dakikayı kabul etmesiydi. Eğer ki o eşikten geçersek, Ecevit beni alıp kalbinin içine yerleştirse yine de şaşırmazdım. Dört dakikanın nasıl korkunç bir kısalıkta olduğunu fark etti, aramıza bir karışın bile girmesine izin vermedi.  


Ellerimi ensesine doladım, saçlarının arasında gidip geliyordu parmaklarım. Her bir yanımızdan çıkan ses, bir mikrofon yutmuşçasına yankı yapıyordu. Şimdi Ecevit’in saçlarını ezişimi, onun benim elbise kumaşımı nasıl avucunun içine sıkıştırdığını görmüyordum ama duyuyordum. Kumaşın sesini, saçlarının ezilişini, kalbimizin atışını, hatta kanın akışını, soluk seslerimizi… Her şeyi duyuyordum, o da duyuyordu biliyordum. “Ecevit,” diye sızlandım. Dört dakika ne azdı. Aklımı kaçıracaktım şimdi. Büyük eli, bel boşluğumda bir açılıp bir kapanıyor, etimi sıkıştırıyor ve okşuyordu. İkimizin de gözleri kapalıydı.  


“Bana bir şey söyle,” dedim, açgözlü değildim. Sadece dört dakikadan beni bu hayatta tutacak ne varsa koparmak istiyordum. “Hiç gelmiyor mu aklına? Ya böyle olmasaydı ihtimali, gelmiyor mu aklına? Ecevit. Bana tek bir şey söyle.”  


“Sevgilim saçların  

Zannetme, solmaz 

Dünyada sevenler  

Bahtiyar olmaz” 


Tam da bu cümleler arka tarafımdan sayıklanırken Ecevit saçlarımı okşuyordu. O şimdi böyle, beni yatırdığı kucağında saçlarımı okşamaya devam ederse ben olmayacak hayallerin pençesinde ömrünün bir kısmını eksittiğini düşünecektim. “Bana tek bir cümle söyle,” dedim. Ecevit benden önce davrandı. Tüm yol boyunca öfkeden titremiş bedeni ben kucağındayken yavaş yavaş çözülüyordu. Öfkeyi tamamen atamadığını dokunuşlarından fark ediyordum ama bana yalnızca öfkeyle dokunmadığını fark ediyordum. Elleri aceleci, biraz öfkeli, sahiplenici, unutkan ve kendinden emindi.  


Eğer ki o yapmasaydı, yüzümü koynuna doğru kaydıracaktım. Tıpkı onun gibi burnumu sürtecektim. Batan sakallarıyla başımı geriye doğru ittim, sanki onun imar alanını genişlettim. Vücudum kucağında bir kuş gibi titriyordu. Dakikalar su gibi akıp gidiyordu. Tırnaklarımı istemsizce Ecevit’in boynuna geçirdim. Canını yakmak değildi amacım, tümüyle dürtüsel, hoyrat bir istekle ben buradayım demekti.  


Firuze,” diye isyan etti. “Firuze,” diye seslendi. “Firuze,” diye inledi. İsmimi üçledi. Tıpkı küçükken en çok sevdiklerine yaptığı gibi. Firuze, Firuze, Firuze… “Ecevit tek bir cümle,” dedim ıslak kirpiklerimle ve ısrarla. Dünyevi hayatla kendimi kandırıp eğlenip tüm ömrümü harcamak gibiydi şimdi kucağında olmak sanki. Bu an bitecekti. Belki hiç yaşanmamış gibi davranılacaktı. Bu beş dakika bittiğinde, bu anın en kötü gecede bile gerçek olduğunu anımsayacağım tek bir cümle istiyordum. Yüzünü boynumdan çıkardı ve ıslak kirpiklerime baktı. Boynu kızarmıştı, gözleri koyulaşmış, dudakları kurumuştu. Görüyordum ki o da titriyordu. Şarkının cümleleri girdi aramıza.  


“Aşkını bir sır gibi  

Senelerdir sakladım  

Geceleri rüyada  

İsmini sayıkladım” 


Alınlarımız çarpışmadı, oldukça nazik bir şekilde birleşti. Ecevit tıpkı o geceki gibi boynumu sardı. “Firuze,” dedi. Dilinin alt doluydu, kıvranıyordu. Hem dili hem de vücudu.  


“Dinliyorum Ecevit, söyle. Hadi, tek bir cümle…”  


“Firuze,” diye sayıkladı yine. Yanağımı şakağına dayadım ve tek bir cümle beklediğim dudaklarından dökülen cümleleri dinledim. “Daha küçücük bir çocukken yaşıma vazife olmayan isteklerim vardı Firuze,” dedi tok değil, aksine kırgın, sitemli, kederli bir sesle. “Sen her düştüğünde, hastalandığında, ağladığında… Seni bana versinler isterdim.” Belimdeki elinin baskısını arttırdı, beni ona hiç vermemişlerdi. Sesindeki tüm kırgınlığı, sitemi ve kederi bir çorak toprağın suyu çekişi gibi çektim. Göğsüm şişti acıyla. “Seni bana versinler ve hiç alamasınlar isterdim. Seni bana versinler, seni bana versinler Firuze…” diye sayıkladı. Her konuştuğunda daha sıkı tutuyordu beni, sanki yılların cümleleriydi bunlar, kan gibi kusuyordu ama benim beyaz elbisem biraz olsun kirlenmiyordu. “Bir çiçek gibi bakayım sana, her bir yaprağını özenle büyüteyim, her şeyden koruyayım… Seni bana versinler ve hiç alamasınlar isterdim. Firuze,” diye seslendi. Cevap vermekten başka çarem yoktu.  

“Ecevit.” Alnı alnımı ezdi.  


“Ne seni bana verdiler ne de seni almama izin verdiler Firuze. Ne seni bana verdiler ne seni bana bıraktılar. Ne seni bana verdiler ne de seni alacak kuvveti bende bıraktılar. Söke söke aldılar, seni de benden söke söke aldılar.”  


Ecevit’ten söke söke alınan parçalardan biri olmak… Bunu yirmi beş yaşımda öğrendim. Ecevit’i benden aldıklarını biliyordum, beni Ecevit’ten aldıklarını hiç düşünmemiştim. Kirpiklerim sırılsıklamdı. Canı çok yanıyordu söylerken, biraz olsun pişmanlık duymuyordum söylettiğim için. Duymak istiyordum, ondan nasıl sökülerek alındığımı duymak istiyordum. Bizi birbirimizden kopardıklarında anne babamız dışında birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Ecevit hep, ilk doğduğum günü hatırladığını söylerdi. Hayal meyal, o da çocuktu, hatta üç yaşından hatırladığı tek an benim evime geldiğim gündü. Ben her bir şeyi onunla öğrenmiştim. Abece’yi, kendi hatamla düştüğümde çok ağlamamam gerektiğimi, çok yersem karnımın ağrıyacağını, oyunlarda nasıl yeneceğimi, bir ağaca tırmanmayı, suyu oturarak içmem gerektiğini…  


Yüzünü bana yaklaştırdı. Burunlarımız çarpıştı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Aklım allak bullaktı. Karnım ağrıyordu. Ecevit’le bu anda ne yapacağımı öğrenecek kadar uzun yaşamamıştım ama eğer yaşasaydım biliyordum ki bu anı yine ondan öğrenirdim. Bu heyecanı, bir erkeğin dudakları varla yok arasında dudaklarımda değil ama tenimde bir ince kâğıt gibi gezinirken ne yapmam gerektiğini, hissettirdiklerini yine ondan öğrenirdim. Genç bir kız olan Firuze yine bunları Ecevit’ten başkasında tatmazdı.  


“Ecevit,” diye mırıldandım. Elbisemin askısı tek omzumdan hafifçe düşmüştü. Algılarım o askıyı hissedecek kadar açık ama bir adım bile atamayacak kadar kapalıydı. Şimdi ne yapmalıydı? Bilmiyordum. Öfkesi dinmişti. Çünkü belki de onu öfkelendiren şey tam olarak buydu. Kucağına çekip bu cümleleri kurmak istediği kadını kim başka bir adamla kaldırım köşesine çökmüş halde görmek isterdi ki. Bu farkındalık, Ecevit’in derdinin 7 yaşındaki oyun arkadaşı değil de 25 yaşındaki genç bir kadın olduğunu anlamam içimi soğukta kalmış bir serçe gibi titretti. Heyecanlandırdı. Sonuç ne olursa olsun, bir şey değişsin ya da değişmesin Ecevit de ya hiçbir şey olmasa ihtimalinde boğuluyordu. Bu beni bir süre daha yaşatacak kadar güçlüydü.  


Tam şimdi aklıma geleni mi yapmalıydım? Nasıl devam edilirdi onu da bilmiyordum. Kör bir cahil gibiydim. Ne kadar ileri gidersem benden tiksinirdi bilmiyordum. Dudakları… Ah dudakları. Aklımı kaçıracağımı hissettim. Dili, dişleri… Hangi noktada benden tiksinirdi? Ben sanki ondan ölsem tiksinmezdim. Bir ucu yoktu. Kalbim son kez atar gibi tüm deposunu kullanıyordu.  


O da mırıldandı. Bir şey söylemem gerekiyordu. Davranıştan öte fikirlerimi söylemek daha kolaydı. O kadar cesaretli değildim. Gözlerim kapalıydı. Zaman zaman başım arkaya doğru gitmek istiyordu ama Ecevit izin vermiyordu. “Bir oyun oynasana benimle,” dedim. Davranışı tümüyle ona bıraktım. Ben yalnızca, ikimize iyi gelecek bir oyun kurmak istedim. Hakkımız olan, kalp delen bir oyun.  

“İsterim,” dedi beklemeden. Eli saç diplerime baskı uyguladıkça inlemek, kucağına daha çok yerleşmek istiyordum. Tutku diye tanımladığım her tablom birer çöptü artık. Tutku bu andan ibaretti. Ecevit’in kucağında titrememdi. “O gece hiç yaşanmamış gibi büyüyelim, bir hayal kuralım,” dedim. Bir romanın içindeydik sanki, bir kalem de ben aldım elime, romanın içinden birkaç sayfa rica ettim yazardan. Bir hikâye de ben yazabilir miyim dedim. Beni kabul etsin diye en güzel resimlerimi gösterdim ve kandırdım onu. Ecevit güldü mü yoksa acıyla kıvrandı mı bilmiyordum.  


“Annem yaşasın mı?” diye sordu ansızın. Bunu düşünmesi bile beni hüngür hüngür ağlatabilirdi.  

“Melike de hiç kaybolmasın,” dedim hemen. Yazar da, Ecevit de sanki kabul etti elimdeki kalemi. Ecevit’in saçlarımdaki eli askının düştüğü koluma gitti. Askıyı kaldırmadı, kolumu sıktı. “Ecevit,” diye inledim. Bir şey yapması gerekiyordu. İçimdeki telaşla, “Bir dakikamız kalmış mıdır sence?” diye sordum. Başını hafifçe çekti ve gözlerime baktı. Bunun ne demek olduğunu sanırım anladı. Soluk seslerimizi dinledim. “Kalmak zorunda,” dedi başka ihtimal yokmuş gibi.  


“Aşkını bir sır gibi  

Senelerdir sakladım  

Geceleri rüyada  

İsmini sayıkladım” 


Dudaklarıma baktı. Beni ona versinler istemişti. Başparmağı usulca alt dudağıma dokunduğunda gözlerimi zorlukla açık tuttum. Beni ona versinler ve hiç alamasınlar istemişti. Alt dudağımı okşuyordu öylece. Her düştüğümde, hastalandığımda beni ona versinler ve hiç alamasınlar isterdi. Parmağını usulca çekti ve gözlerime baktı. İkimizin de gözleri çakmak çakmak parlıyordu. Soluk seslerimiz duyuluyordu yalnızca. Beni ona vermemişlerdi. Ecevit’in başı yavaş yavaş bana doğru yaklaşıyordu. Beni ona verselerdi ya da onun almasına izin verselerdi, beni hiç bırakmazdı.  Onun aksine başımı santim oynatmıyordum. 16 Kasım 1992’den sonra 17 Kasım 1992 gelseydi ve biz o gün de beraber olsaydık Ali Ecevit’in sıkıca tuttuğu olurdum şimdi. Kimseye vermediği, nadide bir çiçek gibi baktığı olurdum. Ali Ecevit’in yumuşak dudakları, bu sözler aramızdan geçerken dudaklarımın üzerine değdi. Bir dakika Ali Ecevit Tarhan’la öpüşmek için ne çok kısaydı. Bunu onun kucağında, dudakları dudaklarımın üzerinde, elleri yanaklarımı kavramış, dudakları hareketsiz dururken fark ettim. İkimiz de birkaç saniye ne yapacağımızı bilemedik ama iki tecrübesiz insana ellerine verilen bir iş için kısa bir vakit biçildiyse, o telaşla, ilk olmasının körkütük cesaretiyle nasıl alelacele kavrarlarsa o işi, o şekilde kavradık dudaklarımızı.  



*** 



Bir başka 16 Kasım 1992’den sonraki,  

Bir başka 16 Haziran 2000.  


Ali Ecevit, yarın liseden mezun oluyordu.  


Saat, annesinin özenle, büyük heyecan ve mutlulukla ütülediği takım elbisesine bakarak uyuma vaktini geçmişti. Ali Ecevit henüz eve gelmemişti. Leyla Tarhan öyle telaşlı, bir bakıma öfkeli, bir diğer tarafta endişeliydi ki evin içinde volta atıyor, bir mutfağa giriyor, bir çıkıyor, gidip o astığı takım elbisenin ütüsünü bozmak istiyordu. Sıkıntıyla yüzünü yelledi. Neredeydi bu çocuk, böyle hoyratlık yapacak zamanı mı bulmuştu? Yarın kep atacaktı.  


Hüseyin Tarhan arabadan indikten sonra dengesiz birkaç adım atan oğlunu ensesinden tuttu. “Eşek sıpası,” diye söylendi. Ensesini sıktı. “Eşek sıpası seni.” Ecevit babasının karşısında olabildiğince dik yürümeye çalışıyordu ama yapamıyordu. Başını kaldırdı ve Firuze’nin odasının camına baktı. Hınçla doldu, acıyla taştı, gençliğin verdiği o ateşle kavruldu. “Taşınalım bu evden!” demek istedi. Halbuki bağırmak yoktu aklında. Adımlarını sabit tutamadığı gibi sesini de ayarlayamıyordu. Çok da bir şey içtiği yoktu. Sadece ilkti. Bir de Ali Ecevit çok kederliydi, içtiğinin içki olduğunu bilince iyice salmıştı kendini. İçkinin içindeki acıyı azaltmasını temenni etmişti. Bir işe yaramamıştı ama bu meret.  


“Oğlum bağırmasana!” diye kısık sesle konuştu Hüseyin ve artık genç bir delikanlı olan oğlunun ensesine hafifçe vurdu. “Bağırmasana insanlar uyuyor! Hay Ecevit, eşekler kovalasın oğlum seni. Ben seni bu halde sokaklardan mı toplayacaktım?”  


Hüseyin Tarhan, Ecevit’i tutmasa oğlu Firuze’nin camına baka baka yürüyecekti malikaneye. Gözü Firuze’nin camından ayrılmıyordu. Gitmeliyiz bu evden diyordu. Kesinlikle taşınmalıyız bu evden. Bir daha o Firuze’nin yüzünü bile görmek istemiyordu. Lanet de gelseydi böyle işe.

Firuze’ye mi? Tövbe estağfurullah. Firuze’ye değil ama Firuze’yle alakalı bu işe. Lanet gelseydi. Avaz avaz Firuze diye bağırmak istiyordu da neyse ki biraz baba korkusu vardı Ali Ecevit’te.  

“Boş yere ağlama, kalbini bağlama Ankara kızlarına…” diye için için söylendi Ali Ecevit. O birayı da yudum yudum yuvarlarken bu şarkı çalmıştı. Leyla camdan gördü geldiklerini. Kızı içeride uyuyordu. Sessiz ama çabuk adımlarla kapıya gitti. Açtı hızla ve gelenlere daha dikkatli baktı. Oh… Ali Ecevit’ti. Sapasağlamdı. Yara beresi yoktu. Biraz sendeliyordu sadece. Bağırmakla oğlunu bağrına basmak arasında kaldı. Ecevit merdivenleri tırmanırken annesiyle göz göze geldi. İşte o vakit, kabul biraz utandı. Babasından değil ama annesinden utandı. Anneciği sevmezdi sigarayı, içkiyi. Kızacak, daha da önemlisi üzülecekti şimdi. Ah… İçmeyiverseydi keşke. Zaten bir işe de yaramamıştı.  


“Neredesin sen oğlum?” dedi Leyla orta halde bir sesle. Ne kızıyor, ne bağrına basıyordu. Ama ne vakit oğlu yanından geçerken biranın kokusunu çekti, dudakları şaşkınlıkla aralandı ve kocasıyla göz göze geldi. Aralarında bir konuşma geçmedi ama Hüseyin evet der gibi başını salladı. Evet, boyuna posuna bakmadan, daha on sekiz bile olmadan içki şişelerinin arasından toplamışlardı oğlunu. Vallahi hiç oğlu için hanımına yalan söyleyemezdi.  


Leyla birkaç saniye dondu kaldı kapının önünde. Ankara’nın köyünden çıkmış gelmiş Leyla, Akınların evinde zaman zaman görse de içki şişelerini elbette normalleştirmemişti kafasında. İçki onun için hâlâ çok kötüydü, oğluna da yanaşmamalıydı. Kendini topladığında peşlerinden gitti hızlı hızlı. “Sen içki mi içtin?” diye sordu hayretle oğluna.  


“Uyuyacağım,” dedi Ecevit ve odasına gitmeye kalkıştı ama babası tarafından mutfağa çekildi. Leyla da mutfağa girdikten sonra kapattı kapıyı kızına ses gitmesin diye. Ecevit bedenini sandalyeye bıraktı ve başını duvara yasladı. Gözlerini kapattı. Nefret ediyordu. Neyden? Her şeyden. Her şeyden nefret ediyordu. Gidecekti buralardan.  


“Ali Ecevit aç gözlerini!” Leyla bir öğretmen gibi emir verdi. Ecevit bunu fark ettiğinde yüzünü buruşturdu. Annesi bu dünyaya öğretmen olmak için gelmişti. Yaşı on sekiz olmuştu Ecevit’in hâlâ yazısından laf yiyordu, annesi o buruşuk defter kapaklarına kızıyor, okul formasına kravatını düzgün bağlamasın ayar veriyor, okula geç kalacak olsun fırça çekiyordu.  


“Anne,” dedi Ecevit sızlanarak.  


“Sayıklıyor,” dedi Leyla hayretle kocasına bakarken. Baya baya sarhoş olmuştu bu. Ah! Aklını kaçıracaktı. Yarın mezuniyet töreni vardı bir de! “Delirtme beni aç gözlerini!” dedi yine. Hüseyin küçük bir cezveye Türk kahvesi koydu ve ocağın altını yaktı. Ecevit gözlerini açıp annesine baktı.  

“Taşınalım bu evden,” dedi yine. “Hemen yarın taşınalım bu evden. Başka şehre gidelim. Ben hem okula giderim hem işe başlarım gerekirse. Gidelim taşınalım. Ben burada yaşamak istemiyorum.” Anne ve baba oğlunun her cümlesinde göz göze geliyor hayrete düşüyordu. Ali Ecevit ki, Firuze’den bir adım uzak düşmeyi kabul edecek, hatta kendisi isteyecekti. Mümkünatı yoktu.  

“Sen ne dediğinin farkında mısın?” diye sordu Leyla oğlunun yanına sandalye çekerken.  


“Askere gideceğim ben, üniversite okumayacağım,” diye aklındaki ikinci planı sundu bu kez. Yeter ki gideyim diyordu. Görmezse onu, bu kadar acımazdı kalbi. Leyla’yı nasıl üzdüğünü göremedi başta. “Sonra da dönmeyeceğim, askerde kalacağım. Asker olurum.”  


“Askerlik senin canın okumak istemiyor diye yapacağın alelade bir meslek değil Ali Ecevit, ne dediğini bil,” dedi Hüseyin ocağın başından. Hiçbir şeyi kabul görmüyordu Ali Ecevit’in. İçini sıkıntılar bastı. Ağlamak istedi.  


“Bana bak,” dedi Leyla ve oğlunun yüzünü avuçladı. Bu yaşlar çok tehlikeli yaşlardı. Olur da oğlu vazgeçerse yüksekokul fikrinden ne yapacaklardı? Korktu kadın. Gençliğin en deli zamanlarıydı. Aklı bulanırsa ne yapardı? Leyla ürkerdi böyle şeylerden. “Ne oldu Ecevit?” dedi oğlunun küçük nemli gözlerine bakarken. Böyle dikkatle bakınca, küçük gözlerini gölgeleyen hüznü gördü kadın. O vakit aklına Firuze geldi. Aynı bakış Firuze’de de vardı. Şüpheyle baktı oğluna. Ne oluyordu bunlara?  


“Firuze’yle mi alakalı?” diye sordu Leyla beklemeden. Hüseyin kahveyi bardağa boşalttı ve göz ucuyla oğluna baktı. Sessizlik adamı huzursuz etti. Firuze’yle mi alakalıydı? Firuze ve Ecevit iki yakın arkadaştı. Büyüdükçe anlaşamayan, çatışmaları başlayan ama ne olduğunu çözemeyen iki arkadaştı. Aynı evde doğmuş, aynı evde büyümüş, beraber oyunlar oynamış, beraber yaralanmış, beraber ağlamış, beraber hastalanmış iki çocuk, çocukluktan kopmaya başladıklarından beri çok çatışıyorlardı. Oynayacakları oyunlar tükendikten beri, boyları uzamaya başladığından beri, hayatlarına yeni arkadaşlar girdiğinden beri eksi hallerinden eser kalmamıştı. Büyüyorlardı, arkadaşlık kavramını başka insanlarda da tadıyorlardı ve artık birbirlerine arkadaş diyemeyecekleri konuma doğru süratle gidiyorlardı. Yalnızca çok toylardı, çok telaşlı, çok tedirgin… Büyüdükçe anlaşamadıklarını sanıyorlardı. Yalnızca arkadaşlıktan uzaklaştıkça ne yapacaklarını şaşırıyor ve öfkeyle birbirlerine saldırırken buluyorlardı kendilerini.  


Yoksa Ecevit hiç, “Nefret ediyorum ondan!” der miydi? Söyler söylemez pişmanlık duydu, sanki Firuze bu cümlesini duymuş gibi kalbi acıdı ama geri adım da atmadı. Çok öfkeliydi ona. “Yüzünü bile görmek istemiyorum. Yarın mezuniyetime de gelmeyecek. Gelme, istemiyorum dedim.” Firuze, eski Firuze değildi Ecevit için. Ecevit’i büyüdükçe tetikleyen sınıf kini vardı, bu aralar da Firuze gizli saklı işler çeviriyor, bunları hiç fark etmeden Ecevit’in sınıf kinini tetikleyerek yapıyordu. Halbuki Firuze, hâlâ Leyla teyzesinin portakallı kekini hiçbir şeye değiştirmeyen o kız çocuğuydu. Akın ailesinin malikanesinde, şatafatın içinde dupduru güzelliğiyle parıl parıl parlıyordu.  


“Gelme mi dedin?” diye sordu Leyla hayretle.  


“Gelme dedim. Gelmesin istiyorum. Gelmeyecek. Sakın kimse çağırmasın. İstemiyorum.”  


Ah, diye sızlandı Leyla. Nasıl anlamamıştı Leyla, Firuze’nin o nemli gözlerinden? Nasıl için için ağlamanın fırsatını kolluyordu gözleri, nasıl fark etmemişti. “Ecevit-” dedi Leyla.  


“Anne bunu seninle konuşmayacağım. Gelmesin. Bunca zamandır kimlerle buluşuyorsa, kimleri bana tercih ediyorsa, gitsin yarın da onlarla buluşsun.”  


Ecevit tüm harçlıklarını Firuze için biriktiriyordu. Bir sinema bileti, bir tiyatro, bir sergi bileti, belki boya, belki fırça hediyesi için varını yoğunu biriktiriyordu. Bazen yetmiyordu harçlığı, o boyalar, fırçalar pek pahalıydı, babasından da isteyemiyordu, gizli saklı haftanın bir günü çalışıyordu çay bahçesinde. Çok mutluydu, o fırçayı, boyayı; o bileti alabildiğinde ondan mutlusu olmuyordu. Ecevit, Firuze’yi mutlu etmeye elverişliydi. Başka bir şey bilmezdi. Firuze mutlu olmalıydı ki Ecevit de mutlu olabilsin. Yine de artık Firuze büyümüştü… Ecevit koca malikanenin biricik kızına yetişemiyordu sanki. O gittiği büyük tatiller, yurt dışı seyahatleri bir kenara- ailesiyle yaptıklarını saymıyordu- arkadaşlarıyla gittiği yerler, doğum gününde diğer arkadaşlarından gelen o devasa pahalılıkta hediyeler… Yetemiyordu. Firuze de onlarla çok mutluydu. Günlerdir bir kez bile Ecevit’in suratına bakmamıştı. Onunla iptal ettiği tüm buluşmaları başka arkadaşlarıyla yapıyordu. Üstelik gizli saklıydı bu, Ecevit başkalarından öğreniyordu. Falanca kişilerle yemek yemeye gitmiş mesela. Tamam Ecevit’le o kadar pahalı yerlere gittikleri yoktu ama… Aması yoktu. Falanca kişilerle alışverişe gitti deniyordu. Firuze bunları hep Ecevit’ten saklamıştı son günlerde.  

Yok kesinlikle bitmişti. Arkadaş değillerdi artık. Mezuniyetine de gelmeyecekti.  


“Kimlerle buluşuyormuş günlerdir?” diye sordu Leyla hayretle. Firuze’nin günlerdir fıldır fıldır ne işler peşinde olduğunu kendi çok iyi biliyordu. Peki bu suratsız oğlu ne sanıyordu?  


“Onun arkadaşı çok anne. Onda arkadaştan çok ne var? Onda onlarca Ali Ecevit var, biri gelir biri gi-” 


“Ecevit!” diye kızdı Hüseyin. Böyle de konuşturmazdı Firuze kızının arkasından. “Kendine gel. Ağzından çıkanı kulağın duysun.”  


“Ya ne istiyorsunuz benden?” dedi bu kez anne babasına meydan okurken. Hep Firuze’yi savunuyorlardı. Hep, hep, hep… “Gelmesin istiyorum işte! Zorla mı? Gelmesin! Mezu-” 


“Firuze haftalardır senin mezuniyet hediyenin peşinden koşuyor Ali!” Annesi işaret parmağını salladı, kestirip attı sözlerini. Bu cümleyi kurmasa Ecevit onlara kızmaya devam edecekti. “Haftalardır senin mezuniyet hediyenin peşinden koşuyor! Anne babasından yardım almadan senin hediyeni hazırlamaya çalışıyor. Sen o kıza gelme mi dedin?” Aylin bile tam bilmiyordu kızının ne yaptığını. Bir Leyla haberdardı her ayrıntısından. Beşiktaş’ın çubuklu formasının üzerine altı tane imza attırmıştı Firuze. Canla başla mücadele ediyordu. Mezuniyete yetiştirmeye çalışıyordu. Şimdi dolabının en arkasına sakladığı Beşiktaş formasına sırtını dönmüş, yatağın içinde sessiz sessiz ağlıyordu. O formadan da, Ali Ecevit’ten de nefret ediyordu.  


Ali Ecevit açtı ağzını defalarca kez ama konuşamadı. Gözlerini kırpıştırdı. “N-ne?” Yutkundu, babasına baktı. “Hediye ne? Ne hediyesi?”  


“Ecevit sana inanamıyorum!” dedi Leyla kederle. Ellerini dizlerine vurdu. Ah güzel kızı. Oğlu mu kıracaktı onun zarif gönlünü? Ali Ecevit’i mi yapacaktı bunu? “Sana forma almış, haftalardır onu imzalatmaya çalışıyor. Sana da yalan söylüyor, bahane üretiyor işim var diye. İnanmıyorum sana, nasıl gelme dersin? Dört gözle yarını bekliyordu. Ali…”  


Kıyafetini bayram gibi başucuna asmıştı. Onu daha kaldırmamıştı Firuze ama yarın sabah uyanınca ilk onu görecekti, ağlamaya başlayacaktı. Nefret ediyordu Ecevit’ten. Keşke taşınsalardı başka eve. Hatta başka şehre gitselerdi ama Ecevitler gelmeseydi. İnşallah yarın mezuniyeti de kötü geçerdi. Bunu dilediği için çarçabuk pişman oldu. Telaş yaptı, tövbe çekti içinden. Kötü geçmeseydi ama inşallah… İnşallah yağmur yağardı.  


Ecevit dehşetle annesine bakıyordu. Tüm vücudundan kaynar su geçti. Yerinde duramadı ayağa kalktı. “Anne!” dedi telaşla. Bin tokat yemişti sanki. O yalancı sarhoşluğu da uçmuştu. “Anne bana niye söylemedin?”  


“Kızın sürprizini mi bozsaydım? Nereden bileyim benim oğlum akılsızlık edecek?” Ecevit ellerini saçlarına daldırıyor, mutfakta volta atıyor, kendini yerden yere vurmak istiyordu. Pişmanlık kısacık vakitte geldi yakasına yapıştı, paçalarını birbirine doladı. O şimdiye kadar dilediği, istediği her şey gerçek oldu sandı. Belki bu evden taşındılar, belki bir daha göremedi Firuze’yi… Bunlar şimdi gerçek olmuş gibi olduğunda öyle korkunç bir hale büründü ki bu genci ağlatacaktı. Kafasında kurduğu öfke krallığı yıkıldı. Firuze… Ah Firuze! Nasıl kırmıştı kalbini. Öyle dolu dolu gözleriyle kendisine bakarken, zilli halini bırakıp kırgın bakışları, dolu gözlerle Ecevit’i dinlerken, yerine sinerken nasıl da çaresizdi.  Ecevit nasıl susmamıştı? Ne vardı ki? Firuze’nin kırılmasından daha fena ne vardı? Nasıl göz yummuştu, nasıl o gözlerine bakıp da yumuşamamıştı Ecevit?  


“Anne kalk!” dedi annesinin ellerine yapıştı. “Anne kalk Firuze’yi aşağı indir. Kalk anne, hadi!”  

“Bu saatte hayatta olmaz!” Ne Leyla ne de Hüseyin bunu uygun görürdü. Artık ne Firuze ne de Ecevit iki küçük çocuktu. Anne baba çocuklara fark ettirmeden çoktan dikkat etmeye başlamışlardı bunlara.  


“Anne yalvarırım!” dedi ve dizlerine kapandı annesinin. Hiç de sarhoş olduğundan değil. Çivi yutmuş gibi dimdikti. Leyla, karşısında duran Hüseyin’e baktı. Elbette onun kalbi çarçabuk yumuşardı. Hüseyin kaşlarını kaldırıp indirmese de, kolayca hayır demezdi.  


“Olmaz Ecevit, sabahı bekle.”  


“Anne bekleyemem,” diye yerinden sıçrayarak kalktı Ecevit. “Bekleyemem sabah mezuniyet var, anne n’olur. Hadi anne. Hadi!”  


Nasıl beklerdi? Yarın mezuniyet vardı. Firuze gelmezdi. Sabahın bir vakti gidip ondan istediği kadar özürler dilesin, Firuze yine de gelmezdi. Ecevit bilirdi onun kör, dediğim dedik, kirli inadını. Hem… Hem bu gece kalbi kırık mı uyuyacaktı? Dünya üzerinde Firuze’yi kalbi kırık uyutmaktan daha fena, Ecevit’e dayanılmaz gelen bir şey yoktu. Şimdiye kadar kaç kez kavga ettilerse de hepsinde uyumadan barışırlardı.  


Ecevit allem etti kallem etti annesini ikna etti. Yoksa ben giderim dedi. Odasının camına ışık tutarım dedi. Hayatta durmam bana yardım et anne dedi. Hüseyin’in tüm kızmalarını görmezden geldi ilk kez. Şimdi tek mühim olan Firuze’ydi. Öyle başına buyruk konuşunca, yapacağım edeceğim deyince daha bir korktu Leyla. Yapar mıydı? Ecevit ağzından çıkan her bir şeyi yapardı vallahi… Kendi iradesiyle kızı indirmek gerekiyordu aşağıya. Aldı Ecevit’i mutfağa götürdü. Masaya bıraktı. Ecevit eline aldığı peçeteleri parçaladı hep ufak ufak. Ya Firuze inmezse ne yapacaktı? Yarın o da mezuniyete gitmezdi. Kendi mezuniyetine mi? Evet kendi mezuniyetine gitmezdi. Annesini de göndermeden yanına bu sözü etti. Yemin ederim gitmem dedi. Leyla’yı korkuttu öyle gönderdi yanından.  


Herhalde diğer türlü Leyla bu kadar ısrar etmezdi Firuze’ye. Oğluna da gider derdi ki gelmedi, sus sen hak ediyorsun bunu!  


Firuze şişmiş gözleriyle, sadece Leyla teyzenin gönlü olsun diye bir dilim kek yemeye inerken aşağı, Ecevit’i mutfak masasında görmeye beklemiyordu. Bir uca oturmuştu.  


Firuze neredeyse dönüp arkasını gidecekti. Leyla teyzesi onu emrivakiyle masaya oturtmasa çoktan gitmişti. İki uca oturdular. Firuze hayatta kaldırmadı başını, bir kez olsun bakmadı yüzüne. Bakarsa ağlayacaktı sanki. Leyla ikisine de birer dilim kek, iki de çay koydu. Sonra bir bahaneyle çıktı mutfaktan. Bu Nemrut suratlıları yalnız bırakmak iyi fikir miydi? Bilmiyordu. İkisi de kekini yemiyordu. Firuze kalktı kalkacak, odaya koşa koşa gidecek ağlayacaktı.  


O kendini sıkıyorken, anısın masanın üzerinden onun tabağına doğru bir parça kaydı. Firuze ona baktı. Bir peçeteden gemiydi bu. Başta bakmadı, almadı da. Sonra ikinci geçti, sonra üçüncü. “Firuze,” diye mırıldandı Ecevit. Firuze son gelen geminin güvertesinde bir yazı gördü. Bu eskiden daha çirkin olan ama Firuze’nin az biraz nizama getirdiği ama hâlâ güzel sayılmayan yazıyı tanıyordu. Yazı ve sahibi aynı anda konuştu.  


“Özür dilerim,” dedi Ecevit. Bir kâğıttan gemi daha yapıverdi çabucak. Bu kez onun gövdesinde yazıyordu. Özür dilerim Firuze…  


Özür dilerdi Ecevit. Onlarca kez yüzlerce kez. Firuze’nin kalbini kırdığı için binlerce kez. Onu ağlattığı için binlerce kez. Onu suçladığı, yapmadığı şeylerle yargıladığı için milyonlarca kez. “Sen gelmezsen mezuniyetime gitmem,” dedi sonra. Firuze’yi yeniden konuşturmanın en iyi yolu kızdırmaktı. Bilirdi Ecevit. Genç kız kaldırdı başını, çattı kaşlarını.  


“Ne demek gitmem?!” diye sordu. Ali Ecevit’in ağzının çıkanın gerçek olacağını da Firuze bilirdi. Daha da öfkendi. “Aptal mısın sen? Ne demek mezuniyete gitmiyorsun? Aptal!”  


Neden beni istemedin, aptal? Demek istedi. Ecevit öylece kıza bakıyordu. Başını salladı ve açıkça söyledi. “Aptalım ben,” dedi açıkça. “Senin kalbini kırdım. En ala aptalım ben.”  


Bir kağıttan gemi daha yaptı. Üzerine aptalım ben, yazdı. Bir tane daha yaptı, Firuze, özür dilerim yazdı. Masanın üstü gemilerle doldu. Firuze biraz daha durmasa yerlere taşacaktı. Aptalım ben, gemisini aldı Firuze ve dayanamadı güldü. Bu genç delikanlının Firuze Akın’ın gönlünü aldığı ilk andı. Gönlünü aldığı ve kimselere vermeyeceği ilk an. Gönül alındı mı verilmezdi.




  

 

 

25 Yorum


Balım Ezo
Balım Ezo
bir saat önce

Ya bir şey yazacağım ahahhaha yeni aklıma geldi firuze aynı gün iki farklı adamdan aşk itirafı aldı. Üzüm buğusu sen de fenasın haa aahahhahah

Beğen

Elif
Elif
bir gün önce

Haftaya cuma mı bölüm geliyor yoksa haftaya başka bir gün mü bölüm geliyor

Beğen

Sümeyra Likos
Sümeyra Likos
4 gün önce

İlk defa bir kitapta kadın karaktere kalbimi bıraktım🥺 Ecevit seni dövmek istiyorum gerçekten😤

Beğen

Büşra Çiftçi
Büşra Çiftçi
5 gün önce

Sayende yayımlandığından beri üç kez okudum bu bölümü Dilan..

Beğen

yaseminyaylali8
5 gün önce

Ya bu kitap nedir böyle ya, dün geceden beri yemedim, içmedim, uyumadım Ecevit ve Firuzeyi okudum. ŞİMDİ BEN. Hayatıma nasıl devam edeceğim??????? Yeni bölümü büyük bir heyecanla bekliyorum. Kalemine sağlık saygıdeğer yazarım🥹🩷☝🏻🥲

Beğen

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

  • Facebook
  • Twitter
bottom of page