top of page

X- “evi terk etmek zorunda bırakılan taraf, evi terk etmiş sayılmaz”

  • Yazarın fotoğrafı: Dilan Durmaz
    Dilan Durmaz
  • 11 May
  • 34 dakikada okunur

“İnci şu an hiç müsait değilim,” dedim ve hızla kapatmak için an kolladım. Telefonun ötesinden böylesine hıçkırıklar duymasam, hiçbir kuvvet beni durduramaz ve bu telefonu açık tutamazdı.


“Ab… abla…”


“Ne oldu?” dedim korkuyla. Defalarca kez abla demeye çalıştı ama yapamadı. Öylesine şiddetli ağlıyordu ki dört harfi bile birleştiremiyordu.

“İnci sakin ol!” dedim yüksek sesle. Ellerim soğudu, sesim yükselince dönüp baktı Ecevit bana. “Sakin ol, tane tane anlat bana. Sakin ol, hadi İnci’m.”


“Abla… B-babam. Keskin… Abla… Keskin nişancı… Babam İstanbul’da…”


“İnci sakin ol! Ne oldu babama?”


“Mitingdeydi babam. İstanbul’da. Vurulmuş, vurmuşlar babamı. Abla babamı,” Ansızın İnci’nin sesine bir mikrofona söylenen sözler karıştı, hatta bastırdı. Ecevit’le göz göze geldim. Gazetecinin sesini o kargaşada ayırt edebiliyordum. “Ulusal Mutabakat Partisi Grup Başkan Vekili Atilla Akın, parti genel başkanıyla katıldığı İstanbul mitinginde hain bir saldırıya uğradı. Keskin bir nişancının kurşunlarının kurbanı olan Atilla Akın en yakın hastaneye kaldırıldı. Ülkenin dört bir yanında günlerdir süren eylemlerin ardından yaşanan suikastta şüpheler tek bir yöne çevrildi.”


Babam, suikast, Umap, Atilla Akın, keskin nişancı… Kelimeler parça pinçik değil, tümüyle bir bütün olarak, bir spikerin kusursuz hitabetinden dökülüyor aksine zihnim parçalıyordu. Ecevit’le göz gözeydim, tıpkı İnci gibi benim de kelimelerim cümlelere ulaşmadı dağıldı. “İnci,” dedim zorlukla. Elimi ritmik şekilde üzerime sürmeye başladım. “Öldü mü?” Bu düşünülerek sorulmuş bir soru kesinlikle değildi. Bu tümüyle zihnimin süzmeden, ayıklamadan, korkuyla sorduğu ilk soruydu. Çünkü bir siyasetçinin kızı olmak, suikast girişimlerinin zamanında nasıl başarıya ulaştığını da bilmekti.


İnci’nin çığlığını duydum. Bu attığım soruya bir cevap mıydı? Eğer bir cevapsa, bunun kelime karşılığı hayır olabilir miydi? “Hayır hayır hayır…” diye sayıkladım. “Hayır, Allah’ım hayır!” Dört dönüyordum, karşıdan gelecek tek bir hayır kelimesini bekliyordum. Kargaşa benim sesimi yok ediyordu. Defalarca kez orada olduğumu hatırlattım. “İnci,” dedim. “Anne,” dedim. “Bülent,” dedim. Bana kim cevap verebilecekse onun adını sayıkladım. Bir taziye evinin ilk günü gibiydi. Sadece ağıt duyuyordum adeta. Telefondan gelen sesler kesildi. Başımı diken diken batan şeyler düşüncelerdi. Nefes alamadığımı hissediyordum. Elim yakama yapıştı, üzerimdeki kumaşı üzerimden almak ister gibi çekiştirdim.


Annemi aradım. Açmadı.


İnci’yi yeniden aradım. Açmadı.


Bülent’i aradım. Açmadı.


Babamı bile aradım. Öldüğünden korkmuyor gibi, yine onu arama ihtiyacı duydum. Açmadı.

“Açsanıza!” dedim nefes nefese. Bir sokak arasındaydık. Cadde neredeydi? Taksiyi nereden bulacaktım? “Gitmem lazım,” diye sayıkladım. “Gitmem lazım benim.” Ecevit’e baktım çaresizce. “Babam vurulmuş… Mitingdeydi. Keskin nişancı babamı vurmuş. Ecevit gitmem lazım.”


Sesim titriyor, bedenim titriyor ve bu cümlelerim karşımda hiçbir karşılık bulmuyordu. Ecevit boş gözlerle beni izliyordu. Bu söylediklerim elbette ki onda bir karşılık bulmayacaktı. Bu çırpınışım tümüyle yanlış olanaydı. Günler önce onu öldürmek isteyen bir adamın ölüm ihtimaline nasıl üzülebilir, benim endişemi paylaşabilirdi ki? Saçlarımı çekiştirdim. Taksi nereden bulacaktım? Ya öldüyse? Ona defalarca kez cehennem çağrısı yaptım. Ama ya öldüyse? Bu çağrıyı yapışım ölmesini dilemek değildi. Ya öldüyse? Ölmeseydi. Ölmesini istemiyordum. Her şeye rağmen, herkese rağmen yine de ölmesini istemiyordum. Ölüm daima kendimi içinde düşündüğüm bir eylem, bir başkasını içine almayı kabul edeceğim bir eylem değil.


“Taksi nereden bulacağım?” Bir ileri gittim bir geri. Cadde hangi kısımda kalıyor? Ya öldüyse? Ölmesin. “Taksi durağı nerede? Caddeye nereden çıktık? Öldü mü babam?” dedim ve son cümle nefesimi kesti. Ofladım acıyla. Kulaklarım yanıyor, ellerim terliyordu. Katlarca giyinmişim gibi hissediyorum. Rastgele bir yön seçtim. Yolun sonu elbet bir taksiye çıkardı.


“Firuze,” Duymak ve dinlemek aynı şey değil. Daha da hızlandı adımlarım. Ya öldüyse? Arkam insanlara dönük olduğunda dudaklarım inceldi, kaşlarım büküldü ve gözlerim sulandı. Nefes nefese yürüyordum, koşacaktım belki de.


“Firuze!” Bu kez dinledim de. Arkamı döndüm. Saçlarım havalandı, düzensizce ortalığa döküldü. Arabayı işaret etti. “Bin.”


“Ne?”


“Arabaya bin hadi, cadde uzakta kaldı.”


“Ecevit,” dedim. Öylesine hızlı yürüyordum ki aramıza çokça mesafe açılmıştı. “Ecevit bunu yapmak zorunda değilsin,” diyebildim arabaya koşarken.


“Zorunda olduğum için yapmıyorum zaten, bin.” dedi. Belki de cümlesi tamamlanmadan arabaya bindim. Kemerimi bağlamadım. Yeniden telefonu açtım. Annemden başladım, sırayla herkesi aradım. Açan yoktu. Bir kişi bile görmedi, duymadı, açmadı, dönmedi. Dakikalarca denedim. Sesli mesajlar bıraktım. Arabanın içindeydim ama sanki koşarak gidiyordum. Nefes nefese yola baktım. Dakikalar geçiyordu. Soluklarım düzene girmiyordu. Ecevit hemen yanımda araba sürüyordu. Konuşamıyordum, dönüp sorular soramıyordum. Sadece diken üstünde bekliyordum. Belki de o babamın ölmesini isteyen ilk kişiydi. Ona kızmıyordum ama ona dönemiyordum. Dakikalar geçiyordu, kimse beni aramıyordu.


“Ağlayabilirsin,” dedi hiç beklemediğim anda. Dudaklarım aralıktı, zorlukla nefes alıyordum. Ona baktım, çeneme baktığında çenemin titrediğini fark ettim. “Ağlamak istiyorsan ağla,” dedi. Konuşamıyordum, dönüp sorular soramıyordum ve ağlayamıyordum.


Utancımdan onun yanında ağlayamıyordum bile. Ağlayacağımı anladığım ilk an önüme döndüm. Elimi yüzüme kapattım. Hıçkıra hıçkıra, o izin verdiği an, sanki ağlamak gibi bir eylem için bile onun iznine ihtiyacım varmış gibi ağlamaya başladım. Ölmüş müydü? Babam ölmüş müydü? Oturduğum yerde dizlerime doğru eğildim, dirseklerimi dizlerime bastırdım. Hıçkırarak ağladım neredeyse.


“Babanın ölmesi için can atıyorum sanıyorsan yanılıyorsun,” dedi. “Babanın ölmesini kesinlikle istemem. İnan hiç işim yaramaz bu.” Belki bu cümlenin altında, belki fazlalıktı, iyi niyetten uzak anlamlar yatıyordu ama yine de beni çok şiddetli ağlattı. Babamla olan davasında daha kazanan olmamıştı, canının acısını geçirememişti ve daha da önemlisi Melike’yi bile bulmamıştı. İkimizin de istediği şey tümüyle farklı sebeplerden ortaktı. Telefonumun sesini duymayana kadar ağlamam dinmedi. Sessizleşti ama bitmedi. İç geçirmelere dönüştü. Babam ölmüş müydü?


Eğildiğim yerden kalktım, ıslak gözlerimle ekrana bakmaya çalıştım. Kirpiklerim birbirine girmişti, harfler darmadağındı. Birkaç saniye sonra okuyabildim.


Alparslan Yiğit arıyor.


Belki de babam hakkında bana en sağlıklı bilgiyi verecek kişiydi. Babam evde kalp krizi geçirmemişti. Babam bir mitingin orta yerinde silahlı saldırıya uğramıştı. İşin içinde olan insanlar aradığım insanlardan daha hakimdi olana bitene. “Alparslan,” dedim hızla telefonu kulağıma yaslayıp.


“Firuze neredesin?”


“Babam nasıl?”


“Neredesin? Bana adres at, gelip alayım seni.”


“Babam nasıl? Kimseye ulaşamıyorum. Babam nasıl?”


“Nerede olduğunu söyle, sakin ol Firu…”


“Öldü mü?” diye bağırdım. Kimse kibar sorulardan anlamıyordu ve kimse beni duymuyordu. “Cevap versene! Öldü mü? Babam öldü mü?”


“Hayır hayır!” dedi hızla. “Kimden duydun Firuze bunu? Ölmedi baban! Hiçbir habere inanma, hepsi asparagas. Ölmedi baban. Hastanede şu an. Sen neredesin? Sakin ol. Araba kullanıyorsan dikkatli ol, bana nerede olduğ…”


“Bana yalan söyleme!”


Kendimi hazırladığım bir ölümün ısrarı mıydı bu yoksa kimsenin bana doğruyu söyleyeceğine mi inanmıyordum? “Yemin ederim sana yalan söylemiyorum. Firuze, hadi söyle neredeysen. Geleyim seni alayım. Hepimiz şu an evdeyiz.”


“Tamam,” dedim gözlerimi silerken. Babam ölmemişti. Galiba. Kandırılmıyorsam, yalanlarla uyutulmuyorsam babam ölmemişti. “Ben de geliyorum, az kaldı.”


İtirazların fırsat vermedim. Kapattım telefonu. Soluklanmak istedim yapamadım. Camı açtım usulca. Parmak uçlarım saç derime baskı uygularken. “Ölmemiş,” dedim. Rüzgâr yüzüme çarpıyordu. Ecevit’in bu bilgiye ihtiyacı var mıydı bilmiyordum ama ona söylemek istedim. Çünkü Firuze, her koşulda her iyi ve her kötü haberi Ecevit’e söylemek isterdi. Ecevit cevap vermedi. Soru sormadı. Ona sarılmak istedim bir an. Sarılamadım. Araba kullandığı için değil ama sarılamadım işte. Rüzgâra döndüm yüzümü. Eve varana kadar da saçlarım Ecevit’e doğru savruldu. Kapının önündeki gazeteci yığınını gördüm. Acıyla sızlandım. Kalabalığa yaklaştıkça, o kalabalığın korumalar tarafından yarıldığını ve yarığın ortasından geçen bedeni gördüm. Korumalar bir taraftan Alparslan’ı koruyor, bir taraftan birazdan duracak arabayı korumaya çalışıyorlardı. Araba durdu. Alparslan hızla kapımı açtı ama Ecevit’e döndüm.


“Teşekkür ederim,” dedim. Ağlamama izin verdiğin için.


Alparslan elini uzattı bana, “Gel Firuze,” dedi. Ben değil ama Ecevit o ele baktı birkaç saniye. Flaşlar bize doğru patlıyordu. Yarın boy boy Ecevit’le değil ama yine de Alpaslan’la fotoğraflarım yayılacaktı.


“Ara beni,” dedi yalnızca gözlerime bakıp. Başımı salladım. Alparslan’ın elini tutmadım ama yine de arkamdan gelmesini bekledim. Tek eli açtığı kapıyı arabaya bağlayan yerin üstündeydi. Hafif eğdi başını ve Ecevit’e baktı. Koşturarak gitmek istiyordum. Mikrofonlar ve kameralar ağzımın içine girmek üzereydi. Alparslan hiçbir şey söylemeden kafasını salladı ve üst üste elini arabanın tepesinden vurdu. Kapı hâlâ açıktı, Ecevit bunu zerre umursamadan gaza bastı ve arabayı hızla oynattı yerinden. Alparslan kendini geriye doğru atmasa ya savuracak ya da ezilecekti. Ağız dolusu küfrettiğini duydum ama daha fazla durmadım. Korumaların arasından geçmeyi başardım.


Bahçeye inen merdivenleri koştura koştura indim. Kapı bana açıldı, Alparslan birkaç kez bana seslendi ama ben adeta yas tutulan eve girdim. Ayaklarım da ruhum da ilk olarak İnci’yi aradı. O beni daha önce gördü ve “Abla!” dedi oturduğu yerden kalkarken. Hızla birbirimize vardık, sarıp sarmaladım onu. Saçlarını okşadım, sayısız öpücük kondurdum. “Abla babam…”


“Tamam sakin ol, iyi olacak. Sakin ol, hadi. Nefes al,” Öylesine ağlıyordu ki nefes aldığına bile şüphe duyuyordum. Çantamı bıraktım, İnci’yi koltuğa oturttum. Yüzüne yapışan saçlarını ayırdım gözyaşlarını sildim. Çok korkardı, İnci değil büyük bir olayda ufak bir tansiyon yükselmesinde bile söz konusu babasıysa çok korkardı. Bir çocuk gibi saatlerce ağlayabilir, babasına sarılı kalabilirdi. Yaşadığı korku benim tahminimden bile daha fazlaydı. Ona olan teselli cümlelerimi annemi görüşüm böldü.


Dirseklerini dizlerine bastırmış, parmak uçları alnına baskı yapmışken başı eğikti. Bu sabah özenle yaptırdığı fönlü ve uçları hafif maşalı saçları iki yana dökülmüştü, korkunç bir hızla bacağını sallıyordu. “Anne,” dedim daha ona varmadan bedenini nasıl kilitlediğini görürken. İnci’nin önünden kalktım, iki adım ötede annemin önüne çöktüm. Taş kesilmiş vücudunda ilk olarak eline dokundum. Buz gibiydi.


“Anne bana bak,”


Tepki dahi vermedi. Daha tutucu davrandım, iki elimle dokundum. Yüzünü göremedikçe korkuyordum. Annemin kendisi için en tehlikeli hali, bağırıp çağırmadığı, yıkıp dökmediği andı. Biliyordum. Bağırıyordu karşısındakinden çıkarırdı her kötülüğü, sessizse ve kilitlediyse benliğini kendine zarar verirdi. “Anne bana bak,” dedim. Sesim yükseldi, “Anne!” diye bağırdığım an yüzünü elinden kurtarabildim. Göz göze geldiğimizde, büyümüş gözbebekleri ve kasılmış yüzüne baktım. Gözleri doluydu ama yaş akıtmıyordu. Nefes nefeseydi.


“Babam iyi,” dedim. Bundan emin değildim. Ama yine de söyledim. “Duyuyor musun beni? Babam iyi. Nefes al, sıkma kendini.”


“Firuze,” dedi yarım nefeste. Yanağını okşadığım an yaşlar düşmeye başladı gözlerinden. “Firuze çok kötü haberle…”


“Hepsi yalan,” dedim. Alparslan’ın bana doğruyu söylediğini umut ediyordum. “Hepsi yalan anne! İyi babam. Bak bana, nefes al hadi.”


“Bu işi yapmasını istemiyorum,” dedi. Gözyaşları hız kazanan bir yağmur gibi akıyordu gözlerinden. Bu işi yaptığı için ona âşık olduğunu yüzüne vurmadım. Babamın onu zamanında etkileyen gücünün bu işten geldiğini ve bunu istemek için çok geç kaldığını ona söylemedim. Bu gerçeklerin yüzüne çarpılması için doğru zaman değildi. “Bu işi yapmasını istemiyorum!” Sesini bir kaya gibi sert tutmaya çalışıyor ama ağlamasının önüne geçemiyordu. Onu kendimi çektim, başını omzuma bıraktığı an sesli ağlamaya başladı. O sertliği ağladıkça çözüldü, bedeni ağladıkça hafifledi. Bacağını artık titretmiyor, bedenini rahat bırakıyordu.

“Babamı Ankara’ya sevk edecekler. Biz gidene kadar gelecekleri için bekleyeceğiz.”


Bülent’in sesini ilk kez duyduğumda başımı arkaya doğru çevirdim. Alparslan’a bakıyordu. Annemden ayrılırken ayaklandım ve ona doğru yürüdüm. “Nasıl durumu?”


“Teşrif edebildiniz mi Firuze Hanım?” dedi gözlerini bana dikip.


“Durumu nasıl babamın?”


Göz devirdi, başını salladı alttan alttan gülerken. “İyi ilk müdahale yapılmış. Kurşun riskli bir bölgeye denk gelmemiş, buraya sevk edecekler.”


“Neden? Biz gitseydik. Kurşunlanmış bir adamın neden iyileşmeden yerini değiştiriyoruz?”

“Gözümüzün önünde olsun diye. İstanbul güvenli yer değil, burada olacak. Biz buradayız, parti burada, meclis burada.” Alparslan’a baktı. “Doktorla konuştun mu?”


“Konuştum, herkes hazır. Atilla Akın’ı bekliyor hastane.”


“Kim yapmış? Belli mi?” Soracağım sorular karşımda yerine ulaşmıyordu. Bülent benimle gözbağı bile kurmuyordu. “Sana soruyorum Bülent yüzüme bak.”


“Kim yapacak?” diye yükseldi. “O küçük aklın orada burada başkalarıyla dolanacağına durup düşünse bulacak. Bu ülkenin haini mi biter? Yaptı işte alçağın biri!”


Söylediklerini görmezden geldim, kendi soru işaretlerime cevap aradım. “Vuran kişi yakalandı mı?”


“Kaçması mümkün mü?”


“Kaçması mümkün olmayan biri nasıl babama ulaşabiliyor?” Belki de tüm soru buydu. Yalnızca babam değil, partisindeki herkes olağanüstü korunurdu. Halkın içinden verdiği iddia edilen pozlarında bile günler öncesinden hazırlıklar başlardı. Uğrayacağı bir esnafın, bir lokantanın bile günler önceden sicili dökülürdü ortaya. O saatte kimin oraya gideceği, kimlerin fotoğraf çekileceği ayarlanırdı. Durum buyken, her şeyin lehlerine olduğu bir miting alanına eli silahlı biri nasıl girmişti? Sene doksan değildi, bu ülkede çok şey değişmişti. “Soru soruyorum! O miting alanına ülke bu kadar karışıkken o adam nasıl girebiliyor? Üstelik eli silahlı. Güvenlik önlemleri hat safhada, bu nasıl bir açık? Orada kaç bin insan var. Koca parti o miting alanını bu şekilde mi koruyor? Mantıklı değil bu!”


“Ne demek istiyorsun sen?” dedi üstüme doğru bir büyük adım attı. “Ne zırvalıyorsun açık konuşsana!”


“Sen ne anlamak istiyorsun?”


“Ben senin bir hain olduğunu anlıyorum,” dedi. Bu alçakça sığındıkları bir cevaptı. Böyle bir güvenlik zafiyeti orada bir faciaya sebep olabilirdi. Geçmiş örneklerle doluydu. Yalnızca babam değil binlerce insan da o kurşunun önündeydi.


“Bülent cevaplardan kaçma! Senin aklına yatıyor mu bu durum? O adam oraya nasıl girdi? Hiçbiriniz bunu sorgulamıyor musunuz?” Aynı anda Alparslan’a da baktım. Bülent gibi bir aptaldan cevap beklemek bile aptallıktı belki de.

“Araştırıyoruz Firuze, biz de şaşkınız,” dedi sakin bir sesle. Başımı iki yana salladım. Hayır oturmuyordu. Hiçbir şey aklıma yatmıyordu. Kimse benim sorguladıklarımı sorgulamıyor muydu? “Bu hiç mantıklı değil. İstanbul’un göbeğinde. Çatıların üzerinde bile babamı koruyan polisler varken bu hiç mantı…”


“Senin o ufak beyninden geçenleri beyninle beraber dağıtırım!”


İşaretparmağını yüzüme doğru sallarken üstüme yürüdü, Alparslan girmesen araya fiziksel temastan kaçmayacaktı. “Benimle düzgün konuş!”


“Ben senin o sikik aklından ne geçiyor neyi ima ediyorsun anlamıyor muyum?” Alparslan’ı aştım ve tüm kuvvetimle omuzlarından ittim onu.


“Terbiyesiz!” diye bağırdım onu iterken. Ben geri çekilmedim, o geriye gidecekti.


“Düzgün konuş kardeşinle,” dedi aramızdaki adam.


“O düzgün konuşmayı bilmeyen ahlaksızın teki. Herkesin aklına laf eder ama dönüp kendisine bakacak aklı bile yoktur.”


“Seni gebertirim!” Haykırarak üzerime

saldırmaya çalışıyordu. Nasıl oldu da böylesine bir kavgaya tutulduk bilmiyordum. Tek sorduğum o adamın nasıl oraya girdiğiydi.


Ortada bir ima yoktu ama bu imayı yaratan onun bu saldırgan tavrıydı. Buraya gelene kadar düşünmemiştim bile bunu. Bana tek bir mantıklı açıklama yapsa susacaktım. Alparslan tümüyle itti Bülent’i ve benden uzaklaştırdı. “Bak,” dedi tane tane. “Burada üç tane kadın var, hepsinin gözü yaşlı kriz yönetemiyorsan uzaklaş başka yerde erkeklik yap.”


“Ulan sen bunu tanımıyorsun! Sen bu haini tanımıyorsun! Neyi ima ediyor anlamıyorsun!”


“Benim hiçbir şey ima ettiğim yok! Sana insan gibi soru soruyorum ama sen beni kulağınla dinlemiyorsun. Fikrin neyse zikrin de o.”


“Firuze yeter!” Dakikalar önce omzumda ağlayan ve zorlukla sesi çıkan annemin sesi tüm evi inletti. O da Bülent gibi düşünüyor olacak ki kuduz bir köpek gibi davranan Bülent’i uzaklaştırmak yerine bana yöneldi. “Yeter! Sus artık sus! Bıktım! Anlıyor musun? Senin sorularından da, suçlamalarından da bıktım! Sus artık sus!” Ben olduğum yerde duruyordum halbuki ama annemin elleri bana kalktı. Kolumdan tutup ileri doğru itti beni. “Yeter! Bıktım artık! Senden de en olmadık sorularından da bıktım! Durmadan kavga çıkarmandan da bıktım! Canımız burnumuzda ya! Görmüyor musun? Babana ne yaptılar görmüyor musun?” Sorgulamalarım babamla ilgili değildi sanki. Öylesine irileştirmişti ki gözlerini, küçük bir çocuk olsam annemi bir canavar sanır ve çok korkardım.


“Babama ne olduğunu sorguluyorum zaten anne!”


Konuşmama dahi tahammül edemiyordu. Çıldırmış gibi saçlarını çekiştirdi. “Sus diyorum sana!” Tüm sinirini stresini, üzüntüsünü kahrını benden çıkardı. Hunharca itti beni. Sanki saçlarını okşayan ben değilmişim gibi, adımı sayıklamamış gibi davrandı. Beni itmesine daha fazla izin vermedim kendim çıktım. Bahçeye açılan sürgülü kapıyı aştım. Dışarıya attım kendimi. Dört duvardan kurtulduğum gibi gözlerime yükler bindi. Annem içeride delirmiş gibi bağırıyordu. Çimenlerin üzerine kadar yürüdüm, annemin sesinden uzaklaştım. Gökyüzüne baktım. Ant içerdim ki babam için korktuğuma bile inanmıyorlardı. Bana karşı öylesine büyük bir öfke vardı ki içlerinde annem için bile görünmezdim. Babamın biricik kızı değildim biliyordum, babam da benim babacığım değildi. Onu da biliyordum ama sandıkları gibi de değildi.


“Firuze,” dendi ama başımı çevirip bakmadım.


“Annen acısından ne dediğini bilmiyor.”

Gözlerimi kapattım ve başımı indirdim gökyüzünde. Gökyüzü bile umudu temsil etmiyor artık içimde. Bulutlara bakınca kilitli kapılar görüyordum. Nefsimi genişletmiyor, göğsümü daraltıyordu.


“O işler sandığın gibi değil Alparslan.”


Biz iki kardeş aynı adama benzer cümleler kurduk. Bülent ateş püskürüyordu bense alabildiğine boş vermiştim. Beni izliyordu. “Her nasılsa bilmem ama annen seni çok seviyor. Sadece şu an eşi vuruld…”


Annen seni seviyor cümlesi, bana dar gelen gökyüzünün altında önce beni güldürdü sonra ağlatmaya başladı. Sinirlerim bozuldu galiba, başımı eğdim ve parmak uçlarımı gözlerime bastırdım. O işler de sandığı gibi değildi. Biz birbirimizi sevmeyi çok uzun zaman önce bırakmıştık. “Firuze lütfen,” dedi. Ellerinin bana dokunduğunu hissettim. Buna tepki vermeden daha da ileri gitti dokunuşları, beni sarmalamak, nefesini saçlarıma yaklaştırmak istediğinde hızla geri çekildim ve yaşlı gözlerimle ona baktım.

“Alparslan ne yapıyorsun?” dedim şaşkınca. Evet şaşkınca çünkü yabancı bir adamla gireceğim bu temas çok fazlaydı. Benim ancak el sıkıştığım bir insandı o. “Ne yapıyorsun?”


“Sadece teselli etmek istedim.” Kendini bir adım bile geri çekmedi.


“Lütfen bir daha böylesine bir temas içine girme benimle, ne kadar kötü olursam olayım.”  Onun kapattığı mesafeyi ben açtım ve yaşlarımı sildim. Teselliye ihtiyacım yoktu. Onun tesellisine hiç yoktu.


“Bana olan hislerinin sebebi o adamın varlığı mı yoksa yokluğu mu?”


Ecevit hakkında en başından beri çok cesur sorular soruyordu. Bizim onunla hiçbir zaman böyle bir samimiyetimiz olmamıştı. Bana zaman zaman Firuze Hanım diyen biriydi. Nasıl oluyordu bilmiyordum ama söz konusu Ecevit olunca fazlasıyla haddini aşabiliyordu. İstediği yorumu yapabiliyor, istediği soruyu da sorabiliyordu.


“Benim sana hissim yok ki Alparslan,” dedim gözlerinin içine bakarken. Bunu dikkatle söyledim, dikkate almasını bekledim. Bakışlarından keskin bir duygu geçmedi. Ne düşündüğünü anlayamadım. Dudaklarını ıslattı ve kaşlarını kaldırdı.


“Peki, soruyu şu şekilde değiştireyim o halde. Bana olan hissizliğinin sebebi o adamın varlığı mı yoksa yokluğu mu?”


Babam vurulmuştu, içeride korkmadığımın iması yapılıyordu. Buradaysa, bu konuşmayı yapıyorsak umursamadığım düşünülüyordu.

“Hiçbir şeyin sebebi Ecevit değil. Onun varlığı da yokluğu da sana olan tavrımı değiştirmeyecekti,” dedim açıkça. Ecevit’in üzerinde babamın kılıcı yokmuş gibi Ecevit’in hiç umurunda olmayacak olsa bile, benim bir düşmana daha tahammülüm yoktu. “Sen Orhan Yiğit’in oğlu, babamın arkadaşının oğlu ya da geleceğin siyasetçilerinden birisin. Sıfatların hep bunlardı. Eminim ki benim de sıfatlarım bunlardan ibaret.”


Yine iddia ediyordum ki, Alparslan Yiğit’in içinde bana karşı bir sevgi, hoşlantı hatta beğeni bile yoktu. O yalnızca yüksek kibriyle ve kafasında çizdiği resimde beni yanında görmek istiyordu. Yanına yakıştırmaydı yalnızca. O bir sanatçı değildi, tablosu keskin çizgilerden uyumlu renklerden oluşmak zorundaydı. Perspektifi bunun dışına çıkmazdı.

“Bir sanatçı olarak benim düşüncelerime ve duygularıma müdahale edemeyeceğini bilirsin aslında. Sıfatlarını da duygu ve düşüncelerim şekillendirir…” Başımı iki yana salladım ve bir adım daha geri gitti.


“Alparslan benim babam vuruldu,” dedim unuttuğu gerçeği ona hatırlatırken. “Ve hepinizin sandığı aksine, babamla savaşsam da o savaşın bittiğini sanmak beni çok korkuttu. Canımı da çok yaktı. O benim babam, içeridekilerden bir farkım yok.”


“Aksine içeridekilerden çok farkın var,” dedi. Koca malikaneye sığamıyor, bahçeden taşıyordum. Duracak hiçbir yerim yoktu adeta.

“Onlar ilk andan beri ağlayıp dövünürken ya da bağırıp çağırırken durmaksızın sorguladın. O yüzden de kovuldun aralarından. Normal insanlar fazla düşünmeyi de düşüneni de sevmez, duygularını abartarak yaşamak daha kolay gelir. Tıpkı babalarımıza oy veren insanlar gibi.”


“Ne demek istiyorsun?” dedim, şaşkınlığımı kontrol etmek için adeta çırpındım. Bir şey mi ima ediyordu. Ediyorsa da onunla bu konuyu konuşmalı mıydım?


“Tüm ülke ağlayıp dövünüyor demek istiyorum.”


“Benim gibi sorgularlarsa neye ulaşacaklar peki?”


Silik bir tebessüm geçti yüzünden. “Babanın bir kahraman olduğuna…” Alay ettiğini anlayabiliyordum. Benim sorgularken ulaşmaya çalıştığım yer ve Bülent’in söylediği yer aynı mıydı?


“O saldırgan babama nasıl ulaştı Alparslan? Yeterince güvenlik önlemi mi alınmamıştı?”


“İnan ben de bilmiyorum Firuze,” dedi. Dürüst müydü? Şüpheleniyor muydu? Benim onunla bunu konuşmam doğru muydu? Sadece bu sorunun cevabı vardı. Hayır doğru değildi. Birbirimize baktık bir süre. Sonra dedim ya gökyüzü bile bana kapalı duvarları andırıyordu diye, çekip gittim. İçeri girdim ve odaya çıktım. Annemin de beni hâlâ görmek istemediğini biliyordum.


***

Babam ve annem ilk tanıştığında annem tıp fakültesi son sınıf öğrencisiyken okulunun tiyatro kulübünün başındaydı. Annemin üniversite yıllarından çok az fotoğrafı vardır ama olanlar da üzerinde beyaz önlükle değil, bir tiyatro sahnesinin orta yerinde farklı kostümler, farklı saçlarla bir başka karakterin ruhunu sırtlamışken çekilmiş fotoğraflardır. Annemin tiyatroyu evlendikten sonra bıraktığını biliyordum ama annemin tiyatroyu neden bıraktığını sorguladığımda çizmeye yeni başlamıştım.


Annemin deyişiyle sanatımın ruhuma çöktüğü zaman sanatın sanatçının vazgeçilmezi olduğunu keşfetmiştim. Resim çizmeden yaşamak nedir bilmediğim için annemi de bu sanat ve sanatı birleşimiyle sorgulamaya başlamışım. Anneme neden devam etmedin, tiyatroya tutkuyla bağlıydın, hatta doktorluktan daha çok sevip benimsediğin bir işti dediğimde bana demişti ki, ‘Bir siyasetçinin karısı oyuncu olamazdı kızım.’


Bu benim için kabul edilemezdi. Evlilik fikrine hep uzak oldum. Evleneceğim bir profil gözümde hiç canlanmadı. Hiç hayal kurmadım. Kalbim hep dolu geldi bana. Birini bile alamayacak kadar dolu hem de. Bu sahipsiz ve kimsesiz bir doluluktu. Zaman geçti, ben çizmeye daha çok bağlandım. Bir uzvum gibiydi. Anneme aynı soruları yeniden sordum. Çünkü bana göre eş kavramı, tutkudan vazgeçiremezdi bir insanı.


Babam girmişti araya, Firuze demişti. Her siyasetçi aynı zamanda usta bir oyuncu olmalıdır ama bunu aynı ustalıkla gizlemelidir. Benim siyasetçi olduğum yerde annen gözler önünde bir oyuncu olsaydı ben de gizleyemezdim. Çünkü biz birbirimizi temsil eden insanlarız.


Anneme duyduğum saygının çatladığını hissetmiştim. Babam kendi mesleği için annemi tutkusundan koparıyordu ve annem bunu haklı görüyordu. Şimdi gazetecilerin önündeyken, sarı fönlü saçları, siyah ceketi, yüksek topuklu ayakkabılarıyla, bir oyuncuydu ama herkes annemi emekli doktor sanıyordu. Onlar bana söylememişlerdi ama artık ben de anlıyordum. Gün gelecek annem bu kameraların önüne Aylin Akın olarak çıkacaktı ve o gün kimse annemi oyunculukla, rolcülükle ve yalancılıkla suçlamayacaktı. Oyuncu olmak bunlara fırsat vermekti. Annemin bir yanında ben, diğer yanında Bülent vardı. Siyah bir güneş gözlüğü takmıştı zorla annem. O konuşurken göz devirdiğim belli olmasın diye. Babamın getirildiği hastanenin önündeydik. Babamın ayaklanması için erkendi, şov yapması gereken isim Aylin Akın’dı.


“Herkese merhaba arkadaşlar,” dedi soğuk bir sesle. Çatık kaşlarıyla meydan okuyacağını belli ediyordu. “Dilerdim ki, bir hastane açılışında eski bir doktor olarak mikrofonlarınıza konuşayım ama görüyorum ki bu ülkedeki bazı zatlar buna izin vermeyecek. 2010 Türkiye’sinde böylesine ilkel bir dürtünün sonucu şimdi burada olmamız. Çok üzücü. Bunu Atilla Akın’ın karısı olarak söylemiyorum. Bunu bu ülkenin alelade bir vatandaşı olarak söylüyorum.”

Annem bana bugünün sabahında babamın daha fazla bu işi yapmasını istemediğini söylemişti. Şimdi burada söylediklerinin aksine oldukça memnundu babamın konumundan.

“Bunu bu ülkeye hizmet etmiş, her türlü kavgasına şahit olmuş, elinin altında her görüşten insan kaybetmiş eski bir hekim olarak söylüyorum. Ne üzücü ki, olmamız gereken konuma, gelişmişliğe, donanıma sahip olmamıza ket vuran bu zihniyet bugün bu ülkenin en güçlü siyasi isminin canına kastetti. Görüyorum ki kaybedilen onca cana rağmen akıllanmayan bir zihniyet var ama şunu da biliyorum ki bu zihniyetin altında bu ülkenin atacağı adımlara engel olmak isteyen düşmanlar var. Atilla Akın’ı vuran bir kişi değil. Atilla Akın bir fikirdir,” dediğinde başımı hayretle anneme çevirdim. Göz bile deviremedim. Kendimi sıktım. Bu korkunç bir cümleydi. Bu babamı Atatürk’ün izinden gitmeye çalışan bir adam olarak değil, Atatürk’e benzemeye çalışan bir adam olarak lanse ettirirdi. Rezalet bir açıklamaydı. “Ve bu saldırıya yapan da karşıt bir fikirdir. Eline silah tutuşturulan bir kişi değil, bir fikir. Kendisinden olmayan bir fikri yok etmeye çalışıyor. Ne acı. Hiçbir noktaya ulaşamıyoruz. Ulaşmamıza izin vermiyorlar. Ülkedeki bu azınlık, evet azınlık çünkü sayıca fazla değiller ellerinde silahlarla fazla olmaya çalışıyorlar, geleceğe giden her adımı durdurmaya ant içmiş. Atilla Akın’ın bir cümlesi vardır, bunu eşi olarak söylüyorum. Aylin der, benim milletim şuursuz değil, aptal hiç değil. Her şeyi görür, her şeyi anlar. Şimdi kendisi milletine seslenmeden önce ben söylemek istiyorum ki görünen köy kılavuz istemiyor. Ulusal Mutabakat Partisi’nin her bir ferdi, başta Atilla Akın olmak üzere bu ülke için bir kurşundan korkacak kişiler değildir. Kimse milletin desteğinden büyük değildir. Milletin vicdanına bırakıyorum. Atilla Bey iyi, ilk fırsatta burada o olacak ama o gelene kadar söyleyeceklerimi söylemeliyim. Çünkü ben de bu milletin bir ferdiyim. Kan dökerek amacınıza ulaşamayacaksınız. İyi akşamlar diliyorum.”

Bülent’e ve anneme aniden sorular sorulmaya başlandı ama üçümüz de arkamızı dönüp yürüdük. “Usta oyuncu Aylin Akın,” dedim dümdüz yürürken. “Rezalet bir açıklamaydı.”

“Babanın vurulduğu için yattığı hastanenin önünde kucaklaşmayı mı teklif edecektim?”


“Sen siyasetçi değilsin, bir hekim dilini kullanabilirdin. Yerden yere vurulacaksın.


Ülkede nabız nasıl yüksek farkında değil misin?”

“Ülkeyi kan gölüne biz çevireceğiz beklesinler o orosp-”


“Bülent sus!” dedi annem ve adımlarını hızlandırdı. Güneş gözlüğümü çıkardım. Hava kararmak üzereydi ve ben artık dilediğimce göz devirebilirdim. Babamın odasına önce annem girdi. Son çıktığımızda gözleri yarı açık yarı kapalıydı. Bir tek annemle iletişim kurmuştu. Şimdiyse karşısındaki televizyona bakıyordu bitkin bir halde. Annemi görünce yüzünde gururlu bir tebessüm oluştu. Yetiştirdiği askere bakıyordu sanki. “Aylin Akın,” dedi kısık sesle. Anneme uzattı elini. “Seninle evlendiğime tek bir gün bile pişman olmadım.”


Öyle olmalıydı zaten ama ben annemin neden pişman olmadığını anlamıyordum. “Bir daha bunu yapmak istemiyorum,” dedi annem. Kimliğinden gün geçtikçe uzaklaştığını düşünüyordu ama kimliğini kaybetmişti.

“Sen bunun için yaratılmışsın,” dedi babam annemin elini sıkıca tutarken. “Sadece ben kızımı ve karımı başka mesleklere kaptırdım,” Ağır ağır açılıp kapanan gözleri beni buldu. Gülümsedi. “Değil mi kızım?”


Onu nefes alıyor görmek, hayatta olduğunu bilmek beni şimdi gülümsetebilen şeyin ta kendisiydi. Psikoloğuma bir kez demiştim ki anne ve babanın sevgisi mutlaktır ve bir sınırı vardır. Bunu aşabilirlerse çok sevmiş olurlar bunu aşamazlarsa da mecburen severler. Ama çocuğun sevgisi bir hastalık gibidir. Bir çocuk anne babasını sevmemeyi o kadar bilmez ki, onları sevmemesi gereken yerde bile sevgisizliğini kendisine yöneltir. Kendisinden nefret eder. Bu cümleleri seneler önce kurmuştum. Şimdi de doğruydu.


“Değil baba,” dedim sessizce. “Ne benden ne de annemden olmazdı.” Annemin elini dudaklarına yaklaştırdı ve “Annen az önce hiç öyle söylemiyordu,” dedi keyifle.


“Baba İstanbul ve Ankara zıvana…”


“Şimdi değil Bülent,” dedi babam. Öfkeden köpüren, tek bir an bile durulmayan oğluna bakmadı. Babam olabildiğine sakindi. Emirler yağdırmıyor, kimseyi tehdit etmiyordu. Akan kan ona derin bir sükûnet kazandırmıştı. Ben sanılanın aksine Bülent’ten daha çok bilirdim nerede ne konuşacağımı. O yüzden arka arkaya sorularımı bu hastane odasına sığdırmadım. Sessizce köşede anne ve babamı izledim. Babam İnci’yi sordu. Sonra partiden isimler gelmeye başladı. Aynı tarafta oldukları partilerden gelenler oldu, karşı taraftansa çiçekler geldi. Babamın gelen ilk çiçeğe ait notu kahkahalar atarak parçaladığını gördüm. Küfretti çiçeği dışarı çıkarttı. Ben de çiçekle beraber çıktım. Odanın gireni çıkanı çoktu, oradaki en gereksiz kişiydim. Konuşacağım tek kelimem bile yoktu. Burada işim bitmişti. Biliyordum. Babam en kısa zamanda çıkacaktı, eve dönecek ve sakinliğini belki de o zaman kaybedecekti.


Hastanenin ön kapısından çıkmam mümkün değildi. Polikliniklerin arasından girdim, bulduğum ilk farklı çıkıştan çıktım. Taksi aramaya başladım. Gökyüzü siyah yıldızlı bir yorganla örtünmüştü, saat kaça geliyordu bilmiyordum. Telefonu aldım, aramalara ve mesajlara baktım. Ara demişti zaten. Arayacağım dememişti. Benim aramam gerekirdi değil mi? Elbette. Ara demek, o telefonu açacağım demekti değil mi? Elbette. Telefonu kulağıma dayadım. Çaldı, çaldı ve çaldı. Üçüncü çalışta açtı.


“Efendim?”


“Ecevit,” dedim. Ara demişti ama neden aramam gerektiğini söylememişti. Evet bilmiyordum. Ona babam hakkında bilgi vermek mantıklı gelmiyordu.


“Efendim Firuze?”


“Ara demiştin,” dedim bu bir vazifeymiş gibi.


“Aldım haberleri, kötüye bir şey olmaz zaten diyerekten almamış Allah canını. Beklediğim bir şeydi.” Derin bir nefes aldım ve gökyüzüne baktım. Daha iyisini ya da daha kötüsünü beklemedim ondan. “Tamam herhangi bir cenaze yoksa ben en fazla iki güne aldığım adrese giderim. Sen yok ben iki güne kafayı toplayamam dersen ben gittikten sonra konuşuruz. Ya da konuşmayız fark etme-”


“Ecevit neredesin?”


Bu beni ilgilendirmiyordu ama olur da bir ihtimal öğrenirim diye sormayı tercih ettim. Eve gitmek istemiyordum. En azından kendi evime gitmek istemiyordum.


“Ne yapacaksın?”


“Evde misin?”


“Ne yapacaksan evdeysem? Gelecek misin?”


Gidecek miydim? Gitmemek için elimden geleni yapacaktım. Beni kovmamak için hiçbir sebebi yoktu bu kez. Benim de kalmam için bir sebebim yoktu zaten. Bana bir bardaklık su bile biçmezdi. Biliyordum. “Yok.”


“Niye soruyorsun o zaman?”


Bilmiyordum. Belki de gidecektim. Hatta cesaretimi toplarsam kesin gidecektim. Elbet yine kalacak bir bahane bulurdum. “Dışarıda mısın o zaman?”


“Allah’ım sabır ver. Ne istiyorsun Firuze?”


“Seni görmek istiyorum,” dedim açıkça. “Ben şimdi Kuğulu parka gideceğim bekleyeceğim orada, gel. Gelmezsen evine geleceğim.” Bu onu tehdit etmek değildi, bu tümüyle ona seçenek sunmaktı.


“Kızım sen bela mısın?”


“Eve geleyim istiyorsan Kuğulu parka gelme, eve gelmeyeyim istiyorsan Kuğulu parka gel.”

İleriden gelen taksinin boş olmasını umarak elimi kaldırdım. “Firuze ben gelmiyorum, sense benim evime hiç gelmiyorsun. Seninle uğraşamam ben.”


“Ona kadar bekleyeceğim. Sonra evine geleceğim.”


“Sen laftan anlamıyor musu-” Telefonu kapattım ve bindim taksiye. Yürek yemiş olmalıydım. Ecevit’in evini bilmek elime düşmüş şimdiye kadarki en büyük kozdu. Onu illallah ettirene kadar ve kendi gururumu ayaklar altına aldığım her an evine gitmeye cesaret edecektim. Belki bir gün ben, öylesine çok kırılacaktım ki ayaklarım tutmayacaktı ya da Ecevit evini değiştirecekti. Elimdeki kozu kaybetmiş olacaktım. Hangisi benim için daha kötü olur bilmiyordum.


Gittim, bizim bankımızda iki kişi oturuyordu. Benden rahatsız olup kalksınlar diye yanlarına oturdum. Oldular da, ilk fırsatta kalkıp yan banka geçtiler. Orta yerde oturdum, Ecevit gelirse hangi uçta oturursa otursun yanımda kalsın diye. Kulaklığımı çıkardım, birbirine karışmıştı. Nefes alamıyordu. Onu anlıyordum, çözmedim. Kördüğüm şekilde taktım. Yavru kuğuları izlemeye başladım. Zaman zaman saati kontrol ettim. Gelen giden yoktu. Belki de evine gelmemi istiyordu… Aptal Firuze. Kapısını açmayacaktı. Belki güvenliği tembihlemişti, kapıdan bile geçirmeyecekti. Evet aslında her şey bu kadar basitti. Ben kendimi kandırıyordum. Gözlerimi kapattım, sadece şarkıyı dinledim. Bugün dişlerimi fırçalamıştım sadece ne su içmiş ne de yemek yemiştim. Ağzımda mayhoş bir tat vardı.


“Senin derdin ne?” Gözlerimi açmadım. “Bak Firuze biz bu şekilde konuşmadık. Senin derdin ne?” Kulaklığım vardı, o öfkesini dindirene kadar duymazdım onu. Geldi. Evine gitmeyeyim diye mi? Açmazdı istemese kapıyı. Bıktı artık senden o yüzden belki de. Ne önemi var ki? Geldi işte. Bu sana yetmez mi? Bu sanırım bana sonsuza kadar yeter. Ansızın sol kulaklığım kulağımdan çekildi ve ona dönmek zorunda kaldım.


“Duymuyor musun sen beni?”


“Sen mi geldin Ecevit?” dedim sahte bir şaşkınla. “Hiç fark etmedim.”


“Ben şu an çoluk çocukla uğraşıyorum ve ne kadar hazzetmediğimi tahmin bile edemezsin.”

Başımı iki yana salladım. “Çoluk çocukla uğraşsaydın, ağlardım. Bak ağlıyor muyum?” diye sordum. “Ağlamıyorum.” Çünkü Ecevit, ağlamama oyunu oynuyorum. Öğrettiğin gibi.

“Allah’ım sen bana sabır ver,” dedi gökyüzüne bakarak. Sakallarını sıvazladı. “Sabır ver Allah’ım! Sen bana sabır ver!”


“Küçükken de sabır dilerdin hatırlıyor musun?” dedim. Ne saçma bir soruydu. “Hatırlamıyorsun tabi,” dedim onun yerine. Başını gökyüzünden indirmedi. Bana bakmadığında ona bakmak çok daha rahat olurdu. Bakışları diken gibi gözlerime batmazdı. İstediğim gibi bakardım. Ne kadar büyümüştü. Onun yetişkinliğini kafamda çok canlandırmaya çalışıyordum, çizmek için çabalıyordum ama olmuyordu. Küçük Ecevit’ten uzaklaşmıyordu çehresi. Şimdi bakıyordum. Bu adamla bir sergide karşılaşmıştık, tanımamıştım. Bu adamla… Bir okul kantininde karşılaşmak isterdim. Kitaplarımı düşürmesini isterdim. Ona bu kadar zarar vermek istemezdim. Bana bakınca nefret duymamasını isterdim. Çenesini sıkıyordu, belirginleşmişti. Öfkesini kontrol etmeye çalışıyordu. Onu çok öfkelendiriyordum.


“Çok komik olurdun. Bana oradan atlama derdin, ben seni dinlemez atlardım, şayet düşersem sabır dilerdim beni yerden toplarken. Şimdi kızıyorsun da bana, ben hâlâ aynı Firuze’yim işte. Laf dinlemiyorum.”


“Ben aynı Ecevit miyim?” dedi başını hışımla bana indirirken. Gözleri diken gibi battı yine gözlerime. Korktum biraz. “Romantik romantik konuşmaya başladın yine. Bir sor bakalım kendine ben aynı Ecevit miyim? Sana sabrım var mı, tahammülüm var mı? Sor kendine sor, çekinme sor!”


Dudaklarımı birbirine bastırdım ve soluklandım. Başımı iki yana salladım. “Değilsin,” dedim dürüstçe. Keşke olabilseydin. Keşke ikimizi de muhafaza edebilseydim. Keşke ben de seninle büyüseydim ya da keşke sen de benimle çocuk kalsaydın. Ne bencil istekler bunlar.


“Niye değilim onu sordun mu kendine?” dedi bu kez. Onu zorla buraya getirmiştim. Bedelini ödetecekti. Cevap veremedim. “Hapishanede sabır dilenmez sabır çekilir biliyor musun bunu?” Elinde tespih varmış gibi önüme uzattı ve başparmağıyla tespihin tanelerini itti. “Sabır bir, sabır iki, sabır üç… Taşlı boncuklu şeyler yapılır hani. Belki filmlerden görmüşsündür. Sabır çekmek için. Benim işler öyle evrildi. Sen aynısın, ben değilim. Bunu artık o aklına sok beni sınama. Ben zaten on sekiz yıl sabır çektim. On sekizden sonra bir de büyümeyi becerememiş kadına mı sabır çekeceğim?”


Sesi kısık ama sesi yüklüydü. Zorla onu bu noktaya getiriyordum. Olur da gökyüzüne bakar ve ben rahatça birkaç saniye yüzünü incelerim diye. İki anı tazelerim diye. Varlığını hissederim diye. Daha fazla yüzüme bakmama izin vermedi, aldım bakışlarımı yere diktim.


“Ya Ecevit diyorum anlatma anlatma anlatma. Anlayan yok, anlaması gereken yok. Bu saatten sonra kime ne? Bunlara sebep olanlara anlatacaksın da keyifleri daha da yerine mi gelsin ama sen resmen geliyorsun ar damarıma basıyorsun. Bak bugün her şeye rağmen götürdüm seni o hastaneye bıraktım. Ara haber ver de dedim ama bitti. Bu kadar. Ne işin var senin benimle bu saatte? Ne işin var Firuze, ne istiyorsun? Yani tam olarak ne istiyorsun benden? Söyle makul bir zemindeyse çözelim. Değilse sen sağ ben selamet. Devamlı böyle asabımı bozacaksan istemiyorum yardımını. Söyle. Ne istiyorsun benden?”


Küçücük kaldım yanında. Ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırdım. Oyunu oynamayı bırakmak istemiyordum. Haklıydı, yemin ederim tümüyle haklıydı ama ben kendimi zapt edemiyordum. Sadece onu görmek istemiştim. Beş dakika olsa da yan yana oturalım istemiştim. Ne çok şey istemiştim. “Cevap ver bana Firuze! Cevap ver asabımı bozma!”


Ben cevap vermedikçe ya çekip gidecekti ya da sesi yükselmeye devam edecekti. “Bilmiyorum,” dedim.


“Nasıl bilmiyorum?”


“Bilmiyorum. Seni görmek istiyorum. Bilmiyorum, yemin ederim bilmiyorum. Bugün çok korktum, ilk fırsatta seni görmek istedim. Yarın çok acı çeksem yine seni görmek isteyeceğim. Böyle. Çocukken de böyleydi, hep böyle…”


İsteyerek yapmıyordum. Yemin ederim isteyerek yapmıyordum. Çocukluktan başka vardığım hiçbir an yoktu. Özellikle ondan örnek vermiyordum. Dilimden dökülüveriyordu, engel olamıyordum. Elini banka vurdu, “Hâlâ çocukluk diyor aklımı kaçıracağım!” Gözlerimi kapattım sıkıca. Yaşlarım düştü, engel olamadım.


“Ağlama,”


“Ağlamıyorum!”


“Ağlama Firuze. Benim yanımda bir çocuk gibi ağlama. Benim ar damarıma basma. Ağlama,” Azarlandıkça daha şiddetli ağlamaya başladım. Sanki tüm günün tüm acısı şimdi çıkacaktı. Belki de onu bu yüzden görmek istiyordum. Onun yanında ağlamak istiyordum. Oyunu kaybettim. Çoluk çocukla uğraştığını kanıtladım ona, elime yüzüme bulaştırdım kendi cümlelerimi.


“Ben seni çok seviyorum,” demedim ben. Yedi yaşındaki Firuze konuşuyordu. Sussun diye ağzını sıkıca kapatmak istiyordum. Ona kıyamıyordum.


“Senin sevdiğin Ecevit, küçük bir çocuktu. Senin sevdiğin kişi değilim ben. Firuze büyü. Büyü ben aynı kişi değilim.”


Başımı iki yana salladım. Bunu kabul edersem bana ne olur bilmiyordu. Yirmi beş yaşına kadar beni hayatta tutan yegâne şeyi çekiştiriyordu elimden. Vermeyecektim. “Tamam çocuk Ecevit’i seviyorum o zaman. Seni değil onu görmek istiyorum.”


“Öldü! Öldürdünüz. Yok artık öyle biri, öldü. Anlıyor musun?”


“Ölmedi,” dedim inadına. Gören de sanır onu sınamak içindi. Kendimi kandırmaktı tümüyle.


“Ölmesin.”


“Ağlama.”


“Ağlamam durmuyor!”


“Hayır sen ağlamak istiyorsun!”


Ölmemişti işte. O da biliyordu ama kabul etmiyordu. Okkalı bir küfretti. Biliyordum bu gerçeğeydi. İzin verdi bir süre ağlamama. Dirseklerimi dizlerime bastırdım ve ağladım istediğim kadar. Ağlamam durmadı ya da ben ağlamak istedim. Her neyse. Önümüzden bir satıcı geçti, Ecevit ondan bir şeyler aldı. Görmedim ta ki o, “Al iç şu suyu,” diyene kadar. Ellerimi yüzümden çektim, burnumu çektim. Suya uzandım ama bileğimde kuvvet kalmamıştı. Onu açacak kuvvetim bile yoktu. Açamadım. Geri bırakacaktım, içmeyecektim. İzin vermedi. Açtı kapağı. Sudan birkaç yudum aldım. Soğukluğun aktığı yolu hissettim. İyi hissettirdi.


“Başım çok ağrıyor,” diye sızlandım.


“Evine git dinlen.”


“Biraz burada dinleneyim, lütfen.” Belki susuzluktan belki açlıktandı bilmiyordum. Suyu ona uzattım. Kapattı kapağını. O geriye yaslanmıştı. Tek bir şey yapacaktım. Çok küçük bir temas, ona yük olmayacak, zorlamayacak bir şey. Yan yana oturuyorduk zaten. Gözlerimi kapattım ağrıyla, başımı çok minik, küçücük, omzuna yasladım. Değil yük olmak, biraz olsun kalın giyinse hissetmezdi bile belki. Beni itmesinden korktum, ağzından isyankâr bir ses döküldü. Adeta inledi. “Firuze,” dedi.


“Başım biraz dursun hemen kalkacağım. Yemin ederim.” Biraz çekilse hemen kopardı bağımız. Bu benzetme beni ağlatabilirdi. Durdu ama o, kıpırdamadı. Yumuşak karnı vardı, biliyordum. Ecevit, öyle bir anne babanın evladıydı ki düşmanına bile merhamet ederdi. Biliyordum. İstese de kurtulamazdı genlerinden. İstese de yapamazdı. Zehir de içse, birazını kusacaktı.

“Firuze kendini büyüt yoksa baş edemeyeceksin benimle, telef olacaksın,” dedi açıkça. Onunla yeri geldiğinde savaşmamı istiyordu, düşmanına taktik veriyordu. Ne saçmaydı.


“Büyüt kendini. Duyuyor musun? Bırak artık bu çocukluğu. Büyüt kendini, mahvedeceksin kendini.”


“Yok,” dedim yalnızca. Ben küçük Firuze’nin Ecevit sevgisiyle yaşamaya alışmıştım. Büyük Firuze’nin Ecevit sevgisi ya? Bunun ne demek olduğunu biliyorlar mıydı? Ben de bilmiyordum. Ona yabancıydım. Onunla yaşamayı öğrenmektense, bu alışmışlıkla gittiği yere kadar götürmeliydim.


“Bırak git,” dedi yenik bir sesle. “Aileni de bırak git. Çok uzaklara taşın. Bir gün seni de yok etmek isteyeyim ama ben bile bulamayayım. Git. Varlık içindesin, git hayatını kurtar. Bırak. Ne bana yardım et, ne de ailenin yanında kal. Git Firuze. Seni ilk ve son kez uyarıyorum. Git.”


“Yok.”


Bunları benden ilk kez istiyordu. Bunları benden bir daha istemeyecekti. Ecevit beni de onlardan ayrı görmüyordu. Biliyordum. Sadece bu an, belki de bunu yedi yaşındaki Firuze’ye söylüyordu. İçindeki merhametini o çocuğa öldürmüyordu. “Biz küçükken beraber gidecektik.”


Küfretti. Ağız dolusu hem de. Sanırım bana değildi bu.


“Öyle oturmasana Firuze, dizlerin acıyor!”

Ecevit, boya kalemlerini eline alınca tüm dünyayı unutan Firuze için hemen bir yastık arayışına koyuldu. Bu kız hiç bilmiyordu nasıl oturduğunu. Bir yastık getirdiği gibi geldi “Kalk da şunu dizlerinin altına koy,” dedi ve Firuze’yi zorlukla kopardı kağıdından. “Sonra dizlerim acıyor diye ağlayıp duruyorsun.”


Halı sert değildi ama Firuze çizmeye dalınca öylesine bastırırdı ki dizlerini hep tahriş olurdu dizleri. Sonra ceremesini annesi babası bile değil Ecevit çekerdi. Ecevit çok acıyor derdi.


Çok çok acıyor…


Firuze yastığın üzerine oturdu ve resmine kapandı. Ecevit bakmak istedi ama mızıkçılık yapmamalıydı. Birbirlerine söz vermişlerdi, en son göstereceklerdi. İki çocuk oturmuş, ileride beraber gidecekleri yeri çiziyordu. Kimin çizdiği daha güzel olursa oraya gideceklerdi. Öyle karar vermişlerdi. Firuze karar vermişti, Ecevit kabul etmişti. Zaten Firuze’den daha güzel çizemezdi ki…


“Benim bitti!” diye bağırdı Ecevit.


“Bekle bekle, benim de az kaldı.”


Ecevit özensiz yazdığı gibi özensiz de çizerdi. Özensiz boyardı da. Özenli olmaya çalışsa da öyle yapardı. Boyadığı yerler hep taşmıştı ama yine de gitmeyi hayal ettiği yer güzeldi. Firuze özenle boyadığı, her ayrıntısını düşündüğü resmin sonuna dakikalar sonra geldi. “Bitti bitti!”

diye şakıdı. “Hadi Firuze! Aynı anda bakalım!”


İkisi de aynı anda resimlerini orta yere koydular. İki çocuğun da resminde en bariz yer kesinlikle koca bir denizdi. Ankara’da yaşayan iki çocuğun elbette ki ilk hayali koca bir denizdi. Ecevit hiç deniz görmediğinden tasvirde biraz eksik kalmıştı ama Firuze gördüklerini resmederken oldukça iyiydi. İkisi de sadece diğerinin resmine bakıyordu.


Ecevit’in resmi televizyonda gördüğü yalılardan halliceydi. Çirkin bir kız kulesi çizmeye çalışmıştı denizin ortasına. Denizin bitimine de Atilla Akın’ın evi büyüklüğünde koca bir ev. Denizin hemen dibinde olsa da kocaman bir bahçesi vardı. Önünde de küçük bir tekne. “Bak,” dedi ve tekneyi gösterdi. “Seni istediğinde bu gemiyle bu kuleye götüreceğim.”


“Sen gemi kullanmayı biliyor musun ki?” dedi Firuze koca koca gözleriyle. Bir an çocuk aklıyla Ecevit’in bildiğine inandı.


“Öğrenirim ki!” dedi Ecevit.

Firuze ise bir Ege kasabasından hallice bir yer çizmişti. Yine deniz vardı. Denizin önünde bir ev, evin duvarlarında begonviller açmıştı. Onların her birini özenle boyamıştı. Onun da küçük bir teknesi vardı, teknenin üstünde baş harfleri yazmıştı. “Bak kimse almasın diye baş harflerimizi de yazdım,” diye methetti. Salıncak dikmişti bahçelerine. Evden büyüktü. Yerler papatyalarla doluydu, papatyalara basılmasın diye taştan yolu bile çizmişti. Güneş gökyüzünden gülümsüyordu. Kabul biraz yazlıklarından esinlenmişti ama kesinlikle çizdiği daha güzeldi.


“Hangimizinkine gidelim?” dedi Firuze. Ecevit yenilgiyi çoktan kabul etmişti. Kendi resmi öylesine çirkin kalmıştı ki Firuze’nin resminin yanında, biraz utandı, biraz mahcup oldu.

“Seninkine gidelim.”


“Seninki de güzel olmuş ama,” dedi Firuze. Bunu tüm samimiyetiyle söylemişti. Bu kule onun hiç aklına gelmemişti ama eğer ki gelmiş olsa kesinlikle o da çizerdi kendi denizine.


“Olsun seninki daha güzel,”


“O zaman bazen de seninkine gideriz. Bu kulede oyun oynarız.”


“O zamana kadar büyürüz, büyükler oyun oynamaz ki,” dedi Ecevit. Yine Firuze’nin yanında gerçekçi kaldı. Sonuçta gitmeleri için büyümeleri gerekirdi. Hııı, diye mırıldandı Firuze düşünceli bir sesle. “Doğru ya. O zaman ne yapıyorlar ki bu kulede?”


Saklambaç oynamak Firuze için en mantıklı aktiviteydi o an. “Yemek yiyorlarmış babam öyle söyledi.”


Firuze uzun uzun baktı. İstanbul’daydı burası galiba. Gerçi Firuze çoğu şeyi İstanbul’da sanırdı. Ankara’da değilse kesin İstanbul’daydı. “Olsun yemek yemeye gideriz,” dedi.


“Gideriz,” diye yanıtladı Ecevit. En kısa zamanda gemi kullanmayı öğrenmeliyim diye düşündü. Mümkünmüş gibi bir sorumluluk üstlendi, dikkatli gemisine baktı. “Seninkinin de bahçesinde piknik yaparız.”


“Olur!” dedi Firuze ellerini çırparken. “Gideriz ama değil mi Ecevit? Bak mızıkçılık yapmazsın değil mi?”


“Ben ne zaman mızıkçılık yaptım ki? Asıl sen babandan izin alabil de!” dedi küçük kıza. Kendisi bir şekilde alırdı. Onun için hiç sorun değildi.


“O zamana kadar kocaman olacağım, boyum kocaman olacak. İzin verirler ki.”


Dediler demesine ama hiç beraber denizi görmeden büyüdüler. Ecevit gemi kullanmayı hiç öğrenmedi, Firuze’de begonville kaplanmış o çizdiği eve hiç Ecevit’le gidemedi.

 

“Her şeyi mahvettim ben,” Yumruklarımı sıktım. “Her şeyi mahvettim ben! O resimleri de kaybettim!”


Bir pedagog koltuğunda Ecevit’in işlemediği cinayet için sorulan sorulara cevap veren Firuze geldi gözümün önüne. Tek isteği vardı. Ecevit’in gelişini hızlandırmak. Annesine ve babasına inanıyordu. Hem de çok inanıyordu. Ezberi çok kuvvetliydi. Bayramlarda hep o şiir okurdu, soruların cevaplarını da çabucak ezberlemişti. Unutkan bir insan olmasa bunlar olmazdı belki. Kötü şiir okusaydı, hiç ezber yapamasaydı belki de beraber giderlerdi. Yumruk yaptığım elimi bacağıma vurdum.


“Her şeyi mahvettim ben. Her şeyi mahvettim.”


Yetmedi başımı Ecevit’in omzuna vurmak istedim. İzin vermedi. Ansızın engel oldu bana. Eli başıma dokundu. Bana bir tek karşıma ilk çıktığı zaman dokunmuştu kendi isteğiyle. Belki kendi omzu acımasın diye, belki ona bela olmayayım diye ama yine dokundu. Başımı omzundan oynatmama izin vermedi. Saçlarımı okşar gibi oldu. Emin olamadım. Başparmağı oynuyordu sanki, saçlarımı seviyordu.


“Özür dilerim,” diye sayıkladım. Dileme bile demedi. “Resimleri kaybettim. Özür dilerim. Ben evi terk etmedim,” Bu ev Ecevit’le her anımızı. Ev Ecevit’ti. “Bana evi zorla terk ettirdiler.” Evi terk etmiş sayılmazdım. Sayılmamalıydım. Ben Ecevit’i bir gün bile terk etmek istememiştim.

Gözlerimi sıktım. Bir süre durduk, elini çekmedi. Ben içli içli ağladım, o sanırım saçlarımı okşadı biraz. Bana emanet etmişti çizdiği resmi. Ona bile sahip çıkamamıştım. Hatırlıyor muydu? Umarım hatırlamıyordu bunu da. Kaybettiğim resimlerin hangileri olduğunu bilmesini hiç mi hiç istemezdim.


“Geçti mi başın?” dedi bir zaman sonra. Biraz geçti sanki ama söylemek içimden gelmedi. Başımı kaldırmak istemiyordum.


“Yok. Ben bugün hiç yemek yemedim, su da içmedim.” Bu söylediğim onda derin bir sessizlik yarattı. Biz piknik yapmamıştık bahçemde ve o beni gemiyle kız kulesine yemeğe götürmemişti. “Firuze,” dedi. Seslenmedi bana. Kızdı. Anladım. Sonra “Bekle burada,” dedi. Kalktı gitti elinde iki tost iki ayranla geldi. Yüzüne baktım aylak aylak.


“Bakma bana,” dedi tostu bana uzatırken.

“Karnım aç benim de. Yemek mi yedirdin akşam akşam?” Ayranımı açtım, kirpiklerimi sildim ve tostumu yedim. Yemek yiyene kadar acıktığımı bile anlamıyordum.

***

Yoksulluk güzellemesi yapmazdım. İyi bir yoksulluk edebiyatı, bir siyasetçi için müthiş bir silah olabilirdi. Kendi lüks yaşamlarının ardında, yenecek bir kuru ekmeği halkı gözünde öylesine şükredecek hale getirirlerdi ki, o ekmeğin aileyle yendiği sürece nasıl huzur vereceğinden, baldan tatlı olacağına kadar onlarca duygusal cümleyle manipüle ederlerdi. Lakin şimdi oturduğum ve babam için özel olarak marine edilmiş, hayvanın neresi olduğundan emin olmadığım etler ve birbirinden kaliteli malzemelerle hazırlanmış yemeklerin arasında aklım iki gün önce Ecevit’le yediğim tosttaydı. Onunla yediğim her bir lokma, mideme öyle bereketli geliyor, damağıma öyle bir lezzet bırakıyordu ki belki de içinde yaşadığımız toplumun küçük bir kesiminin ulaşabileceği bu masada ben yine Ecevit’le o tostu yemek istiyordum.


Benim aksime o pek beğenmemişti. İçi boş, hiç sucuk koymasaydınız demişti ama yemişti. Beğenmese de yemesi beni kısa bir an şaşırtmıştı. Ben beğenmediğim hiçbir şeyi aç kalmak pahasına yemezdim, belki de benimki anlık bir açlıktan ibaret olduğu için şımarıklık yapardım. Bilmiyordum. Onun birkaç lokmada yediği tostu, küçük lokmalarla -biliyordum ki ne kadar erken biterse o kadar erken kalkacaktık- uzun bir vakte tekâmül edecek sürede yemiştim.

Şimdi tabağıma aldığım yemeği çatal ucuyla karıştırıyordum.


Televizyon açıktı, Alparslan Yiğit masamızdaydı ve babam iyiydi. Hastane çıkışı, hastane önüne gelmiş insanları selamlamış ama konuşma yapmamıştı. Sessizliğini korumuştu ve annemin yaptığı açıklama günlerdir medyanın elindeydi. En azından karşıt medyanın. Yandaş medya annemin konuşmasını bir kez paylaşmış, bazı cümlelerin altını çizmiş milli birlik ve beraberliğimiz için önemini konuşmuştuk. Karşıt medyaysa tabiri caizse yerden yere vuruyordu ve annem bir güç zehirlenmesiyle dava açıyordu çoğuna. Babamın yokluğunu aratmıyordu.


Şimdi televizyonda açık olan yandaş bir haber kanalında, Türkiye’nin dört bir yanında süren eylemlerden görüntüler aktarılıyordu abartılı cümlelerle. Sloganların sesi kısılıyor, olabildiğince öfkeli ve yıkımın olduğu anlar gösteriliyordu.  Bülent elini masaya vurdu ve yerinde duramadı adeta. “Bu vatan hainlerine ne zaman müdahale edeceğiz baba?” dedi.


Adeta televizyonu parçalamak istiyordu. “Ne yapınca tam olarak? Kapımızın önüne gelene kadar izin mi vereceğiz? Görmüyor musun? Müdahale etmedikçe zıvanadan çıktılar.”


Babam sakince ekrana bakıyordu. “Eylem yapmak yasak değil,” dediğinde kaşlarım çatıldı ve şaşkınca ona baktım. Süreci oldukça sakinmiş gibi yürüttüğünü farkındaydım ama annemin bana sinirlendiğinde babamın yaşadıklarından dem vurduğu anlarda anlıyordum aslında o kadar da sakin olmadığını.

“Baba seni vurdular!” dedi. “Güç buluyorlar. Ülkede dalga dalga yayılıyor! Durdurulmadıkları sürece daha da büyüyecek, kontrol edemeyeceğimiz hale gelecek. Yılanın başı küçükken ezilecek yoksa büyür ezemezsin. Nasıl zarar veriyorlar ulan geçtikleri yere, en işlek zamanda yolu kapatmaya çalışmışlar dün! Polis izin verse, trafiği birbirine katacaklardı. Bu eylem değil. Anarşist bunlar!”


Babam suyuna uzandı ve televizyonun düğmesine bastı. Alparslan’a baktı. “Ne düşünüyorsun Alparslan?” Bu sorunun bile Bülent’i ne derece kudurtabileceğini biliyordum. Bülent bu kadardı işte. Onun fikirlerinin vardığı bir nokta olmazdı, ağırlığı olmazdı. Yetkinliklerinin tek sebebi babamın oğlu olmasıydı. Yoksa vasıfsızdı ve bunu söylemese de babam da bilirdi. Alparslan’ın duruşu ve fikirleri de babamın bir o kadar hoşuna giderdi.


“Çok doğru bir şeye parmak bastınız. Eylem anayasal hak ve biz hukuk devletiyiz,” dedi. Başını salladı ve babamla göz göze geldiklerinde gülümsediler. Bu cümlelerin altında beni rahatsız eden bir şey vardı. Korkunç bir gülümsemeydi bu. İçlerinde asla iyi niyeti barındırmıyorlardı. “Yani biz şimdi versek emri, bu başkaldırı bastırılsa ne olur?”


Babam başını salladı ağır aksak ve uzak düşüncelere dalar gibi yaptı. Hiç inandırıcı değildi. “Küçük bir şeyi yok etmek, mağduriyet; büyük olanı yok etmekse kahraman yaratır.”

“O ne demek?” dedim beklemeden. “Siz şu an tam olarak ne konuşuyorsunuz? İnsanlar protesto hakkını kullanıyor. Evet sizi beğenmiyorlar ve daha da önemlisi onları sokağa taşıyan nokta tam olarak sizdiniz. Senin yirmi dört saatin ardından hemen serbest bırakılman. Aynı şekilde düşünüyorum ki suçsuz da olsaydı, onlardan biri olsa senin kadar çabuk çıkarılmazdı. Sen çıktıktan sonra haklı olarak halk sokağa döküldü çünkü kendilerine yapılan haksızlıkların üstüne parmak bastınız. Şimdi de anayasal haklarını kullanıyorlar. Bülent akıl tutulması yaşıyor olsa da gerçek ortada. Halk hakkını kullanıyor.”


O iğrenç tebessümleri solmadı. İkisi de bir an bana baktı ve babam, “Biz de tam olarak onu söylüyoruz zaten kızım. Bırakalım yaksınlar,” dedi ve Alparslan’a döndü. Alparslan kafasını salladı ve babamı tamamladı.


Bırakalım yıksınlar.”


“Yanlış düşünüyorsunuz,” dedi Bülent. “Geciken her müdahale, cesaretlerini yükseltiyor.”


“Müdahale etme hakkın yok anlamıyor musun?” diye çıkıştım.


“Geciken her müdahale zararı büyütüyor öyle mi?” dedi babam beni es geçip Bülent’e bakarak.


“Aynen öyle oluyor. Bugün dümdüz yürüyen yarın yol kapatır, ertesi gün parti binası basar.”

Alparslan çatalını hafifçe masaya vurdu. “Tam o noktada biz müdahale etmek zorunda kalırız,”

dedi, Bülent doğru noktaya parmak basmış gibi.


“Çünkü artık ülkeye zarar veriyorlar.”


Göz göre göre biz bugün müdahale etmiyoruz ki yarın müdahale ettiğimizde haklı çıkalım diyorlardı. “Ben daha fazla bu iğrenç sohbete maruz kalamayacağım,” dedim sandalyemden kalkarken. “Skandal konuşmaları, bir yemek masasında mezeymiş gibi tüketiyorsunuz. Midem kaldırmıyor,” dedim.


“Firuze otur,” dedi babam.


“Seni vuran kişi nasıl girebilmiş baba o alana belinde silahla?”


Babam televizyonu gösterdi. “Böylelerine zamanında bu hakkı verdiğimiz için.”


“Neden demedim, nasıl dedim. O kadar güvenlik önlemini aşabilecek kadar güçlü bir adam mı yoksa siz mi beceriksizsiniz onca insanın olduğu yeri ve kendinizi koruyamayacak kadar?” Babam elindeki çatalı ve bıçağı tabağa çarparak bıraktı. Sessizliğini koruyan annem “Firuze,” dedi ama durmadım.


“Günlerdir iyileşmeni bekliyorum bu cevaplar için. Sen hastanedeyken bunun kavgasını yaptık oğlunla ama sağa sola saldırmaktan cevap veremedi bana.”


“Kavgasını yapmadık baba, senin bu hain kızın; sen can çekişirken burada her şeyin senin planın olabileceğini iddia etti. Çünkü bunun onlardan tek farkı sokakta olmaması.”


İşaretparmağımı Bülent’e doğru salladım. “Ben iddia etmedim, sen nasıl istersen öyle anladın! Sorgulayamaz mıyım ya? Yüz binlerce insanı oraya topladınız baba! Oraya nasıl böyle bir…”


“Ben sorgulayan insanı sevmem Firuze,” dedi babam ve kestirip attı. Belki her ne olursa olsun Alparslan’ın yanında böyle bir şeyden bahsetmemden hoşlanmadı ya da konuşmanın gittiği yere izin vermek istemedi.


“Seni destekleyen her insan sorgulamadığı için destekliyor zaten!”


“Gidebilirsin Firuze,” dedi yemeğine döndü. İstediği zaman oturmamı istiyordu istediği zaman kalkmamı.


“Sorgulamaya başlarlarsa desteklemeyi bırakacaklar ve bugün yaptığın her şeyin bedelini hepimize soracaklar! Sokakta olan herkes seni sorguladığı için orada. Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklamadan önce bir mağduriyet yaratman gerekiyordu iddiaları var. Ben bunları okuyunca öfkelenmiyorum aksine şüphel…”


Babam elindeki çatalı fırlattı ve kalkmak istedi ama dikişleri izin vermedi. “Sen ne dediğini farkında mısın?” diye bağırdı. Annem ayaklandı “Atilla sakin ol, dikişlerin var,” dedi.


“Farkındayım. Evin içinde bizden bile şüphelenecek hale gelmek üzereyken sana kolayca suikast girişimi yapılabiliyor. Kuş uçurmazsın Atilla Akın sen o miting alanından!”


Babam dikişlerine rağmen hışımla kalktı yerinden. Ben inanmak istemiyordum. Yazılan çizilen hiçbir şeye inanmak istemiyordum ama babam ve partisinden tek bir açıklama gelmiyordu. Ancak karşı tarafı suçluyorlardı. Sorgulayanı suçluyorlardı. Babam elini kaldırdı. Ne vuracak gibi ne de parmak sallamak için. Kendini zapt edemiyordu. “Çeneni kapat,” dedi açıkça. “Çok kötü olacak, çeneni kapat. Bana onların dilinden konuşma, çeneni kapat.”

“Kendini savunmuyorsun, beni bastırıyorsun. Evet sokakta değilim,” dedim başımı sallarken. “Çünkü beni aralarına kabul etmezler. Senin yaptığın her şeyden ben de sorumluyum,” Anneme baktım. “Sen de sorumlusun. İnci de sorumlu olacak. Gün gelecek, bu insanlar yaptıklarının bedelini çekecek ama biz sadece bu ail…”


Babamın üzerime doğru attığı adımlar masada bir hareketlilik yarattı. Alparslan hızla araya girdi en azından. Bülent yerinden kıpırdamadı bile. İnci’yse sofrada değildi. Annem benim, Alparslan babamın önüne geçti. “Defol odana,” dedi. Beni kolumdan kendisi sürükleyecekti belki de. Annem ağzımı kapatmaya çalıştı ama izin vermedim.


“Boşuna ağladın. Muhtemelen senin kocan vurulacağı bölgeyi bile önden seçmiştir.”

“Kes sesini!” Alparslan beni annemden de uzaklaştırdı ve kolumdan tuttu. “Firuze gel,” dedi.

“Hayır bırak beni!” Kendimi bunları babama söylemek zorunda ve sorumluluğunda olan biri gibi hissediyordum. Kimseye fırsat vermiyorlarsa ben elimdeki fırsatı kullanacaktım.

“Hain!” diye bağırdı babam. “Alçalmanın da bir sınırı var! Hain!”


“Evet baba,” diye bağırdım var gücümle. “Alçalmanın da bir sınırı var!” Alparslan’ın elinden kurtuldum ve kendim geriye doğru gittim. İçimde artık ona karşı gelmenin de ötesinde bir hırs vardı. Yaptığı her kötülüğü daima ensesinde bağırmak. Hayatlarına devam etseler bile rahat nefes alamasınlar istiyordum ve bunun sebebinin altında yatanı biliyordum. Ecevit’in dönüşüydü. Çantamı ve kabanımı aldım evden, hızla çıktım. Babam bu konunun Alparslan’ın yanında konuşuluyor olmasına tüm gece kafa patlatacaktı. Bu bile yeterdi bana. Bugün sabaha kadar çizebilirdim.


Yarın Ecevit’le Kemal amcadan aldığımız adrese gidecektik. Bana iki gün mühlet vermişti ve yetmişti. Ben zaten ancak iki gün babamla aramı iyi tutabilirdim. Daha fazlası mümkün değildi. Atölyeme girdim, kahvemi demledim, tüm perdelerimi kapattım. Saçlarımı bir fırçaya sardım, büyük bir tuvali yere bıraktım. Yükseğe asmadım. Annemin aradığı oldu ama açmadım. Saatler geçti, önlüğümü giymemiştim, üstüm başım battı. Ecevit’i aramak istedim defalarca kez ama tuttum kendimi. Yarın gelişimi engelleyecek hiçbir şeye sebep olmak istemiyordum.


Yüksek sesle dinlediğim klasik müzik, tıklatılan kapıyı duymamı engelledi. Dibimde duran telefonum çalmayana kadar ve ekranda Bülent yazısını görmeyene kadar dikkatim dağılmadı. Başımı kaldırdım ve perdenin arkasında bir gölge gördüm. Yerimde titredim adeta. Müziği kapatırken telefonu da elime alıp ayaklandım. Bir an perdeyi açmaya cesaret edemedim.


“Benim Firuze!” dedi Bülent. “Açsana kapıyı!”

Cama daha sert vurmaya başladı. Resmiyette abimdi ama varlığı benim kalp atışlarımı yavaşlatmadı. Perdeyi çektim ama kapıyı açmadım. Göz göze geldik. Bana bakıyordu. “Açsana!” dedi.


“Niye geldin?” diye bağırdım sesim gitsin diye. Bülent benim abimdi ve Bülent bir katildi. Bülent benim abimdi ve Bülent benim düşmanımda.


“Kızım açsana kapıyı!” dedi ve kilitli kapı kolunu zorladı. Perdeleri kapatmam mantıklı değildi. Yutkundum ve bir an ortalığa baktım. Geçen sefer bana burayı yakabileceğini söylemişti. Aradığım sadece benzin bidonuydu. Hayır temizdi. Kapıyı açtım ama geçmesine izin vermeden.


“Ne işin var senin burada?”


“Niye açmıyorsun telefonumu?”


“Duymadım. Duysam da açmazdım. Neden geldin?” Beni aştı ve atölyenin içine girdi. “Evin amına koyduktan sonra gelip burada keyif mi çatıyorsun?” diye sordu yaptığım resme bakarken. Kapı önündeydim kapatmamıştım. Çıkaracaktım.


“Düzgün konuş benimle ve dışarı çık.”


“Konuşacaklarımız var.”


“Ben seninle hiçbir şey konuşmak istemiyorum.”


“Ecevit hakkında da mı?”


Tüm bedenimle ona döndüm. Kalp atışlarım daha da hızlandı. Stres vücudumda yangısal bir tepkiye sebep oluyordu. Acıyarak baktı bana. “O herifin adını söylemesem dönüp yüzüme bile bakmıyorsun. Şu haline bak,” dedi tiksinerek.


“Ne konuşacaksın Ecevit hakkında?”


“Onu öldürme planımı sana anlatacağım.”


Aklınca alay ediyordu ama kendimi serbest bıraksam titremeye başlayacaktım. Kahkaha attı, “Şaka şaka. Korkacak mısın diye baktım. Küçük aptal bir çocuk olduğun için korktun.”

“Küçük aptal bir çocuk olduğum için değil karşımda bir katil olduğu için korktum. Şimdi o katil defolup gidecek atölyemden.”


Suratındaki ifade dağıldı ve oturduğu koltuğa yaslandı. Alttan, mide bulandırıcı bir bakış attı bana. Ona katil demem her zaman çok zoruna gidiyordu. “Geçen gün öldürecektik onu biliyor musun? Ama nasıl yalvarıyor, ayaklarımızı kapanıyor, abi yapma, abi n’olur…”


“Bülent neye üzülüyorum biliyor musun?” dedim kapıyı kapatırken. “Onursuz bir yaşam sürerken onurlu insanların varlığına inanmayışına. Bir de çok beceriksizsin. Yalan söylerken mantıklı bir argüman bile aramıyorsun. Ecevit olsa olsa sana ölmeden önce bana bir çay koy der. Onursuzlara yalvarmaz.” Sırtım kapıya yaslıydı, buradan uzaklaşmamak kendim için en mantıklısıydı.

“Sana da yalvarmaz o zaman. Sonuçta benim güzel kardeşim, daha yedi yaşında küçük bir prensesken abisi için yalancı şahitlik yaptı. Bu da onursuzluğa giriyor değil mi? Kabul edelim, davanın seyri için çok önemliydin benim güzel kardeşim. Tamam bu yalvarma yalandı. Yalvarmadı piç ama küçük bir çocukken nasıl yalvardığını canlandırayım ister misin?” Yerinden doğruldu hafifçe. Boyunu kısa tutmak içindi.


“Kes sesini,”


“Baba, baba… Baba ben…” Elime geçen ilk akrilik boya kutusunu suratına fırlattım ve tam burnunun üzerine geldi.


“Alçak, şerefsiz. Siktir git. Çık dışarı. Allah belanı versin. Ölümlerin en beterini yaşa Bülent. Ölümlerin en beterini yaşa. Ecevit’in gözünün önünde öl, ondan yardım dilen ama kılını bile kıpırdatmasın. Çık dışarı,” Kolundan tuttum sürüklemeye çalıştım ama bir hayvandan halliceydi vücudu hareket etmiyordu. Kahkaha attı. Öldürmek istiyordum. Onu öldürmek istiyordum. Yedi yaşıma dönmek istiyordum, o gün öldürmek istiyordum. O denize düşen Bülent olmalıydı. Savcının oğlu Bülent’i öldürmeyi başarmalıydı.


“Kardeşini arıyormuş.” Onu itip kakışlarımı yavaşlattı ama duraksatmadı. “Kardeşini bulunca siktir olup gidecekmiş. Doğru mu?”


“Sana ne? Şeref yoksunu! Sana ne?”


“Ama Firuze yardımcı olmama izin vermiyorsun…” Sahte bir hüzünle baktı bana. “Bak benim de kardeşim var. Hem de iki tane. Bir dur da yardımcı olurum belki ona.”


“Ya sen kimsin ona yardımcı olacaksın?”


“Atilla Akın’ın oğluyum,” dedi açıkça. “Babamın kolaylıkla ulaşabileceği her şeye olsa olsa biraz zorlanıp ulaşırım ama ulaşırım.”


“Senden hiçbir bok istemiyoruz,” dedim onu omuzlarından ittim. Çıksın gitsin istiyordum. Melike’nin adını o kirli ağzına almasını da istemiyordum. “Duydun mu beni? Senden hiçbir bok istemiyoruz.”


“Kimsesizler mezarlığına bakmış mı?”


“Bülent yeter diyorum!”


“Ben baktım. O kız ölmedi,” dedi ve beni duraksattı. Kimsesizler mezarlığı Ecevit’in en son bakacağını söylediği yerdi. Oraya bakmaya bile cesaret edemiyordu. “Yaşıyor.”


Kirli ellerini, dört elden sarıldığımız Melike’nin üzerine uzattığını hissetmiştim. O elleri nasıl iteceğimi şaşırdım. Ecevit’e ne söyleyecektim?

“Sen neden bakıyorsun? Bülent bak derdin ne bilmiyorum ama Ecevit seni öldürür. Ne o babana ne de kendine güven Ecevit söz konusu kardeşi olursa seni öldürür. Amacın ne senin?”

“O herifin hayatımızdan siktir olup gitmesi!” diye bağırdı buraya geldiğinden beri ilk kez. “Ben babam değilim. Düşman önümde olsun, onu elimde oynatayım istemem. Ben düşmanı çevremde istemem. Anlıyor musun? Şimdi bana söyle. O adam kardeşini bulursa siktir olup gidecek mi?”


Yüzündeki gerginliği gizleyemiyordu artık. Güldüm bu haline ve ellerimi çektim.


“Korkuyorsun değil mi ondan?”


“Kes sesini!”


Daha da güldüm. Korkak. “Korkuyorsun. Yapacaklarından korkuyorsun. Kork. Bence de kork. Gece yastığa başını koy ama uyku nedir bilme. Bunca senedir uyuyorsun zaten. Korkak.”

“Kardeşini bulunca siktir olup gidecek mi?”


“Ne yapacaksın, onunla Melike’yi mi arayacaksın?”


“Benim o kızı bulmam ne kadar vaktimi alır sanıyorsun?” dedi. Kendini bir halt sanıyordu ya en çok ona gülüyordum. “Benim lafıma itaat etmeyecek kaç polis, doktor, hastane var? Bana bak, bu adamın iyiliğini istiyorsan bana cevap ver. Kardeşini bulunca çıkacak mı hayatımızdan?”


“Seninle tek bir adım bile atmaz Ecevit.” Gerekirse kendisi seneler boyunca sokak sokak arasın yine de Bülent’le aynı sokaktan bile yürümezdi. Alçakça karşıma geçmiş, hayatını mahvettiği adamı kendisinden uzaklaştırmak için yardım etmekten bahsediyordu.


“O atmayacak zaten,” dedi gözlerimin içine bakarken.


“Benim alnımda enayi mi yazıyor? Senin olduğun yerde pislikten başka ne biter? Sen yaptın. O kız şimdi yoksa da senin yüzünden. Sen neyi düzeltmeye çalışıyorsun?”


Başını iki yana salladı. “Ulan bana ne onun kardeşinin canından? Derdim kardeşi mi? Derdim hayatımızdan siktir olup gitmesi. Babam ortadan kaldırmaya niyetli değil ya ben ortadan kaldıracağım ya da kendisi çıkıp gidecek. Kardeşini istiyormuş. Bulursa siktir olup gidecekmiş. Ölüsü dirisi fark ediyor mu?”


“Melike öldüyse hiçbirimize nefes aldırmayacak. Dua et yaşıyor olsun.”


Bülent’in tutuştuğunu biliyordum. Bülent’in korkudan geceleri tir tir titrediğini biliyordum. Ecevit bana, babanın önüne öyle bir şey koyacağım ki elindeki silahı bırakacak kılıma bile zarar vermeyecek demişti. Ne olduğunu bilmiyordum ama babam Ecevit’e dokunmuyordu ve bu Bülent’i daha da delirtmeye yetmişti. Babamın sözünden çıkıp bir şey yapamazdı ama Ecevit tehlikesini kaldıramazdı.


“Ben dua etmem, oldururum,” dedi. İkinci yalancı peygamberi görüyordum karşımda. “Ben o kızı bulacağım, bana yardım edersen daha çabuk bulacağım. Bana yardım etmesen de iki gün gecikmeli bulacağım. Bana köstek olursan, Ecevit’in gideceğinin garantisini vermezsen bulduğumla kalırım. Ulaşamayacağı kadar uzağa koyarım.”


“Sana ölsem yardım etmem, Ecevit’in bir adım önüne geçmene de izin vermem.”


Bulabilse babam bulurdu. Bulmak istese babam isterdi. Ecevit ona hakiki bir teklifle gelmişti. Elinin tersiyle itmişti. Ya bulamayacağını biliyordu ya da öldüğüne emindi. Beni ayakta tutan da Ecevit’in umuduydu. Bülent gibi babamın gölgesinde bile kalamayan bir vasıfsız hiçbir şey yapamazdı.


“Seni peşimden koşturmam zaten. Sadece şunu bil, gün gelecek bulacağım. Seni aradığımda bana bir garanti sunmazsan göz göre göre o kızın ölüsüyse ölüsünü, dirisiyse dirisini bulamayacağı noktaya koyacağım. O adamı ikna et, vazgeçmesine izin verme ki ben de zamanı gelince kardeşini ona vereyim. O adam nasıl geldiyse çıkacak hayatımızdan,” dedi. Ona fırlattığım akrilik boyaya tekme attı ve geçip gitti. “Siktir olup gidecek hayatımızdan.”

Çarpıp çıktığı kapıya baktım. Arkasında korkusunu bıraktı.


Sanırım Melike Tarhan’ı artık üç kişi arıyorduk.

 
 
 

3 commentaires


Cennet Topal
Cennet Topal
11 mai

Ecevitin ağzından bu bölümleri okumak istiyorumm. Firuze böyle yaptıkça ne hissediyor çok merak ediyorum

J'aime

Hatice kılıç
Hatice kılıç
11 mai

ecevit için firuze o kadar ortada ki başını omzuna koymasını istemiyor ama engel de olmuyor adam bile kendi içinde firuzeye engel olamıyor

J'aime

Hatice kılıç
Hatice kılıç
11 mai

kahrolduk yine her zaman ki gibi

J'aime

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

  • Facebook
  • Twitter
bottom of page