VIII “kanunsuz emre uymak suçtur”
- Dilan Durmaz

- 2 Mar
- 31 dakikada okunur
Kitaba başlarken ne olursa olsun hafta atlamayacaksın diye kendime söz vermiştim. Bu sözün de etkisiyle sürüne sürüne yazdığım; son üç günümü 3 4 saatlik uykuyla geçirdiğim bir bölümdü. Bu gece okuyamam belki ama yorum bırakın olur mu? Gecikme için özürlerimi iletiyorum🥲
Keyifle okuyun🤍
İlk kez panik atak geçirdiğimde on yaşındaydım. Ailemin beni kandırışını fark ettiğim, kendi yaptığım kötülükle yüzleştiğim ve kalbimin bana kriz geçirdiğini ilk düşündürttüğündü gündü. Ölüyorum sanmıştım, ölmemiştim ama ölümü bu denli yanı başında hissedip ölmemek bana ölmek kadar kötü gelir. İlk ama asla son olmayacak, dönem dönem daha da sıklaşan bir hastalığın ilk teşhisi o zaman konulmuştu. Annemin o daha çok küçük diye isyan edişine doktorum hak vermişti.
Yaşım ondu, annem beni panik atak için küçük görüyordu ve kendi ellerimizle yok ettiğimiz Ecevit'in de yaşı ondu. On yaş bir hastalık için küçüktü ama bir cinayet için değildi ailem için. Ailemin gerçek yüzüyle yeni yeni tanışıyordum ve oyun arkadaşımı kaybedişimin üzerinden seneler geçmişti. Her günüm bir önceki günden daha kötü geçiyordu, Ecevit varmış gibi oyunlar oynuyordum bazen, ona yeni öğrendiğim harflerle mektup demeye bin şahit isteyen cümleler yazıyordum, geleceğini sanıyorum ve her çalan kapıyı, her bisikletin zilini, her ayak sesini Ecevit sanıyordum ama Ecevit gelmiyordu ve ben yaptığımız şeyi ve ben yaptığım şeyi anlamaya başlıyordum. Amansız bir hastalığın pençesine düşmeye başlıyordum. Büyümüyordum, küçülüyordum.
Dört-yedi-sekiz kuralını çöktüğüm yerde uyguluyor, iç içe girmiş parmaklarımı yavaş yavaş açabiliyordum. Gözlerim tek bir boşluğa odaklanmış, durmaksızın yaşlar akıtıyordu. Bir dönem öylesine çok geçirmiştim ki bu atakları artık yalnızken baş edebiliyordum. Sadece geçince bedenimde yoğun bir ağrı oluyordu, tüm kaslarım bitap düşüyordu. Belgeler çöktüğüm yerde benimle beraber bekliyordu. Ecevit aramıyordu, gelmiyordu. Onu arayamıyordum, ona gidemiyordum. Yapacağım herhangi bir hatanın onun canına mâl olma ihtimali, elimi telefona bile ulaştırmıyordu.
Bedenim öne doğru sallanıyordu belli bir ritimle. Ağlayışım yine habersizce şiddetlendi, hıçkırarak sarsıldım. "N'olur bir şey olmasın," gözlerimi tümüyle kapattım. "Yalvarıyorum bir şey olmasın..."
Eğer olursa, eğer olduysa, eğer ki yaptılarsa aileme öylesine büyük bir acı yaşatacaktım ki ömürlerinin sonuna kadar o acıyla geçireceklerdi günlerini. Bir an bile durmayacaktım ve onlara bu acıyı yaşatacaktım. Bu bile şimdi içimi soğutmuyor, içimdeki acıyı dindirmiyordu. Ecevit için düşündüğüm acının üzerine çıkamıyordu hiçbir ihtimal. Gözlerim kapalı saatlerce ağlayabilirdim, kulaklarım böylesine bir sesi duymak için tetikte olmasa duymazdım belki de ama arkaya açılan küçük kapının itilince çıkan sese açtım gözlerimi.
Benim rahatlık geçtiğim kapıdan Ecevit boyundan ötürü biraz zor geçti ama yine de uzun sürmedi. Yaşlı gözlerimle onu izliyordum, yerimden kalkmıyordum, yüzünü görmeyi bekliyordum. Yere çökmeden direkt olarak ayaklandı ve odanın içinde sanırım beni aradı. Yüzünü gördüm, sapasağlamdı.
Ecevit'ti.
Bu ağrılarla yerden hiç doğrulamam sanıyordum, bu bir yanılgıydı, o beni fark etmeden kalktım yerimden. "Ecevit," dedim ağlamaklı bir sesle. Ağlıyordum da zaten. Onu gördüğüm ilk gün bu kadar sıkı sarılmıştım. Bir daha da tekrarını yaşamamıştık zaten. Hiç beklemedim, izin de vermezdi zaten sorarsam, kendime de engel olacak halde değildim. Kollarımı sardım boynuna, yüzümü omzuna gömdüm. "Ecevit şükürler olsun," dedim derin bir nefes alır gibi. Soluklanır gibi. Bir var bir yok olan kokusu ilk kez böyle burnumun dibindeydi. Yaşıyordu, kokusu bir tek bunu kanıtlıyordu.
Sıkı sarıldığımı farkındaydım ama "Baban boğamayınca seni mi gönderdi?" diye sormasa alayla ondan ne kadar zaman sonra biraz uzaklaşırdım bilmiyordum. Sarılmayı bıraktım belki ama onu bırakmadım. Ellerim yüzünde gezinmek istedi ama cesaret edemedim. Omuzlarında gezindi varla yok arasında. Yaşlı gözlerim yüzüne bakıyordu. Bir yara bere arıyordum ama yoktu. Tertemizdi yüzü. Gözlerime baktı.
"Sen niye ağladın? Ölüm haberimi mi gönderdi baban?" dedi, şaka mı yapıyordu yoksa gerçek bir soru muydu bu? Gözlerimin nasıl şişip kızardığını biliyordum. Bir matemden çıkmış gibiydim.
"Bir şey yaptılar mı sana?" dedim ağzımdan soluklanırken. Neredeyse nefes nefeseydim.
"Az kalsın kellemi alıyorlardı, dürüst olmam gerekirse," dedi ve kalktığım yere baktı. Geçti gitti yanımdan ve ellerim boşluğa düştü. "Ama onlara verecek bir kellem yok. Bu alemin meydân-ı siyâset ustası benim bundan sonra rahat ol sen."
Getirdiğim belgelerle masaya geçti. Sırtı bana dönüktü. Sadece onu izliyordum. Arka arkaya fotoğraflar çekti ve belgeleri yine bulduğu hale getirdi.
"Nasıl çözdün şifreyi?" diye sordu. Canı hiç tehlikeye girmemiş gibi davranıyordu, geçip köşeye soluklanmıyordu bile. Nefes nefese kalan bendim o değildi. Halbuki can eksilecekse, ilk onunki gidecekti. Yine de hiç işin o kısmında durmamıştı. Bana çevirdi kafasını.
"İnci'den yardım aldım," dedim onu izlerken bitkin bir sesle. Gözlerimi ağır ağır açıp kapatıyordum. Vücudum geçirdiğim atağın etkisiyle titriyordu. "O babamın yanında çok vakit geçirir."
"İnci'den başkası gördü mü kasayı kurcaladığını?"
"Hayır."
"Peki İnci seni herhangi bir sorunda patlatır mı?"
"Hayır."
"Herkes seni hâlâ atölyede mi biliyor?"
"Muhtemelen."
Bir robotla konuşuyordu sanki. Dümdüz kısa cevaplar veriyordum yalnızca. Bedenim Ecevit'in yaşadığını görerek sakinleşmeyi bekliyordu, ona zaman tanıyordum.
"Muazzam," dedi ve evrakların hepsini aldı masadan. "Şimdi eve geri git ve yine kimseye göstermeden bunları yerine koy. Kuralı sakın çiğneme, açıp bakmak yok. Kardeşini ne olur ne olmaz tembihle ve birkaç kişinin yanında saatlerdir yerinden kalkmadan resim çizdiğini ve yorgun olduğunu söyle."
Elindeki kağıtları bana uzattı ve almamı bekledi yüzüme bakarak. "Ecevit," dedim, cümleleri toparlayamadım, ne soracağımı şaşırdım. "Bana bir şey söyle."
"Sana baya bir şey söyledim aslında, duymadın mı?"
"Babamla ne geçti aranda?"
"Bir şey olmadı, bir çayını içtim babanın. Hayatımda içtiğim en kötü çaydı."
"Ecevit," dedim tekrardan. Avuçlarım yüzümü sıvazladı. Saçlarımı omuzlarımın arkasına ittim. "O kağıtlarda ne var, ben açmadım. Seni bekledim. Şimdi sen de bana..."
"Babanın yediği boklardan bazıları var," dedi açıkça. "Bunu sen de biliyorsun zaten ama sen her şeyi böyle sorgulayacaksan, merak edeceksen, bilmek isteyeceksen bir arpa boyu yol alamayız. Ben aradığımda seni hiçbir şey yapmama hakkına da sahiptin," dedi açıkça. Sanki hiçbir şey yapmasam hayal kırıklığına uğramayacaktı da haklı olacaktı. "Yaptın. Senin ipinle kuyuya inmem ama kuyuda kaç ip olduğunu görmem lazımdı. Senin ipin de varmış. Bu kadar, babanın da gerçekten çayını içtim. Al hadi evrakları, eyvallah. Sağ ol. Baban bana hiçbir halt yapamazdı ama kılıma zarar verirdi. Onu bile yapamadı. Eyvallah." elime daha çok yaklaştırdı kağıtları ve alana kadar da hareket etmedi. Sanırım bedenimde en çok titreyen yer ellerimdi. Belki öncesinde de görmüştü titrediğimi ama kayıtsız kalamadı bu kez sanırım, sordu.
"Titriyor musun sen?"
"Bilmiyorum," diyebildim. Titriyor muydum yoksa öyle mi hissediyordum emin değildim. Kağıtları aldığımda ellerimden ayırmadı gözlerini. "Tir tir titriyorsun Firuze," dedi açıkça, hayır bu soyut değildi somuttu fazlasıyla. Elimi sıktım titremem azalsın diye ama bu etki edecek bir şey değildi. "Otur şöyle," dedi ve yatağın üzerini gösterdi. "Gidip evrakları yerine koymam lazım," dedim ama üçüncü adımıma izin vermedi.
"Bu halde mi koyacaksın? Kendini taşıyamıyorsun, otur dedim Firuze," diye tekrar etti. Gözleri iki çift elden kuvvetliydi ve benim de oturmaya ihtiyacım vardı. Biraz oturmak istedim, bana bir bardak su getirdi. Korktun mu dedi, inkâr etmedim. Korktuğunda titriyor musun böyle dedi, atak geçirdiğimde dedim dürüstçe. Ne atağı diye sorunca söyledim adını. Susakaldı, sadece bana baktı bir süre. Biraz daha iyi hissedince kalktım yerimden ve eve gittim, söylediği her şeyi teker teker yaptım. Şanslı günümdeydim, her şey tıkırında işledi. Odaya girdiğimde yatağa bıraktım kendimi, yorgun vücudum bugünün acısını çıkarmak için bekliyordu bu anı. Yataktan çok uzun bir süre kalkmadım.
***
Zamanın kavram niteliğini kaybettiği bir dönemdeydim. Çok vakit mi geçmişti az vakit mi olmuştu bilmiyordum ama odamda uyuklarken sık sık rüya görüyor, kan ter içinde uyanıyor, yeniden terliyken uyuyakalıyordum. Evin içindeki sessizliğin nedeni babamla Ecevit arasında olanlar mıydı bilmiyordum ama kimse herhangi bir şey için henüz odamı basıp benden hesap sormamıştı.
Bu kez sahiden şanslıydım galiba.
Kimsenin beni hiç rahatsız etmediği, telefonumun hiç çalmadığı gün ya da günlerdeydim. Annem bana bazen yemek gönderiyordu ama gözümün ucuyla bile bakmıyordum. Açlık duygusunu kaybetmiştim adeta. Annemin elleri zaman zaman saçlarımda dolanıyordu ama tepki vermiyordum. Bu seferki biraz uzun sürdü ve bana seslendi.
"Firuze," dedi. Yanıt vermedim.
"Misafirlerimiz gelecek bu akşam, kalkıp kendine biraz çekidüzen vermen gerekiyor. Ateşin yok kızım,"
Sesimi çıkarmadım.
"Lütfen babanı bu odaya çıkarma da cevap ver bana hadi Firuze. Az bir vakit kaldı, sen kalkmazsan baban çıkacak buraya ve inan ne sen ne de ben aranızdaki kavgayı kaldırmak isteriz."
"Anne bana ne sizin misafirlerinizden?" dedim bıkkınca. Başım çok ağrıyordu. "Lütfen çıkar mısın odadan? Babama da afiyet olsun dileklerimi ilet,"
"Alparslan ve ailesi geliyor Firuze," dedi ve ağzındaki baklayı sonunda çıkardı. Gözlerimi açtım çok uzun bir zamandan sonra anneme. Görüntü bulanıktı ama umursamadım.
"Anlamadım."
"Misafirlerimiz Alparslan ve ailesi. Kalkar mısın artık?"
"Ne işi var onların burada?"
Bu aile toplanmaları çok uzun bir zamandır yapılmamakla beraber Alparslan'ın babasının ismiyle değil kendi ismiyle anıldı bu davet. Bu da ne demek oluyordu?
"Akşam yemeğine davet etti baban, ailecek."
"İyi anne size afiyet olsun. Çıkar mısın odadan başım ağrıyor."
"Firuze kalkmak zorundasın!"
"Ben hiçbir şeye zorunda değilim. Bir saniye ya sizin amacınız ne tam olarak bunu duyabilir miyim? Lütfen bu kez dürüst ol,"
Benden sıkıldığını belli edecek mimikler sergiledi. "Nasıl bir amacımız olabilir? Aile dostumuzu yemeğe davet ettik onlar ailecek geliyorlarsa biz de ailecek bulunm..."
"Anne hiç inandırıcı değilsin," diye kestirip attım hızla.
"Ne duymak istiyorsun Firuze? Senin ve Alparslan'ın..."
"Lütfen beni o adamla aynı cümle içinde kullanma. Rica ediyorum. Babamın o aklından ne geçiyor bilmiyorum ama ben duymak bile istemiyorum bu iğrenç fikirleri," dedim. Bu cümleler kurulmamalı ve ben hiç duymamalıydım. Midem bulanmaya başladı.
"Eğer ki sen bu akşam bu yemeğe inmezsen babanın aklında dönen her fikir büyüyecek!" dedi annem. "Ki baban seni zorla indirecek o sofraya. Kafasındaki her şeyi sana dayatması için her seferinde zıttına gidiyorsun. Lütfen bu kez, duygusal bakma ve in o yemeğe. Bir yemek yiyip kalkacaksın. Hiç yoktan babana meydan okursan bu seferki olay çığırından çıkacak ve bu kez ben müdahale etmeyeceğim Firuze," dedi açıkça. Yüzüm buruştu.
"Şimdikilere müdahale ettin mi anne?" diye sordum. "Senin gözünün önünde benim omzum ikinci kez dikişlik oldu daha geçen gün, buna bile engel olmadın sen. Bana bu konuda yardım etmemekten mi bahsediyorsun. Ah anne... Ne yaparım ben senin yardımın olmadan?"
Gerçekleri duymak, o gerçeğin ta kendisi olmaktan daha zor geliyordu benim aileme. Annem hayal kırıklığıyla bana baktı, sonra o kırgınlığı öfkesiyle gizledi. "Bu akşam o yemeğe katılmazsan bu kez ortalığı kızıştıran ben olacağım. Bilgin olsun!" dedi kapıyı çarpıp çıkmadan önce. Anneme yakışan da tam olarak buydu zaten. Kendine ne yakıştıysa onu yaptı.
***
Üzerimde ince boğazlı siyah bir kazak, altımda üst bacağımı saran siyah kumaş bir pantolon vardı. Annemin deyişiyle rezalet olan kombinimi ben sıradan diye açıklardım ve gelen insanlar için daha fazla hazırlanamazdım. Babamın giydiğim kıyafetlere karşı kısa bir bakışı vardı yalnızca. Oldukça küçümseyen ama bu hareketimin altındaki anlamı tekte yakaladığını belli eden bir bakıştı bu. Yorum yapma tenezzülüne girmemişti. Anneme de bırak ne yaparsa yapsın demişti kabaca. Bu şekilde kıyafetlerim daha fazla tartışılmadan görmezden gelinmişti.
Şimdi yemek sofrasında karşımda Alparslan vardı, annesi milim kaymamış ve aynı yerlerden özenle kıvrılmış eşarbını insanları inceledikçe düzeltiyor gibi yapıyordu ve çaprazımda oturuyordu. Fazlasıyla güler ve temiz yüzlü bir kadındı ama üstenci tavırlarını benden gizlemesi mümkün değildi. Gözleri içten içe insanları yargılamak için dolanıyordu etrafta ama bunları burada söylemeyecek eve saklayacak kadar da kendini biliyordu. Mesela kendisi bonesine kadar bir takım çekmişken üstüne, topuklu ayakkabıları üzerinde oldukça asil dururken beni yalnızca bir kez süzmüştü ve ben yine de anlamıştım. Dönüş yolunda özensizliğimden bahsedecekti.
İnsanları korkunç derecede iyi sentezlerdim.
"Bana korkutucu geliyor çıkan sesler sanki bu defa farklı," dedi annem ellerini çenesinin altında birleştirmişken.
"Farklı gelen nedir Aylin Hanım?" dedi Alparslan. Üzerinde lacivert bir takım elbise vardı. Tek bir ütü çizgisi bile yoktu, yeni tıraş ettiği sakalları, özenli duran saçlarıyla karşımda oturuyordu. Henüz rahatsız olduğum ne bir bakışı ne de bir sözü vardı ama yine de benim derdim zaten bu masada oturmaktı.
"Aynı anda yükseliyor isyan sesleri. Kopuk kopuk değiller. Bilemiyorum işte Alparslan, geçmişte yaşanılanlar o kadar uzağımızda değil. Asıl siz nasıl bu kadar rahatsınız ben anlayamıyorum," dedi annem. Benim gündemimde olmayan konular muhtemelen onların tek gündemiydi. Babamın davadan adını temize çıkarmış olması ülke genelinde bir infial yaratmıştı. Tam da annemin dediği gibi ülkenin dört bir yanından isyan ve sokak çağrısı yapılıyordu. Bu yanıp sönecek bir har mıydı yoksa, yanıp tutuşacak bir kor muydu bilmiyordum ve ilgilenmiyordum da. Tek bildiğim insanlar haklıydı. Atılan manşetleri görüyordum. Bu bağırış boşa değildi.
"Havlayan köpek ısırmaz," dedi, bu masada bu cümleyi kuracak tek kişi vardı. Bülent'ten başka kim böyle terbiyesizleşebilirdi ki? Annem boğazını temizledi ve oğluna baktı. "Yani süslü cümleler kurmak siyasetin içinde olmayanların işidir. Biz bizeyiz burada, herkes aynı şeyi düşünüyor ama tabi siyasetin içinde olmayanlar dilerse süslü cümleler kurabilir. Kadınlar da var masada hoşlarına gider elbet."
Seviyesini konuştukça düşürüyordu. Bomboş baktım ona. Aklınca Alparslan'ı yermeye çalışıyordu siyaset dışı diyerek ama bilmiyordu ki kendini küçük düşürüyordu. Kaile ebetteki alınmadı. Hatta söylediğinin ne kadar boş olduğu hiçbir şey yapılmadan anlatıldı ona. "O zaman süslü cümleler kurmak bana düşüyor hanımlar, izninizle," dedi ve Bülent'e üstünkörü bir bakış attı ama o aptalın anlamadığına emindim. "Aslında sol aynı sol," dedi ama onu da dinlemek gibi bir isteğim yoktu. Gözlerimi tabağıma diktim. Kendime söz vermiştim, konuşmayacaktım, muhabbeti uzatmayacaktım ki yemek faslı uzamasın ve bittiği gibi kalkıp en azından odama gidebileyim herhangi bir bahaneyle.
"Aynı çapsızlık, aynı kuru gürültü. Sadece artık medya gücü var. Günümüz Türkiye'sinde gerek internet gerek televizyon, artan kanal sayıları, haber bültenleri, gazeteler... Sadece sesleri maalesef ki bizlere kadar geliyor. Eskiden olsa evde yemek masasında konuşulacak kadar kulaktan kulağa yayılmazdı. Bu da gelişen teknolojinin dezavantajı diyelim ama elbette ki korkmayalım. Çünkü biz biliyoruz ki," dedi ve babama baktı. İkisinin de yüzünde korkunç bir gülümseme oluştu ve hafifçe kafalarını salladılar.
Alparslan Yiğit babama çok benziyordu ve uygun koşullar altında ikinci bir Atilla Akın olmaya çok müsaitti. Midem bulandı.
"Bizim karşımızda rakip bile yok, ancak düşman var ve bizimle kıyaslanacak güçte değiller."
Babamla bu benzerlikleri bu denli gözüme batmasa, öfke şahlanmasa içimde suskunluğumu ebediyete kadar değil ama sofra sonuna kadar koruyacaktım ama hiddetime yenildim.
"Sizin karşınızda halk var, farkında mısınız?" dedim ve tüm dikkatleri üzerime çektim. Dünya tam olarak böyle bir yerdi işte. Fiziksel görünüşümüzle dikkat çekmek için elimizden geleni yapardık ama aslolan fikirlerimizdi. Tüm dikkat ve dikkatsizliği dudaklarımızdan dökülecek kelimeler sağlıyordu.
"Korkmayın bu kadar, halk. Düşman değil."
Alparslan'ın gözleri ilk kez bu denli net beni buldu ve hafif bir tebessüm kondurdu yüzüne. Tıpkı babam gibi. Babamın bu yaşlarında yoktum ama sanki varmış gibi onu babamın gençliğine benzetiyordum. "İzniniz olursa Firuze Hanım, bize silah doğrultanlara düşman diyelim."
"İznim yok," dedim kaşlarımı kaldırıp. Gülümseyerek kurmaya çalıştığı üstünlüğe noksanlığımla yanıt veriyordum. Ben babam değildim, hatta öyle ki ben babamın kızı da değildim. "Gerçek bir lider kaosa dahil olmaz, kaosu çözüme kavuşturur," önce babama sonra babamdan hallice Alparslan'ın babasına baktım. "O yüzden yönettiğiniz halkın önemli bir kısmı sizi lider olarak değil diktatör olarak görüyor. Öyle ki gelecekte liderlik düşünenler de babalarının peşinden gitmeye devam ederse onların da namı değişmeyecek."
Önce Bülent'e sonra Alparslan'a baktım. İşin doğrusu Bülent'ten hiçbir halt olmazdı. Babam siyaset sahnesinden çekildiği an onun da adı sanı silinecekti. Babam da bunu farkındaydı. Siyaset öyle bir yerdi ki iyi tarafı da kötü tarafı da cesaret istiyordu.
Korkak adamlarsa hiçbir noktasında barınamazdı. Bülent korkak bir adamdı.
"Başladı yine ressam hanım," dedi korkağın teki. "Elinin boyasıyla bilmediğin meseleler hakkında konuşmamayı bir türlü öğrenemedin,"
"Bir saniye bir saniye," dedi Alparslan ve elini hafifçe havalandırdı. "Lütfen Firuze'yi dinlemek istiyorum. Masamızda yanlış anlamadıysam bir," dedi ve durdu. Bu cümleyi masadaki herkes hain diye tamamlardı. Bu kelimeyi duymaya da epey alışıktım. Bekledim ama gelmedi. "Karşıt görüşlü var," dedi oldukça profesyonel davranarak. Onlardan olduğunu gizlemek istiyordu. "Bazen karşındakine de kulak vermelisin ki, doğrunu yanlışını daha iyi görebilesin. Ben devam etmek istiyorum bu sohbete, lütfen."
"Etrafınız karşıt görüşlü kaynıyor, az önce düşman diye tanımladınız hepsini. Neden onlara kulak vermiyorsun? Ben karşıt görüşlüysem onlar neden değil?"
"Beni eleştirecek insan benim donanımıma yakın olmalı çünkü," dedi açıkça ve kendini tamamen belli etti. Dilediği kadar onlardan sıyrılmaya çalışsa da Alparslan küçük Atilla'ydı.
"Aynı donanımı sizi destekleyenlerde de arıyor musun?" diye sordum. Cevap vermedi. "Ya da eğitim bu kadar önemliyse, benden daha donanımlı gazetecilerin sesini kesmeyerek başlayabilirsiniz karşıt görüş dinlemeye. Tutuklu gazetecilere mikrofon uzatmak da bir seçenek?"
"Hak eden hak ettiği yerde," dedi Alparslan'ın babası. Damarlarına bastım galiba, hepsi gerildi.
"Bence kimse hak ettiği yerde değil Orhan Bey."
"Firuze bu tarz cümleler sadece bizi değil adalet sistemimizi de zan altında bırakır,"
"Adalet sistemi?" dedim kaşlarımı kaldırırken. Babama baktım. "Var mı baba böyle bir sistem yoksa siz katledeli epey oldu mu?"
Alparslan'a geri döndüm. "Sen de biliyorsun ki bu katli direkt olarak bizim bab..."
"Firuze susmanı istiyorum," dedi babam sert bir sesle. Buraya kadar direnmesi bile şaşırtıcıydı.
"Ben de yemeğe devam etmek istemiyorum," dedim. Eğer ki kalkmamı isteyecekse benim de söyleyecek başka bir şeyim kalmazdı zaten değil mi?
"Hep böyleler!" Annemin şen sesi tüm havayı değiştirmek içindi ama sadece absürt durdu. Neredeyse kahkaha atacaktı ama tümüyle strestendi. "İnanabiliyor musun Mahide? Hep böyleler! Firuze gerçek bir sanatçı. Bu karşı gelişi bundan. Daima bir şeylere itiraz etmeli ve daima aksini savunmalı. Bu onları çok besliyor. Çatışma hali daima olmalı ki üretebilsinler. Zor oldu ama artık alıştım. Bir siyaset adamı ve bir sanat kadını arasında yıprandım ama alıştım."
Mahide Hanım'ın zarif kahkahasına baktım. İkisi de ortamı yumuşatmak istiyordu ama ben ortamı yumuşatmak değil terk etmek istiyordum. Olan şey buydu.
"Çok zor, Firuze çok keskin bir dile sahip," dedi annesi. Bunları öyle bir iyi niyetle söylüyordu da sanki karşısındaki karşılık veremiyordu. "İlerideki eşine sabırlar diliyorum." bunu söylerken kesinlikle oğluna bakmadı, sesinde ima da yoktu, her bir şeyden habersiz gibi, laf arasında söyledi. Gülümseyerek ona baktım.
"Konunun muhatabı burada olmadığı için yorum yapamıyorum," dedim Alparslan'ın bana baktığını bile bile. Benden hoşlandığını düşünmüyordum hatta benden etkilenmiyordu bile. Sadece beni kendine yakıştırıyordu. Hepsi buydu. Bahsettiği donanım, eğitim... Tek dertleri bunlardı. Sevmek sevilmek ya da aşık olmak. Böyle güzel duygular için fazla hırslılardı. Onların tek derdi yanlarına yakışmalarıydı.
"Her neyse konumuza dönmemiz gerekirse," dedim ama izin verilmedi. Annem "Getirdiğiniz çiçeklere bayıldım, yeniden teşekkür ederim," dedi. Ödü kopuyordu babamla birbirimize gireceğiz diye.
"Alpaslan özel olarak hazırlattı," dedi annesi.
"Onlara çok iyi bakacağım," dedi annem Alparslan'a bakarken. "Ben çiçeklere bayılırım. Bahçemden de belli olduğu üzere benim için çok kıymetliler."
Konu oralardan buralara nasıl gelmişti? Daha mantıklı bir geçiş mi yoktu? Gerçekten annemin çiçek bahçesini mi konuşacaktık? Gözlerimi devirdim ve boşluğa baktım.
"Senin evine seneler önce ilk kez geldiğimde de dürüst olayım imrenmiştim. Diğer evinizden bahsediyorum. Hayran olunmayacak gibi değildi."
Ağzıma birkaç lokma bir şey sıkıştırmak istiyordum ama her şey gözüme dünyanın en lezzetsiz yiyeceği gibi geliyordu. Hiçbir şeyden biraz peynir ve domatesli ekmek arasının ya da o ton balıklı sandviçin tadını alamıyordum. Ecevit benden tatları mı çalıyordu yoksa yeniden tat almamı mı sağlıyordu emin değildim.
"Ah o eski bahçem... İçinde olmayan çiçek yoktu. O dönem çok iyi bir bahçıvan çalışıyordu yanımızda, en olmadık çiçekleri bile yaşatabiliyordu. Şimdi o kadar çeşit yok maalesef, eksem de solup gidiyorlar."
Elimdeki çatal ucundaki yemek parçalarıyla oynuyordu. Bu sohbet ne kadar ileri giderse gitsin hiç dikkatimi çekmez sanıyordum. Bir ampul, günlerdir aradığım bir ışık ya da ışıltı. Gözlerim daldığı yerde geçmişe doğru gitti. Annemin bahçesini hatırladım. Söylediklerinden eksik kalır yanı yoktu. Sonra o her şeyi bilen çiçekçi amcayı.
"Kemal amca mı?" diye sorarken buldum kendimi. Geçmiş bir ip söküğü gibiydi. Her şey birbirine bağlıydı. Kemal amcayı görünce o bahçede zaman zaman Hüseyin amcayla sohbet edişleri geldi aklıma. Devam etti ip sökülmeye, Ecevit gittikten sonra hayatımdan çıkan parçalardan biri de o bahçıvandı. Bir kez eve geldiğini anımsıyordum ama bu hayal miydi emin değildim? Kalbim hızlandı, annem "Evet oydu ismi." dediğinde daha da heyecanlandım. Heyecanımı gizlemem gerekiyordu ama içimde bir atlı koşturuyor Ecevit'e haber vermek için kendiyle yarışıyordu.
Bir süre sessizce durdum. İnsanların sohbeti derinleştikçe ben de cesaret buldum ve elim usulca telefona gitti. Ecevit'e mesaj attım hızla.
Sanırım bir şey buldum, görüşmemiz lazım.
Benim görüşmekten kastım, yüz yüzeydi. Telefonu masaya koyduğum gibi çalmasını ve orta yerde Ecevit'in ismini görmeyi beklemiyordum. Elim hızla ekrana kapandı ve sesi kıssam da tam karşımda oturan Alparslan'ın bakışlarından kaçamadım. Muhtemelen gördü kim olduğunu.
"Müsaadenizle," dedim. "Açmam gerekiyor," annemler dikkat çekmemek için peşimden gelmezlerdi ama yine de uzaklaşabildiğim kadar uzaklaştım onlardan. Ben gidene kadar telefon kapandı ama bu kez ben aradım. Hemen başında olmalı ki hızla açtı.
"Ne buldun?"
"Şu an evdeyim. Görüşelim mi hemen? Mantıklı mı emin değilim ama aklıma biri geldi. Neredesin şu an?"
"Kim geldi aklına?" dedi sabırsızca.
"Yarım saate atölyede olurum," dedim. Ev uzun uzun konuşabileceğim bir yer değildi. "Olur mu senin için?"
"Çıkıyorum, oyalanma sen de," dedi ve başka bir şey demeden kapattık telefonu. Bir şekilde güzel bir emrivakiyle çıkacaktım evden. Misafirlerin yanında beni kolumdan sürükleyemezlerdi. Sonrasında bu emrivaki nasıl dönerdi bana bilmiyordum ama çıkışımı sağlaması yeterdi şimdi bana.
Arkamı hızla döndüğümde planladığım şey hızlı adımlardı, bir duvara çarpar gibi bir insana çarpmayı beklemiyordum. Ellerim karşındaki adamın omuz hizasında havalandı çarpıştığım ve kim olduğunu anladığım gibi Alparslan'dan hızla uzaklaştım.
"Sen benim peşimden mi geldin?" dedim şaşkınca. Bu ne cüretti?
"Yalnızca yolumu şaşırdım."
"Alparslan," dedim ne diyeceğimi bilmezken. "Tuvaletse aradığın üst katta."
"O adam mıydı arayan?"
"Bak Alparslan sana sadece iki konuda uyarıda bulunacağım. Birincisi misafir gidilen evde ev sahibinin peşinden her yere gidilmez ikincisi de bir daha sakın bana kişisel sorular sormaya kalkışma."
Aramıza açtığım mesafeyi bir adım kadar kapattı ve gözlerimin içine baktı.
"O adamın sana, ailene zarar vereceğini biliyorsun değil mi?"
"Sen beni duymuyor musun?"
"Sen gerçekleri görmüyor musun?"
"Seni ilgilendirmez!"
En son Ecevit'i şahsi meselesi haline getirdiğini açık açık söylemişti bana. O günden bugüne çok şey araştırmış olmalı ki şimdi bunları öne sürüyordu.
"Anlıyor musun? Seni ilgilendirmez. Ecevit'in üzerinden elini ayağını çekeceksin Alparslan."
"Elim ayağım o adamın üzerinde değil zaten, benim elim ayağım senin üzerinde. Seni uyarıyorum, dikkat edersen henüz onu uyardığım aşamaya geçmedim."
"Sen hangi sıfatla bana bu cümleleri kuruyorsun?"
"Sıfata ihtiyaç duymuyorum," dedi küçük Atilla. Yüzümü buruşturdum ve ona baktım. Burada harcadığım bu vakit Ecevit'e söylediğim vakitten yiyordu. Bir an önce gitmem gerekiyordu. Yüzümdeki o tiksinti ifadesiyle uzaklaştım ondan. Çantamı ve kabanımı alıp öyle yemek masasına geri gittim.
"Çok özür dileyerek söylemeliyim ki gitmem gerekiyor," dedim sahte bir üzüntüyle. "Yakın bir arkadaşım beni bekliyor. İyi değil sanırım, sizlere afiyet olsun," dedim ve cevapları almadan koşturarak çıkmak istedim. Bülent ayaklandı yerinden ve "Nereye gidiyorsun?" diye sordu açıkça. "Ben bırakırım hangi arkadaşınsa."
Sanırım hiçbir ihtimal, hiçbir cümle ya da engel oluş çabası beni bu kadar korkutamazdı. Onlarla kavga etmeye direnip öyle çıkmaya hazırdım ama Bülent'in bu teklifine hazır değildim.
"Gerek yok," dedim hızla. "Misafirlerimize ayıp olmasın. Ben kendim giderim."
"Ben kimseye ayıp olacağını düşünmüyorum, hem ben kardeşime bu kadar telaşlıyken araba kullandırtmam."
Ayaklandığı an, ne yapacağımı şaşırdım. Beni o götüremezdi. Dilim damağım kurudu saniyeler içinde. Ne yapacağımı bilemedim bir an. Anneme bakmak istedim, sanki o yardım edermiş gibi. Olmadık insanlardan medet umuyordum, ummadık insanlar konuşuyordu.
"Bülent haklı," dedi arka tarafımdan Alparslan. "Çok telaşlısın, araba kullanman sağlıklı bir karar değil ama benim de çıkmam gerekiyor izninizle. Yolumun üzerinden bırakırım seni istersen," dedi ve masaya döndü. "Kusura bakmayın, erteleyemeyeceğim biri aradı. Kendisiyle görüşmem gerekecek."
"Hilal'e mi bir şey oldu?" dedi annem. Herkes aynı anda sorularıyla üzerime gelmeye başladı. Bülent ayaklandı, toparlanmaya başladı. Alparslan'la göz göze geldim.
"Tamam ben Alparslan'la çıkıyorum," dedim ve tüm kargaşayı tek cümleyle sonlandırdım.
İkimizin de sessiz olduğu kısa bir yolculuk Bülent'le yapacağım tüm yolculuklardan iyiydi. Atölyenin sokağına girdiğim andan beri arabasına yaslanmış ve beni bekleyen Ecevit'i görmüştüm ve elbette o da bizi. Tarif ettiğim yerde durduğunda Alparslan çantamı taktım koluma.
"Bülent seni getirseydi ne olacaktı?" diye sordu ben inmeden. Ecevit'e bakıyordu camın arkasından. Ecevit'in de ona baktığını biliyordum.
"Bülent'in beni getirmesine izin vermezdim."
"Çünkü o kız kardeşini korumaya çalışıyor. Görüyorum ki haklı. Kendime susmam için baskı uyguluyorum şimdi ama ne yapmalı bilmiyorum. Kendi ellerimle seni ona getirdim. Şimdi ailene ne demeli?"
"Beni tehdit mi ediyorsun?"
Şimdi o evden çıkmış olmak yetiyordu bana. Bundan sonra gidip istediğine istediğini anlatabilirdi.
"Asla," dedi. "Seni ben getirdim çünkü bu adamdan zarar gördüğünde beni arayabil diye. Görüyorum ki aileni arama..."
"Alparslan teşekkür ederim bıraktığın için, sağ ol. Beni abimle uğraştırmadın. Bu iyiliğini unutmamaya çalışacağım. İyi akşamlar."
Araçtan hızla indim ve arkama bir kez olsun bakmadan Ecevit'e doğru ilerlemeye başladım. Ben arkamı dönmedim Ecevit ise gözlerini bir kez almadı oradan. Alparslan fenerleri yaktı ve Ecevit'in yüzünü aydınlattı saniyeler boyunca.
"Ecevit," dedim.
"Yeni şoförün mü?" diye sordu.
"Köşeye sıkıştırdılar beni. Bülent bırakmak için ısrar edince o girdi..."
"Bunları dinleyecek vaktim yok Firuze," dedi ve atölyeye doğru yürümeye başladı. "Sik kırığına sigortasını yaptın mı diyecektim. Açıklama boşuna bana, hadi. Konuşacaklarımız var. Hadi acele et," dedi ve atölye bahçesinden girdi.
***
"Bu muydu?" sesindeki boşluk beni hayal kırıklığına uğratmadı ama gözümde bir yanıp bir sönen ışığı söndürmek üzereydi.
"Ecevit hemen kestirip atma."
"Bahsettiğin adamın babamla konuşmuşluğu bile iki elin parmağını geçmez. Neyi kestirip atmayayım? Ulan ben de bir şey buldun sandım."
"Bu adam siz gittikten sonra işi bıraktı," dedim bastıra bastıra. Elimdeki en kuvvetli sebep buydu, Ecevit'i ikna edemese de beni ediyordu. "Kim bırakır Ecevit? Çok rahat, çok güzel bir işi vardı ve Atilla Akın'ın evinde çalışıyordu. Sizden sonra sadece bir kere geldiğini hatırlıyorum. Geldi babamla konuştu ve gitti belki de. Adamın babana ve sana inandığını ve bu vicdan azabıyla bizimle çalışmaya devam etmek istemeyeceğini düşünemiyor musun?"
"Kendi ağzınla söylüyorsun! Niye ahbaplığı olmayan insanlar için gül gibi işini bıraksın. Belki taşındı adam o yüzden çıktı?"
"Çünkü insandı," dedim açıkça. Ecevit onlara insaniyet gösterilmesini hiç kabullenmeyecekti sanırım ama vardı bu ihtimal. "Bir çocuğa ve bir babaya neler yapıldığını gördü. Babam geriye kalan her ihtimalde bu adamı kalmaya ikna ederdi. Annemin gözde çalışanıydı, tüm çiçekleri soldu. Bu bile babam için yeterli bir sebep. Ecevit sonuca o kadar odaklısın ki nedenlerle ilgilenmiyorsun," dedim. Ne zamandandır kardeşini arıyordu ne kadar ileri gitmişti bilmiyordum ama sonuca ulaşamıyordu çünkü sonuçtan başka bir şey düşünmüyordu.
"Çünkü beni sadece sonuç ilgilendiriyor. Ulan kardeşim yok, kardeşim! Onu arıyorum! Elin bahçıvanının bana ne faydası olacak?"
"Ya olursa?" dedim küçücük bir umutla. "Bunun peşinden gitmeye değmez mi? Bu adam o olaydan hemen sonra evden ayrıldı," dedim yeniden. "Sizin için. Tek mantıklı sebep o geliyor. Sonra da dönmedi hiç, başka bir sebep olsa dönerdi. Ecevit küçücük bile bir ihtimalin peşinden gitmek seni kardeşine geciktirmeyecek," dedim. Korkusunu biliyordum. O söylemese de biliyordum. Hedeften uzaklaşmak istemiyordu, kardeşinden uzaklaşmaktan çekiniyordu. "Bu adamı bulup o ihtimalin peşinden gideceğiz," dedim. Gözlerime baktı. Bu kez hemen itiraz etmedi çünkü biliyordu eli bomboştu, o küçük ihtimallerden bile yoktu.
Günlerimiz o adamın peşini sürmekle geçti. Üç farklı ev gezdik, önceki kiracısı, sahibi, komşusu olduğunu öğrendik ama ne zamanki Ecevit gerçekten aramaya başladı, asıldı bu işe bulduk. Bu kez emindik kapısında dikildiğimiz evin.
"Burası mı?" dedim önüne dikildiğimiz evin kapı numarasına bakarken.
"Burası," dedi Ecevit. Müstakil, küçük bir bahçesi olan, kendi halinde bir evdi. Bahçede ağaç yoktu ama yaprakları dökülmüş çıplak fideler vardı. Siyah işlemeli bir kapısı vardı, dış kapıda bir zil yoktu, bahçenin içi de işlemelerinin arasında gözüküyordu. Ben yerimde duruyordum, ilk cesur adım Ecevit'ten geldi. Bizi tanıyacaklar mıydı, kabul edecekler miydi bunu bile bilmiyorduk. Sadece bize kapı aralayacak herhangi bir adımın peşinden gidiyorduk. Ecevit geçip gittiği kapıyı arkasından açık bıraktı ve birkaç saniye sonra ben de o kapıdan geçtim. Zili çalmak için benim gelmemi bekledi. Bir kez göz göze geldik, çantamın kulpunu daha sıkı tuttum. İçimde çok huzursuz bir şey vardı. Adını bile koyamıyordum ondan ancak şey diye bahsediyordum. Bu şey, çok fena şeylere sebep olacaktı sanki.
Kapı zilini çaldı ve elini çekti, gözlerimizi kapıdan ayırmıyorduk.
Saniyeler sonra kapının açılacağına dair ilk sesler geldi kapının ardından. Kalbim hızla atıyor, ellerim titremiyor aksine yapıştığı dokuyu parçalayacak kadar sertleşiyordu adeta. Kapı açıldığında benim yaşlarımda bir kadınla göz göze geldik. Ne o bizi ne de biz onu tanıdık.
"Buyurun?" dedi bize bakarak.
"Merhaba," dedi önce Ecevit. "Burası Kemal Şener'in evi mi?"
Kadının gözleri Ecevit'e bakarken biraz küçüldü ama hayır çıkaramıyordu bizi. Belki de hiç tanımıyordu bilmiyordum. "Evet babam olur kendisi, siz kimsiniz?"
Babam olur kendisi... Kemal amca evde kalmazdı yalnızca gelip işini yapıp giderdi. Bir kızı var mıydı? Hayal meyal bir şeyler geliyordu aklıma. Sanırım birkaç kez getirmişti kızını ama anımız olmayacak olacak ki adına ya da bir başka şeye karşı anımsadığım bir şey yoktu.
"Kendisi evde mi?" diye sordu Ecevit. "Evdeyse çağırabilir misiniz?"
Kadın kendi sorusuna yanıt almak istedi ama yine de. Haklıydı, destursuz gelmiş babasını soruyorduk. "Kimsiniz siz? Babamı nereden tanıyorsunuz, neden görmek ist..."
"Kim gelmiş Yağmur?"
Biz çocuklar birbirimizi tanımayacak kadar çok büyümüştük ama yetişkinler yalnızca beyaz telleri ve kırışıklıkları sayesinde tanınıyorlardı. Rastgele bir sokakta görmüş olsam bu sesin sahibini sanırım yine anlardım Kemal amca olduğunu. O bizi gördü ama yüzüne tanıdığına dair herhangi bir ifade çökmedi. Oldukça yaşlanmıştı. Bize adımları fazlasıyla yavaştı. Kızına da verdiği mavi gözleri vardı, onları hatırlıyordum. Beni severdi. Bazen çiçekleri sularken ona yardım ederdim, bazen bahçede ekmek istediğim çiçekleri çizer ona verirdim benzerinden bulsun diye. Bulurdu da.
"Bilmiyorum baba seni soruyorlar. Henüz kim olduklarını söylemediler," dedi. Adam kapıya vardı, kapıdan destek aldı bir an ve kapı pervazına tutundu.
"Buyurun," dedi bize bakarken. Hiçbir şey söylemedim, Ecevit'in konuşmasını bekledim.
"Kemal amca," dedi araya hiçbir resmiyet sokmadan. Adam gözlerini kıstı ve dikkatle Ecevit'i izledi. Çıkarmaya çalışıyordu ama tanıyamazdı biliyordum. Ben tanımadıysam onu tekte kimsenin tanımasına ihtimal vermiyordum. Ecevit'in yüzünde varla yok arasında bir tebessüm belirdi. Hafızamda kalan şey onun da iyi anlaştığıydı Kemal amcayla. "Tanıdın mı beni?"
Adam bir süre sessizce Ecevit'i izledi. Hafızasını zorladı ve tam da tahmin ettiğim gibi bulamadı. Başını iki yana salladı. "Tanıyamadım evlat."
Burada belki de mühim olan adamın vereceği tepkilerdi ama ben gözlerimi Ecevit'ten alamadım. Geçmişe dair her şeye büyük bir öfke duyan adamın, geçmişe ait bir şeye ilk kez öfkeli olmadığını görüyordum. Belki yüzünde aradığım bir iz vardı, onu yalnızca Ecevit olarak görmek istiyordum, oyun arkadaşımı anımsamak istiyordum. Onu çok özlemiştim, söyleyecek tek bir kimsem bile yoktu. "Ecevit ben," dedi titrek bir sesle. Belki de bu titremeyi benden başkası fark etmedi. Herkes bu yaşını kabul edebilirdi ama on yaşına dair her hissini yalnızca yakinen ben bilirdim. Ecevit bile unutmuştu kendini ama ben biraz olsun unutmamıştım.
Zorlukla adamın yüzüne baktım. Biraz geciktim ama tüm hisleri öyle ağır aksak ilerliyordu ki yüzünde, ilk tepkisiydi belki de bu gördüğüm. Adeta titredi yerinde, dakikalarca sabit duramayacak kadar yaşlıydı, duyduğu cümle ona daha çok dengesini kaybettirdi. Kızı bile öylesine şaşırdı ki kapıdaki yabancıya çok geç tutabildi babasını. Adam titreyen kirpiklerini kırpıştırdı, son nefeste gibi "Ecevit," dedi. Sesinde bir acı yumağı vardı. Feryat figan söyledi Ecevit'in ismini. Yetmedi tekrar etti. "Ecevit," dedi. Yaşlı gözleri sulandı, bedeni titremeye başladığında elini Ecevit'e doğru uzatmaya çalıştı ve Ecevit hızla uzandı. "Ecevit Tarhan mı?"
"Benim," dedi. "Ali Ecevit Tarhan." Ben hatırlatmayana kadar böyle bir adamın varlığını anımsamasa da geçmişten öfke duymadığı bir adamı görmek, ona seslenmek Ecevit'in sesinin tonuna kadar değişikliğe sebep oldu. Genç kadınla göz göze geldik. Büyük bir şaşkınlıkla Ecevit'e bakıyordu o da. Sanki Ecevit bu evde sık sık yâd edilen, anımsanan ve özlenen bir isimdi. O isim ölmüş gibi bahsediyorlardı ondan ve o kişi şimdi tam karşılarındaydı.
"Ecevit oğlum," dedi ve yaşlanmış gözlerden gözyaşının ne kadar hızlı aktığına şahit oldum. Babamın ağladığını bir kez olsun görmemiştim, babam bu adam kadar yaşlı da değildi ama yine de yaş almış gözlerin gözyaşları daha çabuk akıyordu. Bunu görmüştüm. Ecevit'i yıllardır görmediği bir oğlunun gelişi gibi karşıladı. Bunu ne ben ne de Ecevit bekliyorduk. Ecevit elini öpmeye kalkıştı ama Kemal amca izin vermedi. Bir babanın oğlunun saçlarını sevdiği gibi Ecevit'in saçlarını okşadı, onu bağrına bastı. "Ne çok aradım seni," dedi. "Ne çok bulmak istedim."
Ecevit kaybolmamıştı ama hepimiz onu aramıştık.
"Geldim, buradayım artık."
"Hoş geldin... İyi ki geldin, şükürler olsun ölmeden bir kez gördüm seni."
Ecevit'in elini sıkıca tutmuştu, gözleri arkalarında kalan bana kaydı. "Buyurun geçin içeri. Kalmayın kapıda," dedi ve hızla kapıyı daha çok açtı bize. "Bu hanım kızımız kim?"
Babamın omzumda bir apolet misali taşımamı düşündüğü soyadım ve onun kızı oluşum beni çoğu zaman öylesine yerin dibine sokuyordu ki adımı söylemeye bile utanıyordum. Bir yüzsüz gibi Ecevit'ten bekledim bunu ama yapmadı. Konuşmayı öğrenmemiş bir çocuk gibi susamazdım elbette konuşmam gerekiyordu. Hiç seçmediğim ailemin yükünü çekmeye ben çok alışmıştım zaten.
"Kemal amca," dedim. Alacağım tepkinin hiç iyi bir şey olduğunu sanmıyordum ama bey demedim. Çünkü bu adam benim için de Ecevit için de küçüklüğümüzün Kemal amcasıydı. "Benim, Firuze."
Bu isim bazen bir saygıyı getiriyordu, bazen öfkeyi, bazen nefreti, bazen sevgiyi. İçimde yalnızca Firuze olamamanın bir acısı vardı. Ölüp gidecektim ama adımdan sonra gelen Akın soyadını silemeyecektim. Ben söylemesem de duyulacaktı. Ben söylemesem de insanların duygularını değiştirecekti. Yirmi beş yaşındaydım, küçükken benimle oyunlar oynayan, en sevdiğim oyun arkadaşım dışında kimse yoktu beni yalnızca Firuze olarak gören, sadece Firuze gibi bakan. Şimdi o çocuk büyümüştü artık o da bakmıyordu, kapıdaki adam da bakmıyordu.
Gözleri öfke kustu, nefret konuştu. Hiçbir şey söylemeden beni yerin dibine doğru bastırmaya başladı. "Senin ne işin var benim kapımda?" diye bağırdı. Titreyen eli hiddetle havalandı. Yarım adım geri gittim istemsizce. Küçükken ona çizip verdiğim bütün çiçek resimlerinin üstü karalanmaya başladı içimde. Benden herkes nefret ediyordu. Bu nefretin başını yine ben çekiyorum. Bunlar öylesine bakışlardı ki yedi yaşındaki Firuze resimlerin üstünü karalarken, ki bu bir güzel anının daha eksilmesiydi, öl Firuze dedim. Öl, bak bil bu kadar nefretle yaşanmaz. Öl!
Üzerime doğru yürümeye çalıştı bir yarım adım daha uzağa gittim. Bir adım uzaklaşmıyordum çünkü beni çok iteceklerdi. Her itişte bir adım gidersem Ecevit'ten uzaklaşırdım biliyordum. Başımı yere eğdim, ihtiyar adamın yüzüne bakamadım, yine koca ailenin yükünü tek başına sırtladım. "Ne yüzle geldin sen benim kapıma? Defol!" bedeninin aksine sesi çok kuvvetliydi. Beni, bana doğru yürüyerek itiyordu. İkinci kez "Defol..." derken o adımlarının önüne Ecevit'in eli geçti ve "Kemal amca," dedi. "Benimle geldi."
O sesin nasıl kesildiğini, o gözlerin Ecevit'e nasıl büyük bir hayal kırıklığıyla baktığını biliyordum. İnsanlar Ecevit'e benim yüzümden hayal kırıklığıyla bakıyordu. Beni yanına yanaştırmamış olan adamın yanında yürümeme bile tahammül edemiyorlardı ve içimde korkunç bir fısıltı haksızlar mı diyordu. Haksızlar mı Firuze? Söyle, haksızlar mı?
Adamın dudaklarından acı dolu bir nida koptu, ilk gözyaşım yere damladı. "Ecevit..." dedi feryat figan. "Sen kimlerle berabersin Ecevit? Kimleri aldın yanına?"
Adam varlığıma en az benim kadar isyan ediyordu. Ecevit benim konumumu elbet unutmamıştı ama belki de ilk kez kendisi dışında biri böylesine hatırlatıyordu. Yerin dibindeydim, nefes alamıyordum, kendimi açıklayamıyordum. Bu adamın canı Ecevit ve ailesi için de yanıyor olabilirdi, benim babam bu adama da kötü şeyler yapmış olabilirdi. Her şey mümkündü. Bu öfke bana fazla gelmedi, çok alışıktım ama Ecevit'in yanında çok zor geldi. Ölmeyi kaldırmaya tercih ederdim ama kaldırmaktan başka çarem yoktu.
"Ben kimseyle beraber değilim," dedi Ecevit. Bunu sanki biraz da kendisine söylüyordu ama hiç şüpheye düşmemeliydi. Bizim yan yana yürüyor oluşumuz bile yol arkadaşı olduğumuz anlamına gelmiyordu. İçini rahat tutsaydı, ben yerimi çok net görüyordum ve ona biraz olsun kızmıyordum. "Ama seninle konuşmam gerekenler var ve onun da burada olması en doğrusu. İzin ver girelim."
"O alçağın kızını evime mi alayım?"
"Kemal amca biraz olsun hatırım varsa izin ver girelim," dedi Ecevit. Gitmem gerekiyordu ama yerimden kıpırdamıyordum. O kapıdan geçmek istiyordum, göreceğim muameleye rağmen bir köşede oturmak istiyor ve bir şeyler duymak istiyordum. Başımı kaldırdım. Bir kez de ben rica edecektim, hangi yüzle ya da cesaretle bilmiyordum ama ben de kuracaktım birkaç cümle. Babasının koluna girmiş kadın "Baba," dedi ama. "Kapıya kadar gelmişler, girsinler," dedi. Babası kızına baktı, bari sen yapma der gibi. Kızı Yağmur ısrarcı oldu, "Ecevit geldi," dedi babasının gözlerinin içine bakarken. Önemli olanın bu olduğunu vurguluyordu. Belki babası bu anı çok beklemişti, benim için bu anın bozulmaması gerektiğini savunuyordu. "İzin verelim gelsinler. Hadi baba, daha fazla kalma ayakta."
Adam başını iki yana sallaya sallaya, büyük bir hayal kırıklığıyla arkasını döndü ve yavaş adımlarla yeniden yürümeye başladı. Yıkılmışlığını beden dilinden bile rahatça okuyabiliyordum. Varlığım Ecevit'in varlığını bile kamçılamıştı. Böyle berbat bir var oluş mümkün olabilir miydi? Benimle beraber oluyordu. Yağmur babasının arkasından baktı bir süre ve sonra bize döndü. Önce Ecevit'e baktı ve gülümsedi. "Hoş geldin," dedi. "Ne diyeceğimi bilmiyorum inan... Babam seni çok bekledi, çok aradı. Hoş geldin," diye yeniledi. Gözlerinin içi gülüyordu bunları söylerken.
Ecevit selamını başıyla aldı yalnızca, başka bir şey söylemedi. Muhtemelen içeri girmeyi düşünüyordu yalnızca, şimdi tek umurunda olan buydu.
"Bilmiyorum hatırlıyor musun beni ama ben hatırlıyorum seni biraz. Beraber babama saksı taşıyorduk," diye devam etti Yağmur. Ecevit'in derdinin ne çok uzağında kalıyor bunlar diye düşünüyorken Ecevit'in sesini duydum.
"Hatırlıyorum Yağmur,"
Sanırım böylesine istenmediğim bir yerde, daha ağır bir hisle tanışmam, daha çok canım yanmaz ve kalbim böylesine sağanak bir yağışın altında kalmaz sandım. Başım ilk kez Ecevit'e kalktı ve ona baktım. Hatırlıyordu. Bir tek bana dair şeyleri hatırlamıyordu. Evimize arada sırada girip çıkan ve hiçbir şeyi unutmayan benim bile zorlukla anımsadığım o küçük kızı, yıllarını geçirdiği diğer küçük kızdan daha çok hatırlıyordu. Burada olma amacım, hedefim, merakım... Her şey içimde en geriye itildi bir an sadece hayal kırıklığı hissettim. Korkunç bir hayal kırıklığı. Akşam günceme bu anı şöyle özetleyecektim; hayal kırıklığından ölünebilse o an ölürdüm.
Yağmur, "Çok sevindim," dedi ve bana dönmese, konuşmasa bu hayal kırıklığının elinden can verecektim. "Firuze," dedi ve kapıyı daha çok araladı. "Gel lütfen, babam..." dedi ve kelimeleri yarım kaldı. "Sadece... Beklemiyordu. Gel, hoş geldin sen de."
Burayı girmem için izin isteyen Ecevit'ten daha sıcak bir karşılamaydı ama canım o kadar yanıyordu ki gülümseyemedim. Göz pınarlarımı sildim sadece, "Teşekkür ederim," dedim yalnızca. Önden Ecevit girdi, peşinden girdim ve Yağmur ikimizin de önüne geçti. Onun adımlarını takip ettik. Eski model koltukların olduğu antika bir evdi. Oldukça temiz ve topluydu, her şey nizami şekilde yerinde duruyordu. Beyaz tül, işlemeli perdeler çekiliydi, pencerenin yanında küçük bir kitaplık vardı. Yerde kırmızı işlemeli bir halı vardı. Modern modadan hiç etkilenmemiş geçmişi içinde taşıyordu. Böyle yerleri çok severdim normalde. Şimdi dikkatimi bile çekmedi. Kemal amca tek kişilik bir koltuğa oturmuştu, baş köşedeydi. Yüzümüze bakmıyordu. İkili bir koltuk vardı, bir ucuna Ecevit oturdu ve elini bastırdı yanına. Sanırım diğer ucuna oturmamı bekledi ama elinin hemen yanına oturdum.
Aramızda bir karış mesafe vardı ve ben bu karışları hiç bitiremeyecektim.
Kısa bir an oturduğum yere baktı sonra önüne döndü. "Ben hemen içecek bir şeyler getireyim size, çay mı içmek istersiniz kahve mi?"
Dişlerimi sıktım, andan tamamen koptum ve orta sehpaya baktım. Yalvarıyorum çay isteme. "Zahmet etme," dedi Ecevit. Kahve istemesinin bir farkı var mıydı? Yoktu. O gün yaptığım şey kahve de olsa, kahveyi dökecekti ama bunu içimdeki yedi yaşındaki Firuze'ye anlatamazdım. Sadece Ecevit çay istemesin diye yalvarıyordu.
"Olur mu öyle şey? Ne zahmeti? Açsanız, yiyecek bir şeyler de ind..."
"Çay kâfi."
Sağanak yağış doluya dönüştü, kalbimden seken dolu taneleri göğüs kafesime çarpıyordu. Nefes alamadım. Elim kolyeme gitti, kutup yıldızının sivri uçlarını parmaklarıma batırdım. Acıyı hissetmiyordum. Bana soran Yağmur'a zorlukla "Su yeterli," dedim parmak uçlarımı kanatacak kadar sapladım. Ecevit, Kemal amcayla konuşuyordu ama duysam da anlamıyordum. Toparlan Firuze. Toparlan. Buraya gelmenin bir amacı var. Şimdi toparlan, sırası değil.
"Nasılsın Kemal amca?"
"Gördüğün gibi," dedi adam. Artık bizi karşıladığı gibi değildi. Benim varlığım tüm özlemini çalmıştı sanki ondan. "Sen nasılsın?"
"Gördüğün gibi," dedi Ecevit aynı şekilde. "İyi gördüm seni," Kemal amca, dayanamadı baktı Ecevit'e.
"Yaşlı bir adam ne kadar iyi olursa o kadar iyiyim," dedi. Onu sebepsizce anladım. Halbuki yaşlı değildim, belki de insanlar benim için gençliğinin baharında derdi ama yine de çok iyi anladım onu. Ecevit'i izlerken "Koca adam olmuşsun," dedi. Sanki dönüp dönmeyeceği belli olmadan savaşa gönderdiği oğlunu hiç beklemediği bir anda görmüştü. Umudu kesmişti, belki savaş bitmişti, belki kaybetmişlerdi ve oğlunun yokluğuna alışmıştı
"Yaş otuz oldu," dedi Ecevit.
"Oldu mu o kadar?" diye sordu biraz şaşırdı. Otuz... Değildi.
"Yok daha yirmi sekiz. Düz hesap söyledim."
Düz hesap söylememişti. Ona baktım. Büyütüldüğü yaşı söylemişti. Gülümsüyordu bunu söylerken. Acı çekip çekmediğini bile anlamıyordum. Kemal amcaya baktım. Anlamaz sandım ama sanırım anladı. Başı hafifçe sağa doğru yattı, kaşlarını çattı ama kızgın değildi, çok üzgündü görebiliyordum. "Düz hesap söylenir mi oğlum yaş?"
"Senin yaşın kaç oldu?"
"Altmış üç," dedi Kemal amca.
"Düz altmış beş işte," dedi gülümseyerek. Hiç fark etmeden iki yaş mı ekliyordu herkese yoksa bu bir tesadüf müydü?
"Deme işte onu," dedi Kemal amca. Gerisini ne ben ne de Ecevit tahmin ediyorduk. Ecevit'in yüzündeki alay dolu gülümseme yerle bir oldu. "Baban o iki yılı geri almak için çok çabaladı zamanında,"
Nutkumuz tutuldu, alaşağı etti tek bir cümle bizi. Ecevit'in içindeki zelzele benim de şehrimde yıkıntıya sebep oldu. O çoğu şeyde yüzüne yerleştirdiği gülümseme yok oldu. Oğlunu gönderdiği savaştan yenilgi haberi geldi sanki ve onlarca eve ölü bedenler önce matemler ulaştı. Yediği darbeyi sindiremedi, Kemal amcaya baktı. "Sen," dedi sönük bir sesle. "Babamla pek yakın değildin," dedi. Belki de onun aklına asla bu adamın gelmemesinin sebebi buydu. Onların hiçbir yakınlığı yoktu. Kemal amca çok kendi halinde bir adamdı, gelirdi işini yapar hemen giderdi. Babamla bile pek muhatap olmazdı.
Yaşlı adam başını salladı. "Kötü gün dostuymuşuz biz," dedi. "Birbirimizin iyi gününü pek bilmeyiz." Nasıl bir samimiyet oluştuysa aralarında, Ecevit'ten sonra oluşmuştu. Ecevit başını salladı hafifçe. "Anladım," dedi yalnızca. Sonra durdu bir süre ortadaki sehpayı izledi, sanırım bunu duymaya ihtiyaç duydu. "Çok mu uğraştı iki yaş için?" diye sordu. Kemal amcanın yüzündeki kırışıklıklar derinleşti. Başını ağır ağır iki yana salladı.
"Bir insan evladı ne kadar uğraşabilirse," dedi zorlukla. "o daha da fazlası kadar uğraştı. Her ihtimalin peşinden gitti. Her cezayı göze aldı. Kim umut verdiyse iyi kötü ayırt etmeden peşine düştü. Kanun dinlemedi emir dinledi. Kanunsuz emre uymanın suç olduğunu, babana suç işlete işlete öğrettiler. Neden? Oğlunun iki yılını almak için."
Kanunsuz emre uymanın suç olduğunu, babana suç işlete işlete öğrettiler... Yutkundum.
Yağmur elinde bir tepsiyle girdi içeri. Dört bardak çay vardı üstünde. Bir de su. Benim önüme çayla beraber suyu da koydu. Ecevit'in önüne konulan çaya baktım. Kimse uzanmadı gelen bardaklara Yağmur sessizce bir köşeye oturdu, ortamdaki ağırlığı hissetti sanırım hiçbir şey söylemedi. Bir süre hiçbirimiz konuşmadan sadece boşluğu izledik.
"Kemal amca benim öyle lafı çok uzatmak gibi bir amacım yok," dedi. Dirseklerini dizlerine bastırmış, parmaklarını birbirine geçirmişti. "Ben kardeşimi arıyorum," dedi sonra Ecevit hiç uzatmadan. "Melike'yi hatırlıyor musun?" adamın acısından sonra şaşkınlığını sezdim. Muhtemeldir ki o da öldüğünü düşünüyordu ama yine de başını salladı.
"Hatırlamaz olur muyum?" dedi sonra gözlerini kaçırdı. Emin oldum, evet o da öldüğünü düşünüyordu. "Ama..."
"Öldü deme," dedi Ecevit ona izin vermeden.
"Öldü," dedi ama o. Ecevit öfkelenmedi ama isyan etti adeta. Ağzından dökülen nidada yalnızca acı vardı. Başını iki yana salladı ve tavana baktı. Âdem elması defalarca kez gidip geldi aynı hizada. Bağırıp çağırmadı bu kez, isyan etti, kızdı.
"Mezarını gördün mü?" dedi. Babamın söylediği geldi aklıma. Çünkü babasının cenazesine katıldı ama kardeşinin cenazesine katılmadı demişti. Babama zerre güvenmiyordum ama Melike'nin yaşadığından ben de emin olamıyordum. Ya da yaşamama ihtimali beni öylesine korkutuyordu ki umut edemiyordum.
"Ecevit bak oğlum," dedi adam ve biraz daha döndü Ecevit'e. "Bu yaşına kadar getirmişsin kendini, ne zorluklardan geçtiğini ben hayal bile edemem ama senin canını yakacak tek söz etmek bile ist..."
"Kemal amca ben buraya senin halini hatırını sormaya gelmedim," sert değildi, yalnızca derdini anlatmaya çalışıyordu. "Benim kimsenin haliyle vaktiyle ilgilenecek ne vaktim ne halim var. O yüzden senden ricam ne biliyorsan ne düşünüyorsan söyle. Beni üzmek üzmemek... Bunlara bakma. Bana olan olmuş," dedi. Yenilmişti, bunu kabullenmişti. Hayata yenilmişti Ecevit. Belki babama ya da bir başkasına değil ama hayata yenilmişti. "O yüzden duygularını bir köşeye koy, bana yardım edebileceksen et. Edemeyeceksen, ben çayını içip kalkayım."
Kemal amca sessiz kaldıkça, yardım için geldiğimiz ilk kapının kapandığını hissediyordum. O kadar uzun süre sessiz kaldı ki Ecevit de sanırım anlayacağını anladı. Çayına uzandı ve büyük bir yudum aldı. Yutkundum ama anda kalmayı başardım. İkinci yudumu alacaktı ve kalkacaktık biliyordum ama cümleler ikinci yudumdan önce geldi.
"Ne duydun ne öğrendin şimdiye kadar da böyle bir şüpheye kapıldın?"
Ecevit ikinci yudumu almadı ve Kemal amcaya bakarak çay bardağını geri koydu.
"Kardeşimin öldüğüne dair hiçbir belge yok," dedi ellerini yeniden birleştirirken. "Ne bir hastane kaydı ne bir ölüm belgesi ne bir mezar taşı. Yok. Aradım taradım. Babam öldükten sonra ona dair bir şey yok. Daha bebekti babam öldüğünde, eğer ki ölseydi elbet bir mezarı olur..."
"Kimsesizler mezarlığına baktın mı?"
Canını yakmaktan kaçtığı cümleyi kurdu ama yine böylesine açıkça kurulmamalıydı bu cümle. Ecevit'in hâlâ bir kalbi vardı, inkâr etse de atıyordu ve kabul etmese de hassasiyetleri vardı. Benim bile kulaklarımı tıkamak istediğim bu cümle ona ne yapardı?
Ecevit'i sökerdi, Ecevit'i dikerdi.
Ölümün bile adaletsiz olduğunu kimsesizler mezarlığı anlatırdı. Herkesin bir annesi babası yok muydu? Kim vardı ki denizden çıkan, gökyüzünden düşen? Kimsesizler mezarlığı da ne demekti? Kişi ancak ailesini istemiyorsa kişi eğer ailesinden nefret ediyorsa kendisi seçmeliydi bunu ölmeden. Kimsesizlik ancak kişinin tercihine bırakılmalıydı, kimsesizler mezarlığının ismi değişmeli kendini bir yere ait hissetmeyenler mezarlığı olmalıydı ve bebekler oraya gömülmemeliydi.
Melike bir bebekti ve orada olmamalıydı.
"Benim kardeşim kimsesiz değildi ki," dedi Ecevit çaresizce. Gözlerimi yere indirdim. Yaşlarım akmaya başladı, boğazıma ince teller dolanıyordu. Nefesimin kesildiğini hissettim.
"Senin kardeşini kimsesiz bıraktılar ama," Bu uyarıyı daha öncesinde verdiği için belki dur durak vermeden devam etti Kemal amca. "Sen babanın nasıl öldüğünü biliyor musun?" diye sordu. Dudaklarımı ısırdım, gelecek her şeyden ölesiye korkuyordum.
"Kalp krizi," dedi Ecevit, benimle aynı cevabı sesli dile getirirken. Sesi titriyordu. Kalbinin olmadığını iddia eden adamların da kalbi titrerdi. Ecevit'in kalbi titriyordu.
"Ecevit git bildiklerinle kendine yeni bir hayat kur oğlum, babanın hatırın..."
"Babam nasıl öldü?"
Ensemden kaynar sular süzülüyordu. Parmaklarımı içe doğru büktüm korkuyla. Kemal amca yeniden sessizliğe gömüldü. "Ölüm raporuna baktım ben. Kalp krizi yazıyordu. Nasıl öldü benim babam?" son soruyu bastıra bastıra defalarca kez sordu. Kemal amca cevap verene kadar kendiyle beraber bu soruyu yerden yere vurdu.
"Baban zar zor inşatta bir iş bulmuştu senden sonra geçinebilmek, kızına bakabilmek için. Hiçbir yer kabul etmiyordu babanı. Kabul eden de vazgeçiyordu. Buna sebep olanların Allah gani gani belasını versin," derken ilk kez bana baktı. Gözlerimi kaçırdım hızla. Buradaki özne benim babamdı. "Ancak sigortasız, üç kuruşa amelelik buldu. Ne bir baret ne bir ip ne bir eldiven çalıştı aylarca bir ekmek, bir litre süt için," dedi ve sonra yine uzun uzun sessizleşti.
Bir litre süt ve bir ekmek. Gönlünün zenginliğiyle anımsadığım adamın muhtaç olduğu iki besin, canımı ne kadar yakabildiyse o kadar yakmaya başladı.
"Sonra?" dedi Ecevit. Ara vermeksizin duymak istiyordu.
"Bir gün bir telefon geldi bana, baban. Düşmüş, çok yüksekten değil ama çok tehlikeli bir yere. Uzun kalın bir demir, babanı kötürüm bıraktı," dedi. Bahsi geçen uzun kalın bir demir saplandı sanki kalbime. Ağzımdan çıkacak olan sesi dudaklarımı ağzıma örterek kapattım. Kemal amca devam etti. "Bir hastane kaydı bulabildin mi bu konuyla alakalı?"
Ecevit'e bakacak cesaretim yoktu. Ailemin ailesini nasıl yok ettiğini dinliyordum. Beden diliyle yanıtladı sanırım, sesini çıkaramadı.
"Bulamazsın ne babanın sigortası vardı ne de babanı kabul edecek bir hastane. Mimledir oğlum senin aileni bu ülkede. Mimlediler Ecevit. Bir tanıdık doktor bulduk da benim kimliğimle yaptık işlemlerini yalvar yakar, bir metre demir girmişti babanın bacağına. Kimse dönüp bakmadı adama, niye? Oğlu vatan haini diye. On yaşında çocuğu hain, babasını haini yetiştirici bellediler."
Adamın cümleleri zihnime bir fırçanın kılları gibi çarpıyordu, bir tablo çiziyordu ve Hüseyin amcanın o halini kanlı canlı görebiliyordum. Ellerimde işlediğimiz bir cinayetin kanı vardı. Akın ailesindeki tek katil Bülent değildi. Bülent bir kişiyi öldürmüştü biz bir aileyi öldürmüştük. O kötürüm kalan adamın gideceği yolları hep çiçekli çizerdim. Çünkü o tek başına savaşırdı, tek başına uğraşırdı ve tek başına bakardı çocuklarına. O adam gerçek bir baba kavramıydı ve yürüdüğü yollar çiçekli olmalıydı, kötürüm geçilen hangi yolun çiçeği bir anlam ifade edebilirdi?
"Tek bacakla hem kızına bakmaya çalıştı aylarca hem de bir umut hapishane yolunda gitti geldi. Bir gün vazgeçmedi, senin babanı copla dövdüler Ecevit. Bu kansızlar yüzünden," dedi ve beni işaret etti. Benim çocuk olmam, okumayı yazmayı bile henüz tam olarak bilmemem neyi değiştiriyordu ki? Zamanında Ecevit de çocuktu, zamanında Ecevit'in suçlu olduğu ihtimalde bile babası suçsuzdu ve zamanında Melike de bir bebekti. Beni onlardan ayıran neydi? Bana duyulan her merhamet Hüseyin amcaya da Melike'ye ihanet değil miydi? Şayet Melike öldüyse ruhu çökmeyecek miydi ensemize? Ben daha bebektim demeyecek miydi? Beni bu nefretin dışında ne tutacaktı? Hangi kuvvet? Akın olmam mı? Ant içerdim ki derimi yüzerek kurtulabilseydim o soy isimden, derimi bizzat ben yüzerdim.
Ben merhameti hak etmiyordum, Ecevit'i hak etmiyordum ve içimdeki yedi yaşındaki Firuze de beni hak etmiyordu. Benim hak ettiğim tek bir şey vardı. İçimden durmaksızın bana fısıldanıyordu.
"O yine de vazgeçmedi sizden. Benim hayatımda gördüğüm en onurlu adamdı senin baban! En sefil ölümü yaşadı! Dünyanın en onurlu adamını sefalet içinde ölüme terk ettiler! Engel olamadım. Bir tedavi çok görüldü senin babana!" eli havalanıyordu hiddetle sallanıyordu. İsyan ediyordu. "Senin baban tanıdığım en vatansever adamdı, iki çocuğu vardı. İkisi de öğretmen olsun, insan yetiştirsin bu vatana isterdi. Ne oldu? Bir evladının gençliğini çürüttüler hapishane köşelerinde, bir evladını kimsesizlikten öldürdüler. Melike şayet öldüyse, kimsesizlikle öldü!"
Nefes nefeseydi. Sadece o değil. Onunki şiddetli konuşmaktandı. Ya bizimki? Tırnaklarımı bacaklarıma batırıyordum, başımı dik tutamıyordum. Ben ailemle beraber bir gece ansızın yok olmak istiyordum.
"Git önce kimsesizler mezarlığında ara kardeşini! Bulamazsan yaşadığına dua et. Ortadan yok oldu kardeşin. Ulaşamadım, bulamadım, bu yaşımda vicdan azabı kaldı bana. Organ kaçakçıların mı eline düştü, dilendirenlerin mi yoksa bir hastalığa mı kapıldı? Senin kardeşine sahip çıkmama bile izin verilmedi. Git ara ama tek başına ara, hainleri takma peşine."
Ecevit'e tehdit olarak kalkmıyordu eli ama bana tehdit olarak kalktı. "Takma! Aileni yok ettiler. Yediden yetmişe hepsi aynı bunların. Dostunu düşmanını karıştırma. On yaşından değilsin sen, bu kız düşmanın kızı!" üzerime yıkılan tavanın altında can çekişiyordu bedenim. Adama bakıyordum ağlıyordum, sesimi çıkaramıyordum. Yaşlı adamın nefes alış verişleri bozuldu, rengi morarmaya başladı ama ölüme giderken bile bir insanın öfke kusacağı bir insandım ben. Bunu kabulleniyordum. "Avucunuza aldığını her şeyi yok ettiniz," dedi. "Senin o baban yanarak can versin," dedi. "Önce bu aileyi şimdi ülkeyi yok edeceksiniz," dedi. Konuştukça kendini kaybetmeye başladı. Yağmur'un sesini duymaya başladım. Dehşetle girdi araya.
"Lütfen gidin," dedi babasının yakasını gevşetirken. Yerimden kıpırdayamıyordum, gömülmüştüm adeta kıpırdamıyordum. Ecevit kolumdan tutmasa ben orada o adamın beni öldürmesini beklerdim. Kolum Ecevit'in elindeydi. Savurmadı beni adımları çünkü o da yavaş yürüyordu. Kapıyı açtı, çıktık evden. Çıktığımız an kolumu bıraktı. Gerisindeydim, ne yaptığını görebiliyordum. Hayır ne yapamadığını görebiliyordum. Bahçe kapısından birkaç sarsak adımla çıktı. Ayakları tutmuyordu adeta. Yönsüz kaldı, evsizler gibi. Nereye gideceğini bilemedi, biraz döndü olduğu yerde sonra kaldırdı kafasını gökyüzüne. Yağmur çiseliyordu benim göz yaşlarımdan yavaş akıyordu ama Ecevit'in yüzüne düşüyordu. Gözleri kapalıydı, çektiği acı fiziksel gibi yüzü kasılmıştı. Kalbi ağrıyordu, tanıyordum bu ifadeyi.
Ne bir adım geriye gittim ne bir adım geri. Özür dileyemedim, teselli edemedim ya da adını söyleyemedim. Kamburu çıkmıştı, nefes almıyor, hareket etmiyordu.
"Git Firuze," dedi ansızın. Gözlerini açmadı, sadece bunu istedi benden. Şimdi bir ayna uzatsalar bana kendimi görmemek için yüz parçaya ayırırdım onu. Beni görmek istemiyordu onu anlıyordum ama gitmeyi istemeyecek kadar da bencildim.
"Ecevit," demek istedim ama tekrar etti harflerin ortasında.
"Firuze git," dedi. Tuttuğu nefesi, suyun altından çıkmış gibi geri aldı, acı onun boynunu büküyordu görüyordum. "Oooof!" diye bağırdı yolun orta yerinde. Ağzımdan kaçan hıçkırığa engel olamadım. "Ooof," dedi defalarca kez. Şakaklarına vurdu, kalbine vurdu. "ne yaptılar benim aileme?"
Ali Ecevit Tarhan ağıt yakıyordu, ayakta kalacak kuvveti kalmadı, geçti bir köşeye kaldırıma çöktü. Yağmur hızlandı ama yine de gözyaşlarımı geçemedi. Gök gürüldedi ama yine de Ecevit'in ağıtını gerisinde bırakamadı.



Kime üzüleceğimi şaşırdın
Bence firuzenin kardesi inci aslinda melike
Bu bölüme kalp dayanmadı
Uçurtmayı Sevmek'e bölüm gelmeyecek mi?
Ağlıyorum zalımın kızı nasıl yazdın bunu