top of page

XV- "güçlü olan değil haksız olan korunur"

  • Yazarın fotoğrafı: Dilan Durmaz
    Dilan Durmaz
  • 1 gün önce
  • 33 dakikada okunur

 

Ben geldiiiim!

Önce oy verelim mi? Verelim verelim.... Bol bol yorum yapmayı unutmayın olur mu? Her birini teker teker okuyorum ve hepsinin bana dönüşü mükemmel oluyor. Twitter'da ve tiktokta #ÜzümBuğusu etiketiyle paylaştığınız her şeyi görüyorum. Var olun. 

Sanırım bu gece 100k olacağız. İçimden bir ses bu sefer bütün sayıları ayrı ayrı kutlamamı söylüyor bana. Yorumlarınızı bekliyorum. 

Keyifle okuyun.

***

 

Bir ölüye ve bir canlıya aynı anda yakışabilecek en nadide parça çiçeklerdir.


Gördüğüm her çiçek topluluğundan bir çiçek koparıyor, durmaksızın koşuyor ve ayakkabılarımın altında bazen çimleri bazen istemeden de olsa çiçekleri eziyordum. Bir ateş gibi parlayan ama bir ateş gibi yakmayan, yalnızca ısıtan bir güneş gökyüzünden parlıyordu. Ayağımda beyaz, önü tek halka şeklinde çıtçıtlı bir bir ayakkabı vardı. Zihnim bir yetişkin gibi ama bedenim bir çocuk kadardı.

Kırlarda koşuyor, çiçekler topluyor, bir sağa bir sola salınıyor, uçları dalgalı kumral saçlarımı savuruyor ve beyaz elbisemin eteklerini tutuyordum. Bazen eteği tutmak isterken topladığım çiçeklerin bir kısmını düşürüyor ama dönüp almıyordum. Çünkü toprak ölüyü beslerdi ve çiçekler onların da hakkıydı.


“Ecevit!” diye bağırdım. Ne kadar koşarsam koşayım asla yorulmuyor, nefes nefese kalmıyor ve dilim damağım kurumuyordu. Burası cennet olmalıydı. “Ecevit ben ağaca çıkacağım!”

Söğüt ağacının yaprakları daima yere bakardı. Bir suç işlemiş gibi değil, bir yükü taşıyamıyormuş gibi. Öylesine güzel şekilde sallanırdı ki dalları yere doğru, dallarından düşen yeşil yaprakları; gören insanlar için bir kusur değildi. Söğüt ağaçlarının gölgeleri, yorulmuş insanlar için biçilmiş kaftandı. Güneş almazdı, büyük bir empatiyle kavuğuna yatanı korurdu.


“Ecevit! Ağaca tırmanıyorum ben!”


Ne kadar bağırırsam bağırayım sesim de hiç kısılmayacaktı sanki. Küçülmüş halimde cennette boylu boyunca koşuyor, dilediğimce bağırıyordum ve Tanrı’nın bana uzattığı çiçekleri topluyordum. Her şey öylesine biricikti ki, benim için olduğunu düşünüyordum. Söğüt ağaçları bile benim için hazırlanmıştı. Kolaylıkla tırmanmam için boşluklar vardı. Çiçeklerimi sıkıca tuttum ve tırmanmaya başladım.


“Firuze tırmanma!” diye bağırdı arka tarafımdan Ecevit. “Çok yüksek orası, tırmanma.”


Bu ses küçüklüğümden, küçüklüğüme geliyordu. Zihnim seçebiliyordu ama bedenim bu ses kadar küçüktü. Onu zaten hiç dinlemezdim, tırmandım. Ağaç cennetin sonsuzluğuna uzanıyordu adeta ama her dalı sağlamdı. “Firuze in dedim aşağı, düşeceksin!”


“Hadi sen de gel!” dedim aşağı bakmadan. Öylesine hızlı tırmanıyordum ki biraz daha zorlarsam güneşe ulaşacağımı hissettim. Yine de durdum, tutundum ve aşağı baktım. Çiçeklerimi sıkıca tuttum, Ecevit’i görmeye çalıştım. Aramızdaki yükseklik arttıkça daha da küçülmüştü. Çiçeklerimi ona doğru salladım. “Bak!” dedim. “Çiçek topladım bize!”


Gözlerimin içine bakıyordu ama gülümsemiyordu. Küçük gözleri çatık kaşlarıyla daha da küçülmüştü ya da bunun tek sebebi güneşti.


“İnemeyeceksin oradan!” diye bağırdı. Başımı iki yana salladım, ona bu güzel söğüt ağacının sağlam ve bir merdiven gibi büyümüş kavuğunu göstermek istedim. Ellerim kavuğa doğru yöneldi ama adım bastığım hiçbir yeri göremedim. Ağaç kabuğu kurtlanmış, yer yer çatlamış, çatlaklarından böcekler dökülen korkunç bir yola dönüşmüştü. Bana doğru gelen böcekleri izledim korkuyla. “Ecevit!” dedim korkuyla. Ellerimdeki çiçeklerin ben toplarken olmayan dikenleri saplarından bir bıçak gibi fırlamaya başladı. Cennet cehenneme dönüşüyordu adeta. Dikenler elime battı, söğüt ağacının dalları elimden dökülen kanla kırmızıya bulandı. Kanım bir zehir gibi yeşili kırmızıya dönüştürüyor, elimden dökülen kan yapraklardan aşağı süzülüyordu. Çiçeklerim düştü, dikenleri avucumda kaldı.

Ecevit’in adını haykırıyorken beni bekleyen küçük çocuk yoktu artık. Ali Ecevit Tarhan’ı gördüm. Gökyüzündeki güneş bir ateş gibi yakmaya başladı. Elime baktım. Artık bir yetişkinin eliydi. Cennet sandığım yer cehennemdi artık. Çocuklar yok oldu, yetişkinler doğdu. Ali Ecevit Tarhan çığlıklarımı dinledi ve söğüt ağacının tüm yaprakları kırmızıya dönüştü. Ağaç kanamaya başladı.


***


“Firuze.”


Kan akan yere uygulanan baskı, kanın akışını engeller ya da azaltırdı. Avucumu öylesine sıkıyordum ki, kan damarlarımda duraksamış, akmıyordu adeta. “Firuze,” dendi yine. Kanayan ağacın altından Ecevit sesleniyor sandım ve ona bakmak için başımı eğmeye çalıştığım an düştüğümü hissettim. İrkildim, sıçradım ve gözlerimi açtım. Ağaçtan düştüğümü sanmam saniyelerce devam etti ve karşımdaki adamın gözlerine baktım. Ben ağaçta değildim ve göz göze geldiğim Ecevit ağacın altında değildi. Hızlı hızlı soluklanıyor, bir ağaçta olmadığımı idrak etmeye çalışıyordum.


“Çok şiddetli öksürüyorsun, dikişlerin açılacak,” dedi.


“Kan,” diye geveledim ağzımın içinde. Sıktığım elimi yorganın altından çıkardığımda ikimiz de elime baktık ve telaffuz ettiğim kelimeyi gördük. Ben şaşırmadım. Çünkü gördüğüm kan, koca söğüt ağacını kana bulayan kan kadar fazla değildi. Pansuman kanlanmıştı ama kesinlikle gördüğüm kadar kanamıyordu.


“Ne yapıyorsun sen? Aç avucunu,” dedi bileğime uzanırken. Çekmeye çalıştım ama yakaladı. Avucumun içinde dikenler olduğunu söylemek istedim ona ama o çok hızlı davrandı. Parmaklarımı teker teker ayırdı yapıştıkları yerden. Acıyla inledim ve kafam allak bullak oldu. Dikenlerin acısını hissettim adeta.


“Diken var.”


“Ne dikeni?”


“Diken var.”


“Firuze kapatma avucunu!” diye kızdı bana. Kapatma çabam son buldu, bitkince saldım bedenimi. Gözlerim yanıyordu. Yastığımda ıslaklık vardı ve ağzımın içi ağrıyordu. Pansumanı kaldırmaya çalıştı ama yapışmıştı, inledim, geri durdu biraz. “Kalk,” dedi. Kafam o kadar karışıktı ki, anlayamadım.


“Gideyim mi?” diye sordum. Git dediğini sandım.


“Kalk dedim Firuze.”


“Uykum var.”


“Elin kanıyor.”


“Kanasın,” dedim. Kan akar akar dururdu. Bir söğüt ağacını kana bulayacak kadar akamazdı ya sonuçta. “Çok ağrım var, kalkmak istemiyorum.” Açık açık söylediğimde, yüzündeki o ısrar ve netlik bozuldu. Bana baktı. “Sakın sıkma elini,” dedi ve yatağın ucuna doğru yatırdı kolumu. “Oynatma da yerinden. Geliyorum.”


Kalktı gitti yanımdan. Uzattığı elime baktım. Serçeparmağımı bile oynatmadım, öylece elimi izledim. Başım o kadar çok ağrıyordu ki, adeta çatladığını hissediyordum kafatası kemiğimin. Birkaç kez daha öksürdüm ama daha kontrollü olmaya çalıştım. Gözümün önünde ağaç kavuğundaki böcekler geldi. Huylandım, tüylerim diken diken oldu ve bacaklarımı istemeden kendime çektim. Ecevit çok geçmeden yanıma geldi, elindeki beyaz malzemelere sonra tentürdiyota baktım.


“Hayır,” dedim gözlerimi yumarken. “Çok yakıyor o, hayır.”


“Yaranı iyileştirmeyip deşersen daha çok acısını çekersin.” Oldukça acımasızdı. Sızlana sızlana elimi geri çekmeye çalıştım ama engel oldu. “Niye sıkıyorsun avucunu? İyileşmesin diye resmen çabalıyorsun.”


“Rüya görüyordum, bilinçli yapmadım.” Sargıyı açtığını biliyordum. Son aşamaya geldiğinde, ıslak ama yakmayan bir pamuk değdi avucuma.


“Şu pamuğu al gözlerini sil,” dediğinde gözlerimi araladım. Benden hiçbir şey istemesin istiyordum.

“Hı,” diye mırıldandım. Küçük çocuklar gibi davranıyordum ama elimde değildi aksi. Bana dokunmazsa sesim bile çıkmayacaktı. Söz veriyordum. Ağrım ne kadar artarsa artsın konuşmayacaktım. Pamuğu sağlam olan elime tutuşturdu. “Gözlerini sil hadi,” dedi. Biraz söylendim ama dediğini yaptım. Yumuşak pamuğu gözlerime sürdüm. Yaşlar kurumuştu yüzümde, çapaklar oluşmuştu. Temizledim. Ecevit yapışmış pansumanı canımı yakmadan çıkarsa da o tertürdiyot öylesine yaktı ki elimi gıkım çıkmasın diye yüzüme yastığa bastırdım. Boğuk boğuk sesler çıktı ama elimden geldiğince baskıladım.


Avucumun içinde kesik kesik serinlemeler hissettim. Ne olduğunu seçemedim ama sonsuza kadar sürsün istiyordum. O yangıyı azaltıyordu ve benim tek istediğim buydu.


“Bitti,” dedi. Başımı yine de kaldırmadım yastıktan. Sadece saçlarımı görüyordu. Sarmasını da bekledim. “Sildin mi gözlerini?” diye sordu. “Kaldır başını. Hadi Firuze.”


Elimi yatağın üzerine geri bıraktığında, artık yapılacak başka hiçbir şeyi kalmadığına emin olduğumda başımı kaldırdım ve ona baktım. Gözlerime baktı. Silmiştim. Kızamazdı. “Kaldır başını,” dedi yine ve yastığa uzandı. Çekti aldı ve ters düz yapıp yeniden başımın altına koydu. “Islatma bir daha yastığımı.”


“Ağlamıyorum ki.”


“Uyurken bile ağlıyorsun Firuze,” dedi tek nefeste. “Islatma yastığımı. Bak ciddiyim,” dedi ve dikkatle yüzüme baktı. Görebiliyordum. Ciddiydi. “Islatma yastığımı. Çorba yaptım kendime,” O kadar çok konudan konuya atlıyordu ki kafamı daha çok karıştırıyordu. “İç sen de bir tabak.”


“Aç değilim.”


“Çorba karın doyurmuyor zaten merak etme.”


“Ecevit yemek istemiyorum,” Beni bir türlü uyumam için bırakmıyordu. Adeta düşman gibi üstüme geliyordu.


“Eczacı en yakın zamanda alsın ilaçlarını dedi.”


Saat kaçtı bilmiyordum. Uyurken yanımdaydı, sabah olmamıştı ve sanırım eczaneye gitmişti ben uyuduktan sonra. “Ağrıdan uyuyamıyorsun. Böyle yapacaksan çıkmasaydın hastaneden. Serum mu verirlerdi başka bir şey mi yaparlardı bilmem. Çorba getireceğim, iç. Sonra da ilaçlarını iç. Uyu. Ben de uyuyacağım. Uykum var.”


“Benim de uykum var,” dedim.


“Harika!” dedi alayla. “Bu çorbayı hızlıca içmene delalet.” Cümlesini mutfak yolunda tamamladı. Odanın kapısı açık olduğu için görebiliyordum. Gitti bir tencerenin ağzını açtı ve iki kepçe çorba koydu. Aynı tabağa biraz da su ekledi. Sanırım bu çorbayı soğutmak içindi, diğer türlü içemezdim zaten. Tadına baktı ve tepsiye koydu yanıma geri döndü. “Hadi doğrul.”


“Sen aç mıydın?”


“En son mevlidin pilavını yedim.”


“Çorba mı yaptın?”


“Firuze hastaneye dönebiliriz.”


“Hani çorba karın doyurmazdı?” diye sordum. Tek elimden destek ala ala doğruldum. Sırtımı yatak başlığına yasladım. Ona bakmadım çünkü bana nasıl baktığını biliyordum.


“Çok biliyorsun sen,” diye tersledi. “Her şeyi biliyorsun. Herbokologsun sen.”


Bu halde gülebileceğimi hiç sanmazdım ama dikişlerimi hatırlayacak kadar ağzım genişlemek istedi ama yapamadım. Bir an sinir bozucak kadar komik geldi bu bana, beklenmedik anda dolu dolu, adımı soyadımı okur gibi söylemişti. Canım çok yandı, doktorun neden uyardığını anladım. Kucağıma koyduğu tepsiye dokundum. “Herbokoloğum ben,” dedim kaşığa uzanırken.


“Öylesin.”


“Öyleyim. Küçükken de her şeyi ben bilirdim zaten.”


Cevap vermedi. Ben de üstelemedim. Tepemde gardiyan gibi dikilmişti. Kaşığın ucuyla içmeye başladım. Gitti ilaç poşetimi getirdi. Yan tarafıma bir bardak suyla koydu. Çok yavaş içiyordum. Kızacak sandım, biraz hızlanmaya çalıştım ama sabırla bekledi. Bir iki kaşık anca bıraktım, sonuma geldim ben ve ona uzatmak istedim ama “İç onu da,” diye üsteledi. “Yazık günah ziyan olmasın. İç hadi.”


Biliyordum bunun olacağını. Soluklandım. Kalanı da içtim ve ona baktım. Aldı tepsiyi, ilaçları çıkardı bu kez. “Birer tane hepsinden,” dedi. Avucuma bıraktı dört kutu ilaçtan birer tane. Sonra suyumu içtim. Tepsiyi götürdü, bir bardak daha su getirdi ve yanıma koydu. “Öksürünce iç,” dedi. Geri uzandım yatağa. Yorganım biraz karışmıştı. Zorlandığımı anlayınca yardım etti. Yorganı örttü üstüme.


“Çok mu ağrın var?”


Başımı salladım.


“Ağlayacak mısın?”


Başımı salladım.


“Ağlama Firuze, yarım saate ağrın dinmeye bağlayacak.”


“Ağrım dinene kadar ağlayayım,” dedim. Şimdi odadan çıktıktan sonra dilediğimce ağlayabilirdim ama üstümde öyle bir üstünlük kurmuştu ki izin alma ihtiyacı duyuyordum.


“Olmaz. İzin vermiyorum. Burası benim evim.”


“Yarın sabah gideyim mi?” diye sordum bu kez.


“Ağlama dedim, git demedim.”


“Gitmeyeyim mi?” Gidersem atölyeye gidecektim ve orada yapayalnız birkaç gün geçirecektim. Git derse de gidecektim. Bana yemek getirmek zorunda değildi ya da ilaç içirmek. Cevap vermedi ve doğruldu yerinden.


“Hadi uyu Firuze,” dedi ve kapıya ilerledi. Işığı kapattı ama holden gelen ışık aydınlatıyordu odayı. Son kez bana baktı. Ben de ona. Sonra usulca kapımı örttü ve soruma cevap vermeden gitti. Yarın öğrenecektim, bu gece tek amacım, ağlamadan ve ağrı çekmeden bir uyku çekmekti.


***


Ağrı kesicilerin; vücudumuzdaki ağrıyı kesmediğini yalnızca bizim hissetmemizi engellediğini okumuştum yakın tarihte bir kaynakta. Yani bize ait olan beden eziyet çekmeye devam ediyordu yalnızca biz hissetmiyorduk ve bu durum o zaman da hoşuma gitmemişti. İçimde haksızlık yaptığıma dair bir his beni kuvvetle yoklamıştı. Beden benimdi, onun çektiğini hissetmemek büyük bir bencillikti ama dün gece beni ağrısız uyutan tüm ağrı kesicilere minnettardım.


Güneş doğmuştu ve bu ben göz açıp kapayıncaya kadar olmuştu. Uyuduktan sonra hiçbir şey hatırlamaz olmuştum. Öyle ki telefonum çalıp durmasa bir süre daha uyurdum. Gözlerimi araladım ve zorlukla açık tuttum. Telefonun sesini dinledim bir süre. Vücudum kaskatı kesilmişti ve kaslarımda yoğun bir tutulma vardı. Ağzımın içi, muhtemelen açık uyuduğum için kuruydu ve midem bulanıyordu biraz. Sesin kaynağını aradım. Telefonum neredeydi bilmiyordum. Yan taraftaki komidinin üzerine ben koymamıştım. Sargısız elimle uzandım ve avucumun içine aldım. Ekrana baktım. Annem arıyordu. Tereddütsüz meşgule attım ve geri koydum. Sırtıma batan sivri bir şey vardı. Biraz yana kaydım ama kurtulamadım. Elim o tarafa kaydı bu kez ve düz bir yapı elime dokundu. Çekip aldığımda anladım kitap olduğunu.


Dün içine çiçeklerimi sıkıştırdığım kitabı kendimle bu yatağa taşımıştım ve o da benimle yatakta kaybolmuştu. Çiçekleri koyduğum sayfayı bulmak, hatta biraz okumak istedim ama telefonum yeniden çaldı. “Ya ne var?” dedim uzanırken. İçimde çok hızlı bir öfke birikti ve öyle açtım telefonu.


Dudaklarımın aniden konuşunca yarıldığını hissettim iki noktadan. Şimdi bu telefonu dün bana ne olduğunu öğrenmek için çaldırmıyordu, akşam nerede olduğumu sorgulamak için çaldırıyordu. Emindim ki babam tek kelime bile etmemişti. Belki İnci’yi tembihlemişti. Belki tüm gece arayıp durmuştu ama Ecevit, telefonu sabah yanıma koymuştu ve annem bir uyku molası verdiği arayışlarına uyanınca devam etmişti.


“Ne var anne?”


“Firuze…”


Ağlıyordu. Benim için miydi? Belki de Alparslan’dan öğrenmişti ne halde olduğumu. “Ne oldu?” dedim yine de. Gelip beni görsün ya da gelip beni alsın istemiyordum.


“Firuze abini gözaltına aldılar… Firuze…” Nefes almadan ağlıyordu ve kelimeleri birbirine karışıyordu. Anlayamadım. Sessizce onu dinlemeye devam ettim. “Firuze şafak baskınıyla geldiler… Neredesin? Firuze Bülent’i aldılar. Firuze evi yerle bir ettiler.”


O kadar çok tekrar etti ki bunları bir yerden sonra dinlemeyi bıraktım. Yarıklara rağmen dudaklarımı birbirine bastırdım ve hayal kırıklığıma izin verdim birkaç saniye. Gülümsedim. Dikişlerimin izin verdiği kadar gülümsedim. Aptal Firuze. Aptal! Yarık daha da genişledi ve sızan kan da ama sürdürmedim bunu. Gerçekten kaçamazdım. Gerçekle kendimi daha fazla kanatamazdım. “Anne,” dedim sakince. Uzun zamandır bu kadar umurumda olmayan bir haber almamıştım. “Bülent’in canı cehenneme.”


“Firuze çok kötüyüm,” dedi açıkça. Ben de anne. Adeta bana yalvarıyordu. Bülent’e ne olmuştu bilmiyordum ama Bülent’i kurtaracak kişinin ben olmadığımı ikimiz de biliyorduk. Annem zaten Bülent için değil kendisi için beni arıyordu. Kendisini kurtarmamı istiyordu ya da sadece onu teselli etmemi. Belki saçlarını okşamamı.


“Şafak sökmeden baskın yapı…” Cümlesini tamamlamasına izin vermedim ve kapattım telefonu. Başımı yastığa bastırırken o telefonun yeniden çalmasını beklemedim. Çünkü benim tanıdığım Aylin Akın, o telefonu çığlıklarla duvara fırlatmıştı ve etrafında ne var ne yoksa yere atıp bana lanetler ediyordu. Bana ettiği lanetler kulaklarımda çınladı ve gözlerimi kapattı. Kırıldığı için ona çok kızıyordum. Kalbim, böyle alışılagelmiş olaylara kırılmayı artık bırakmalıydı. O kırıklığı görmezden gelebileceğim vakte kadar gözlerimi kapalı tuttum.


Kapı kapalıydı ve kapının arkasından sesler geliyordu. Ecevit uyanıktı. Saate baktım. Dokuzu geçiyordu. Yanıma koyduğu suya uzandım doğrulurken. Dudaklarımı değdirdim önce. Parmak ucuyla dokundum yarığı hissettiğim yerlere. İkinci noktadan silik bir kan lekesi elime bulaştı. Sudan bir yudum ağzıma aldım ve zorlukla yuttum. Kurumuş bir toprağı parçalamadan üzerinden geçmeye çalışıyordum sanki. Dilimi de ıslanınca dudaklarımda gezdirdim bir süre. Suyu geri koydum kitapla beraber ve ayaklarımı yere bastırdım. Elim yatağa, ayaklarım zemine baskı uyguladı bir süre. Öylece yeri izledim, hiçbir şey düşünmedim. Zihnim çocuklarıyla ansızın kapı önünde kalmış ve hayat mücadelesine atılmış bir kadın gibi yorgundu. Bu benzetme doğru muydu emin değildim ama öyle hissettim. Yorgunluktan olanları bile düşünemiyordum. Kalktım ayağa, tutulmuş bacaklarıma birkaç saniye sabit durdum ve öyle birkaç adım attım.


Kapıyı açar açmaz onu gördüm. Elinde dumanı tüten ince belli bir bardak vardı. Siyah boğazlı bir kazak, siyah kot pantolon, siyah ve tokası metalik bir kemer takmışken mutfak tezgahına yaslanmışken karşı taraftaki televizyona bakıyordu. Saçları kıyafetine göre biraz daha dağınıktı, nedense yeni yıkanmış gibi geldi bana. Sakalları biraz uzamıştı ve izlediği şey ona öylesine büyük bir zevk veriyordu ki gözlerinin içinde parıltı vardı. Çayında keyifle bir yudum aldı.


“Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün yaptığı operasyon bugün sabaha karşı saat beş sularında gerçekleşti. Başkent merkezli yürütülen yolsuzluk soruşturmasında on üç farklı eve eş zamanlı baskın yapıldı. Bu evler arasında öyle bir isim var ki, tüm Türkiye’nin dikkati tek bir yere toplandı. Ulusal Mutabakat Partisi Genel Başkan Vekili Atilla Akın’ın oğlu, Bülent Akın bu sabah gözaltına alınan on sekiz isimden ülke gündemine düşen bomba isim oldu. Şimdi gazeteci Derya Aksu tam olarak nabzın yüksek olduğu yerde. Akın malikanesinin önünden bize canlı olarak bağlanıyor. Evet Derya, son durum nedir? Seni dinliyoruz.”


Ben de artık televizyona döndüm. Ekran ikiye bölünmüştü ve genç bir kadının hararetle konuştuğu evin önü onların eviydi. Geriye doğru bir adım gitti ve evi işaret etti. Polisler ve koruma görevlileri vardı arka tarafında. “İyi yayınlar Cem,” dedi kadın ve kulaklığını kontrol altına aldı. Muhalif bir kanaldı ve görüyordum ki fazlaca heyecanlılardı. Haksız diyemezdim. Çünkü Bülent onların ölmesini isteyen bir adamdı.


“Senin de bahsettiğin gibi Türkiye’nin nabzının attığı o evin önündeyim. Akın ailesinin üzerine güneş doğmamaya devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde önce kızı Firuze Akın, sonra kendisi Atilla Akın’a yapılan saldırılarla tam bu nokta ülke için kırmızı alandı. Bu saldırılardan da önce, Atilla Akın’ın 1997 yılında terörist elebaşı Sezai Cebe ile ortaya çıkan fotoğrafının ardından ülkede nabız bir an olsun düşmüyor, halk soruşturmanın adil yürütülmediğine dair şüphelerle sokağa dökülüyordu. Sokakta hakkını arayan halka her fırsatta; hain, terörist, birtakım aylak, kendini bilmez ifadelerini kullanan Atilla Akın ve sosyal medya paylaşımları sebebiyle şu ana kadar tamı tamına 436 kişiyi dava eden oğlu Bülent Akın’dı. İşte tam bu sabah, on üç evden birisiydi bu ev. Bu on üç eve özel tim tarafından saatlerce arama yapıldı ve tamı tamına on sekiz kişi tutuklandı. İş insanları, Tarım Bakanı Sezgin Koç’un oğlu ve en dikkat çeken isim Bülent Akın. Gelen iddialar arasında aylardır sürdürülen bu soruşturmaya son eklenen ismin Bülent Akın olduğu ve tutuklular arasında olan bir ismin kaçma ve operasyonu açığa çıkarma şüphesiyle operasyonun hız kazandığı ve tutuklamaların yapıldığı belirtildi.”


Genç kız öylesine hararetle konuşup bir ileri bir geri gidiyordu ki gözlerimi bile ayırmadan izliyordum onu. “Peki Derya,” dedi televizyonun diğer yarısındaki adam. “Bülent Akın’ın kamu kaynaklarını usulsüz kullandığına dair delillerin olduğu ve tutuklamanın asıl sebebinin bu olduğu konuşuluyor. Sen bu konu hakkında farklı bir bilgi duydun mu?”


Genç kız sorular ona ulaşana kadar defalarca başını salladı. “Evet,” dedi. Yine başını salladı ve “Evet Cem. Bana gelen ilk bilgiler de bu yönde ama bu ‘kamu kaynaklarının usulsüz kullanımı’ ifadesi tam olarak neyi ifade ediyor, hangi kamu kaynakları hangi usulsüzlükle kullanıldı henüz bir netlik kazanmadı. Söylentiler, kamu ihalelerine fesat karıştırmak, nüfuz ticareti yapmak ve kamu kaynaklarını usulsüz biçimde aktarmak yönünde. Tekrar ediyorum tabi bunlar birer iddia.”


Ellerini önündeki masaya yaslamış spiker de her cümleyi başıyla onaylıyor, zaman zaman rejiye bakıyordu. “Aynen öyle sevgili Derya. Bunlar birer iddia. Peki Derya, evin önünde durumlar nasıl? Giren çıkan oldu mu? Atilla Akın ya da eşi Aylin Akın’dan bir açıklama geldi mi?”


“Atilla Akın da Aylin Akın da emniyette. Geriye kalan aile üyeleri görülmedi ve henüz girip çıkan yok sevgili Cem. Beklemedeyiz. Burada yoğun güvenlik önlemleri alınmış durumda. Polisin belirlediği sınırın ötesine adım dahi atamıyoruz.”


Televizyon aniden siyah ekrana düştü. Spikerin yorumları yarıda kesildi ve Ali Ecevit Tarhan “Hayırlı sabahlar,” dedi çayını keyifle yudumlarken. Ona baktım. “Bunlar seni çok pis kandırmışlar. Bir atölye bir arabayla. Bak benden söylemesi.”


Ocaktaki menemeni aldı ve kahvaltı sofrasına koydu. “Lavabo müsait mi?” diye sordum.


“Ben burada olduğuma göre?”


Doğru söylüyordu. Ben de zaten nezaketen sormuştum. Kapıyı açtığımda kapatmadan konuştu.


“Orada kapalı paket bir diş fırçası var, ağızda dikiş mide bulandırır. Kullanacaksan kullan.”


“Teşekkür ederim,” dedim ve kapıyı kapattım. Kilitlemedim, yine suyu açtım biraz ve klozete oturdum. İşimi hallettikten sonra elimi ve sargılı olan elimin parmaklarını yıkadım ve dişlerimi çok az fırçaladım. İleriye gidemedim. Ağzımı uzun uzun çalkalayamazdım. Suyu kapattım, havluyu yine kullanmadım ve elimin ıslaklığını tişörtüme sürterek aldım, kapıyı açtım.


Tuvalet eşiğinin önünde beklerken göz ucuyla bana baktı. “Kuşlar bu sabah bana uğramadı,” dedi alayla ama ne dediğini başta anlamadım. “Kuş sütünü bekliyorsan haberin olsun,” deyince laf çarptığını fark ettim.


Kendi çayını tazeledi sonra bir bardak daha çıkardı. Biraz dem, biraz sıcak su koydu ve yarıladı bardağı. Üstünü içme suyuyla tamamladı. Çay kaşığı alıp tadına baktı sonra gelişigüzel lavabonun içine bıraktı ve sofraya koydu çay bardaklarını. Yavaşça oturdum, o da kendi yerine. Çatalıma uzandım, ekmek çıkardı, kendi önüne koyduktan sonra benim önüme de koydu ama sanırım onu yiyemezdim. Tazeydi, çıtır çıtır duruyordu. Peynir aldım biraz tabağıma. Çatalımın ucuyla ezdim biraz öyle aldım ağzımın içine. Dişlerimin üzerinde gezdirdim, damağıma dokunmadan yuttum. Tadını bile almadım. Görmesem, ne olduğunu bilmeden yerdim.


Beni izlediğini hissettim. Yine aynı şeyi yaptım. Peyniri bebek maması gibi ezip yedim. İzlemeyi sürdürdü. Midesini bulandırdım belki ya da iştahını kapattım. Bazen evde, zorla oturtulduğum sofralarda Bülent iştahla kahvaltı yaparken bana bakıp iştahını kapattığımı söylerdi. Bunun için buradayım zaten derdim ama sanırım aynı şeyi Ecevit’e söyleyemezdim. O kadar moralimi bozdu ki bu ihtimal. Öylesine canım sıkıldı ki buna sebep olma ihtimalim… Kendimi çok kötü hissettim.


 Çocukluğunu ve gençliğini dört duvarda geçirdikten sonra kendine ait bir dört duvarı olmuştu ve onu burada rahatsız ediyor belki de iştahını kapatıyordum. Elimdeki çatalı bırakıp dünkü çorbadan kalıp kalmadığını soracaktım. Varsa kendim ısıtmadan içecektim. Ama o benden önce hamle yaptı “Sert mi gelir o ekmek?” diye sordu ve ekmeğimi aldı önümden. Sonra içindeki hamur kısmı aldı, bir kuşa böler gibi lokmalara böldü ve tabağıma koydu. Dış kısmınıysa kendi önüne aldı. Menemenin kaşar kısmını kendi ekmeğiyle geriye doğru itti ve önümde kalan domatesleri biraz daha ezdi. “Ye yavaş yavaş,” dedi.


Sanırım midesi bulanmamış ve iştahı kapanmamıştı.


Küçük ekmek parçalarımdan birini aldım ve menemene bandırdım. Ekmek o kadar küçüktü ki elimden düştü ve tamamı menemenin içinde ıslandı. Göz ucuyla Ecevit’e baktım ama bana bakmıyordu. Çatalımı aldım ve hızlıca menemenin içine düşen ekmeğimi aldım ve ağzımın içine koydum. Yine damağıma dokundurmadan yuttum. Ilık çayımı içtim. Sessiz sessiz kahvaltımızı yaptık. Ecevit çok hızlı yiyordu. Benden önce bitirdi ama gözlerini bana dikmedi.


“Bir şey söylemeyecek misin Bülent şerefsizi için?”


“Suçu varsa cezasını çeksin.”


“Suçu var,” dedi. “Ama babası onu kurtarır.” Ecevit’e baktım. Gülecek gibi oldu. “Alışıklar onlar böyle her boku yiyip sıyırmaya.”


Hayır diyemedim. Yalan da diyemedim. Doğruydu. Babam Bülent’i cinayetten kurtarmıştı? Yolsuzluktan mı kurtaramayacaktı? “Sen mi yaptın?” diye sordum.


“Bazı belgeler, bazı önemli insanların eline ulaştı diyelim. Sonuçta biz bir hukuk devletiyiz değil mi?

Anayasa ne der? Güçlü olan değil haklı olan korunur. O yüzden ben de bazı belgeleri önemli insanlara sundum ki, güçlüler suçlarının cezasını çeksin.”


Dün gece hastanede, bak ben ona ne yapıyorum diye söylenişi geldi aklıma. “Dün akşam mı sundun?”


“Dün akşam.”


“Dün akşam diye mi planlamıştın?”


“Bir kurşunu erken sıktım diyelim.”


“Neden?” diye sordum. Kalktı yerinden, bardağının dibinde kalan çayı döktü ve kendine yeni çay koydu.


“Babanın çatıma helikopter indirecek vakti kalmasın diye. Çayım taze, yeni demledim.” Geriye yaslandı ve çatık kaşlarıyla beni izlemeye başladı. Dik dik yüzüme bakıyordu. Çatıktı kaşları ve gözleri küçücüktü. Küçükken beni yeterince göremediğini bile sanırdım.


“Çayın bayatlayacak ama,” dedim dikkatli bakışları altında. Konuşmak için cesaretimi topluyordum adeta.


“Gelip alabilen alsın,” dedi açıkça. Bunu benim için söylemişti. “Ayrıca çayım bayatlasa da ördüğüm çoraplar kolay kolay çözülmez. Benim evimde de bayat çay bulunmaz.”


Bayat olmayan çaya uzandım. Bir küçük yudum daha aldım. Ilık olan çayım artık soğumuştu ama bayat değildi. Önemli olan da buydu zaten. “Kıyafetlerin yıkandı kurudu, koydum odanın köşesine.”


“Yıkanacak mısın sen de?” diye sordu. O ana kadar aklımın ucundan bile geçmedi bu. Bir an korktum ve “Kokuyor muyum?” diye sordum. Kokmak istemezdim, en azından kokacak kadar pis olmak istemezdim. Burnundan iki kez ardı ardına nefes çekti “Hayır,” dedi ama ben yine de üstümü kokladım. Bana da bir koku gelmedi. “Hastane pisliği gitsin diye. Yıkanacaksan yıkan, çekinme.”


“Yok,” dedim. Bunu burada çekinmeden yapmam mümkün değildi. Kemiklerimin açılması için biraz olsun sıcak su işe yarardı belki ama yine de istemiyordum. Biraz daha yemek yedim sonra ilaçlarımı içtim. Dizlerim sızlıyordu, çok yorgun ve sanki tüm vücudum ödemden şişmişti. Ellerim biraz kirlenmişti menemenle. Lavaboya gidip yıkadım tekrardan. O zaman yeniden yüzüme baktım. Tişörtü ittim biraz yakamı ıslatmak istedim. Orada kurumuş kan gördüm. Sonra biraz daha sıyırdım, yine ince uzun bir yol çizmişti kurumuş kan. Dün gece fark etmediğim her kir gün yüzüne çıkıyordu. Ağzımdan akan kan, vücudumun çoğu yerine dökülmüştü. Üzerimde hastane pisliği yoktu, kan pisliği vardı.


Ecevit’in banyosuna baktım. Saçlarım karman çorban olmuştu, uçlarına da kan bulaşmıştı. Ecevit sanırım kahvaltı sofrasını topluyordu. “Ecevit,” diye seslendim.


“Söyle.”


“Banyonu kullanabilir miyim?” Durdu ve bana baktı. Uzun uzadıya değil. Birkaç saniye sonra banyoya girdi. Tuvalet aynasının altındaki dolabı açtı ve bir küçük bir büyük havlu çıkardı. “Elini ne yapacaksın?” diye sordu.


“Annem geçen sefer eldiven takmıştı.”


“Elimde poşet var.”


“Olur. Nerede ben alayım?”


Cevap vermedi. Bana çıkardığı havluları astı ve gitti iki tane poşet biraz da lastik getirdi. Elimi poşete sardı, lastiği bileğime doladı. Bakındı ortalığa. “İstediğin bir şey var mı?”


Başımı iki yana salladım. Sanırım bana verebileceği başka da bir şey yoktu. “Bir şey olursa bağır,” dedi. Sonra bakındı ortalığa. “Bakacağız bir çaresine bir şekilde.”


Çağırmazdım ama yine de teşekkür ettim. Kapıyı kapatıp çıktı banyodan. Tek elimle biraz zor oldu ama çıkardım üstümü. Suyu ayarladım. Biraz fazla sıcak yaptım vücudum açılsın diye. Sutyenim temizdi ama iç çamaşırımı direkt giymek içime sinmedi. Makineye atamazdım yıkayıp banyodaki kaloriferin üzerine sersem, üstüne de saçım için kullandığım havluyu sersem olur muydu? Önce kendimi yıkadım sonra biraz çamaşırımı. Bir kez saçlarımı şampuanladım. Sonra vücudumu köpükledim kan lekeleri gitsin diye. Su o kadar ısındı ki bir yerden sonra yandım ama soğutmadım. Gözlerim kapalı değildi, dikkatle adım atıyordum. Bir duş jeli, bir şampuan, bir de lif vardı. Life su gelmesin, kullandığımı düşünmesin diye uğraştım elimden geldiğince. Çıkmadan kontrol ettim yine de. Islansa da yer yer kuru kalmıştı. Yanlış anlamazdı. Saçlarımın kalmamasına dikkat ettim, suyu kapatıp kısa zamanda çıktım duşakabinden. Vücudumu kuruladım.


Saçlarımın olabildiğince suyunu aldım ve önce iç çamaşırımı astım sonra üstüne havluyu astım. Ecevit’in kıyafetlerini geri giydim. Zaten çok boldu. İp düğüm olmuştu, çıkarırken zorlanmadım ama giyerken biraz zorlandım ama yine de başardım. İp izleri bacaklarımda oluştu ama geçerdi zaten. O düğümü Ecevit’e çözdüremezdim. Kapıyı araladığımda “Ecevit,” diye seslendim bir kez daha. Bir şey daha vardı aslında. Saç kurutma makinesi yoktu. Saçlarım uzundu. Kuruması biraz güçtü.


“Hallettin mi?” diye sordu.


“Kurutma makineni verir misin?”


“Dolapta,” dedi ve girdi banyodan. Açtı dolabı, elini arkalara attı ve çıkardı. Elimi işaret etti, “Çıkar o poşetleri atayım,” dedi. O söylemeyene kadar aklıma bile gelmedi. Su da süzülüyordu zaten. Lavabonun içinde çıkardım. Uçları biraz nemlenmişti ama kuru kalmıştı genel olarak. Zarar görmemişti. Ecevit elimden aldı ve çöpe attı. Sonra vücuduma aldığı havluyu makineye koydu ve ansızın saç havluma uzandığında “Onu alma!” diye bağırdım adeta ve önüne geçmeye çalıştım. Eli havada kaldı ve bana baktı çatık kaşlarla.


“Onu alma,” dedim daha sakin bir sesle ama kalbim çarpmaya başladı hızla. Yüzüm gözüm zaten kızarmıştı sıcak sudan.


“Niye?”


“Kurusun.”


“Yıkanacak zaten.”


“Onu ellerim için kullanırım.”


“Temiz havlu var.”


“Yok ben onu kullanayım.”


Beni dinlemeyecek ve aniden havluyu da çekecek diye çok korktum. Anlamıyordu, sorguluyordu.

“Niye?”


“Ecevit lütfen alma onu, kurusun,” dedim. Ayıp olan bir şey de yoktu ama nasıl her tuvaleti kullandığımda suyu açıyorsam bu da aynı şeydi. Uzatmadı, ağzında bir şeyler mırıldandı ve geri çekildi. Çıktı banyodan. Saç kurutma makinesiyle kolum yorulana kadar saçlarımı kuruttum. En azından dipleri biraz kurudu. Tarayamadığım için karışıklardı ama taransa bile bir yer hep düğüm kalıyordu. Bir yerin düğüm olmasının, tamamının düğüm olmasından bir farkı yoktu.


 Fişten çıkardım ve biraz sarmaya çalıştım kabloyu. Çıkardığı yere geri koydum ve doğruldum yerimden. Ecevit sanırım telefonla konuşuyordu. Çıktım ben de banyodan. Onu görmeye çalıştım.


“Hayır,” dediğinde “Ecevit,” diye seslendim. Göremedim çünkü nerede olduğunu.


“Müsait değilim,” dedi sonra. Salona doğru başımı uzattım. Bana söyledi sandım ama bunu da telefondakine söylemişti. “Gelme…” Camın önündeydi. Sırtı bana dönüktü. “Hayır müsait değil evim. Farah aynı mevzu mu?” diye sorduğunda kalakaldım arkasında. Yutkundum, odaya girmekle burada onu dinlemek arasında gidip geliyordum. “Kararlı…” Ecevit bana döndü ansızın ve göz göze geldik. Başını salladı ne oldu der gibi. Ben de başımı salladım. Bir şey yoktu. Uyumak istiyordum sadece biraz daha ama önce onu da dinlemek istiyordum. Kaşlarım bükülmüştü. Ecevit yeniden kafasını salladığında yüzüne baktım yalnızca. “Hayır yapılacak hiçbir şey yok. Kararını vermiş adam.


Bize söz hakkı düşmüyor. Biliyorum Farah… Benimle konuşsan da bir şey değişmeyecek. Hayır… Tamam ben seni müsait olunca arayacağım. Gelme…” Ecevit bana kaçamak bir bakış attı. “Evet,” dedi varla yok arasında. Karşıdaki kadının sesini duyamıyordum. O kadın kimdi bilmiyordum. Sadece devamlı adını duyduğum o kadındı. Beni bir gece ansızın, bu kapıya sarhoş şekilde getiren Ecevit’in oyun arkadaşı diye içimdeki Firuze’yi yiyip bitiren o isimdi.


“Kapatmam gerekiyor… Öyle bir şey yapmıyorum. Tamam, konuşuruz yine. Tamam, görüşürüz. Dikkat et,” dedi ve karşısındaki cümleleri bitmeden belki de kapattı sıkıntılı bir nefes aldı, bana baktı.


“Efendim Firuze,” diye sordu yalnızca. Birkaç saniye konuşamadım. Dilimin ucuna gelecek birbirinden hadsiz sorulardan ölesiye korkuyordum.


“Ben biraz daha uyumak istiyorum,” dedim sessizce. Adeta nefessiz kurdum bu cümleyi. Öylesine solgun ve isteksizdi ki sesim…


“Eczacı ilaçların uyku yapabileceğini söyledi. Geç uyu, iyileş. Öyle ayaklan.” Elindeki telefonu bir kez çevirdi dönüp gidecek oldum. Döndüm ama gitmedim. Yeniden Ecevit’e baktım. “Misafirin benim yüzümden mi gelemiyor?” diye sordum. İsmini vermedim ama ismi içimde yankılanıyor, küçük Firuze ayaklarını yere vura vura varlığını belli ediyordu. Öyle ki içimden kuvvetli bir ses misafirin benden haberi olduğunu, benim kim olduğumu bildiğini söylüyordu.


“Uyu Firuze,” dedi Ecevit yalnızca. Bu sonraki soruların cevaplarını da yok etti, yolunu kesti. Dişlerimi bastırmak istedim birbirine ama dikişlerim gerildi dudaklarım aralık kaldı. Bu kez döndüm ve gittim. Kapıyı kapattım, yatağın içine geri girdim. Yorganı başımın üzerine çektim gözlerimi yumdum sıkıca. Dişlerimi sıkamıyordum ama gözlerimi sıkabilirdim. Nefesimi tuttum. Bazı gerçekler ayan beyan ortadaydı. Kabullenmem ya da görmezden gelmem gerekiyordu. Tutamadım kendimi dişlerimi sıktım. Bunu yumuşatmam, belki resmetmem, belki masallaştırmam ama bir şekilde içimdekine anlatmam gerekiyordu. O çok hırçın bir çocuktu. Bugün aradığım Melike’yi bile küçükken Ecevit’ten kıskanan, Leyla teyzesine Melike’yi doğurduğu için gönül koyan ve minik bir bebeği ama o altına yapıyor kötü kokuyor diye devamlı Ecevit’e şikâyet eden bir çocuktu. Yine içimde hırçınlaşmaya başladı. Gözlerimi daha sıkı yumdum ve içimden saydım. Yüze kadar. Bine kadar. Sonsuza kadar. Uyumam lazımdı. İçimdeki kargaşaya rağmen.


***

İçine doğduğum cehennemden uzak duruşum, o cehennemi rüyamda görmeyeceğim anlamına gelmiyordu. Annemi, babamı ve Bülent’i birbirinden saçma şekillerde gördüğüm rüyadan uyanışımın üzerinden dakikalar geçmişti. Saç diplerim hâlâ biraz ıslak mıydı yoksa terlemiş miydim seçemiyordum. Çok uzun saatlerdir uyuyordum yalnızca. Onu biliyordum. Zaman zaman gözlerimi kısa vakitli açıp sonra uykumdan kopmadan hemen geri kapatmıştım. Perdenin ötesinden gökyüzünün siyaha kapandığını görüyordum. Yanıma koyulan suyu uykuyla uyanıklık arasında tüketmiştim. Menemen beni biraz susatmıştı galiba ve benim yine tuvalete gitmem lazımdı.


Kalktım yerimden, kapıyı yavaşça açtım ve çıktım odadan. Odanın karşısı duvardı, lavaboya doğru ilerledim ve hızla girdim. Kapıyı kapattıktan sonra saç havlusu ve altında bıraktığım çamaşırım geldi aklıma. Görse de dokunmazdı bilirdim ama o kadar uzun vakit uyumuştum ki, korkarak çektim havluyu. İkisi de kurumuştu. Hemen pantolonu çıkardım ve giydim, yine suyu açtım. Sanırım Ecevit evdeyse bu su sesinden anlayacaktı uyandığımı. Biraz uğraşmak istedim pantolonun düğümünü çözmek için ama içimde o gayreti bulamadım. Yine iz bıraka bıraka geri çekiştirdim ve giydim.


Saçlarım düzdü, kabarmamıştı ama belli noktalarda birleşmişti. Birini çözmek istedim ama koparmak tek çarem oldu. Avucuma gelen kopmuş saçı çöpe attım ve çıktım banyodan.


Ecevit gözlerini tuvalet kapısına dikmişti, çıkar çıkmaz göz göze geldik. Orta sehpayı koltuğa yaklaştırmıştı, masanın üzerinde bilgisayarını açmıştı. Bilgisayarın bir köşesinde bir yazıcı makinesi, diğer köşesinde kağıtlar vardı. Bir kâğıt daha makineden çıkıyor, makine yoğun bir ses çıkarıyordu. Gözlerini benden çekti ve yazıcıdan kâğıdı aldı. Sağ tarafta kalan kağıtlardan bir kısmını seçti ve ayırdı, bu çıkan kâğıdı da onların üzerine koydu. Ona doğru yaklaştım ve koltukta yanına oturdum. Önce biraz önündeki ekrana baktım, sonra çıkardığı kağıtlara. Üst tarafta onlarca sekme açıktı. Ecevit birinden bir diğerine geçiyordu.


“Daha iyi misin?”


“İyiyim.”


“Düne göre mi?”


“Düne göre çok daha iyiyim.”


Kağıtlardan birine uzandım. Doksanlı yıllardan bir gazete çıktısıydı. Kayıp bir çocuğun haberini yazmıştı. Sonra bu kâğıdın altındaki kağıtlara baktım. Onlar da yine aynı dönemlerden çıkan gazetelerdi. “Bir şey bulabildin mi?”


“Çok şey buldum,” dedi. “O yüzden çok bir şey bulabilmiş değilim.”

Ne demek istediğini çok iyi anlıyordum. Bazen her şey o kadar karışırdı ki, her yeni bilgi kafada yeni bir sor işareti yaratırdı ve sana tek bir faydası bile olmazdı. Ancak kafan karışırdı. “Öğrendiğin ve şaşırdığın bir bilgi oldu mu?” diye sordum bu kez.


“Bu Raşit denen herifin dini dayanakları var.”


“Nasıl yani?”


“Adamın Şeyh lakabı buradan geliyor. Tarikat mı yoksa sadece dindar bir adam rolü yapan biri mi emin olamıyorum. Bu adam hakkında birden fazla ihbar gelmiş o dönem. İnsanların dini zaafını kullanıp güvenilirliğini arttırmış. Bazı kaybolan çocukların bizzat bu adamın eliyle kaçırıldığı söyleniyor ama buna dair somut delil yok. Bak,” dedi ve dört sarı kalemle çizilmiş kâğıt çıkardı. Önüme serdi. Altını çizdiği yerleri gösterdi sarı kalemle. Dördünü de sırayla okudum. Cümleler birbirine fazlaca benziyor ve herkesin tanımladığı kişi tek bir bedenden oluşuyordu. Kaşlarım çatıldı bir kez daha okudum. Sonra gazete tarihlerine baktım. Hepsi birbirine yakındı. “Bilgisayarı kullanabilir miyim?”


Ecevit yeni bir sekme açtı ve yönünü bana çevirdiğinde, sehpa ve koltuk arasındaki mesafe Ecevit için azdı ama benim için yeterliydi. Yere çöktüm ve bacaklarımı sehpa altına uzattım. Kolum Ecevit’in bacağına değiyordu. Kendimi yana itmeye çalıştım ama yapamadım. Arama motoruna tarih olarak en eskide kalan haberde geçen çocuğun adını buldum. Haberler kısmına girdim ve dört farklı sayfa çıktı alt alta. Çocuk bulunmuştu. Kayıp değildi güncel olarak ve operasyondan önce bulunan nadir çocuklardan biriydi. Önümdeki gazete sayfalarını kronolojik sıraya ayırdım ve ikinci sıradaki tarihe baktım. Hepsi çocuk bulunduktan sonraydı. Ecevit arkamdan beni izliyordu.

İlk gazete sayfasını aldım ve kaldırdım. “Burada söylenenler yüksek ihtimalle gerçek,” dedim. O kâğıdı bir köşeye kaldırdım geriye kalan üç kâğıdı birleştirdim ve kaldırdım. “Burada söylenenler de yüksek ihtimalle taklit.”


“Neden böyle bir şey düşünüyorsun?” diye sordu Ecevit.


“Bu şekilde ifade veren, tanım yapan başka bir haber buldun mu?”


“Hayır. Varsa da ben görmedim. İlk bulduğum köşeye koyduğun. Zaten seneler sonra burada bahsedilenin o Şeyh Raşit denilen kişi olduğu düşüncesi atılmış ortaya. Parçalar birleşmiş bir nevi.”


Bahsi geçen ilk haber kağıdına uzandım ve Ecevit’e doğru çevirdim bedenimi. “Bu tanıklıktan sonra bu çocuk kısa zaman sonra bulunuyor ve ne tesadüf ki geriye kalan üç haber de çocuk bulunduktan sonra arka arkaya çıkıyor ve en önemlisi sen de çizerken fark etmişsindir. Cümleler birbirine absürt şekilde benziyor.”


Kağıtları Ecevit’in dizlerine serdim. Yeniden göz attı yazılanlara. Hepsinde altını çizdiği yerler kötü bir taklidin ürünleriydi sanki. Ne tesadüf ki cami hocasına benzettikleri adamın üstünde hepsinde de siyah uzun bir ceket vardı. Bu adam bütün çocukları aynı ceketle mi kaçırıyordu? Ecevit başını salladı, “Aileler böyle ciddi bir konuda neden yalan ifade versin?”


“Çaresizlikten,” dedim net bir şekilde. En altta kalan kâğıdı çıkardım ve en üste koydum. “Çünkü bu çocuk bulundu. Genelde diğer çocuklar, buna şayet kaçırıldıysa Melike de dahil, nasıl kaçırıldığını belli olmayan çocuklar ama sonra ilk kez bu aile şahit oluyor ve çıkıp anlatıyor. Çocuğu da bulunuyor. Ki bulunmasının nedeni muhtemelen anlattıkları değildir. Sonra muhtemelen bu diğer ailelere umut oluyor. Çaresizlik insana yalan söyletir Ecevit. En dürüst insana da,” Duraksadım ve ekledim. “Küçük bir çocuğa da.”


Ecevit gözlerini kağıtlardan bana kaldırdı ve göz göze kaldık bir süre. İkimiz de bir şey söylemedik. Gözlerini çeken de olmadı. Belki fark etti, belki de sadece söylediklerim kafasını karıştırdı. “Yani sen diyorsun ki aslında insanlar bir umut çocukları bulunsun diye benzer şeylerle ifade verdi.”


“Muhtemel. Bu kısmın altını çizmişsin. Ne planlıyorsun?”


“En azından bulunan bu çocukla da görüşmeyi. Ailesiyle ya da,” dedi bana bakmadan.


“Peki bu Yasin Acar’dan farklı ne verecek bize? Ona gittik çünkü.”

Ecevit bilgisayar ekranına baktı. Minicik bir izin bile günlerce peşinde koşabilirdi. Ölçüp tartmadığını hissediyordum. “Raşit denen adam tarafından kaçırıldıysa bir süre onunla kaldı demektir bu. Ya da neden böyle bir adam kendisi meydana çıkıp birinci elden yapıyor bunu? Çok riskli. Belli başlı çocukları kendisi mi kaçırdı? Bu çocukların özelliği ne? Bunlardan birinin bile cevabını öğrenebileceksek, peşinden giderim. Hiçbir şey öğrenmeyecek olayım. Yine peşinden giderim.

İhtimal yeter benim için.”


“Bu adamın o adam olduğuna dair elimizde bir kanıt yok ama.”


“Aksi bir kanıt olmadığı gibi.”


Doğru söylüyordu. Bedenimi yeniden ekrana çevirdim. Ecevit’in önündeki kağıtları aldım, kenara koydum. Çıkardığı diğer kağıtları inceledim teker teker. Dakikalarca neyin altını çizdiyse hepsini okudum. Bazı tarihleri internette yeniden arattım. O gün bu haberleri, diğer gazete sayfalarının ele aldığına baktım. Dakikalar geçti, Ecevit kalktı bize çay getirdi. Bir sigara yaktı, küllüğü koltuğun kenarına koydu ve o kısma doğru oturdu. Onun karman çorban indirdiği bütün kağıtları kronolojik sıraya koydum. Duvarında asılı olan tabloyu izledim. Karanlık bir boşlukta yolun sonunda gözüken bir ışığı gösteriyordu tablo. Beyaz ışık ne kadar küçük olsa da gölge oyunlarıyla göze çarpar hale gelmişti.


“Ecevit,” diye seslendim ona dönmeden.


“Dinliyorum.”


“Bir sanat eleştirisi yaparken somuttan soyuta mı gidersin, soyuttan somuta mı?”

Ecevit’in astığı tabloya bakarken sordum bu soruyu. Gözüm tabloda takılı kalmasa, bu şekilde sormazdım. “Oradan sanat eleştirisi yapıyor gibi mi duruyorum?” diye sordu. Ona döndüm. Sağ bacağını kırmış sol bacağının üzerine geniş bir şekilde atmış, sol kolunu küllüğün yanında koltuğun köşesine yaslamış sigarayı ince uzun parmakları arasında tutuyordu. Başını hafifçe bana eğmiş bakıyordu.


“Hayır durmuyorsun,” dedim çok düşünmeden. Hem de hiç durmuyordu. “Bir tabloya baktığında en başta peki ilk çizginin nereden atıldığına mı bakarsın yoksa tablonun geneline mi?”


“Bunları bana niye soruyorsun?” dedi.


“Sen cevap ver soruma.”


Gözümün daldığı tabloya baktı o da. Bir süre düşündü. Sonra gözlerini bana çevirmeden “Tablonun geneline,” dedi tam da tahmin ettiğim gibi. Bunun böyle olacağını biliyordum zaten.


“Peki neden bu olayı araştırırken genelden önce bu kadar özele bakıyorsun?” Çıkardığı kağıtları birer birer kaldırdım ve gösterdim. “Neredeyse hepsi kaçırılan çocuklarla alakalı. İlk kaçırılan çocuğu ve ilk bulunan çocuğu bile bulmuşsun ama çete hakkında elde tutulur bir şey yok.”


“Adım adım gidiyorum tek bir şey bile atlamayayım diye.”

İşin aslı bu değildi. İşin aslı Ecevit ne taraftan canı yandıysa dönüp o kısma bakıyordu hep. O insanlarla konuşmak istiyor, o insanlarla muhatap olmak istiyor, belki de o çocukların neler yaşadığını öğrenip kendi kardeşiyle alakalı tahminlerde bulunmak istiyordu. Yine de bunları ona söylemedim. Başımı salladım, “Tamam sen özelden genele git, ben genelden özele gideyim. Bilgisayara ihtiyacın var mı?”


“Var,” dedi Ecevit ve kendi önüne çekti. “Az bekle almak istediklerimi çıkarayım sana geri vereyim.” Sigarasını bıraktı ve koltuğun ortasına doğru yaklaştı. Yeniden bacağı koluma değdi. Belki o fark etmedi, ben de rahatsız olmadım. İstediği tüm belgeleri yazıcıya gönderdi ve küllüğü önüne aldı. Belgelerin çıkmasını beklerken sigarasını içmeye devam etti.


Hipnoz olmuş şekilde izlerken “Acıktın mı?” diye sordu. Başımı iki yana salladı. Sözde bana bakmıyordu ama yine de gördü bunu. “Teknik olarak acıkman lazım.”


“Acıkmadım.”


“Teknik olarak acıkman lazım ama.”


“Pratikte acıkmadım ama.”


Ters ters bana baktı. Neye kızdı yine bilmiyorum ama gözleriyle bana baskı kuruyordu. Kendimi kötü hissediyordum. Ben ona bakmayana kadar aynı halde bakmayı sürdürdü, mecbur dönüp bakmak zorunda kaldım. Başımı iki yana salladım ben de. “Ne oldu?”


“İlaç nasıl içeceksin? Ben yanımda hasta birini mi oradan oraya götüreceğim?”


“Hasta değilim ben,” demek istedim ama öylesine bahtsızdım ki sonlara doğru sesim kısıldı, boğazımı temizleyip öyle konuşmak zorunda kaldım. “Mercimek çorbasından kaldıysa içerim biraz ilaç içmek için.”


Sinir harbi üstündeydi, bu söylediğim de onu kızdırdı. Başını sallaya sallaya uzanıp kağıtları aldı. “Biri gider çalar çırpar diğeri burada mercimek çorbası ister. Kızım seni harbi kandırmışlar bunlar, doğru söyle atölyenin parasını da taksitle ödettiler mi sana?”


Cevap vermedim bilgisayarla işinin bitmesini bekledim oturduğum yerde. İşi bitince aldım kucağıma ben de koltuğa geçtim. Ecevit kalkıp mutfağa gitti. Göz ucuyla ona baktım ne yapıyor diye. Ocağa haşlamak için biraz patates koydu. Dolaptan da çözünmüş kıyma çıkardı. Daha da bakmadım yakalanmamak için. Kâğıt kalem buldum, sırtımı da mutfağa dönüp araştırmaya başladım.


O ismi yazdım, sözlük yazarlarının yazdıklarından, köşe yazarlarına, gazetelere, belgesellere kadar karşıma çıkan her şeyi sekmelere ekledim, bazılarına baktım. Notlar aldım, Ecevit gibi çıktılar çıkardım, bazı yerlerin altını çizdim, bazı kağıtları kafamızı daha çok karıştırmasın diye yırtıp attım. Sayfalarca adam hakkında yazılanları okudum. Saçlarımı Ecevit’in kalemlerinden biriyle toplamak istedim ama tek elimle beceremedim. Bıraktım öylece.


Çocuk kaçırma, ülkenin gündemine siyasi konulardan sonra bomba gibi düşen ikinci konuydu. Öyle ki o dönem yaşanan büyük deprem kadar konuşuluyor, haberler yapılıyor, çocuklar kayboluyordu. Konu öylesine yankı uyandırmıştı ki ülkede yazılan tezlere konu olmuştu. Yüksek lisans tez başlıklarına baktım. Birden fazla tez konusu vardı. Ankara Barosu’nun Dergisinden başlayan, Selçuk Üniversitesi’ne kadar uzanan araştırmalar vardı.


Onlarca makale yazılmıştı. Birkaçını elimden geldiğince okudum. Doksanların başında Sivas’ta yaşanan katliamın ardından Alevi Sünni çatışmasının hız kazanmasıyla doğudan batıya ama özellikle büyük şehirlere ciddi göçlerin olduğu ve çocuk kaçırmaların artmasındaki temel nedenin buraya kadar dayandığı yazılmıştı. Doksanların sonundaki büyük İstanbul depreminin çocuk çetelerindeki artışa sebep olduğundan, kaybolan çocukların aile yapılarından, yaşadıkları yerlerden bahsedilmişti.


“Bir şey bulabildin mi?”


Sağımın solumun kâğıt olduğu ve tüm varlığımla ekrana odaklandığım bir anda arkamdan gelen bu soru beni oturttuğum yerden sıçrattı. Elimi korkuyla kalbime bastırdım ve Ecevit’e baktım. “Yok artık,” dedi. Hem suçluydu hem de güçlüydü. Kağıtları toplamaya başladı hızlı hızlı. Masanın en köşesine itti ve sanırım koyacağı tabaklara yer açtı.


“Ödümü kopardın.”


“Hiçbir şey yapmadım,” dedi sorunun bende olduğunu belli ederek. “Hadi toparlan yemek ye,” dedi. Masada açılan yere rağmen ben kağıtlarımı bırakmadım, bilgisayarı da kapatmadım. Gelen tabağa baktım. Patates püresinin üzerine kıyma koymuştu, yanında da yoğurt vardı. Küçük birer kâse de mercimek çorbası.


“Niye uğraştın bu kadar?”


“Karnım aç çünkü,” dedi. Yanıma oturdu, su doldurdu iki bardağa da. Kağıtları bilgisayarın arasına koydum ve ona yaklaştım. Önce çorbamı içmeye başladım ama dayanamadım bilgisayarı da çektim yanıma. Bulduğum bir diğer tezi açtım. Ecevit de benimle beraber eğildi ekrana.


"1992- 1999 Yılı Ankara'daki Kayıp Çocuk Olayları ve Faili Meçhul Soruşturmalara Kriminolojik Bir Yaklaşım"

“Yazar:Mehmet Atlı

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi – Kamu Hukuku Anabilim Dalı

Kriminoloji Yüksek Lisans Tezi”


“Bu ne?”


“O dönem bu konuyla alakalı yazılan tezleri ve makaleleri tarıyorum. Belki direkt olarak bu dosyayla ilgilenen biri vardır diye.”


Tek elimle hem bilgisayara dokunup hem yemek yiyemiyordum. Ecevit bilgisayarı aldı ve ikimizin tabağının arasına koydu. Ben de çorbamı alıp dizime yerleştirdim. Öyle içmeye başladım. Ecevit tezi aşağı doğru kaydırdı ve baştaki özet kısmına getirdi.


“Bu çalışmada, 1990–2000 yılları arasında Ankara ili genelinde meydana gelen çocuklara yönelik organize suç faaliyetleri, bu olaylara dair tanıklık mekanizmaları ve adli süreçte karşılaşılan kurumsal yetersizlikler incelenmiştir. Araştırma kapsamında, Emniyet Genel Müdürlüğü ile Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na bağlı arşivlerde yer alan 124 dosya analiz edilmiştir. Dosyalar arasında özellikle 1999 yılında gerçekleştirilen ve kamuoyuna "Sancak Operasyonu" olarak yansıyan çocuk kaçırma ve yasa dışı evlat edinme suçlarına ilişkin belgeler ön plana çıkmaktadır,”


Ecevit’le okuma hızımız yakın olacak ki ikimiz de aynı noktada birbirimize baktık. Gözlerinde adeta bir şimşek çaktı ve hızla elimdeki kâseyi bıraktım, ekrana eğildik. Özetin devamını okuduk.


“Sancak Operasyonu kapsamında çökertildiği bildirilen yapının, kamuoyunda Sıbyanlar adıyla bilinen ve başında Şeyh Raşit adlı bir kişi olduğu iddia edilen illegal oluşum olduğu anlaşılmaktadır. Ancak operasyon sırasında elde edilen tanık ifadelerinin önemli bir kısmının işleme alınmadığı; bazı tutanakların eksik, çelişkili veya tamamen sansürlü olduğu tespit edilmiştir. Çete üyelerinin büyük bölümü yakalanmış olsa da, Şeyh Raşit’in yakalanamadığı ve dosyasının ayrı bir soruşturmaya aktarıldığı belgelerde yer almaktadır.”


“Ecevit,” dedim duramadım yerimde ayaklandım. Ecevit hızla yazıcıya gönderdi tezi çift kopya olarak ve yazıcının başına dikildim. O sabretmedi ekrandan okumaya devam etti. Çift kopyanın ilkini aldım. İkimiz de yemek tabaklarımızı ileri ittik.


“Araştırma kapsamında, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ait toplam 124 vaka dosyası değerlendirilmiş; bu dosyalar içinde 63 tanığın ifadeleri analiz edilmiştir. İncelenen vakalar arasında özellikle 1999 yılı içerisinde Şentepe, Demetevler ve Keçiören bölgelerinde yoğunlaşan kayıp çocuk vakalarının dikkat çekici olduğu görülmüştür. Bu olaylarda fail profilleri, tanık anlatımları ve adli işlem süreçleri üzerinden tematik kodlamalar yapılmıştır.”


Ecevit telefonuna uzandı ve rehberine girdi. Ekrandaki yazıyı okuyamadan kulağına dayadı. “Celal amca iyi akşamlar,” dedi. “Rahatsız ediyorum kusura bakma. Sana bir isim soracağım.” Ecevit karşı taraftaki adamın selamını aldı, tez canlıydı, başını sallıyordu devamlı. “Ankara hukuktan mezun bir avukat. Bilmiyorum avukatlık mı yapıyor ama adı Mehmet Atlı. Beş sene önce yüksek lisans tezi yazmış. Tezin konusu, Melike’nin kaybolduğu senelerde kaybolan çocuklar. Şimdi baktık içeriğine ulaştığım bir çete var. 99’da çökertilmiş. Çete lideri meydanda yok. Bu adamın tezinde geçiyor bu herifin ismi. Bu tezin sahibine ulaşabilir misin?”


Yüzümü biraz Ecevit’e yaklaştırdım ve kulağımı telefona dayamaya çalıştım. Adamı duyamıyordum. “Tamam atıyorum. Mail adresin var bende. Tamam Celal amca, hemen gönderiyorum.”


Ecevit telefonu bıraktı ve bilgisayarla ilgilenmeye başladı. Dosyayı mailden Celal Yıldız isminde birine gönderdi. Alt kısma da tezin sahibinin adını yazdı. “Kim bu adam?” diye sordum.


“Avukat,” dedi durdu ve başını salladı. “Eski avukat,” Durdu ağzının içinde küfretti. “Haysiyetsiz baban yüzünden senelerdir mesleğini yapamayan bir avukat. Başka sorun var mı?” diye tersledi aniden. Neye uğradığımı şaşırdım. “Varsa sor yanıtlayayım,” Bunu benim iyiliğim için sormuyordu. Bunu adeta azarlayarak söylüyordu. Ne olmuştu, neyden bahsediyordu bilmedim. Gözlerimi kırpıştırdım önüme döndüm. Onu bu kadar öfkelendiren şeyi öğrenmek istemedim. Çünkü biliyordum ki babamın bir yükünü daha sırtıma alacaktım. Dünün üzerinden daha hiçbir şey geçmemişti. Kendi yükümü bile azaltmamıştım.


Yutkundum ve önümde bağladım kollarımı. Onun gibi makaleyi de okuyacak halim kalmadı. Çok kötü hissettim kendimi. Şimdi yardım istediği bir adama bile babamın zararı dokunmuştu. Bin bir emekle elde ettiği mesleği yapamamıştı. O isim dakikalar sonra Ecevit’i aradığında bu kez telefona yaklaşmadım. Benim burada olduğumu da bilmesin istedim. Sesim soluğum çıkmadı. Bu adam her kimse muhtemelen benim ismimi bilirdi.


“Efendim Celal abi. Tamam. Avukat yani. Tamam. Çete doksan dokuzda çökertilmiş. Dosya kapatılmış evet. Nasıl yani?” Ecevit aniden telefonu hoparlöre aldı ve kağıtlara uzandı. “Tamam açtım söylediğin sayfayı,” dedi Ecevit. “Kaç sene diyor?”


“2005. Altı yıl sonra yani.”


“Bulunmamış adamın dosyası altı yıl sonra kapanmaz Ecevit,” dediğinde ilk kez bu adamın sesini duydum. Kimdi bilmiyordum. Adı da sesi de bana yabancıydı.


Ecevit bahsettiği yeri yeniden okudu. “Ya tezdeki bilgi yanlış. Ki sanmam ya da başka bir iş var. Usule göre kaç yıl sonra dosya düşer?”


“Bir on yılı daha var. Çete çökertilse de adam bulunmamış. Usule göre ya o adam bulunacak ya da dava en erken 2020 de düşecek.”


“Ne diyorsun bu işe?” diye sordu Ecevit. Ben de artık göz ucuyla Ecevit’in parmak gezdirdiği yere bakıyordum.


“Bu adam korunuyor. O dönemde siyasi bağlantıları olabilir, yurt dışından siyasi bağlantısı olabilir. Zamanında işbirlikçi olduklarına tehditle kendini korutmuş olabilir. Üstü kapatılmış. Usulsüz bu dosyanın kapanması. Haklı olan değil, güçlü olan korunmuş gibi duruyor yine.”


“Böyle vaziyetin içine sokayım,” dedi Ecevit kağıtları fırlatırken. Telefonu geri aldı ve kulağına dayadı. “Bu adam tezde kullandığı dosyalara nereden ulaştı? Benim de ulaşmam lazım.” Ecevit kalktı yerinden volta atmaya başladı evin içinde. “Legal şekilde ulaşmak isteyen kim Celal amca? İşin neresi legal ben legal kalayım? Bana bu dosyaların nerede muhafaza edildiğini öğrenebilir misin?” Dudaklarını kemiriyordu. Sigarasına uzandı ve bir dal çekti. Telefonunu omzuna sıkıştırdı ve yaktı.


“Tamam bekliyorum ben,” dedi ve kapattı.


“Bunu ben de birilerine sorabilirim,” dedim sessizce. Şu an yine benim sesimi duymak istemediğini hissediyorum.


“Hayır,” dedi net bir şekilde.


“Neden?” diye sordum. Sesim adeta üzgün çıkmıştı. Oyundan çıkarıldığımı hissettim yine bir an.

“Kuracağın her bağlantı babana dokunuyor. Babanın kulağına gidecek hiçbir şey yapmayacaksın. Ne evlat dinliyor ne başka bir şey. Görmüyor musun?” Bunları söylerken televizyon ünitesinin üstündeki ilaçlarımı işaret etti.


“Ben babamla bir şekilde baş ederim,” dedim. Bu böyle miydi? Bilmiyordum. Babam beni en fazla öldürebilirdi. İçimdeki tüm korku bununla sınırlıydı. Babamla yüz yüze kaldığımda o yüzden başımı dik tutuyor, meydan okuyordum. Babam bana en fazla ne yapabilirdi ki?


Dudaklarına yığınla cümle doluştu sanki. Birkaç kez konuşacak gibi araladı ama bir türlü hangi cümleyi kuracağını seçemedi ve eninde sonunda sustu. Hiçbir şey söylemedi. “Hayır dedim,” diye kestirip attı.


“Konuştuğun avukat bulamazsa ben birilerini arayacağım.”


“Sen laftan anlamıyor musun?”


“Anlamıyorum,” dedim açıkça. Ecevit bu hikayede beni babamdan koruyacak son kişi bile değildi.


“Yapmayacaksın böyle bir şey.”



“Yapacağım.”


“Yapmayacaksın Firuze.”


“Gerekirse yapacağım. Hem seni ne ilgilendiriyor babamın bana ne yaptığı?”


“Allah’ım hesap soruyor,” dedi olduğu yerde sırtını dönerken. Öfkeden kabarmıştı bedeni. “Hesap soruyor kafayı yiyeceğim, hesap soruyor.”


“Hesap sormuyorum!” diye bağırmak istedim ama ağzımın içi o kadar acıdı ki cümlemin sonu acıyla kesildi, değil bağırmak sesimi bile duyamadım. İnledim ve başımı eğdim. Elimi ağzıma kapattım.


Sabahtan beri küçük harflerle konuşuyordum. Ecevit büyüdükçe mızıkçı olmuştu. Resmen iş yapılmıyordu bu adamla.


“Al,” dedi sanki ben yapmışım gibi. “Yemin ederim numunesin ya. Kaldır kafanı, attı mı dikişin?”

Ben kaldırmayınca o geldi kendisi kaldırdı. “Aç ağzını bakayım.”


Tavanı izleyeceğim kadar kafamı kaldırmıştı. Hafifçe ağzımı araladım. Telefonunun fenerini yakıp ağzımın içine tuttu. “Rahat etmeyecek misin sen bu dikişlerini attırmadan? Dur daha günü yeni doldu. Söyle rahat etmeyecek misin?”


Işığı kapattı ve başımı geri indirdi. Dilimi sürttüm dikişlerime. Kan tadı gelmedi. “Ben mi yaptım?”


“Ben mi sana bağır dedim?”


“Sen bağırmama sebep oldun!”


Öyle bir dehşetle bana baktı ki, gören de ben suçluyum sanırdı. Küçükken de hep böyle yapardı zaten. Daima böyle bakar ve kendimi suçlu hissederdim. Ben sana yapma demedim mi der başka da bir şey demezdi. “Yemeğini ye.”


“Yemeyeceğim.”


İştahım kalmamıştı. Tek amacım Ecevit’le savaşmadan tanıdık avukat aramaktı. “Keyfin bilir ben yiyeceğim,” dedi ve oturdu yanıma yemeğini yedi hiçbir şey olmamış gibi. Benim tabağımı da benim önüme itti. “Dün akşamki gibi olursan seni hastaneye götüreceğim. Ben doktor değilim.”


“Beni hastaneye götürme,” diye sızlandım adeta. Gece her şey olabilirdi. Bir rüya bile benim ağrılarımı arttırabilirdi. Uykumda ağlatabilirdi. Doktora gitmek istemiyordum. Bunlar o öyle düşünmese de normalimdi.


“Ya ne yapayım? Yemek yemiyorsun, ilaç içmiyorsun, uyku desen ağlaya ağlaya? Çocukla uğraşıyorum ben. Nereye kadar? Götüreceğim hastaneye,” dedi yine.


İçimde bir keder anlaşılmadığım her an büyüyordu. Gözlerim küçüldü sonra anlamsız bir şekilde yaşardı. Beni hastaneye götürsün istemiyordum. Ben gece acı çekerken yanıma gelmek zorunda değildi. Ben çeke çeke uykuya dalardım. Sandığı kadar büyük bir şey yoktu ortada. Çorbamı önüme çektim ama onu içmek istemedim. Çatala uzanmadım, elimdeki kaşığın ucuyla patates püremden aldım biraz. Yine ağzımın kenarına getirdim orada çevirdim biraz. Sonra yuttum damağıma dokunmadan.


“Dün gece sesli mi ağladım?” diye sordum. “Uyandırdım mı? Dikkat edeceğim bu gece,” Yapabileceğim tek şey buydu. Başka da elimden ne gelir bilmiyordum. Eğer öyle olduysa da bilinçli yapmamıştım. Biraz daha patates püresi aldım. Biraz da kıymasından.


“Uyanıktım zate… Firuze niye ağlıyorsun?”


Hayır sorun Ecevit’ti. Bir radarı vardı adeta. Sesli de ağlasam, sessiz de ağlasam yakalanıyordum. “Beni hastaneye götürme, çok sıkıldım artık hastaneye gitmekten.”


Sessiz sedasız beni izledi. Bileğimle gözlerimi silmeye çalıştım. Yanında küçük bir çocuk gibi davranmayı hiç istemiyordum. Bunu ben de seçmiyordum zaten. Bu şartlı koşullanma gibiydi. Elimde değildi. Ecevit’in yanında bir an bile uyumuyordu yedi yaşımdaki halim.


“Yemeğini ye götürmeyeceğim,” dedi. Kaşığın ucunu biraz arttırdım. Öyle yemeye devam ettim.

“Ağlama da.”


“Bunu isteme benden,” dedim yalnızca. “Elimde değil. Durduramıyorum.”


“Sen ağlamak istiyorsun Firuze,” dedi yine. Bu cümlesi hiç değişmeyecek miydi? Sanırım değişmeyecekti. Cevap vermedim. Burnum akıyordu. Kalktı yerinden. Mide bulandırıcıydım. Tahammül bile edilmiyordu bana. Peçete konuldu dizimin üzerine. Peçeteyi aldım, rahatsızlık vermeden sildim burnumu. Yiyebildiğim kadar yedim yemek. O tabağını bitirdi ama ben bitiremedim. Yoğurdumu yedim ama. “Bu kaldı,” dedim tabağımı işaret ederken. Buna da ağlamak istedim. Artık tabağımda yemek bırakınca aklıma süt, şeker ve ekmek geliyordu. “Sonra yerim olur mu?”


“Tamam ağlama. Niye ağlıyorsun yine?”


Cevap vermedim. Kalktım ilaçlarımı aldım ve teker teker içtim. Yemeği toplarken yardım etmek istedim ama izin vermedi. Kendisi topladı. Bacaklarımı kendime çektim başımı yasladım ve camdan dışarıyı izledim. Ecevit döndü, oturdu yine koltuğa. Tezi okumaya devam etti. Yaklaşık seksen sayfaydı. Yarı yarıya bölüşmek geldi aklıma ama o enerjiyi kendimde bulamadım. Herhangi bir şey atlamaktan korktum. O okuyabildiği kadar okusaydı ben devam ederdim.


“Çayın yok mu?” diye sordum sessizce. Niye konuşuyordum bilmiyordum.


“Demleniyor.”


“İstersen çayı da ben koyarım. Yemeği sen hazırladın ya.”


“Karşılık bekleyerek hazırlamadım Firuze.”


“Ama olsun,” dedim. Aklımda tek canlanan şey koyduğum çayı dökmesiydi. “Ben de senden yemek beklemedim sonuçta. Çay koyayım ben de.”


“Sen dinlen Firuze, git uyu hatta istersen.”


“Koymayayım mı?” diye sordum inatla. Açık açık koyma demesini bekliyordum. Cevap vermedi. Vermedikçe içimdeki ağlama dürtüsü arttı. O gün neyse bugün de oydu. Biraz olsun beni eski Firuze olarak görmüyordu. Görmesini gerektirecek bir şey var mıydı? Yoktu elbette. Benim çektiğim acıların onda dokunması gereken bir şey yoktu. Bu acı benim vebalimdi. Onu ilgilendirmezdi. Yine de çayını ben koymak istedim.


“Peki koymayayım…” dedim incecik bir sesle. Bu sesi tanıdığını düşünüyordum. Sanırım tanıdı da. Başını aniden kağıtlardan kaldırdı ve geriye doğru attı. Tavana dönüktü artık ama gözleri kapalıydı.


“Ağlama,” dedi adeta isyan ederek. Âdem elması gidip geliyordu. Önce plaklarına baktım biraz sonra yüzümü dizlerime gömdüm. Birkaç kez daha tekrar etti. Yüzümü çıkarmadım gömdüğüm yerden. Dakikalar geçti, artık gözlerim kapalıydı, zaman zaman dalıyordum ama uyumuyordum. Ecevit’in telefonunun sesi beni uyandırdı, başımı kaldırdım. O an gördüm. Ecevit de bıraktığım haldeydi. Başı geriye yaslıydı. Gözleri kapalıydı ve yüzü ezilmişti adeta.


Açtı gözlerini, telefonuna uzandı. “Efendim abi? Bir saniye…” Kâğıda kaleme uzandı. “Yazıyorum şu an.” Çirkin el yazısıyla sanırım bir adres yazdı. “Ek bina mı? Açılış kapanış saati adliyeyle aynı mı? Tamam… Dosya numarası değil mi? Tamamdır, hakkını helal et… Haber edeceğim sana. Bir şekilde bulacağım bir yolunu. Eyvallah.” Telefonu kapattığında ikimiz de bedenlerimizi toparladık. Adrese baktık.


“Adliyede mi?”


“Ek binasında. Aynı alanda yani.”


“Bize göstermezler ki.”


Ecevit bana baktı. “Onlar göstermeyecek biz bakacağız. Hatta ben bakacağım. Dur bakalım,” dedi ve telefonundan rehbere girdi.


“Ben de geleceğim.”


“Firuze, sen beni bekleyeceksin. Ben getireceğim.”


“Yoksa adliyeye girerim bütün planını bozarım. Yakalanırız.”


“Bela mısın sen?” diye sordu yine. Başımı salladım.


“Yemin ederim yaparım. Beni asla dışarıda bırakmayı düşünme. Peşinden gelirim, her şeyi de bozarım.”


“Aferin sana,” dedi yine o… On yaşındaki Ecevit. Bana aferin derken çocukluğundan sesleniyordu. O duymuyordu ama ben duyuyordum.


Kalktı koltuktan, camı açtı ve bir sigara daha yaktı. Pencerenin dibinde birkaç kişiyle konuştu. Anlamıyordum. Bazen sesini duymayacağım kadar sessiz konuşuyordu. Temizlik görevlisi dedi. Taşeron işçi dedi. İki kart dedi. Yerimden kalktım, o fark etmeden mutfağa gittim. İki tane çay bardağı aldım. Birini önden sıcak suyla çalkaladım onun yaptığı gibi. Diğerine içme suyu ekledim. İkisine de sıcak su ve dem koyduktan sonra altlıklara koydum. İçeri döndüm. Sehpanın üzerine koydum. Ecevit hâlâ konuşuyordu. Uzun uzun bir şeyler dinliyordu. Ben çayları koyduktan iki üç dakika sonra kapattı. Elinde telefonu çevirdi ve bana döndü.


Çayları görmedi başta “Taşeron temizlik işçisi olarak gireceğiz adliyeye. Var mısın?” dedi. Cümlesini tamamladıktan sonra tesadüfen gördü masadaki çay bardaklarını. Kalbim ağzımdaydı. Korkuyla gelecek tepkiyi bekliyordum. Alıp dökecek mi yoksa hiç içmeyecek mi… Bilmiyordum. Hangisini yaparsa yapsın sesimi çıkarmayacaktım.


“Varım,” dedim o çay bardaklarına bakarken. Dudaklarını yaladı, sinesi şişti doldurduğu havayla. Cama baktı. Oda biraz soğumuştu. Kapattı camı ve bana yaklaştı. Gözlerimi kıstım hareketlerini izlerken. Oturdu. Alıp dökmedi çayı… Tehlike bitmedi ama yine de azaldı. Son ihtimal o çayı içmemesiydi ama kesinlikle alıp dökmesinden daha ağır değildi.


“Temizlik de yapacak mıyız?” diye sordum.


“Gerekirse evet.”


“Olsun,” dedim. “Atölyemi de kendim temizliyorum ben.”


Koltuktan kendimi ittim ve yere oturdum. İkimiz de henüz çaylarımıza dokunmamıştık. Sanırım içmeyecekti. “Bu sayfaya kadar mı geldin? Devamını bölüşelim. Hem dikkatimiz azalmaz hem de hızlı biter,” Sayfa numarasına baktım ve geriye kalanı ikiye böldüm. İlk kısmı ona uzattım fosforlu kalemle. “Al bu senin hakkın.”


Aldı elimden ben de geriye kalanını aldım. Boynum ağrıyordu. Sert bir yere yaslamak istedim şakağımı. Destek almam lazımdı. En yakın sivri ve sert yer onun diziydi. Yavaş yavaş, sinsi sinsi yaklaştım ve eninde sonunda yasladım şakağımı.


“Uykum gelmedi, boynum ağrıdı,” dedim o sormadan. “Biraz böyle durayım kalkacağım söz.”

Ne diyeceğini bekledim. Sessiz kaldı ne bedenle ne de sözle hiçbir tepki vermedi. İkimiz de sessiz okuma yapıyorduk. Sonra ansızın, bir el uzandı arkadan. O kadar vakit geçmiş gibi hissediyordum ki o elin hedefini anlayamadım. Ecevit’in ince uzun parmakları çay bardağını kavradı ve aldı. Bu bir hayal miydi yoksa gerçek miydi? O çay bardağının yokluğunu izledim ağlak bir ifadeydi.


Ecevit çayı içti.


Benimle çocukken küçük pembe çay bardağımdan olmayan çayı içen adam bugün elimden çay içti. İçimdeki Firuze’nin koştura koştura oyuncaklarına koşuşunu hissettim. Küçük pembe çay bardaklarını çıkardı hemen. Evcilik oynadığı arkadaşı gelecek sandı. Belki gelmeyecekti ama şimdi benim yanımda bir adam vardı, benim koyduğum çayı artık dökmüyordu. O pembe çay bardaklarını hatırlamıyordu ama o çayı içiyordu artık.


Tepki vermemek için çok zorladım kendimi. Dakikalarca sıktım. İyi kötü, olumlu olumsuz… Onun elinden o çay bardağını bırakmasına sebep olmak istemiyordum. İçimdeki çocuk sesini dinledim. Adeta şakıyordu. Pembe çaydanlığında çay demliyordu ve ben suyun fokurdamasına kadar duyuyordum onu.


O çay bardağının altlıktaki yokluğunu kabullendiğim zaman devam ettim okumaya. Sayfalarca okuduk. Gözlerim artık gitmeye başladığında kağıtlar da düşmeye başlıyordu elimden ama direniyordum. İçimdeki ses azalmamıştı. Minik çay bardaklarıyla sofra kurulmuştu. Firuze’nin kalbi atıyordu içimde. Belki iki küçük çocuk yeniden çay içmeyecekti ama  temizlik görevlisi olacaktık biz.


“Firuze,” diye seslendi. Rüya mıydı, gerçek miydi bilmiyordum. “Hadi uyu sen. Gözlerin kapanıyor.”

“Sen?” diye mırıldandım. Göbek deliğime dokunmak istedim. Göbek deliğimiz bir kesilmişti çünkü bizim.


“Ben biraz daha devam edeceğim. Hadi kalk,” dedi bana. Kağıtları daha sıkı tuttum ve başımı kaldırdım. O kadar çok dalmıştım ki çay bardağı yerine geri gelmişti ve o çay bardağı artık boştu. Ecevit aldı elimden tezin devamını ve kalkmam için sehpayı itti biraz. Yalpalayarak kalktım yerimden. Ayakta durdum birkaç saniye. Ev çok sessizdi. Kapının çalması ikimize de sürpriz oldu.

Birbirimize baktık. İkimizin de aklına tek bir kişi geldi.


Babam.


Ecevit ayaklandı. “Gir içeri kapıyı kapat,” dedi ama onun peşinden gittim. Kapıdan daha uzaktım ama hâlâ oradaydım. Ecevit delikten baktı. “Babam mı?” diye sordum. Midem bulanmaya başladı.

Ecevit kapıyı açtı ve karşımızdaki kişi beklediğim kişi değil, hatta onunla aynı cinsiyetten biri bile değildi. Ecevit onun adını söyledi ve ben onunla göz göze geldim. “Farah?”

 

***

instagram; dilanduurmaz

uzumbugusuofficial 

 

 

 

 

 
 
 

7 commentaires


Gül Bahçesi
Gül Bahçesi
12 dakika önce

Bir bardak çayın içilmesine hüngür şakır ağlatıyor bizi bu kadın kafayı yicem!!!!

J'aime

kbraglsn71hafz
11 saat önce

Ben firuzeye çok ağlıyorum ama ya

J'aime

mormantar03
bir gün önce

benim annem de biz sofraya gelmeyince "tüm davetiyeciler kapalıymış, eğer davetiye bekliyorsanız" der askçddsfkasaksjfd

J'aime

mormantar03
bir gün önce

“Orada kapalı paket bir diş fırçası var, ağızda dikiş mide bulandırır. Kullanacaksan kullan.”

ecevit bunu neden biliyor 😭😭😭

J'aime
Gül Bahçesi
Gül Bahçesi
14 dakika önce
En réponse à

Repliği okuduktan sonra bir süre duvara baktıran o sorgulama....

J'aime

gamzex55x
bir gün önce

bu bölüm bana çok iyi geldi gerekiyormuş gibi geldi tek mekanda geçmesi çook hoşuma gitti eline sağlıık

J'aime

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

  • Facebook
  • Twitter
bottom of page