XVII- "delil susturulursa, suç konuşmaya başlar."
- Dilan Durmaz
- 4 Tem
- 93 dakikada okunur
Ben geldim! Yanıma da upuzun bir bölüm aldım.
Önce oy verelim mi? Verelim verelim… En az bölüm kadar çok yorum yapalım mı? Yapalım yapalım. Tüm sosyal medya paylaşımlarını sıfır tavizle görüyorum ve teşekkür ediyorum.
Pazar akşam sekizde twitterdan ses odası açacağız. Bilginiz olsun.
Bölüm sonunu mutlaka okuyun olur mu?
Haziran 1993
Portakal kokusunu sever misiniz?
Leyla; Ankara’nın pek uzak, suyu çok akmayan, elektriği daha gelmemiş, takım elbiseli devlet adamlarının, başkanlarının, hangi milletin olduğunu pek anlamadığı vekillerinin bile seçimden seçime uğramadığı ücra bir köyünde yaşıyordu. Kar yağdı mı, köye girişler çıkışlar kapanır, haftada bir şehir merkezine inen muhtar emmi de inemez olurdu. İki kardeşi vardı. Evin büyüğüydü. En küçük kız kardeşini yine böyle karlı bir Ankara ayazında kırk iki derece ateşte, havaleyle kaybetmişti.
Babası kahvehaneden çıkmayan hayırsızın tekiydi, muhtar emminin pikabı o karlı yolu aşacak kadar kuvvetli değildi ve annesi garibandı. Küçük bebek ateşe dayanamamış, ablacığının kucağında can vermişti. Ortancaları erkekti. Küçük de değildi ama babasının ufak haliydi. Leyla Tarhan avucunda ölen bebek için ne ağıtlar yakmıştı. Uzun saçlarını yolmuştu, bedenini yerden yere vurmuştu. Ablalık annelik demekti bir yerde. Annesinden kuvvetli bağırmıştı. Komşular sakinleştirememişti. Zorla almışlardı ölü kardeşini elinden. Babası olacak o hayırsız akşam eve gelince yemek sormuştu. Annesinin başı evlat acısıyla daha düştüğü yastıktan kalkmamıştı. Babası yemek diye ısrar edince
‘Hiç mi vicdanın sızlamıyor senin baba?’ diye bağırmıştı ilk kez.
Leyla Tarhan; ilkokulu zor bitirmişti. Muhtar emmi bu meseleye biraz önem veriyordu. Kız çocukları ilkokulu bitirecek usta diyordu. Devlet de yeni yasa çıkarıyor zaten. Pek önem veriyor bu mevzuya. Bak okula giden çocuk artarsa bu köye su da gelir elektrik de. Okul oldu mu mesele dinliyorlar biraz bizi. Gönderin çocuklarınızı okula. Hele kızlarınızı muhakkak gönderin. Şehirde gazetelere bas bas yazıyorlar. Haydi kızlar okula diye… Tamam çok okumasın ama az da başlasın. Ali ata bin yazabilsin.
Kâfi.
Öyle ya da böyle bitirmişti ilkokulu. Ortaokula da gitmek istemişti. Bunun için yan köye gitmesi gerekiyordu. Dünya kadar yol. Bir sürü masraf. Olacak iş miydi? Ali ata bin de yazıyordu, Ayşe et al da. Yeterdi işte. Babasından az dayak yememişti. Dayak yiye yiye vazgeçmişti bu sevdasından ama adap iyi bilirdi. Oturmasını kalkmasını ondan iyi bilen yoktu bu köyde. Kalem işi olunca onu çağırırlardı. Muhtar emmi şehre gidince ondan gazete isterdi. Çeşmeden su taşırdı köyden bazı insanlara. Üç kuruş para alırdı. Onları gizlerdi babasından muhtara verirdi. Bana okunacak ne bulursan getir olur mu muhtar emmi derdi. Öyle öyle bu köyden kimsenin okumadığı kadar kitap okumuştu. Şimdi üstündeki kıyafeti değiştirsek, koysak şehir merkezine, önemli insanlar arasına otursa kimseler anlamazdı suyu olmayan bir köyden geldiğini. Hoş bir güzelliği, tatlı bir dili, nahif bakışları vardı. Sadece çok eziyet görüyordu babasından. Anacığı gibi.
Cenazenin kalktığı gün de evlerinden, babasına öyle bağırınca pek bir dayak yemişti. Saçlarından sürüklenmişti yerden yere vurulmuştu. Yine de acısı kardeşinin acısının önüne geçmemişti. Kalkmıştı babasına yemek hazırlamıştı. Evlerinde yemek babasına kadardan biraz fazla pişerdi. Biraz fazlasını kardeşi yerdi, onlar da yerlerdi işte bir şeyler. Annesi çok ekmek yapardı. Ekmekten çok karın doyuran ne vardı? Biraz şanslılarsa içine bazen zeytin, bazen yazın kuruttuğu domateslerden koyardı. Pek severdi Leyla annesinin ekmeklerini. Annesinin ekmeklerinden sonra en sevdiği şey muhtar emminin şehirden getirdiği, şansa ona verdiği bir parça portakallı kek olmuştu.
Bir gün nasip olur da evlenirse, kocası da babası gibi pek hayırsız çıkmazsa o elektrikli çalışan fırınlardan isteyecekti. Ama tabi inşallah annesi ölmeden evlenmezdi. Evlenirse annesini bırakıp bu köyden nasıl giderdi? Bu köyden gidemezse o elektrikli fırını almanın ne anlamı vardı? Babası gibi hayırsızın teki çıkmazsa kocası, bu köyde de yaşamazlarsa, bir elektrikli fırınla kek yapacaktı. Portakallarını kendisi pazardan seçecekti.
Portakal kokusunu sever misiniz?
Çeşme başında tanıştığı, yan köyde babasıyla çiftçilik yapan yağız bir delikanlıyla denk geldiğinde o gencin diğer gençlerden farklı olduğunu, babasına hiç benzemediğini el değmemiş beyaz yüreğinde hissetmişti. İki dirhem bir çekirdekti Leyla’nın hali. Beğeneni çoktu. Evlenmesine çok kalmamıştı o fark etmese de. Uzun siyah saçları vardı. Anneciği yıkadıktan sonra bir tarlayı hasata yatırır gibi ucundan makas vururdu. Sonra ince dişli sarı tarakla tarar, örer, kendi eliyle yaptığı tokayla tutuştururdu. O bir kitap daha almak için fazladan taşıdığı yüklü suları yan köyden bir genç delikanlı görmüştü. Bilekleri pek narindi. Taşıyamaz sanmıştı. Almak istemişti. Allah şahit öyle başkasının karısına kızına bakacak bir adam değildi. Allah rızası için suları taşımasında yardım etmek istemişti. Kalbi nasıl da atmıştı Leyla’nın. Babasından kardeşinden başka erkek mi görmüştü? Bu kuş uçmaz kervan geçmez, su akmaz elektrik gelmez köyde pek genç erkek yoktu. Korkmuştu biraz. Çekip almıştı mataralarını. Matara da pek yoktu. Üstelik bunlar komşunun mataralarıydı. Allah var doğruya doğru, mataraları çalacak sanmıştı. Epey terslemişti genç adamı. Kovmuştu. Bir kovalamadığı kalmıştı adamcağızı. Genç kendini pek kötü hissetmişti. Sapık diye adı çıkacaktı haşa. Uzaklaşmak zorunda kalmıştı ama arkasını dönüp de izlemişti hızlı hızlı yürüyen, örülü saçları hızlandıkça sırtına vuran, suları paçalarını ıslatan bu agresif kızı. O kızın kalbinin nasıl attığını bilmemişti. Korkuttu sanmıştı. Halbuki Leyla’nın korkmaktan öteydi. Bu adam ne o hayırsız babasına ne de kardeşine benziyordu. Kalbi, yürümeyen bir eşeğin sırtına vurulan darbe gibi vuruyordu göğüs kafesine. Sanki o fırını almış, portakallı kek yapmıştı.
O genç Hüseyin Tarhan’dı.
Eşine aldığı ilk eşya elektrikli fırın olmuştu. Sonra eşi onlara hep portakallı kek yapmıştı. Farklı çeşitlerden de yapmıştı da portakallının tadı pek farklıydı. Hiçbirine benzemezdi.
Leyla Tarhan’ın portakallı keki.
Ankara’nın merkezine bir valizle taşındıklarında da portakallı kek yapardı bu kadın. O köylerine hiç gelmeyen kravatlı bir adamın evinin köşesinde, köydeki evlerinin misillerce kat daha güzel bir ev onlara verildiğinde ve orada yaşadıklarında da portakallı kek yapardı. Üstelik artık onun olmasa bile kocaman bir mutfak vardı, istediğini pişirdiği de son model bir de fırını. Orada o ailenin çocuklarına da kek pişirirdi. Ali Ecevit’ine de. Seve seve. Annesi gibi ekmek yapardı bazen. O pek beğenilmemişti.
Pek anlamıyorlardı bu kravatlı adamlar ve aileleri köy ekmeğinden. Ali Ecevit’i ve Hüseyin çok severek yemişlerdi ama. Belli etmezdi ama anneciğini hatırlardı her ekmek yaptığında. Mutluydu. Çocuğu vardı, ailesi vardı ama yokluk içinde ölen annesinin buradaki nimetlerden biraz olsun faydalanmadığını düşünür üzülürdü bazen. Varsın olsun derdi sonra. Bak oğlun var. Tüm imkanları ona ver o zaman Leyla. Annen yerine de yaşasın.
Portakal kokusunu sever misiniz? Sevmeyeniniz varsa daha Leyla Tarhan’ın portakallı kekini tatmamıştır.
Firuze çok severdi.
Şimdi annesinin ona yaptığı ve kıvamını tutturamadığı portakallı keki yerken hiç memnun değildi halinden. Daha fazla dayanamadı bu çirkin tada. Önünden itti tabağı. “Çok kötü,” dedi çekinmeden.
“Leyla teyze olsaydı güzelce yapardı bana.”
Hali hazırda sinirleri yıpranmış olan Aylin Akın bir süre kendisinin de kötü olduğunu bildiği keki izledi sonra adeta kriz geçirir gibi bağırdı. “Yeter!” diye haykırdı. Elindeki çatalı masaya fırlattı.
“Yeter, yeter! Yeter duyuyor musun beni? Yeter! Ecevit bitti Leyla mı başladı? Yeter,” Firuze öylesine korktu ki, küçük bedeni daha da küçüldü. Ecevit gittiğinden beri değil, Ecevit gelmediği günden beri kilo vermişti. Daha da minicik kalmıştı. Altı ay olmuştu. Ecevit gelmemişti. Firuze yapayalnızdı. Yalnızlık hissi yedi yaşında ona hediye edilen, daha önce hiç tatmadığı bir duyguydu. Bu duyguyu hangi yaşında olursa olsun Ecevit’le tatmak istemezdi. Annesi gözlerini kocaman açmıştı, adeta Firuze’ye saldırmak üzereydi. Firuze’nin kolundan tuttu. Savurarak kaldırdı yerinden.
Merdivenleri hızlı hızlı çıkardı. “Yeter! Bıktım! Yeter! Yok! Leyla da yok, Hüseyin de yok, Ecevit de yok! Yeter!” Bunları söylerken bir taraftan bağırıyor bir taraftan ağlıyordu. Kızını odasının içine itti. İşaretparmağını salladı. “Baban gelene kadar bu odadan çıkmayacaksın! Duydun mu beni?” Firuze olduğu yere sindi. O da ağlamaya başladı. Hiç anlamıyordu. Bu insanları hiç anlamıyordu. Ecevit’i istiyordu. Firuze neredeyse doğduğundan beri Ecevit’i isterdi. Niye artık ona bağırıyorlar, neden istediğini yapıyorlar hiç anlamıyordu. Sokaklara düşmek, kapı kapı arkadaşını aramak istiyordu. Bu yalnızlığı küçük bedeni hiç kaldıramıyordu.
Aylin Akın kapıyı çarparak çıktı. Hızlı hızlı ev telefonunun yanına gitti. Atilla’ya ulaşacağı numarayı çevirdi. Atilla’dan önce iki kişi girdi araya. Bu onu daha çok delirtti. Bağıra bağıra emirler yağdırıyordu artık. Atilla’nın sesini duyduğunda konuşmasına fırsat vermedi. “Ben boşanmak istiyorum,” dedi hızla. Atilla Akın’ı duraksattı bu. Bir süre ses seda gelmedi.
“Bu gece yemeğe ben gelmeden başlamayın sevgili eşim,” dedi yalnızca. Bu iki ay sonra evde yiyeceği ilk yemekti. “İlk uçakla geliyorum yanınıza. Ben de sizi çok özledim.”
Aylin Akın telefonun da üstünde olduğu vitrine yaslamıştı bedenini. Aynadan kendine baktı. Bitmiş gözüküyordu. Hiçbir şey söylemeden kapattı telefonu ve aynadaki yansımasını izledi. Aylardır süresiz izindeydi. Mesleğini yapmıyordu ve tam iki aydır Atilla yoktu. Partideki konumu değişmişti ve daha önemli bir adam olmuştu. Tam iki aydır bir erken seçim tutkusuyla partiyle oradan oraya gidiyordu. Bütün ülke parlayan bu çalışkan genç siyasetçiyi konuşmaya başlamıştı. Tüm bunlar olurken Aylin Akın evde, her gün, her an, her yerde Ecevit’ten bahseden, onu isteyen, gelmeyecek birinin ne zaman geleceğini sorgulayan kızıyla baş etmeye çalışıyordu. Artık tek başına. Dayanacak gücü kalmamıştı.
Artık kızı bu olaylardan önce ölmüş bir kadını bile arıyordu kendi yaptığı yemekte. Aklını kaçıracaktı.
Aylin ilaçlarını içti. Sonra çıktı odaya, ilaçların etkisiyle uyudu. Akşam uyumadan içtiği ilaçları içmişti. Akşam ne yapacaktı bilinmezdi. Rüyasında Leyla Tarhan’ı gördü yine. Portakallı kek yapmıştı. Firuze ve Ecevit yer Aylin Hanım, diyordu. Siz de ister misiniz? Buyurun kahve yapayım, bir dilim yiyin.
Hatırasındaki hali biraz olsun bozulmuyordu o kadının. Yine çok güzel, çok kibar, çok nahif bir kadındı. Aylin bazen ona da kahve koydurtur beraber içerlerdi. İlkokul mezunuydu sözde, bir doktor ve bırakmasa geleceği parlak bir tiyatrocu olan Aylin Akın’la hiç geri kalmadan sohbet ederdi. Ayak uydururdu. Kitaplardan da, siyasetten de, yeni çıkan kasetlerden de… Konuşabildiği yerde konuşur, bilmediği noktada susardı.
Ne olacak bu çocuklar Leyla, nasıl büyüyecek derdi bazen Aylin Akın dertli dertli. Leyla’nın yüzünde tuhaf, hüzünlü bir tebessüm oluşurdu. Ben bile o evde, o yoklukta büyüdüysem onlar hayli hayli büyür diyemezdi; büyürler Aylin Hanım derdi. Annesi babası eksik olmasın yanından büyürler. Benim oğlanla senin küçük kız hele bıraksak bu evde tek başına büyür giderler, bizi bile aramazlar derdi. Ecevit de zehir gibi derdi Aylin. Karşısındaki kadının mutlu olduğunu görürdü. Mutlu ederdi onu mutlu etmek. Okuyacak gibi ışık var… En büyük istediğim diye yanıt alırdı her seferinde. Allah biliyor ya Ecevit okusun, büyük adam olsun başka bir şey istemiyorum. Varımı yoğumu veririm. Yeter ki okusun, gelsin bir yerlere.
Aylin kolunu sıvazlardı. Okuyacak, okuyacak. İçin rahat olsun. Bana güvenirsen, biraz anlıyorsam bu işlerden pek parlak geleceği derdi. İnanırdı Leyla Tarhan. Pek beğenirdi bu kadını. Hatta bazen imrenirdi. Kitaplar alırdı bazen ondan. Pek cömertti. Bugüne bugün bunu da vermem demezdi. Bir isterdi iki verirdi, al canım okuyunca geri getirirsin. Çok beğenirsen, altını çizdiğin olursa sende kalabilir. Yenisini alırım ben, derdi. Okurdu akşam evine dönünce. Bir güne bir gün eşi de ne diye okuyorsun bunları Leyla demezdi. Bu pek kıymetliydi kadın için. Babasından çok görmüştü, evinde kitap okumanın tadı bir başkaydı ona. Küçük Ecevit’i de pek severdi kitap okumayı. O da gelirdi annesinin yamacına kitap okurdu. Bir gün öğretmeni sormuştu, ‘Bu çocuk nasıl bu kadar kitap okuyor? Annesi öğretmen mi?’ Pek görülmüş bir şey değildi. Öğretmenler çırpınır dururdu kitap okutmak için çocuklara. Hüseyin Tarhan “Hanım öğretmen değil ama çok okur,” demişti içi kıpır kıpırken. “O da annesinden görüyor hocam.”
Eve varınca yüzünde muzır muzır bir ifadeyle söylemişti. Söylemeden önce de “Hocanım,” diye seslenmişti Leyla’ya. Leyla Çalıkuşu’nu pek severdi. Atatürk gibi başucu kitabı yapmıştı. Öyle çok severdi ki Hüseyin Tarhan da merak salıp okumuştu. O yüzden Leyla’ya hocanım demek, onu nasıl mutlu eder tahmin ediyordu. “O nereden çıktı?” demişti Leyla şaşkınca. “Ecevit’in hocası, annesi muallime mi dedi. Ecevit pek kitap okuyormuş.”
Leyla Tarhan’ın ömrü hayatındaki en güzel üç anından biriydi. Hocanın Leyla. Yirmilerinin ikinci yarısındaydı. İlk defa büyüseydi ne olacağına karar vermişti. Eğer okusaydı, öğretmen olurdu. Olsun, belki Ecevit’i öğretmen olurdu. O da yeterdi ona.
Aylin Akın yarı baygın yattığı yatakta bunları hayal meyal düşünüyordu. Leyla ona elbet anlatmıştı öğretmenin dediklerini. Kapısının açıldığını hissetmedi, aniden üzerinde bir nefes fark etti. Hareket etmedi, eşinin dokunuşlarını tepkisizce izledi. Saçları okşandı, buseler kondurdu, adı seslenildi tepki vermedi. “Aylin,” dedi tekrardan.
“Bugün Firuze aylar sonra ilk defa kendi isteğiyle yiyecek bir şey istedi.”
Atilla kadının başını kaldırdı ve kendi dizine yatırdı. “Portakallı kek istedi benden. Aylar sonra. Kuş kadar kaldı kızım. Hemen hazırladım… Hemen güle oynaya hazırladım. Sonra yemedi ve ne dedi biliyor musun?” Atilla az çok tahmin ediyordu artık. Firuze’nin aylar söyledikleri değişmiyordu.
“Çok kötü. Leyla teyzem olsaydı bana yapardı.”
Aylin hıçkırarak ağlamaya başladı. Geçmiyordu. Firuze unutmuyordu. Aylin unutmuyordu. Ecevit rüyasına giriyordu. Annesi ölmüş Melike rüyasına giriyordu. Hüseyin ve Leyla rüyasına giriyordu. Başlarda oğluna sarılıp içini soğutuyordu. Bülent’i veremezdi. Yüzlerce insanı da verse Bülent’i veremezdi ama… Ama bu yüzlerce insandan biri Firuze olmamalıydı. Firuze’yi veremezdi. Kızını veremezdi. Oğlunu vermemişti ama kızını tutamıyordu. Gücü yetmiyordu. Ne büyük şeylere güçleri yetmişti de, Firuze’ye bir portakallı kek yediremiyorlardı.
Atilla yüzünü karısının saçlarına yasladı. Bu ağlayışın sebebini anlıyordu. Ev öylesine boğucuydu ki evden uzakta geçirdiği iki ay ona pek iyi gelmişti. Ona iyi gelmişti ama Aylin? Her şeyi yapan eden oydu. Tüm yükü karısına bırakıp gitmişti. Bencil bir adamdı. Hep.
“Geçecek.”
“Geçmeyecek.”
“Geçecek. Firuze alışacak. Ben ya da sen bile terk etseydik onu bir yerden sonra bizim yokluğumuza bile alışırdı.”
“Bizim yokluğumuza bile alışırdı da sanki Ecevit’e alışamazmış gibi geliyor.”
“Aylin abartıyorsun…” dedi adam. Hiç iyi değildi dizine yatırdığı kadın. Ne anlamsız cümleler kuruyordu. Mümkün müydü böyle bir şey?
“Biz ne kadar vicdansız olsak da Firuze yanı başımızda vicdan gibi duruyor,” dedi. Bunu ilk fark eden Aylin olmuştu. Evin küçük prensesi, ressamı, güzeller güzeli kızı, evlat olmayı bırakmış vicdan olmuştu artık. Firuze’ye baktıkça tek hatırladıkları altı ay öncesiydi. Firuze hiç unutmuyordu. Unutturmuyordu.
“İyi hissetmiyorsun. Bak buradayız. Kızımız burada, oğlumuz burada, ben buradayım, sen buradasın… Ailemizin bir arada olmasından daha önemli bir şey var mı?” diye sordu. Aylin cevap vermedi. Atilla boynuna birkaç buse bıraktı. “Yok. Ne olursa olsun, kim yok olursa olsun benim ailemden daha kıymetli değil. Bizden daha önemli değil.”
“Atilla,” dedi kadın acıyla. Bir gün kocası kadar vicdanını köreltecek miydi? Bunu istiyor muydu emin bile değildi. Vicdansız biri olmak acı çekmekten daha mı iyiydi? “Umarım öbür dünya yoktur.”
Şayet cennet ve cehennem varsa, bu hesabını verebilecekleri bir şey değildi. Leyla’dan nasıl kaçacaktı orada? O güzel kadın emindi ki cennete gitmişti. Cennetten, Akın ailesinin üzerine lanetler yağdırıyordu. Bazen ruhunu hissediyordu, ürperiyordu. Evlerini değiştirmişlerdi ama hâlâ zaman zaman Leyla’yı görür gibi oluyordu mutfakta. Leyla öldüğünde bile bu kadar acı çekmemişti. Çünkü o nasıl evladı için bunları yaptıysa, Leyla da emindi ki ölürken daha az acı çekmişti ailesine olanları izlerken. Oğlum hep büyük adam olacak diyordu kadın, bunu görmeden toprak olmuştu. Bunu izleyemeden oğlu yok edilmişti. Hem de bir kupa kahveyi karşılıklı içerken bunları anlattığı kadının elleriyle yok edilmişti.
“Aylin kendine gel!” dedi Atilla sert bir sesle. “Kendine gel, sen okumuş bir kadınsın. Bu haftadan sonra işine dön. Evde kalmak sana iyi gelmedi.”
“Çalışacak kuvvetim yok.”
“Sen Aylin Akın’sın!”
“Firuze kayıp gidiyor elimden.”
“Öyle bir şey olmayacak!” Atilla başını kaldırdı, Aylin’in de başını yastığa bıraktı. Kalktı yataktan. Karısının üzerindeki pikeyi kaldırdı ve “Hadi kalk kızımızı alıp yemeğe gidelim,” dedi. Neredeyse zorla kaldırdı. Saçlarını düzeltti elinden geldiğince yaşlarını sildi. “Güçlü dur,” dedi tekrardan. “Sen benim karımsın güçlü dur.”
Aylin’in artık hoşuna gitmiyor, göğsünü de kabartmıyordu Atilla Akın’ın karısı olmak. Aylin onlarca yıl öncesine gitmek istiyordu. O tiyatro sahnesinden seyircilere bakmak istemiyor ve Atilla’yı tanımak istemiyordu. Sorun burada Atilla değildi. Sorun burada onların evlenmeleriydi. Eğer ki başkalarıyla evlenselerdi çocuklarının kaderi de bambaşka olacaktı.
El ele gittiler Firuze’nin odasına. Annesi ona bu odadan asla çıkmayacaksın dediği andan beri yorganın altına girmişti minik bedeniyle. Korkmuştu biraz. Ağlamama oyunu oynamaya çalışmıştı ama olmamıştı. Yapamamıştı. Bir sürü ağlamıştı. Ecevit gelince böyle söyleyecekti. Bir sürü ağladım, nerede kaldın diyecekti. Ya da hiçbir şey söylemeyecekti. Sadece sarılacaktı. Bilmiyordu.
“Burada güzeller güzeli bir prenses yaşıyormuş!” diye girdi Atilla odaya. Aylin ne kadar bağırıp çağırdıysa Atilla bir o kadar sakin yaşamıştı bu ayları. Kızına yoğun sevgi sözcükleri kullanıyor, sinirini belli etmiyor ve kızının kendisinden uzaklaşmasına izin vermiyordu. Satranç taşlarını elinden hiç bırakmıyordu. Firuze seneler sonra anlayacaktı. Annesinin neden bu halde olduğunu ve babasının bu gamsız vicdanı kör olmuş tavırlarını. Şimdi babasına düşkün devam ediyordu. Gün gelecek, babasından bugünkü coşkusu için bile nefret edecekti.
Yorganı üzerinden attı hızla “Baba!” diye bağırdı. Babası kurtuluş gibi geldi. Hızla koştu babasına, kucaklandı, havalandı, defalarca kez kendi etrafında döndürüldü. Birkaç gece önce babası ona gelirken bir sürprizi olacağını söylemişti. Atilla’nın sürprizi bir oyuncaktan ibaretti ama Firuze’nin beklentisi pek farklıydı. Babasının gelmesine daha vardı. Bu umudunu içinde büyütüyordu. Babasıyla öpüşüp koklaştı. Sonra şakıdı. “Baba baba!”
“Güzel Firuze’m.”
“Baba sürpriz. Ecevit geldi değil mi? Onu almaya gittin. Nerede! Geldi mi baba? Nerede? Sakladın mı? Hediye paketi de yaptın mı baba,” dedi ve söylediğine kıkır kıkır güldü. Ecevit öyle büyük bir özlemdi ki artık Firuze için, gelişi bir müjde, bir bayram, bir hediye olacaktı. Kesinlikle ona hediye süsü takmalılardı. Küçük çocuk, aklında böyle bir resim çizdi. Yarın da kâğıda çizecekti. Aylin Akın sinirden güldü. Atilla bozuntuya vermemek için güldü. Firuze’nin dökülen süt dişleri onu pek sevimli hale getiriyordu. Aylin kızına baktı. Kızı aylar sonra ilk kez bu kadar içten gülüyordu. Okulda bile bir köşeye siniyordu. Defterlerinin köşesine, başlarına, ortalarına okula başlamadan öğrendiği o ismi yazıyordu.
Ecevit.
“Hayır,” dedi Atilla ve kızının gülüşünü soldurmadı katletti. “Ama sana o kadar güzel bir şey aldım ki… Görünce bayılacaksın.”
Firuze’nin tüm hevesi paramparça oldu. Dökülmüş süt dişleri bile gözükmedi. Başını geriye doğru atmaya çalıştı ama babası izin vermedi. “Ben istemiyorum,” dedi. “Ben Ecevit’i istiyorum. Niye gidip almadın onu?”
Ona ne çok oyuncak almışlardı Ecevit gittiğinden beri. Ama Firuze ne zaman oyuncaklarla oynamıştı ki? Firuze’nin tek oynadığı şey Ecevit’ti. Ecevit’in o kadar çok oyunları vardı ki, onların oyuncağa bile ihtiyacı olmazdı. Bazen Ecevit o kurnaz aklıyla bir kâğıt parçasını, küçük bir sopayı bile tüm pahalı oyuncaklardan daha kıymetli hale getiriyordu. “Hadi yemeğe inelim,” dedi Atilla, Firuze’nin bu sözlerini görmezden gelip. “Baba kurt gibi aç, kızını yiyecek,” dedi ve dişlerini Firuze’nin yanaklarına geçirmeye çalıştı ama kızı izin vermedi. Öyle huysuzlandı ki Atilla’nın da tüm tadı tuzu kaçtı. Firuze inene kadar iki kez daha Ecevit dedi. Aylin’e bakmaktan kaçtı Atilla. Onu haklı çıkarmak istemiyordu.
“Bülent nerede?” diye sordu boş masayı görünce.
“Spora başladı, erken yiyor,” dedi Aylin. Sofraya yerleştiler. Masanın başında Atilla, yanında kızı, kızının yanında Aylin oturuyordu.
“Ooo burada Firuze’nin en sevdiği yemek varmış,” dedi Atilla ve Firuze’nin tabağını doldurdu. Aylin de hızla çatalı eline aldı. Biliyordu artık. Kaşla göz arasında ne yedirirse kârdı. Anne baba zorla birkaç çatal yedirdiler. Firuze bir kez daha Ecevit dedi. Babasını uzun zamandır görmüyordu. Sırf bu yüzden bile bir kere söyleyeceği yerde üç kere söylüyordu. İçindeki bu köksüz hayal kırıklığının sebebi babasıydı. Ne olurdu Ecevit’le gelseydi?
Atilla dikkatini dağıtmak için, “Kızımı ve annesini yazlığa kaçırsam diyorum birkaç gün.”
Firuze bir kez daha Ecevit dedi. Onlar uzaklaştırmak isteseler de küçük kızın Ecevit’le anısının olmadığı tek yer yoktu. Ege’de bir sahil kasabasında yazlıkları vardı. Pek güzeldi. O bahçesi, hamağı, güneşi tümüyle içine alan camları, ayçiçeği çizilmiş duvarları, duvarları sararak büyüyen gülleri… Firuze çok seviyordu orayı. Geçen yaz onlar yazlığa giderken Ecevit’ler de köye gitmişti. Firuze’yle anlaşmışlardı ama sonra bu sene konuşacaklardı anne babalarıyla Ecevit de onlarla gelecekti. Ecevit biraz çekinmişti, baban ister mi diye sormuştu ama o da pek istemişti. Ecevit köye gitmeyi pek sevmiyordu. Yanıyordu açıkta kalan teni, kavruluyordu. Bozkırın en kara çocuğu oluyordu sanki. Güneş o köyde daha bir yakıcıydı. Renkler daha koyu, insanlar daha gürültülü.
Firuze bunu anlatmak istedi. Hamakta beraber uyuyacaklardı. Annesi geçen sene onu hamakta gece uyutmamıştı. Sinekler çok demişti. Bu sene ne yapacak ne edecek Ecevit’le uyuyacaklardı. Bahçede mangal yapacaktı babası, kediler vardı orada. Kedilere et götüreceklerdi. Bir de resim çizeceklerdi orada. Ve de ağaçlara tırmanacaklardı. Dut toplayacaklardı. İşin aslı şöyle anlaşmışlardı. Bu mühim bir konuydu. Ecevit ağaca tırmanacaktı. Firuze eteğini açacaktı. Dutlar ezilmesin diye topladığı gibi Firuze’nin eteğine atacaktı.
Sonra bir kez daha Ecevit dedi… Bir kez daha… Aylin Akın katlanamadığı yerde fark etmeden ağlamaya başladı. Yüzünü kapattı. Atilla gördü bunu, karısına baktı ama duyduğu tek şey Firuze’nin pembe bulutlara çizdiği hayalleriydi. Sonra bir kez daha demeye kalkıştı, masa Atilla’nın darbesiyle öyle bir sarsıldı ki, masada o hariç herkes korktu. Bu Firuze’nin yedi buçuk yıllık hayatında şahit olduğu bir şey değildi. O el bir kez daha masanın ortasına indi. Masa yarılacaktı adeta. Firuze ağlamaya başladı. “Yeter!” diye bağırdı. Annesi gibi diyemezdi. Bu bambaşkaydı. “Yeter! Yeter! Duydun mu yeter! Bana bak!” dedi ve gözlerini kocaman açtı. Firuze’nin babası gitti, bir canavar geldi. Firuze korkuyla masanın altına kaymak, orada saklanmak istedi ama canavar istemedi. Atilla Akın çileden çıkmıştı. “Bana bak! Bak bana!” Kızının kollarından tuttu, bu tutmak olmazdı. Firuze sarsıldı. Titreşti. Daha şiddetli ağlamaya başladı. “Bak gözlerime! Ecevit yok! Duydun mu beni? Ecevit yok! Bir daha asla gelmeyecek! Unut! Bir daha, bir daha ağzından o piçin adını duyarsam seni…” Atilla cümlesini tamamlayamadı. Seni öldürürüm mü diyecekti? Kendi haline bıraksalar Firuze çok uzun yıllar yaşamazdı zaten. Firuze’nin kolyesine göz dikti canavar, eli gitti ama Firuze de aniden çığlık attı. Aylin o noktada sarsıldı “Atilla yapma,” dedi. O kolyeyi alamazlardı ondan.
Denemişti.
“Alırım bu kolyeyi senden, çöpe atarım. Duydun mu beni? Bir daha o dilinden Ecevit’in adını duyarsam kolyeni alırım. Ne Ecevit kalır ne kolyesi! Duydun mu? Bak gözlerime! Duydun mu b…”
“Atilla yeter! Korktu yeter!”
Kızını zorlukla aldı gözü dönmüş adamdan. Kendisi on kere bağırmıştı, birinde böyle tutulmamıştı Firuze. Tir tir titriyordu. Kızını kucaklamaya çalıştı ama Firuze korkuyla annesine bile gelmedi. Adeta dilini yutmuştu. Koşa koşa gitti odasına. Canavarın elleri boğazındaydı sanki. Kapıyı zorlukla açtı zorlukla kapattı. Yatağa girmedi, yatağın altına sakladı küçük bedenini. Ağlamıyor, konuşmuyor, bağırmıyordu. Canavarın gerçek yüzünü görmüştü. Bir canavar bile demiyordu henüz. Sıkıca tuttu kolyesini. Daha çok küçüktü. O kadar küçüktü ki bebek gibi büzmüştü dudaklarını. Bir hırsızdan saklanır gibi saklanmıştı alta. Kolyesini korumaya çalışıyordu oyuncak bebeğini korumaya çalışıyormuş gibi.
Sonra o gece çok şey oldu. Atilla Akın kızının üstünde baskınlık kurduğunu sandı. Otoriter bir baba olduğunu düşündü. Firuze’nin ağzına kilit vurdu. Firuze, Ecevit demeyi uzunca bir süre bıraktı. Sonra yavaş yavaş, günden güne bir şey yaptı. Dili hiç dillendirmiyordu ama Firuze artık dillendirmeye ihtiyaç duymuyordu. İçimiz başka bir insanı yaşatacak kadar büyük müydü?
Firuze küçük kaldı ama içi büyüdü, Ecevit’i aldı. Sonra onunla oyunlar oynadı. Onu tatillere göndermeye başladı. Gelmediği günler Ecevit hep başka yerlere gitmiş gibi davrandı. Bazen köye… Bazen yazlıklarına… Bazen İstanbul’a. Firuze’nin dilinden düştü içine gömüldü. Öylesine yaşadı ki bu kurduğu evrende Ecevit İstanbul’dan dönünce ona kızdı bile. Beraber gideceklerdi. Yazlıklarındaki hamakta yatabildi mesela Ecevit. Annesi öldüğü için, ona kızan eden olmadı. Köyden yanarak döndü. Okuldakilere anlatmıştı bazen oyun arkadaşını. Çocuklar sordu. Ecevit geldi mi diye. Yok daha değil dedi. İstanbul’a gittiler, köye gittiler, yazlığa gittiler… Ama dönecek işleri bitince.
Yazmayı öğrendiğinden beri Ecevit’e mektuplar yazardı. Mektuplarını sıklaştırdı. Firuze mutlu olmaya başladı. İçindeki Ecevit’le pek mutluydu. Ona dut toplayıp getiriyordu. Annesi babası Firuze’nin güldüğünü görüyorlardı mesela. Kızları eskiye döndü sanıyorlardı. Halbuki o gece Ecevit köyden dönecekti Firuze için, bunu bilmiyorlardı. Bazı günler Ecevit aklına gelmezdi. O günler Ecevit gideli uzun zaman olmuş olurdu ama ertesi gün yine anımsardı. Akşam yatağa girmeyi beklerdi. Ecevit’le o kadar yeni anısı olmuştu ki artık eskileri zor hatırlıyordu.
Ecevit’siz bir hayat boya kalemsiz bir resim gibi, Ecevit’siz bir hayat o hep dinledikleri Firuze şarkısının nakaratı kesilmiş gibi, Ecevit’siz bir hayat baharda yeşillerin Firuze’nin rengini artık kıskanmaması gibi ve Ecevit’siz bir hayat portakalı unutulmuş portakallı kek gibiydi küçük Firuz için.
Bir Ecevit vardı, annesini babasını kaybetmişti dört duvar arasında çürüyordu. Bir Ecevit vardı, Firuze’nin içinde layığıyla büyüyordu. Koşuyordu, oynuyordu, İstanbul’a bile gidiyordu.
Bir Ecevit vardı, artık varlığını kimse bilmiyordu. Bir Ecevit vardı, onu bir tek, onu en çok en sevdiği oyun arkadaşı unutmamıştı.
Sahi, portakal kokusunu sevmez misiniz?
***
Vincent Van Gogh, kardeşi Theo'ya yazdığı mektupta der ki, “Benim resimlerimin değeri yok biliyorum, ama bir gün... Bir gün anlayacaklar.” Anlaşılmadan ölüp giden, ölüp gittikten sonra anlaşılan düşüncelerden biri o. Onu büsbütün bir insan olarak tanımlamak, ete kemiğe bürümek yanlıştı. Çünkü o beden çürüyüp gitmişti toprağın altında ama o zihin, fikir ve nicesi yaşıyordu hâlâ. Ne çok acı çekmişti kim bilir bu değersizlik karşısında. Çünkü bir sanatçıyı sevmemek ona belki de hiç dokunmaz ama ürettiklerine değer vermemek… Çok amansız bir acıydı. Neredeyse emindim ki o bu değersizlik hissiyle daha çok çizmişti. Daha az gayretle ama daha büyük bir tutkuyla.
Sevgisizlik insanı öldürmezdi, insanı öldüren değersizlikti. Bir de üstüne anlaşılmamak eklenirse, ki bu bir apseye birikmiş irinden daha beterdi, ölüm kaçınılmaz olurdu adeta.
Ama bir gün… Bir gün anlayacaklar. Belki sevmeyecekler ama anlayacak, şans bizden yanaysa az da olsa değer verecekler. Yıldızlı Gece’yi kim gördü zamanında? Kim anladı? Kim geçti karşısına konuştu? Ya şimdi? Ama bir gün… Elbet bir gün. Er ya da geç bir gün.
Hayatımın son iki ya da üç sabahı, tam emin değilim, bedenim dinlenmiş ve ağrısız açıyorum gözlerimi. Sağlık denen şey eğer varsa bünye hissediyor. Sahibine de bildiriyor. Yaralarım iyileşiyor ve karlı bir Ankara sabahına aldırmayıp güneş gibi müjdeliyordu bana. Ben buna alışık değildim, gözlerimi kısıyor, güneşi elimle engellemeye çalışıyordum ama hissettirdiği sıcaklık benim engelleyeceğimin çok uzağındaydı. Güneşsiz sabahlarım pek çoktu benim, güneşe nasıl tepki vermem gerektiğini bilmezdim.
Saçlarımı taramıştım, ki bu garipti saçlarım Ecevit’in evinde Ecevit’in tarağıyla kördüğüm olmadan taranıp gitmişti, dün banyo yaptıktan sonra Ecevit bana yeni ve temiz kıyafetler vermişti, yüzüm ve ellerim biraz kuruydu ama ağrım neredeyse hiç yoktu. Yaralarımı anımsayamadım. Dışarıdan çalan kapı; bir bebeği uyutur gibi sessiz olan evin huzurunu böldü, hissettiğim güneşin sıcaklığını kaybettim ve ayaz evin içine doluştu. Ben kalkmadım, kapıyı açma gayretine girişmedim. Biraz daha uzanmak istiyordum sanırım. Henüz kalkmak istemiyor, acısız bedenimi dinlemek istiyordum. Kapının açıldığını, yarım kalan şiddetli çalışlardan anladım ve onun sesini duydum.
“Firuze!”
Annem…
Bedenimdeki sağlık hissi kayboldu. Ağrı çöktü yine benliğime. Ve bu çok kısa bir vakitte oldu. Bu ağrısız sabah için günlerimi vermiştim ama onu kaybetmek için hiç çaba harcamamıştım. Annem bas bas bağırıyordu. “Kızım nerede, Firuze nerede?” Evin içi sesiyle titreşirken yerimden kalktım hızla. Ecevit’in evinde olma fikri beni çok tedirgin etti. Ailem Ecevit’e hiç dokunamasın istiyordum. Ecevit’in onlarla göz göze gelmesini bile istemiyordum ve bu benim sorumluluğumdaydı sanki.
Ecevit’i korumak… Tüm kötülüklerden değil yalnızca Akın ailesinden.
Kapıyı hızla açtığımda ilk, açtığı kapı eşiğinden henüz dönmemiş Ecevit’i gördüm. Daha sabah olduğu için o da eşofmanlarıylaydı. Annemin topuklularının sesi evin zemininde gıcırdıyordu. Salona doğru ilerlediği için başta beni göremedi ama “Kızım nerede?” diye bağırıp geri adımladığında göz göze geldik. “Firuze,” dedi dehşetle. Hızla bana ulaştı, oldukça dramatik bir edayla yüzümü kavradı. Biraz daha baskı uygularsa dikişlerimi hissedecektim. Yine bir tiyatro sahnesindeydik, annem yine oyuncuydu ve yine beni kullanıyordu figüran olarak. Bazen oyunculuğu özlediğinde bunu yaptığını hissederdim. Zira tüm abartılı tepkilerini benim üstümde gösterirdi.
“Firuze bu ne hal…” dedi ve üstüme baktı. Öylesine bakıyordu ki az önce hissettiğim sağlık bir yanılsamaydı sanki. “Bu ne hal Firuze? Ne yaptın kendine? Bunlar ne?” dedi ve Ecevit’in üzerimdeki tişörtümü tuttu, bir paçavraya dokunur gibi dokundu ve bıraktı. Annem kıyafetimden bahsediyordu.
“Anne senin burada ne işin var?” dedim yalnızca. Annemi ve sembolizm akımını izlemek istemiyordum hareketlerinde. Bu şekilciliği midemi bulandırıyordu. Şu bakışları, üstünlük barındıran, ait olmadığımı gösteren bakışları…
“Nasıl ne işin var?” dedi. Kollarını aniden bana sardı. En olması gereken zamanda yokken ve beni her gece aynı yastığa baş koyduğu canavardan kurtarmamışken şimdi elbette burada ne işi vardı. Tüm bunlar olmasaydı da burada ne işi olacaktı. Saçlarımı öylesine okşuyor ve bana sarılıyordu ki kemiklerimi hissettim kollarında. “Firuze günlerdir sana ulaşmaya çalışıyorum…” dedi. Ecevit’in kapıyı kapattığını gördüm ama kapının önünden bize doğru gelmedi. İzliyordu ama görüyordum. Annem yüzüme buseler kondurdu ve kokladı beni. Emindim ki kötü bir koku alsaydı bunu da söyleyecekti ama almadı, bundan yana dem vurmadı.
“Evet biliyorum. Bülent gözaltına alındı. Saçlarını okşamama ve seni teselli etmemi istedin,” dedim uçlu bucaklı sevgisinin altında.
“Hayır hayır hayır…” dedi annem. Sesi titredi adeta. “Ben seni istedim yalnızca. Sen benim kızımsın. Bülent benim oğlumsa sen de benim kızımsın,” Çok haşindi elleri, severken hırpalıyordu adeta. “Günlerdir ne haldesin bilmiyorum. Kimse bana bir şey söylemiyor. Eve geldiğim günden beri yoksun, üstelik abin tutuklandı. Her şey birbirine girdi. Buraya bile zorlukla geldim,” Annemi kendimden ayırdım. Biraz daha sarılırsa bana, kemiklerim ciğerlerime batacaktı. Sarılmasa da bırakmadı. Yüzümü okşamaya devam etti. “Gazeteciler adım atmamıza bile izin vermiyor”
“Al işte,” dedi Ecevit tahammülsüzce. “Herif helikopter indiremedi karısı gazeteci yığdı kapıma.” Birkaç adım attı ve mutfağa doğru ilerledi. Çay suyunu koydu. Gözlerim koyduğu miktarı takip etti. İki kişilik koymuştu…
“Benim evimde ayakkabıyla dolaşılmıyor. Duracak olan ayakkabısını çıkarsın,” dedi bize bakmadan. Annem umursamadı. Ayakkabılarını çıkarmasına ihtimal vermiyordum zaten. Her şeye rağmen saçları fönlüydü. Sarı, dibi geldiğini hiç görmediğim boyalı saçları vardı. Saçlarına öylesine önem verirdi ki, o sarısı bile çakma durmazdı. Üzerinde krem rengi bir gömlek ve onun üzerinde de yine aynı tonda uzun bir kaban vardı. Annem modayı yakından takip ederdi ama takip ettiği Türkiye’deki moda anlayışı olmazdı. Tam olarak kabul etmese de İngiliz Kraliyet ailesinden esintiler taşırdı üstünde. Ondan aldığım gözlerim vardı. Belirgin elmacık kemikleri, küçük çenesi, dolgun dudakları ve tıpkı benim gibi hafif kemerli bir burnu. Annem bende gençliğimi görürdü ama ben onda hiçbir anımı göremezdim.
“Hadi Firuze gidiyoruz,” dedi. Ellerimi tuttu, avuçiçlerimden öptü. “Güzeller güzeli kızım ne hale gelmişsin. Hadi gidelim. Gel. Kıyafetlerin var mı burada? Yoksa kaban…”
“Anne ben gelmiyorum,” dedim ve kabanını çıkarmasını engelledim. Alel acele davranıyordu, neredeyse elleri titriyordu.
“Hayır sus geliyorsun. Nerede? Telefonun nerede? Hadi kızım. Hadi güzel kızım.”
“Anne…”
“Seni burada zorla mı tutuyor?” dedi. Bunun olmadığına adının Aylin olduğu kadar emin olurdu ama bunu söylemekten geri durmazdı. Çünkü biz nerede olmamız gerektiğini bilen insanlardık. Olmamız gereken yerlerdeysek bunun tek sebebi başka insanlar olmalıydı.
“Allah’ım sen bana gani gani sabır ver,” diye konuştu Ecevit. Annem bir kez olsun dönüp bakmıyordu ona ve bu Ecevit geldiği günden beri böyleydi. Kaçtığı şey neydi? Ecevit’in neredeyse hiç değişmemiş gözleri miydi? Zamanında öldürdüğü vicdanı mıydı? Yoksa Leyla teyzenin ruhu muydu? Annem Ecevit’e bakamıyordu bile. “Ya ayakkabını çıkar ya da çıkarma, evimden çık.”
“Firuze hadi kızım.”
“Anne gelmiyorum diyorum.”
Annemle olan temasımı kesmeye çalıştığımda beni daha sıkı tuttu. Bir çocuk gibi buradan çıkarmaya çalışacaktı beni. “Saçmalama!” dedim.
“Geleceksin. Seni burada bırakır mıyım sanıyorsun? Geleceksin! Duydun mu beni? Seni asla bur…”
“Hiçbir yere gelmeyecek,” Ecevit müdahale etmese de anneme direnir miydim? Kesinlikle. Peki Ecevit’in müdahalesi annemi geri mi düşürür yoksa daha mı öne çıkarır bilmiyordum.
“Ben kızımı alacağım ve çıkacağım buradan!” Annem bu cümleyi gür, net ve keskin şekilde kursa da Ecevit’e dönerek kuramadı.
“Yüzüme bak öyle emir ver,” diye dikleşti bu kez. O da farkındaydı… “Bakamıyor musun yoksa?” dedi Ecevit. Olduğu yerde sakince durmuştu. Ocak yanında yanıyordu. “Doğru ya… Sen on sekiz sene önce de bakamamıştın. Neydi sebebi?”
“Firuze hadi.”
“Gelmeyecek,” dedi bastıra bastıra.
“Anne git,” dedim.
“Firuze yürü diyorum!” diye bağırdı annem. Beni sürüklemeye kalkıştığında aramızda çırpındık ve Ecevit doğruldu. Bize doğru gelmeye başladı.
“Polis mi çağırayım?” dedi. Sonra havaya doğru seslendi. “Polis!” dedi alayla. “Adam öldür… Pardon. Adam kaçırıyorlar. Polis!”
Annem, Ecevit’in sesi yaklaştıkça gerim gerim gerildi ve titremeye başladı. Yüzünün nasıl kızardığını izledim. Ecevit’ten adeta korkuyordu ve bu korku 10 yaşında bir çocuğa karşıydı.
“Firuze kendine gel, nereye kadar burada kalacaksın? Bak baban gelirse…”
“Gelip alabiliyorsa alsın,” dedi Ecevit ve cümlesini tamamlamasına izin vermedi. “Ben de onu kızına şiddet uyguluyor diye bu kapıdan ters kelepçe aldırtmazsam namerdim.”
Annemin ağzından hızlı hızlı dökülen nefesleri bir bıçak darbesiyle kesildi ve yüzüme baktı. Anlayamadı. Annemin belki de o gün olanlardan haberi yoktu. Bilmiyordum. En son İnci’ye annemi aramasını söylemiştim ama sonrasını bilmiyordum ve ne fark ederdi ki? Babam bana ilk darbesini annemin yanında vurmamış mıydı? “Ne demek bu?” diye sordu bana titrek bir sesle.
“Anne lütfen git, lütfen çık git,” dedim ve onu kapıya yönlendirmeye çalıştım ama Ecevit durmadı.
“Ağzında dört tane dikiş var, kocan gelsin de eliyle söksün mü onları?” diye sordu. Annemin aksine annemin gözlerinin içine bakıyordu. Annemin bedeninin nasıl irkildiğini gördüm elleri hızla ağzıma kaymak istedi ama izin vermedim. Geri çekildim. “Dokunma.”
“Firuze lütfen izin ver bakayım.”
“Hadi git kocana sor,” dedi Ecevit. Anneme dokunmuyordu, dokunsa kolundan tutup kapının önüne atacaktı biliyordum. “Çayımın suyu kaynadı. Çay içeceğim ben. Çık evimden.”
Gözleri yaşarmıştı, bana bakıyordu ve bir fırsat kolluyordu ağzımın içine bakmak için. “Baban mı yaptı?” diye sordu.
“Anne git.”
“Özür dilerim,” dedi annem kesik bir sesle. Uyuşmuştu adeta yüzü. İki kelimeyi bile zor bir araya getiriyordu. “Özür dilerim. Kimse bana anlatmadı. Özür dilerim. Gel çıkalım. Atölyene gidelim. Ben de gitmeyeceğim eve. Gel Firuze,” Bedenime doğru öylesine yüklendi ki fark etmeden iyileşmeye yüz tutmuş elimi bile sıkı sıkıya tutmaya çalıştı. Ecevit benden önce fark etti, o elimi hızla annemin elinden çekti ve beni bir adım geri çekmeye çalıştı ama annem bırakmıyordu. Adeta dokunduğu her zerreme tutkalla yapışıyordu. Beni bir ateşin içinden almaya çalışıyordu sanki ama bana onlar bu kadar iyi bakamazlardı. Dünyanın en lüks imkanlarına da sahip olsalar, dünyaları da önüme serseler bu yaraya onlar sebep olduysalar gelecek tek bir yara bandını bile kabul etmezdim. Bu senelerdir böyleydi. Ne onlar ne de ben geri adım atıyordum.
“Yeter!” diye bağırdım annemin yüzüne karşı. Günler sonra ilk kez böylesine bağırdım. “Yeter! Yeter nereye götüreceksin? Yeter! İstemiyorum! Nefes alamıyorum!” dedim açıkça. Kelimeler içimdeki sıkıntıyla sıkış tepiş dökülüyordu. İçimdeki sıkıntıya bulanmışlardı. Annem bunu fark etti. Ben kolay kolay nefes alamıyorum diye bağırmazdım. Zira ben zaten rahat nefes almayı öylesine uzun bir vakittir gerimde bırakmıştım ki benim normalimdi bu. Ölecek kadar zorlanırsam nefes alamıyorum derdim. İki birbirine yakın duvarın arasında bedenim ezilir ve kederimi yüklenmiş ruhum, benden daha zayıf değildi o zihnimde hep daha kiloluydu, o iki duvar arasında sıkışırsa söylerdim.
“Nefes alamıyorum! Babamın torcu var biliyor musun?” Ecevit’in de gözleri bana döndü. Annemin yeşil gözleri, yere düşmüş yaprakların üzerine çamur bulanmış gibi küçüldü, çok az gözüküyordu artık yeşil hareleri. “Ben bilmiyordum. Geçen gün öğrendim. Nefes alamıyorum anne! Nefes alamıyorum. Sizin yanınızda nefes almak da istemiyorum. Aklıma gelmiyor. Ya Firuze dur, az soluklan, kalbin atsın nefes al demiyorum. Çabalamıyorum bile! Çabalamıyorum ya. Babam elime tutuşturdu bir cam parçasını. Kaçmadım, ucuna kadar camı erittim elimde. Şimdi düşününce ne korkunç geliyor. Ellerim olmasa ben nasıl çizeceğim?” dedim. Evet bu tam şimdi korkunç geldi bana. O an o camı sonuna kadar eriten bendim. Onlar beni uçuruma götürüyorlarsa ben gözümü kırpmadan yürüyordum. “Sizin yanınızda bunu farkında bile olamıyorum. Duyuyor musun beni? Nefes alamıyorum. Bırak beni. İyileşene kadar bırak beni!” dedim. Ağlamıyordum. Sanırım. Annem ağlıyordu. Sanırım.
Nefes nefese kalmıştım. “Ağzım dikiş dolu, seninle geleceksem kendim koparayım dikişlerimi size kalmasın,” dedim. Kimse bana çenemi sıkmayacağının, oradan oraya vurmayacağının garantisini vermiyordu. Elimi hiddetle ağzıma götürmeye çalıştım. Bunu neden yaptım bilmiyordum ama tümüyle bilinçsizceydi. Blöf değildi. İki çift el bana ulaşmasa, annem ve Ecevit aynı anda engel olmak için çabalamasa günlerdir ılık çay değdirdiğim, küçük ekmek parçalarıyla buluşturduğum damağımı yaracaktım. Her şey boşuna olacaktı. Annem engel olamadı ama Ecevit iki elimi birden tuttu, kelepçeledi ve adımı söyledi. “Firuze!” diye bağırdı. Annemin gözünün içine bakıyordum. Beni koruyamamıştı. Bunu mu beklemiştim? Bilmiyordum. Sadece o gün gözüm evde annemi aramıştı.
Ecevit ellerimi tutmakla kalmadı sırtımda birleştirdi ve beni bir suçlu gibi kelepçeledi. Geriye doğru itildim. Annemin gözlerinden bir an olsun ayrılmıyordum. O acıyı görmek istiyordum. Bana değil ama kendilerine acımalılardı. Beni kaybetmişlerdi. Kayıp onlarındı, kayıp bendim ama kaybeden onlardı. Ecevit yatak odasına geri itti beni, ayağıyla kapıyı geri kapattı. Ellerimi geri bıraktı ama geri çekilmedi. “Saçmalama!” dedi. Yüzünde koca bir şaşkınlık vardı. Annemin yanında akmayan yaşlar annemin gözlerinden kopunca akmaya başladı. “Ne yapıyorsun sen?” dedi. Aklı hayali durdu adeta.
“Sen dikişlerin alınınca gideceksin de…”
“Firuze saçmalamayı bırak!” Mantıklı konuşmuyordum ama öyle bir amacım da yoktu. Onlar bu dilden anlıyorlardı. Onlar benim cümlelerimin altının boş olmadığını da biliyorlardı. Bunları Ecevit’e söylüyordum ama içimden onlara sesleniyordum. “Saçmalama,” diye tekrar etti. Başka diyecek bir şey bulamıyordu sanki. “Kendine gel. Duyuyor musun beni?”
Duyuyordum ama tepki vermiyordum. Gözyaşlarım hızla akıyordu ve sabah tenimi ısıtan güneşin esamesi yoktu. Tüm vücudum yine sızlıyordu. “Gitmek istemiyorum,” dedim yalnızca. Küçük bir çocuktum, akşam ezanı okunmuştu ama benim oyunum daha bitmemişti sanki. Annem sesleniyordu, babam bağırıyordu ama ben gitmek istemiyordum. Aç bile kalacak olsam oyunumu oynamak istiyordum. Başımı eğdim, “Dikişlerim bile daha alınmadı. Gitmek istemiyorum,” dedim. Annemin girdiği yere babam da girerdi. Babamın buraya yönlendirdiği herkes de. Beni Ecevit’in yanında bırakmazlardı. Gidecektim biliyordum ama daha değildi. En azından Ecevit’in biçtiği süre kadar hakkımı kullansaydım. Yalnızca ağladım. Ecevit cevap vermeden çıkıp gidecekti sanırım, sessizlik beni ikna etti. Ondan da büyük beklentilerim yoktu. Evim dediği yere benim yüzümden babamın ayağı değeceğine kendi irademle çıkıp giderdim zaten.
“Gelip alabilen alsın demedim mi ben?”
Akşam ezanının altında oyun oynayan çocuğun kalbini sardı sanki bu cümle. Annesi balkondan sarktı bir saat daha mühlet verdi. Anlayış gösterdi. Başımı kaldırdım ve bükülmüş kaşlarımla Ecevit’e baktım. Burnum akıyordu, burnumu çektim. Bıraktı ve çıktı odadan. Kapıyı kapattı. Kapıya çok yakın bir yerdeydim. Uzaklaşamadım. Dibine çöktüm. Annem “Firuze’yi almadan gitmeyeceğim,” dedi. Her şeye rağmen. Nefes almıyorsam bile yine onların yanında almayayım istiyorlardı. Beni evlatları olarak değil, beni onlara ait bir parça olarak görüyorlardı. Tüm acıları onlarla çekmeliydim. Tüm zulmü onlardan görmeliydim. Ne kadar acı çeksem de onlardan kopmamalıydım. Ben evlat değildim. Bir uzuvdum.
“Gelmek istemiyor,” dedi Ecevit.
“Ben götüreceğim ama,” diye rest çekti annem. Ecevit’in yüzüne bakıyor muydu?
“Vermiyorum.”
“Biz bir eşyadan mı bahsediyoruz şu an?” Onlara ait bir et parçası olmaktan daha çok isteyeceğim bir şeydi bu. En azından ayrı bir köşede bir yerim, hacmim, konumum olurdu. Gözlerimi kapattım ve neticeyi bekledim. Annem buraya babamla dönerse buradan çıkarılacağımı biliyordum.
“Sen benim bu lafımla bir eşyadan bahsetmediğimi ezelden beri biliyorsun.”
Ben anlamadım ama annem sustu. “Çık evimden,” dedi Ecevit. “Git o katil, hırsız oğlunu hapishane köşelerinden kurtar. Hırsızlık cinayetten daha mı ağır bir suç? Adam öldürürken bu kadar hapis yüzü görmedi o haysiyetsiz. Pardon pardon,” dedi Ecevit. “Ecevit’ler büyüdü tabi. Suçu yıkacak çocuk bulamadınız. Hatırladım tamam. Koş git oğlun salya sümük ağlıyordur. Ne işin var senin burada?”
“Kızımı ver! İyi değil!”
“Ulan sen sağır mısın?” Gözlerimi sıkıca kapattım, bedenimi küçülttüm. “Nefes alamıyorum diyor. Nefes almaya çalışmıyorum diyor. Benim yanımda da mı kötü oldu? Ulan ben miyim suçlu kabahatli yine? Bir kere de bu siktiğimin suçunu kendinizde bulun lan! O haysiyetsiz kocanın avucunun içine bırakmışsın, hamur gibi yoğuruyor kızını. Dua et insanım ben. Dua et insanlıktan içimde bir avuç kaldı benim.” Yoksa burada olmazdım… Ecevit’in içinde o bir avuç olmasa benim önüme küçük ekmek parçaları koyar mıydı? Koymazdı. Ne büyük vicdandı… Allah’ım ne yüce bir yürekti, düşmanının çayını ılıtıyordu.
“Çık git şimdi evimden yoksa arayacağım polisi, oğlunun yanına şutlayacağım seni de.”
“Firuze iyi değil,” dedi annem. Ağlıyordu. Zihnini öylesine ele geçirmiştim ki Ecevit’i duymuyordu.
“Hadi canım…”
“Psikoloğa gönderemiyorum.” Annem bunları niye Ecevit’e anlatıyordu. “Seni dinler.”
“Vay anasını satayım. Nereden nereye. Kocası daha geçen gün kellemi alıyordu. Lan siz nasıl bir ailesiniz? Dünyanın en normal insanını koyalım, iki aya sizin evden beyaz gömlekle çıkar.”
“Firuze iyi değil…” dedi annem yine. Neye bu kadar ağlıyordu ki? On sekiz senedir nasılsam öyleydim işte. Bir yatağın altında Ecevit’in bensiz İstanbul’a gittiğini hayal ettiğim geceden fazlam neydi? Ben neyi göremiyordum onların aksine?
“Ya bas git evimden. Ağlıyor bir de karşımda. Bas git.”
Bir hareketlilik yaşandı. Annemin topuk seslerini duydum sonra bir el kapıya dokundu ama açmadı.
“Firuze atölyene geçince beni ara olur mu? Gelip almamı istediğinde beni ara. Özür dilerim Firuze.”
Sesimi çıkarmadım. Çok ağlıyordu. “Bırak tatavayı hadi. Çayım demlendi. Çık evimden çık. Git oğlun korkudan altına kaçırmıştır, seni bekliyordur. Hadi. Çık.”
Dış kapının kapanma sesi geldi. Gözlerim hâlâ kapalıydı. Açmadım. Açmayacaktım da. Avuçlarımın bileklerimle birleştiği yerden gözlerime baskı uyguladım. Bu biraz acılarını dindiriyordu. Nefes alamıyordum. Sokağa çıkacak ve avaz avaz bağıracak kadar değildi ama yine de nefes alamıyordum.
Bu kabul sayılmaz mıydı? Yetmez miydi?
Bilmiyorum kaç dakika geçti ama kapı yavaşça açıldı. İçimden bir ses önce yatağa sonra yere baktığını söylüyordu. “Firuze,” dedi. “Hadi kalk. Kahvaltı hazır.”
Bileklerimi gözlerime sürterek çektim yaşlarım silinsin diye. O kadar uzun vakit baskı uygulamıştım ki gözlerim birkaç saniye karartıdan başka bir şey görmedi. Büyük tomurcuklar indi gözlerime, renkleri bir çakmak gibi çarptı. Yavaş yavaş düzeldi. “Gel,” dedi. Elimi yere bastırdım ve destek alarak kalktım.
“Menemen yaptın mı?” diye sordum. Şu an tek derdim bu olsun istedim.
“Yaptım.”
“Soğanlı mı?” dedim bu kez. Bu da derdim olabilirdi. Kabulümdü.
“Soğanlı.”
Önce lavaboya girdim. Suyu yine sonuna kadar açtım. Dün banyodan sonra iç çamaşırımı yıkamıştım. Havlunun altında duruyordu. Giydim hemen. Bu kez eşofmanımın ipi düğüm değildi. Yüzümü yıkadım. Benim havlumla kuruladım. Bu havluyu ilk ve son kullanışlarımdı. Bir sahiplik hissiyle kıvranıyordum. Bir havlu, bir bardak, bir diş fırçası… İyelik ekine ben tarafından nail olmuş, herhangi bir şey. Yeter ki benim diyebilmeli insan. Gerisi hallolurdu belki. Ah Firuze. Ah. Bunca varlığın içinde yokluk. Bunca bolluğun içinde hiçlik. İç çektim. Ah Firuze.
Dişlerimi de fırçaladım. Biraz midem bulanıyordu. Ben gittikten sonra Ecevit atacaktı bunları. Tarağı gördüm. Elime aldım, saçlarımı taradım yine. Ecevit’le küçükken birbirimizin saçlarını tarardık aynı tarakla. Onu anımsadım. Bu güzel, yüreği pek hoş eden bir hatırlamaydı. Acıdan çok keder veriyordu. Ama yine de tatlı bir kederdi bu. Yine Ecevit’in tarağıyla saçlarımı taramak, sıcacık, taptaze ekmek çıkarmış bir fırının önünden sabahın erken saatlerinde geçmek gibiydi.
Kolayca taradım. Evet hiçbir yeri düğüm olmamıştı. Doğru hatırlıyordum. Bir camın üzerinden kayan su damlası gibi kaydı tarak saçlarımdan. Tarakta kalan saç tellerimi aldım. Üç beş tane ancak kaldı. Onlarla uğraşamadım. Tarağı yerine koydum. Aklımdaydı. Sonra alacaktım saç tellerimi. Çıktım banyodan Ecevit beni bekliyordu. Yanına oturdum, çoktan önüme ufak ufak doğramıştı ekmek parçalarını. Kimse bana ekmek parçalarını da doğramayacaktım. Zaten ben de katiyen istemeyecektim.
“Annem adına özür dilerim,” dedim. Menemen biraz farklıydı bu kez.
“Başkası adına özür dileme,” diye kızdı. Ekmeğimi aldım. Menemenin bana taraf olanına batırdım. Bunu da yapamayacaktım. Annem hiç hazzetmezdi. Tabağımıza almalıydık. Adabı muaşeret kuralları içinde yemeliydik. Kabul ben de Bülent’in ekmek bandığı tavaya ekmek banmak istemezdim ama Ecevit’le bir menemene aynı anda ekmek banmak, nasıl anlatsam… Bir zamanlar aynı kaptan yemek yediğimizi anımsatıyordu bana. Anımsamak için unutmak mı gerekirdi? Belki de. Ecevit anımsıyor demek daha makul olurdu? Anımsıyor muydu? Neyse neydi. Tiksinmiyordu işte. Yeterdi bana. Dudağıma yaklaştırdım. Defalarca kez üfledim. “Başkasının adına özür dilersen kimse kendi hatasını farkında olmadan yaşar gider. Onlar yerine özür dileyenler vardır zaten.”
“Olsun,” dedim ben. Benim ailem kimse onlar adına özür dilemese de hatasını anlamıyordu. “Ben yine de özür dilerim,” menemeni ağzıma aldım. Bu diğerlerine benzemiyordu. Damağımda günler sonra ilk kez bir tat hissettim. Biraz yandı dikişim ama menemen öylesine lezzetliydi ki önemsemedim. “Ecevit,” dedim gözlerimi irice açarken. Bu yediğim menemense, Ecevit’in elinden yediklerim hariç, diğerleri neydi? “Bu ne güzel bir şey böyle.”
“Çakallı menemeni,”
“İlk defa duydum.”
“Ciddi misin sen?”
“Soğanlı menemeni de ilk kez seninle yedim. Bizim evde menemene soğan konulmaz, çatallı menemeni de hiç yapılm…” Ecevit güler gibi oldu. Ona baktım. Dişleri gözükmüyordu ama bir okulun arka sırasında, öğretmenden gizli atılan bir hıh gibiydi bu. “Ne oldu?”
“Çatallı değil çakallı.”
Dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirdim. Güldüm kendime. Dilimin ucu dudaklarımın arasında kaldı ve Çakallı menemenine baktım. “Bir yerin adı mı?”
“Samsun’un bir mahallesi.”
Uzun zamandır, çok uzun zamandır, böyle gelişine, gündelik hayatın seyrinde, öylesine, araya sıkışmış, herkesin bildiği ama beni aydınlatan, içimde yeni bir bilginin ışığını yakan ve sebepsizce beni mutlu eden bir bilgi öğrenmemiştim. Çakallı menemeni. Samsun’un bir mahallesinden çıkmış, Ankara’nın göbeğine ulaşmış. Ben Firuze, bunu yirmili yaşlarımın tam ortasında bir Ankara sabahında öylesine öğrendim. Bu da yaşamak gibiydi. Telaşsız, arayışsız, çabasız. Öylesine. Belkisine. Gelişine. Yaşamak.
“Bir menemenin ismi seni bu kadar uzun düşündürmemeli.”
“Yok, bu menemen hak ediyor. Artık çoğu sabah bundan yiyeceğim.” Kahvaltıyla pek aram yoktu ama sanırım Çakallı menemeni yaparsam yerdim. “Çok güzelmiş. Keşke daha erken bils… Yok. Vazgeçtim. İyi ki ilk kez bu yaşımda yedim.”
“O nedenmiş?”
“Senin elinden yemiş oldum. O nedenmiş,” dedim ve yine ekmek bandım. Ecevit’e bakmadım. Utanabilirdim, bu menemeni dilediğim gibi yiyemeyebilirdim. O da bir süre sonra bana bakmayı bıraktı. İkimiz de sessiz sedasız kahvaltımızı yaptık. O yine lokmasını elinden çalınacak gibi hızlıca yedi, çayını tazeledi tam üç kere ben hâlâ yiyordum. Dışarıda ben uyandığımda kar yoktu ama yeniden yağmaya başladı. Öylesine isteksiz, varla yok arasında yağıyordu ki her an duracaktı sanki.
“Niye öyle bir şeye kalkıştın?” diye sordu bana aniden. Küllüğünü aldı ve sigarasını yaktı. Camı açtı bu kez, balkon kapalı kaldı.
“Neye?” diye sordum habersizce. Sanki bana çok uzak bir vakitti annemin gelmesi. Çakallı menemenini düşünüyordum.
“Dikişlerine parmak atmaya çalıştın.”
“Bilmiyorum,” dedim kısık sesle. Ona bakmadım ve bu konuyu da konuşmak istemedim. Sigaraya baktım. Canım mı istedi yoksa bana ikram etmemesi mi moralimi bozdu bilmiyordum. Sadece sigara ikram edilen bir şeydi, ben pek bilmezdim de ondan öyle görmüştüm.
“İnsan yaptığını bilmez mi?”
“Bazen bilmez,” dedim bu kez. Bakışları üzerimde baskıyla geziniyordu. Sanki bir çift el, başımın üzerinden bastırıyordu. Ecevit’in size istekle bakması bu demekti. İstediğini ona vermekten başka çare yok sanırdınız. İkinci kelimeyi kullanmadan konuştururdu seni. “Onlar yapmadı mı bunu?” diye sordum hiddetle ve beni bu hale çeviren gözlerine baktım. Saçlarının renginde gür ama nizamda kaşları vardı. Düzgün duruyordu ve amacı orada gözlerini gölgelemekti. Gözlerinin güzelliğini gölgelemek değil ama. Minik gözlerine gölge olmak. Yeri gelince onları korumak belki.
“Bu neyi değiştiriyor?”
“Çok şeyi değiştiriyor. Kendin dedin az önce. Başkasının adına özür dilersen kimse kendi hatasını farkında olmadan yaşar gider diye. Aynı şey işte. Başkasının açtığı yaraları hep iyileştirirsen, yara açmaya devam ederler. Bazen o yarayı gözlerinin içine bakarak büyütmek ya da onlar açmadan daha hızlı davranmak gerekir ki bunu cüret haline getirmesinler.”
Ecevit gözlerimin içine bakıyordu. Hafif eğik durmuştu. Kolu dirseğinden itibaren masaya uzanmıştı. Başı da bedeni gibi eğikti ve yüzüme dikmişti gözlerini. “Yanlış,” dedi.
“Yanlış olan ne?”
“Zarar yine kendineyse, ne anlamı var bunu yapmanın?”
“Yanlış,” dedim bu kez ben.
“Yanlış olan ne?” diye o sordu. Sanki sıfır noktasında, yine o sergide, kuytudaki o tablomun önündeydik. Kendisini adalet düşmanı ya da sanatsever olarak açıklayacaktı.
“Zararı engelleyemiyorsan zararın kaynağı ol ki zararın dozunu ayarla,” dedim. Bakışlarını tek bir an bile çekmiyordu. Anlıyordum. Söylediklerimin yanlış olduğunu anlamamı bekliyordu.
“Yanlış,” dedi.
“Sana göre,” dedim net bir sesle ve çay bardağımla kalktım yerimden. Çayımı tazeledim. Şeker atmadım ama yine de karıştırdım. Üstte, orta yerde, çayla beraber dönen köpüğü kaşığın ucuyla aldım. Ecevit de öyle yapıyordu. Ondan görmüştüm.
“Bana göre değil, kendini bilen herkese göre.”
“Sana göre,” diye tekrar ettim. Buna karışmasını istemiyordum. Bu benimle kendi aramdaydı. Bunun kararını da vermiştim zaten. “Dikiş atılan da benim, dikişi açılacak olan da. İnsanlar benim üzerimde yara açarken bana soruyor mu ki ben omu kapatmayınca, açınca onlara sorayım? Kendini bilen insanlarmış…” dedim başımı sallarken. Ecevit’le hiç görülmemiş, görmeyi de planlamadığım bir hesabımız vardı. Bunun hesabını ona sormayacaktım. Ben her şey olmuştum ama hadsiz biri olmamıştım. Büyük büyük kabahatlerim varken, daha küçük kabahatlere tırnak çıkarmayı kendime hiç hak görmemiştim. Ecevit’in hayatını yok etmiştim, bana sıktırdığı tek kurşunun hesabını mı soracaktım? Çıkıp da bana sen benim hayatımı çaldın, önce bunun hesabını ver derse ne diyecektim?
Ben had bilirdim. Yutamayacağım cümleleri de bile bile duymak için çabalamazdım.
Ama yine de tam şu an sesimin altında yatan gölgeyi fark ettiğini hissettim. Cevap vermedi bana, bedenini dikleştirdi, yüzünü pencereye döndü ve sigarasını içti. Dumanı bana vuruyordu zaman zaman. Ecevit’in üst dudağıyla alt dudağı dengesiz dağılmıştı. Üst dudağı biraz ince kalıyordu ama alt dudağı… Sigarayı öyle bir kavrıyordu ki, bu öyle sahiplenici, tutucu ve inançlıydı ki her sigara onun dudağına varınca kendinden geçiyor, ona hayran oluyor sonra yine onun dudaklarının arasında ölüp gidiyordu sanki. Bunların hepsini tek kişi yapıyordu. Bir tiryaki gibi içiyordu, şişen ciğerlerini her nefeste kapalı gövdesinin arkasından izletiyordu. Bir de o başını kaldırmayıversin, ensesi iyice uzuyor, bir ip gibi geriye sarkıyor ve ademelması o ipte bir cambaz gibi oynuyordu.
Karnım ağrıyordu.
“Bu hesaba göre nilüfer çiçeği de bataklığa bağlı diye, bulduğu her çamura batabilir,” dedi o. Konuyu kapattık sanıyordum. Ona kızmak, onu terslemek ve onunla tartışmak istiyordum. Sana ne demek istiyordum. Sana ne benim vücudumda açılan yaralardan? Topu yan bahçeye kaçmış çocuk gibi ne konuşup duruyorsun? Topa son vuruşu sen yapmadın diye, hiç mi suçun yok demek istiyordum.
“Hakkı var. Kimse de suçlayamaz onu neden kirlendi üstün başın diye. Kimseye de temiz olmak borcu yok. Mantıklı hareket etme borcu yok.”
Ecevit bana bakmadı. Kafasını çevirmiyordu camdan. “Doğru,” dedi sonra. “Kendisine borcu yoksa kimseye olmasın zaten. Kirlenmek istiyorsa kirlensin. Kim ne diyebilir?”
Evet. Kimse diyemezdi. Zaten bir bataklıktan kök salmışken, dibinde bir bataklık yaşarken kimseye güzellik de temizlik de borcu yoktu. İsterse gider başka bataklık bulur, onun üstünde dolanır, tüm yapraklarını kirletirdi. Benim de daima mantıklı, doğru olanı yapma zorunluluğum olmadığı gibi. Kimseye borcumuz yoktu. Kendimize de yoktu.
***
Yaşadığım evin salonu, daima önemli bir insanı ağırlayacak gibi nizam içinde tutulurdu. Annem salonun oturmak için olduğunu, orada yayılarak uzanamayacağımızı söylerdi. Zaten benim pek sevdiğim bir şey olduğu söylenemezdi bunun. O evde, geriye kalanların girip çıktığı bir alanda rahatça uzanabilecek biri değildim. Bir kere Bülent bile benim için büyük bir sorundu. Akşam yemekleri ve kahvaltılarda bile zor dayanıyordum ona. Bir salonda mı beraber oturacaktık ya da onun benim hakkımda fikirlerini dinleyecektim?
Ama bir evin salonunda, koltuğun köşesine sinerek, yatakta olmadan, üzerine ince bir pike alıp, koltuğun yastıklarını başının altına çekerek, hareket ederken biraz zorlanarak yatmak yine de çok keyifliydi. Ben bunu, bir aralık günü, yine karlı bir Ankara günü tatmıştı. Ne hoş ne tasasız ne tatlı bir şeydi bu böyle. Yaşamak böyle bir şey miydi?
Ecevit evden çıkmıştı. Bana acıkırsan dolabı açıp bir şeyler yemem gerektiğini söylemişti. Sanırım akşam bizi adliyeye sokacak kimlikleri almaya gitmişti. Evden çıkarken pek umarsızca her şeyine kafa sallamıştım. Uyurum zaten ben demiştim ama o kapıyı kapattığı gibi kapı deliğinden bakmıştım. Asansöre bindiğine emin olunca, gittiğini kendi içimde tasdikleyince heyecanla eve bakmıştım meraklı gözlerle. Kalbim kıpıp kıpır atmıştı, bir çocuğun eline uzun zamandır beklediği bir fırsat geçmişti adeta. Hemen gitmiştim plaklarına bakmıştım. Kurcalamıştım hepsini.
Firuze- Sezen Aksu.
Bir ateşe attın beni- Kamuran Akkor
Minnet Eylemem- Selda Bağcan
Bu Kalp Seni Unutur mu- Fikret Kızılok
O kadar çoklardı ki ancak bu kadarı kalmıştı hafızamda. Beni acaba plaklarının sırasını biliyor mudur diye işkillendirdiği için daha fazla kurcalamamıştım bırakmıştım. Kitaplığına bakmıştım sonra biraz. Az kalsın devirecektim kitaplığı. Nasıl korkmuştum… Nasıl atmıştı kalbim… Bir çocuğun top oynadığı evde avizeyi kırması gibi, düşünce dışarı çıkmasına izin vermeyen annesinin aklına gelmesi gibi… Hamlet en son benimle yatakta yatıyordu, buraya geri taşınmıştı. Almıştım elime arasına sıkıştırdığım çiçeklerime bakmıştım. Görmemiş olacak ki atmamıştı. Hâlâ aynı sayfaların arasın duruyorlardı. Kurumuşlardı da.
Ecevit’in evi 2+1’di. Bir oda yatak odasıydı, diğeri salondu, bir de koridorun sonunda, tuvaletle yatak odasıyla aynı sırada bir oda daha vardı. Kafamı ileri doğru uzattım. Kiler de olabilirdi, bir başka oda da. Adımlarım hareketlenecek gibi olmuştu da cesaret edememiştim ve ayıp Firuze, demiştim. Ne kadar ayıp! Adam seni evden çıkarmadı, hatta belki de güvendi ve çıktı evden. Bu da ayıp. Ne çok ayıp hem de. Pek ayıp. Çok ayıp. Sakın yapma! Sakın. Utan hemen!
Gidip bakmamıştım. Koltuğa oturmuştum önce. Sonra yerimde duramamıştım çay koymuştum kendime. Altını Ecevit gitmeden önce kapatmıştı ben uyurum diye. Ilıktı zaten. Soğuk su hiç eklememiştim. Masanın üzerinde muz vardı. Alıp almamak arasında kalmıştım ama bana acıkırsan ye demişti. Acıkan insan meyve mi yer diye düşünür müydü? Düşünmezdi. Ecevit öyle bir adam değildi. Bir parkta otururken elindeki domates ve peynirli ekmeği de benimle paylaşmamış mıydı? Bir muzu almıştım, tabağın içine doğramış bir tane de çatal almıştım, salona geçmiştim. Pek uyumsuz olan muz ve çay ikilisini yiyip içmiştim. Pek huzurluydu mesela bu da. Hep birbiriyle uyumlu şeyler tüketmek zorunda değildik ki? Bu kendimize biçtiğimiz kıstastı. Sonra orta sehpaya koymuştum o bardak ve tabağı. Üşendiğim için değil. Sadece o an, onlar sehpada kalsın istemiştim. Kalabilirdi çünkü. Biraz bekleyebilirdi bizi. Bas bas insanlara seslenen ve onları oradan aldıran annem yoktu sonuçta.
Uzanmak istemiştim ardından. Kalkıp yatağa gidecek gibi olmuştum ki bir farkındalık çökmüştü bünyeme. Uzanmak için buna gerek yoktu ki? Hatta uyumak için bile yoktu. Ben dümdüz, olduğum yere kıvrılmak istiyordum. Çift kişilik yatak istemiyordum. Başım koltuk koluna yaslansın başta, sonra o kısım sert gelsin, yastık almaya erineyim ve koltuk yastıklarını birleştirip başımın altına koyayım, hatta o da yetmez koltuğa süs olarak konuşan büyük parçayı köşeden alayım pike gibi kullanayım… Evet ben tam olarak bunu istemiştim. Suç muydu? Hiç değildi. Hepsini tek tek yapmıştım. Bardağım ve tabağım sehpada duruyordu, ben de koltuğa yatmıştım. Eve de kim gelirse gelseydi. Salonda yatamayacak mıydım ben? Plakları izliyordum. Keşke birini kalkıp takma cesaretim olsaydı ama yapamadım. Ecevit ansızın çıkagelirse o plağı hızla yerine koyamazdım. Yakalanırdım. Plaklarının onun için ne kadar kıymetli olduğunu ezelden biliyordum. Belki de çocukluğundan gelen ve gerçekleştirebildiği tek hayaliydi. Buna dokunmamam, bozmamam, kirletmemem gerekiyordu.
Eğer ki biz, ben ve Ecevit, kendi kurduğumuz dünyada, bir fanusta, herkesten uzak, her şeyden bağımsız yaşayabilseydik, Ecevit’in ilk pikabını da, plaklarını da ben alırdım. Bir an, kısacak bir an, bunu hayal etme gafletine düşecek gibi oldum. Hemen silktim kendimi, zihnim de pek başarılı olamazdı zaten. Ben engel olmasam bile o tökezler, düşer, yara alır ve hayale devam edemezdi. Kafamın içindeki tüm hayaller dünden öncesine aitti. Yarından sonrasını düşünmek, olmayacak anları hayal etmek, onların yaşanmayacağı gerçeğiyle yüzleşmek, acı şekilde kabullenmek benim bu katran karası hayatımdan eksiltirdi. Hırpalar dururdum kendimi, bedenimi, saçlarımı, tenimi, kalbimi. O yüzden ben tüm hayallerimi dünden öncesinde kurardım. İkimiz de çocuk olurduk. 16 Kasım 1992’den önce yaşardık. Ve birbirimizi hep çok severdik.
İlaçlarımı içtiğimden olacak, bunca şeyi düşünürken gözlerim gitti bir koltuğun üzerinde. Uyku denemezdi buna. Çocukken Ecevit’le yaptığımız dip dibe şekerlemelere benzerdi. Bazen ben uyumak istemezdim, yalancıktan bir şeker çıkarır önce benim ağzıma uzatırdı sonra kendi ağzına. Şekerleme vakti derdi. Gariptir o yalancı şekeri yiyince uykum geliverirdi. Uyurdum. Ecevit gittikten sonra hiç şekerleme de yapmamıştım. Uyumuştum tabi yine. Ama ya acıdan ya ağlamaktan ya uykusuzluktan ya hastalıktan… Ama kesinlikle şekerleme yapmak için değil. Sanırım yine Ecevit’in evinde olduğumdan ağzıma o şeker çalındı da uyudum.
Ben sandım dört beş saat geçti, öylesine bereketli, öylesine keyifli, dertsiz tasasız bir uykuydu bu. Helal lokma, alın teriyle kazanılmış ekmek nasıl akar giderse gırtlaktan öyle aktı gitti üstümden. Helal bir uyku çektim. Ruhun terazisi pek adildi sanırım. Kimin evinde, kimin koltuğunda uyuduğumu iyi sezmişti. O da benimle beraber uyumuştu. Küçük Firuze’de şekerleme yapmıştı. Uykum hafif sayılırdı. Kapının açılma sesini duymadım da, bir beden bana yaklaşınca, gölgesi üzerime düşünce, biraz kokusunu alınca biraz irkilerek gözlerimi aralamaya çalıştım. Başta Ecevit üzerime örtüyor sandım ama hayır daha çok eğildi ve koltuğun arkasındaki perdeye uzandı. “Ecevit,” dedim. Dört beş saat uyumuş gibi hissetsem de yine de uyumaya devam etmek istiyordum.
“Uyu,”
“Gitmeyecek miyiz?”
“Daha var.”
“Saat kaç?”
“Üçe geliyor.”
Daha bir saat olmuştu uyuyalı. Allah’ım ne bereketliydi. Bereket denen kavram bir tek para için değil miydi? Uykunun da bereketi oluyordu. Her şeyin en güzel hali mi vardı böyle? Hiç bilmiyordum. Allah’ım ne tatlıydı. Baldan, şekerden, pekmezden… Ne tatlıydı. Gözlerimi geri kapattım. Üstüm örtülüydü ama pikeyi biraz daha çektim üstüme. “Ev soğuk mu?” diye sordu. Başımı sallamaya çalıştım ve ağzımdan saçma sapan mırıltılar döküldü.
“İçeri niye geçmiyorsun?”
Allah’ım niye bu kadar konuşuyordu? Konuşmasaydı. Bu uykudan kopmak istemiyordum. Daha kaba olduğunu sandığım mırıltılarla reddettim. Daha da bir şey sormadı. Dışarıdan gelen ışık gözümü almasın diye kafamın üzerini de örttüm. Biraz bardak sesi duydum ama dağılmamış uykum beni sımsıkı tuttu, kollarına çekti. Saçlarımı sevdi, masallar okudu ve uykuya çekti. Ecevit gibi. Küçük
Ecevit gibi.
Hiç değişmeden, aynı pozisyonda yattım bence. Çünkü gözlerimi tekrar açtığımda örtüm kafamın üzerindeydi. Gözlerimi açtım ve karanlığı gördüm. Bir an kör oldum diye korktum. Uykumu tam almıştım ama beynim bir o kadar donuklaşmıştı sanki. Korkuyla yüzümden kaldırdım, attım da denebilirdi, örtüyü ve kör oldum mu diye baktım. Karşımdaki adamla göz göze geldim. Kör olmamıştım. Ecevit’i görebiliyordum.
Dikkatli bakışları, çatık kaşları üzerimdeydi. Ağzımda bir şey varmış gibi mıç mıç oynattım ağzımı. Sonra her şeyi unuttum ağzımı bile kapatma gayretine düşmeden esnedim. Ecevit benden önce fark etti çekeceğim acıyı, “Kapa şu ağzını, dikişlerin var,” dedi ama ben esnemenin pik noktasına ulaşmıştım. Ağzımı kapattım hızla ama homurdandım o gerilmeyle. Biraz da söylendim durdum. Ben suçluydum ama yine de kızasım geldi. Elimi ağzıma örttüm ve Ecevit’e baktım. Karşı koltuğa oturmuştu, bacak bacak üzerine atmıştı. Çay bardağını dizine yerleştirmişti, her an düşecek gibi duruyordu, elindeki kağıtları okuyordu galiba. “Esnemem geliyor,” dedim ona bakarak. Gözlerim bir boş bakıştan öteye gitmiyordu.
“Kış uykusuna yattın sandım.”
“Esnemem geliyor.”
“Az esne o zaman Firuze.”
“Nasıl az esn…” haaaa diye uzana uzana esnedim. Ağzımı bu kez kapalı tutayım derken çıkardığım abuk sabuk sesler artmıştı.
“Uyuyacaksan odaya geçseydin ya,” dedi. Burası Ecevit’in uyuduğu yerdi sanırım. Belki de o görmediğim odada yatıyordu ama bence burasıydı. Koltuğu açması lazımdı yoksa burası onun bedenine dar gelirdi. Onu yatağından etmiştim.
“Uyumadım ki.”
“Estağfurullah.”
“Şekerleme yaptım,” dedim gözlerine bakarak. Belki bir emare görürüm diye ama hatırlamıyordu elbette. Unutmuştu. “Sen şekerleme yapar mısın?” diye sordum.
“Yapmam,” dedi. Halbuki küçükken en hevesli olan hep oydu. “Yeterince uyudum zaten,” dedi o. O boş bakışlarım doldu, anlam kazandı. Anladım ne demek istediğini. Ne gözlerinden kaçabildim ne de gözlerine bakabildim. Yumdum yine. İç çektim. Ecevit’in şekerlemelerini almış, ona kötü uykular bırakmıştık. Kötü, savunma kazandığı çirkin uykular… Ecevit. Ah Ecevit. Benim güzel oyun arkadaşım.
“Üç saat sonra çıkacağız,” dedi Ecevit. “Uyuma tekrar.” Gözlerine bakmaya utandım, mecbur kapattım gözlerimi diyemedim. “Odaya kıyafetleri koydum, kalk bir dene istersen. En küçük bedeni getirdim. Olur sanıyorum.”
Başımı salladım.
“Gireceğimiz kimlikler de gelecek. Üstünde ismimiz ve fotoğrafımız olacak.”
“Fotoğrafımı bulabildin mi?” diye sordum. Benden herhangi bir fotoğraf istememişti.
“İşin en kolay kısmıydı,” dedi ama o. Doğru söylüyordu. Kısa bir Firuze Akın aramasından sonra fotoğrafımı bulmaktan kolay ne vardı? Gözlerim orta sehpada gezindi. Uyumadan önce yediğim muzun tatlığı damağımdaydı. Tabak ve bardak yoktu. “Niye kaldırdın ki? Ben kalkınca kaldıracaktım,” dedim sehpayı işaret ederek. Kızmış mıydı? Yiyip içip ortalıkla bıraktığımdan şikâyet etmiş miydi?
“Önemi yok,” dedi elindeki kağıtlara dönerken. Dizinin üzerindeki çay dökülür diye hiç korkmuyor muydu?
“Bir tane muz yedim,” diye açıkladım.
Kağıtlardan gözünü çekmeden, “Afiyet olsun,” dedi yalnızca.
“Acıkırsan ye dediğin için yedim.”
Cevap vermedi. Önemsediği bir şey değildi muhtemelen ama ben konuşmaya devam etmek istedim.
“İstersen sana muz alabilirim.”
“İstemiyorum Firuze.”
“Kızdın mı?”
“Konuşmak için konuşuyorsunuz, farkındayım,” dedi hiç tereddüt etmeden. Yakalanmıştım. Tamamen amacım buydu. Ecevit’le konuşmak. Onun benimle sohbet etmesi ya da.
“Sana da iyilik yaramıyor,” diye burun kıvırdım. Haklı olması bunu dillendireceğim anlamına gelmezdi. Kağıtlara bakıyordu hâlâ. Okuyamadığını biliyordum. Gözleri hep aynı yeri takip ediyordu. Onun dikkatini dağıtan şeyleri yok etmeye kalksak ben ortadan kalkacaktım. “Gece bu koltukta mı uyuyorsun?”
Yine bakmadı ama “Evet,” dedi. Demek ki o odada kalmıyordu. Belki de sahiden kilerdi.
“Ama bu koltuk sana dar olur. Ben sığdım ama sen kocamansın. Açılıyor mu bu?”
Ben konuştukça kaşları çatılıyordu ve sinesi şişip şişip iniyordu. “Evet,” diye yeniledi.
“Yine rahat olmuyordur bence. Boyun benden uzun,” Bacaklarından başladım ve Ecevit’i süzdüm.
“Uzun,” diye tatmin olmuş sesle konuştum. “Benim boyuma göre. Nasıl yatıyorsun burada?”
Ecevit kağıtları yanındaki boşluğa çarparak bıraktı ve başını geriye attı. “Allah’ım hesap soruyor,” dedi sinirli bir sesle. Kaşlarımı çattım onun gibi ve ondan önce davrandım. “Hesap soruyor kafayı yiyeceğim,” diye tamamladım cümlesini. Başını geriye atmıştı, ondan rol çaldım diye iyice kızdı ve başını kaldırdı, çayını da altlığından tutup kağıtların yanına koydu. Gözlerimin içine baktı.
Aynı anda konuştuk.
“Hep aynı cümleyi tekrar ediyorsun.”
“Senin derdin ne?”
Biz küçükken de bazen Ecevit’in hiç anlamadığı, durup dururken gibi gözüken çıkıntılarım vardı. Kabul biraz huysuz bir çocuktum, yeri gelince kavgacı, biraz alıngan, duygusal, kuyruğu hep dik, açık sözlü ve bakışlarımla bile bazen çok sevimli bulunan bazen sinir bozucu bulunan bir çocuk... Babamın çevresiyle oturduğumuz büyük ve mühim masalarda hoşuma gitmeyen bir şey duyunca çocuk aklımla laf yetiştirirdim. Bana gülerlerdi, sinir olup Ecevit’e anlatırdım. Beni teselli ederdi. Onlar sana gülmüyorlar, derdi. Yüzüme dokunurdu, sen söylerken komik komik hareketler yapmışsındır ona gülüyorlardır derdi. Jest ve mimiklerimden bahsettiğini büyüyünce anlamıştım. Yani bana gülüyorlardı.
“Derdim yok, gece ben burada uyuyayım sen içeride yat.”
“Allah’ım sen bana sabır ver,” dedi başını eğerken. “Sen iyileştin galiba,” dediği an o içimde boynunu uzatmış, bale yapar gibi parmak uçlarına yükselmiş, çenesi dik ve haylazlık peşinde olan Firuze hızla kaçacak delik aradı ve beni yarattığı sorunla baş başa bıraktı. Korktum biraz. Daha dikişlerim alınmamıştı. İyileşmemiştim. Nereden çıkarmıştı bunu?
Başımı iki yana salladım ve “İyileşmedim,” diye sızlandım. Üzerimdeki pikeyi tamamen attım üstümden ve katladım. “Daha dikişlerim duruyor. Ben gidip kıyafetleri deneyeyim,” dedim ve hızlı hızlı odaya kaçtım. Ecevit açık yeşil renkte alt üst bir üniforma bırakmıştı yatağa. Üzerimi çıkardım ve hemen giydim onları. Pantolonun beli biraz bol geldi ama ipi vardı. Sıkarsam olurdu. Üst kısmı bol olsa da sorun yoktu. Daha iyiydi. Belki içime başka bir şey daha giyerdim üşümemek için. Kıyafetleri geri çıkardım ve katlayıp köşeye koydum. Çıktım odadan.
“Oldu mu?”
“Biraz bol oldu ama ipini sıkacağım.”
“Bol mu oldu?” diye sordu kafasını geriye atıp bana bakarken.
“Çok değil. Bir beden kadar. İpi sıkarsam hallolur. Oldu oldu.” Önünden geçip koltuğa oturana kadar beni izledi. Günün bu saatlerinde uyumak ve uyanmak insan beynini sulandırıyordu. Ben boşluğu sanırım Ecevit de beni izledi. Sonra nasıl oldu bilmem, ki bu da benim yirmi beş yıllık hayatımda içime ilk kez düşen bir sıkıntıydı, adeta iç çektim ve sordum.
“Akşama ne yemek yapacağız?”
Sıkıntım öyle derinden ve sağlamdı ki, bu cümle hayatında bir kez bile akşam yemeği derdine düşmemiş Firuze’den değil de yirmi yıllık ev hanımından döküldü sanki. Öylesine sahici bir tepkiydi ki bu gerçekten birbirimize akşam yemeğini düşünerek baktık. “Düşünmedim,” dedi Ecevit. Dudaklarını aşağı doğru büktü. Ona baktım ve ben de aynısını yaptım. Ben de düşünmemiştim.
“Sandviç mi yapsak?”
“Öğrenci evi mi burası?”
Başımı salladım bir kez ve mutfağa baktım. Madem beğenmiyordu fikrimi kendisi bulabilirdi. Ben en iyi sandviç yapmayı bilirdim çünkü. Evde pek mutfağa girmezdim, atölyemde de en çok onu hazırlardım. Ecevit yerinden kalktı ve mutfağa geçti. Dolaptan tam olarak ne çıkardı göremedim ama sanırım tavuk yapacaktı. Orta sehpanın üzerinde bilgisayar vardı. Aldım kucağıma ve sesini tamamen kıstım. Arama kısmına pilav yapımı yazdım, ilk çıkan videoyu açtım. Bire iki oran… Önce yağda şehriyeleri pişireceğim, sonra yıkadığım pirinci ekleyeceğim. Pirinci de kavurduktan sonra suyu ve tuzu ekleyeceğim… Kısık ateşte… Tamam… Sanırım yapabilirdim.
Bilgisayardan sekmeyi kapattım ve ellerimi önümde birleştirdim. Şimdi işin en zor kısmına gelmiştik. Kalkıp Ecevit’in yanına gitme cesaretine erişmem lazımdı. Ellerim bacaklarımın arasında, dizlerimin arasına, koltuk kenarlarına… Her yere dokundu. Sanırım fırına atacaktı tavuğu sebzelerle. Pilavın da yetişmesi lazımdı. Kalk Firuze. Oturma öyle. Çocuk gibi. Bir işin ucundan tut. Önüne bekleme her zaman. Kalk. En kötü kızar. Pilavımı yiyecek miydi? Nimeti çöpe atmaz. Mecbur yiyecek. Bana olan nefreti ve bir yemeği ziyan etme düşüncesi yarışsa sanırım yemek kazanırdı. Ziyan etmezdi. Kalktım yerimden. O bir şey söylemeyene kadar, bir şey yapıyormuş gibi davranmayacaktım. Evet en iyisi buydu. Su ısıtıcıya aldım ve göz kararı su doldurduğumda ellerinin duraksadığını gördüm. Fişe takarken sordu. “Ne yapıyorsun?”
“Pilav yapayım dedim ben de. Nerede pirincin?”
“Gerek yok sen otur ben yaparım,” dedi sadece ve işine baktı. Pirincin yerini söylemedi. Kalbim çok hızlı atıyordu. Her ne kadar umursamaz gözüksem de bu işin sonu benim için başarısız olursa ne yapardım bilmiyordum. Mutfaktaki masanın altına girip ağlamak isteyecektim ama bir yetişkin gibi davranmak zorunda olduğumdan mecburen odaya gitmek zorunda kalacaktım.
“Yok ben yapayım. Olmaz böyle. Hep sen yapıyorsun ben yiyorum. Ben yaparım söyle nerede pirinç?”
“Firuze ben yaparım dedim,” dedi, bıçağı tahtanın üzerine bıraktı ve ellerini de tezgâha yasladı bana baktı.
“Ben yapmak istiyorum.”
“Elin sargıda ben yaparım.”
“Pilav yapacağım, sargıdan bir şey olmaz ki,” dedim. Gözlerine bakmaya çekiniyordum. Bana psikolojik baskı kurmasına izin vermeyecektim. Sadece pilav yapmak istiyorum. İkiye bir ölçü… Önce şehriye.
“Firuze geç otur diyorum.”
“Pilav yapmak istiyorum,” dedim. Bu ses tonunu eğer ki her şeyi bu kadar unutmasaydı
hatırlayabilirdi ama hatırlamadı.
“Ben yapmanı istemiyorum,” dedi açıkça ve niyetini belli etti. Elimin bir bahane olduğunu, dinlenmemin bir bahane olduğunu, sağlımın bir bahane olduğunu anlattı bana.
“Ama yumurta yaptım,” desem de bunun gerçek anlamı, ama yumurtayı yemiştin, demekti. Makul talihi yenemeyişimin o sancısı girdi kalbime. Ah Firuze. Ah Firuze. Ah. Keşke hiç uyumasam, o muzu yemesem, o çayı içmesem ve bu sabah sağlığı bedenimde hiç hissetmeseydim. Kötü hissetmeye alışmış olmak, kendime yapabileceğim en iyi şeydi. Taktığım fişi geri çıkardım. “Neyse tamam, aç değildim zaten,” dedim. Suyu aldım, lavabonun içine geri döktüm. Isıtıcıyı aldığım yere koydum ve tavır yaptığımı anlamasın diye mutfak masasına oturdum biraz. Böyle şahsi kırgınlıklar kesinlikle ben ve içimdekiyle alakalıydı. Ecevit’in bizimle alakası yoktu. Onu zorla çekemezdim. Az sabredip olgunluk kazanmış yetişkin gibi davranmalı öyle odaya gitmeliydim. Bacak bacak üstüne attım, bacağımı salladım sabırla. Bu yetişkinlik çok zordu ve ben yapamıyordum. Sahiden yapamıyordum ama. Ecevit’in sırtına bakarken, bacağımı sallarken ve içimden sayarken oyuna alınmayan bir çocuk gibi önce dudaklarım büzüldü, sonra gözlerim doldu. Hızla başımı pencereye çevirdim. Mızıkçılık mı yapıyordum, oyunu mu bozuyordum yoksa beni sevmiyorlar mıydı?
Beni sevmiyorlardı.
Neyse neydi, ben de zaten pilav yapmayı bilmiyordum. Kaça kaç ölçü olduğunu da unutmuştum. İki bardak pilava yarım bardak su muydu? Neyse neydi artık. Oyuna alınmamıştım zaten. Ne önemi vardı. Of… Ne zordu bu yetişkinlik. Kirpiklerimi sildim çaktırmadan. Oyuna alınmayan çocuk da sırtını dönünce ağlamaya başladı zaten. Bir de onu oyuna almayanların önünde mi ağlayıp duracaktı? “Ecevit ben biraz daha uyuyacağım,” dedim ve kalktım yerimden. “Çıkmamıza yarım saat kala beni uyandır hazırlanayım olur mu? Aç değilim dediğim gibi. Lütfen uykumu bölme. Kaça kadar sürecek işimiz bilmiyoruz, uykum gelmesin.”
Sesim titremedi. Oyuna alınan çocuk kadar büyük değildi gururum ama gurursuz da değildim zaten.
“Firuze otur, yemek yiyeceğiz.”
“Aç değilim dedim ya. Midem bulanır yersem. Benimle mi uğraşacağız. Sen beni yarım saat kal…”
“Firuze otur.”
“Ecevit bana şahsi kararlarım üzerinden emir verme,” dedim. Soluklandım. Sakın sesin titremesin.
“Söz konusu Melike’yle alakalı bir şey değilse bana şahsi hayatım üzerinden emir verme. Uyumak istiyorum, uyuyorum. Yemek yemek istemiyorum, yemiyorum.”
“Hayatında kaç kez pilav yaptın?” diye adeta bağırdı bana. Gözlerimi açtım. Biraz olsun kızgın gözükmek istiyordum.
“Konumuzla ne alakası var?” diye bu kez ben bağırdım. Konumuzun merkezi zaten pilav değil miydi? Boşalttığım su ısıtıcıyı geri doldurdu ve fişe taktı.
“Hayatında kaç kez pilav yaptın?”
“Ben pilav yapışımı mı sayıyorum? Sen iyi misin ya? Çok kez yaptım.”
Sıfır kez yapmıştım.
Eğildi ve pirinci çıkardı aşağıdan. “Ecevit yapmayacağım,” dedim. “Yapma dedin yapmayacağım. Uyuyacağım.”
“Geç yap.”
“Emir verme dedim Ecevit,” Beni o kadar kızdırdı ki gidip kolunu ısırmak, karnını çimdiklemek istedim. Ama bunlar geçmişten kalmış birer alışkanlıktı. Yapamadım.
“Melike’yle ilgisi yoksa emir verme dedin.”
“Pilavın Melike’yle ne alakası var Allah aşkına?” dedim hayretle. Açtığı fırının içine bıraktı tepsiyi.
“Evde bir lokma ekmek yok, bu havada da çıkıp almam,” dedi. Kar yağıyordu. “Tavukla karnımız doymaz. Akşam işimiz var, Melike’yle alakalı. Aç aç gidemem, geç yap pilavı.”
“Sen yap o zaman,” dedim. Belki de yemeyecekti. Tamamen benim yiyip, bütün gece yanında aç aç dolaşmamam için yalan dolandı bunlar.
“Yapmayı bilsem yaparım zaten. Sana sormam bile,” dedi oldukça net bir tavırla. Biliyorum Ecevit. Biliyorum. “Sen biliyorsan geç yap, bilmiyorsan da geç uyu. Aç değilsen peşinden koşamam çocuk gibi. Biliyor musun bilmiyor musun?”
“Biliyorum.”
“Yapacak mısın yapmayacak mısın?”
O da günlerdir bana yemek hazırlıyordu. Yemeyecek olsam bile hazırlamam gerekmez miydi? Belki de gerekmezdi ama yine de kendimi borçlu hissediyordum. Bana birden fazla kez kahvaltı ve akşam yemeği hazırlamıştı. “Ekmek almayacak mısın?”
“Almayacağım,” Elini yıkadı ve çay koydu kendine, salona doğru geçti. Bu tavuk pişene kadar mutfakta işinin bittiğine işaretti. “Git uyu git,” dedi. “Ne ekmek ne pilav lazım bize.”
Yüzüme bile bakmıyordu artık. Kaşlarım çatık orta yerde duruyordum tüm paspallığımla. Yapmamalıydım. Hayır yapmalıydım. O beni evine getirmişti. Bırakabilirdi. Mercimek çorbası yapmıştı. Yapmayabilirdi. Ben ona bunları yapmasa da Melike için yardım edecektim zaten. Normal değil miydi mutfağında yemek yapmamı istememesi? Suyun fokurdayışını duydum.
“Arpa şehriye var mı?”
“Pirinci çıkardığım çekmecede olması lazım.”
Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım ve gidip önce ellerimi yıkadım. Bir daha ne zaman pilav yapacaktım ki zaten? Bir iki çekmece karıştırdım ve tencere buldum. Ocağın altını yaktım ve dolaptan sabah yediğimiz tereyağını çıkardım. Tencereye koydum. Üstüne de biraz sıvı yağ koydum. Ne kadar koymam gerektiğini de bilmiyordum. Yağ erirken, pilavı yıkadım birkaç kez. Nişastası akabildiği kadar aktı. Yağ köşelerden köpürmeye başlayınca arpa şehriye ekledim göz kararı. Her şeyi göz kararı yapıyordum. Ortaya ne çıkacak bilmiyordum. Arpa şehriyeler artık siyaha dönmeye başladığında telaşla iyi süzmediğim pirinci ekledim. Yağ hep etrafa sıçradı, hatta birkaç damla üstüme de geldi. Ses çıkarmamak için zor tuttum kendimi. Acele etmesem şehriyeler yanmasın diye suyu daha iyi süzmem gerektiğini akıl edebilirdim elbet ama öyle bir zamanım olmadı. Korkuyla ocağın altını kıstım. Birkaç saniye daha yağ kızgın halde tepki vermeye devam etti, sonra normalleşti. Kaşıkla karıştırdım hemen. Biraz daha geç eklesem yanacaktı arpa şehriyelerim. Pilavı da kavurduktan sonra suyu ekledim üzerine. Pek ölçemedim miktarını ama yeterdi sanırım. Tuzunu da ekledim ve kapağını kapattım. Ecevit’i göz ucuyla kontrol etmek istedim ama sanırım o da beni göz ucuyla kontrol etmek istedi. Göz göze geldiğimiz an ikimiz de gözlerimizi kaçırdık.
O rahattı tabi, tavuğu fırından pişiyordu. Ben pilavımın önünde oturdum. Pişmesini bekledim.
Diri kalmasından korktum biraz daha su ekledim. Sanırım bu pilavımı lapa yaptı. Ben zaten hep böyleydim. Elime yüzüme bulaştırır, güzel amaçlar uğruna mahvederdim güzel olacak her şeyi. İnanmamak için çok zorladım kendimi. Dinlenince tane tane olur diye üstüne peçete kapatıp beklettim de. O sırada masayı kurdum. Sonra peçeteyi kaldırıp tekrardan kaldırdım. Tane tane dökülmedi pilavım. Bir şeyi de becerseydim, layığıyla yapsaydım, başarılı olsaydım… Anca çizmeyi bilirdim ben. Elime fırçadan başka ne düşerse beceriksiz olurdum. Bir daha denedim, kesinlikle tane tane dökülmedi pilavım.
Kaşığın ucuyla tadına baktım. Tuzu yerindeydi, bebek maması kıvamında da olmamıştı ama güzel de değildi işte. Ecevit’in ayaklandığını fark etmedim. Pilavımın başında ağıt yakmak üzereydim sanki. Söyleyip söylememek arasındaydım. Yalan söylemiştim. Çok kez yaptığımı iddia etmiştim. Ecevit fırını kapattı ve tavuk tepsisini çıkardı. Güzel bir koku yayıldı eve. Onun tavukları bu kadar güzel kokunca ben pilavımdan daha çok utandım. Ecevit iki servis tabağı çıkardı. Ben de lapa olduğu belli olmasın diye bir çorba kasesi. Onun içine koyup şekil verdim ki belli olmasın. Tavuklar but şeklindeydi. Bir tabağa koydu önce, sonra tepsinin içinde bir çatal ve bıçak yardımıyla yoldu. Diğer tabağa yolduğu tavuktan koydu. Geriye kalan kısmı da sebzelerle doldurdu.
Pilav tenceresini kapattım ve tabakları masaya koydum. Suratım adeta sirke satıyordu. Mutsuzluğum her halimden belliydi. Dolaptan ayran ve turşu da çıkardı. Çatal bıçak da yerleştirdi. Eğildim, kendi tabağıma üfledim soğusun diye. Belki de benim elimden yediği ilk ve son yemekti. Kötü yer edinecekti hafızasında. Beceriksiz Firuze.
Ecevit oturdu masaya, çatalımın ucuyla patatesi ezdim ve ağzıma aldım. Ecevit’e bakıyordum. O da tavukla başladı. Bir an önce pilavı yemesini bekliyordum. Sonra patatesinden de aldı. Biberinden de. Sonra yoğurttan da. Sonra suyundan da. Sonra turşudan da… Ağlamak istiyordum adeta. Görüntüsünden bile belliydi kötü olduğu. Çatalını bıraktı ve kaşığını aldı. Bir kaşık dolusu pilav aldı ağzına sıkıştırdı. Neredeyse gözlerimi kapatacak tepkisini bekleyecektim. Hiçbir şey söylemedi ama o. Biraz daha tavuk sıkıştırdı ağzına. Çatalını, bıçağını ve kaşığını çok hızlı değiştiriyordu göremiyordum. Ağzındakini yuttuktan sonra bir kaşık daha aldı pilav ve onu da ağzına koydu. Hiç öyle kaşığın ucuyla da almıyordu.
Göz göze geldiğimizde, sol gözünü kırptı ve başını salladı. “Ne oldu? Pilav kaşıkla yenmez mi diyeceksin?” Başımı iki yana salladım. “Söyle söyle çekinme. Sosyete demeyeceğim.”
“Pilav lapa oldu,” diye kendim itiraf ettim. Ecevit pilava baktı ve çatalın ucuyla biraz dağıttı.
“İyi işte, ne istiyorsun daha?”
“Lapa olmamış mı?”
“Firuze bana tane tane pilav borcun mu vardı?” diye sordu ve adeta beynimde bozuk bir floresanı yaktı. Benim kimseye tane tane bir pilav borcum yoktu. Doğru söylüyordu. “Pilav işte. Yeniyor mu yeniyor. Nimet bu kadar kurcalanmaz. Ye hadi ye, dikişin var zaten tane pilavı ne yapacaksın?” dedi ve yemeğine devam etti. Ben de tabağıma baktım. Üzerime bir yük gibi binen, göğsümü daraltan pilava baktım. Pilavdı işte. Dümdüz bir pilav. Göğsüme hiç mi yazık değildi? Doğru söylüyordu. Yeniyordu işte. Çatalıma aldım pilavımdan. Yedim. Olmuştu işte. İki dakika fazla pişirdiğim için kendimi üzmeye ne hakkım vardı? Pilavım güzelleşmeye başladı önümde. Ecevit bir tabak daha yedi, bana bir tabak yetti.
Hem ben lapa pilav yapmamıştım ki, dikişli ağzım için biraz yumuşak bir pilav yapmıştım.
***
Temizlik formasının altına beyaz spor ayakkabılarımı giymiş, adliyeye giderken aldığım leopar desenli gözlüklerimi almış, siyah body üstü üniformanın altına giymiştim ve saçlarım at kuyruğuydu. Perçemleri sıkı at kuyruğumdan çıkarmış, yüzüme doğru dökümlü şekilde bırakmıştım. Yine yüzümde yoğun bir makyaj vardı. Mat ruju sürmeden dudaklarımı çerçevelemiştim. Gözlükleri de takınca Firuze Akın’a pek benzediğim söylenemezdi. Ecevit’le sessizce arabanın içinde giderken yavaşça köşeye doğru çekti ve kemerini çözdü.
“Kartları alacağım, sen arabadan inme. Bakalım bu gece adımız neymiş,” diyerek aracı terk etti. Yollar kötü durumdaydı, kar pek yağmıyordu ama yerler buzluydu. Her şeye rağmen sokaktaki eylemler devam ediyordu. Bir yolu kullanmamıza izin verilmemişti, polisler tarafından geri döndürülmüştük. Anladığım kadarıyla insanların bazı yerlerde toplanmamaları için o yerlere çıkan yollar toplu olarak kapatılmıştı. Yer yer reklam panolarında babamın asılı olduğu resimler yırtılmıştı. Bülent ne durumdaydı bilmiyordum. Babam ne durumdaydı onu da bilmiyordum. Siyasetin tam ortasına doğmuştum ama ülkeden bihaberdim. Sadece işlerin Akın ailesi için de, halk için de hiç iyiye gitmediğini farkındaydım. Babam en son Bülent’in müdahale etmeyecek miyiz sorusana büyük bir sabırla cevap vermişti. Bu sabrının altında bir mağduriyet beklediğini farkındaydım. İnsanların zıvanadan çıkmasını bekliyordu. Öyle karşılık verecek sonrasında en azından kendi seçmeni için mecbur bırakılmaz adam olacaktı.
Babamın bunca rezillikten sonra istifa etmesi gerekiyordu ama onun şimdi bu krizi fırsata çevirmek için dört döndüğünü tahmin edebiliyordum. Babamın enseme çöküp, beni buradan almamasının tek sebebi de bu krizin fırsata çevrilmeyecek kadar zorlu olmasıydı. Yakın tarihte adaylığı açıklanacağını ben de gazetelerden okuyordum, babama dönüp doğru mu dememiştim ama muhtemelen doğruydu. Bülent bu yükselişe öylesine bir darbe vurmuştu ki, babam bu krizi fırsata çeviremezse Bülent’i mahvederdi.
Babam çocuklarını severdi ama kariyerini daha çok severdi. Gerçi Bülent zerre sevilmeyi hak etmezdi zaten.
Ecevit bir sigara yaktı ve beklemeye başladı. Sigaranın yarısına varınca bir adam bize doğru geldi. Çok tekin bir tip olmadığı camın ardından da seçilebiliyordu. Ecevit’e kahverengi bir zarf uzattı. Kısa bir konuşma geçti aralarında. Dudak okuyamıyordum. İkisinin de yan profilini görebiliyordum. Sonra el sıkıştılar adam Ecevit’in yanından ayrıldı ve sigarasını iki dudağının arasında yatay şekilde sabit tuttu. Dudaklarının arasında sigaranın kalınlığı kadar boşluk vardı. Kahverengi zarfa elini soktu ve çıkardı. İki tane kart olmalıydı avucundaki. İlk karta baktı. Dudağı hafifçe kıvrılır gibi oldu ve ikinci karta geçti hızla. O kartta ne gördü bilmiyorum ama varla yok arasında yön değiştiren dudak kıvrımının nasıl yok olduğunu izledim. Elindeki öncekiyle aynı formattaydı ama sanki başka bir şey görmüştü. Ben de görmesem emin olacaktım.
Dudaklarının arasındaki sigarayı parmaklarının arasına alıp çekti ve dumanı çok sonra bıraktı. Aynı karta bakıyordu. Sırtını döndü bana, arabaya yaslandığında daha fazla beklemedim ve indim arabadan. “Neymiş bu geceki isimlerimiz?” diye sordum merakla. Konuştukça nefesim soğukta buharlaşıyordu. “İşin kolay, bana adımla sesleneceksin,” dedi ve kendisine ait olan kartı gösterdi.
Ali yazıyordu üstünde.
Bu yüzden gülmüş olacaktı. “Sen bana ne diye sesleneceksin?” diye sordum. Sigarasının bir nefeslik ömrü kalmıştı. Bana yanıt vermedi. Kart da avucundaydı kaldırıp göstermedi. Ne zamanki ben eline uzanıp kartımı aldım Ecevit de sigarayı öldürdü, dumanı ciğerinde topladı ve doğruldu. Kart benim
avucuma düştü ve ismi okudum.
Leyla yazıyordu üstünde.
Kirpiklerim titredi ve dilim tutuldu kaldı. O sigara içişi anlam kazandı ve son duman benim de içimi dağladı. Ecevit arabaya geri bindi. Ben hâlâ kimliğe bakıyordum. Annesini ve babasını benden sakınıyordu. Annesini ve babasını Akın olan herhangi birinden sakınıyordu. Babasından da, özellikle annesinden de bahsetmemi istemiyordu. En son Elmadağ’a giderken annesini anımsadığımı fark edince bile adeta haddini bil demişti. Hatırlıyordum. Şimdiyse Leyla ismi ellerimdeydi. Ne kötüydü ne kalp kırıcıydı. Ecevit’e kader hâlâ hiç iyi davranmıyordu. Arabayı çalıştırdığında ancak gidip bindim. Kemerimi bağladım ve “Sen bana bakar mısın de, ben sana bakarım,” dedim bana Leyla demesine gerek olmadığını belirterek. Gözüm de kulağım da Ecevit’te olacaktı zaten. Cevap vermedi.
Sürdü arabayı. Adliyeden iki sokak ötede bıraktık. Sanırım bu arabadan inmemiz biraz şüphe çekerdi.
İkimiz de sessizce yolu tamamladık. Hava ciğer deşecek kadar soğuktu. Adliyeye girdik, bir kez en dış kapıdaki güvenliğe gösterdik kartları. O pek kurcalamadı, içerideki adam iyice baktı. Resmimize kadar. Bir iki soru sordu. Ecevit diğer adliyeden geldiğimizi, personel eksiği olduğundan bahsetti. Bizi x-ray cihazından geçirirken diğer çalışanlar da gelmeye başlamıştı. Güvenlik onları tanıyordu, selamlaştılar, formalite icabı bile kartlarına bakmadı. Kalabalık bir gruptu, aralarından yaşça büyük- tahminimce ellilerinde olan bir adam- bize baktı ve “Selamın aleyküm,” dedi.
İkimiz de “Aleyküm selam,” diye yanıt verdik. “Yeni iki kişi gelecek dediler. Siz misiniz?”
Ecevit başını salladı ve “Biziz. Ali ben,” dedi adama eline uzatırken. Tanıştılar, Şerif’ti adı. Kadın erkek karışık bir gruptu. Bazıları geçerken bana selam veriyordu bazıları da bakıp geçiyordu. Biz de Ecevit’le peşlerine takıldık. Her katın temizlik çizelgesi vardı ve orada görev dağılımları yazıyordu. Her yer her gün temizlenmezken, bazı yerler günde iki kez temizleniyordu. İnsanların peşine takıla takıla bir şeyler yapmaya çalıştık. Zemin kattaydık biz. Çizelgeye göre şu an temizlediğimiz yer bitince ben ve Ecevit sözde sonraki göre yerimize geçecektik. O vakte kadar temizlik yapmak zorundaydık. Nöbetçi savcı vardı anladığım kadarıyla adliyede. Birkaç memur ve güvenlik daha. Zemin katta dört kişiydik. Ben ve Ecevit. Bir tane abla ve Şerif abi.
Birtakım sıvılarla, isimleri kod gibiydi, temizlik suları hazırladık. Görev dağılımı yaptık. Gerçi ben bana neresi teklif edilirse kabul ettim. “Kaç yıldır bu işi yapıyorsun?” diye sordu Ecevit’e. Adliye bomboştu. Yüksek sesle konuşabiliyordu rahatlıkla.
“İki,” diye yanıt verdi Ecevit. “Sen?” diye sordu bu kez.
“Senin yaşlarından beri.”
“Başlamadan bir sigara çay yapalım da öyle başlayalım,” dedi adam. Ecevit’le göz göze geldik. Bunu yapmamıza gerek yoktu sanki. Bir an önce temizleyip ek binaya geçmek istiyorduk.
“Önce bitirseydik,” diye yokladı adamı ama adam gitti ve karton bardak çıkardı. “İş bekler, eninde sonunda yapılacak. Fatma, çay içiyorsun değil mi?”
“İçerim içerim,” dedi kadın. Suya batırdığı paspası kuvvetle büyük bir yere sıkıştırdı ve üstten bastırdı. Kocamandı. Benim onu bastırmaya gücüm yetmezdi. “Sen kızım?” diye sordu bana. Ecevit’le göz göze geldim. Gözleriyle onay verdiğinde “Olur,” dedim. Hazırladığımız malzemeleri düzgün bir yere bırakırken elimize tutuşturulan çaylarla adliye kapısına doğru ilerlemeye başladık.
“Keşke kabul etmeseydik,” diye fısıldadım Ecevit’e doğru.
“Uyum sağla,” dedi yalnızca. Çıktık kapı önüne, bir güvenlik de yanımıza geldi. Ecevit sigarasını çıkardı ve ben hariç herkese tek tek uzattı. Kadın “Sen içmiyor musun?” diye sordu sigarasını yakarken.
“Kullanmıyorum,” dedim. Gerçi ikram da edilmemişti zaten.
“İçeri geç istersen üşürsün böyle,” dedi bu kez. Her ne kadar annemden daha yaşlı gözükse de annemden büyük olmadığını görebiliyordum. Saçlarını kahverengiye boyamıştı ama dipleri açık kalmıştı sanırım biraz, beyazlar tam kapanmamıştı. Ya da tamamen ışık yanılsamasıydı. Yanımızda bizim yaşlarımızda genç de bir güvenlik vardı. Bana baktı, “Ceketim var benim şurada vereyim mi?” diye sordu. Herkes birbiriyle arkadaştı sanırım burada.
“Teşekkür ederim ama hiç gerek yok. Çok sağ ol yine de,” dedim nazikçe. Çayımın üzerinden duman yükseliyordu, içmeye devam edemiyordum. Stres bedenimde olunca üşüdüğümü de hissedemiyordum. Gözlüklerim takılıydı. Kadın “Sen kaç yıldır çalışıyorsun?” diye sordu.
“Benim daha yeni birkaç ay oldu,” diye salladım. Bu benim bir şeyler bilmeyişimi normalleştirirdi.
“Parmağın boş, bekar mısın?” diye sordu bu kez kadın. Öylesine alelade soruyordu ki bunları, rahatsız etmedi beni. Sigarasına muhabbet arıyordu sadece.
“Evet bekarım.”
“En iyisi, evlenip ne yapacaksın? Erkeğin derdi mi biter?” dedi. Ortamda Ecevit hariç herkes güldü. Bizim pek gülecek halimiz yoktu.
“Siz evli misiniz?” diye sordum.
“Vurdum tekmeyi geçen sene. Evli değilim,” dedi omuz silkerek. Sigarayı öylesine içiyordu ki canım çekmişti adeta. Saçı aşağıdan topluydu. Yüzünde kırışıklıklar vardı ve göz altları biraz fazla mordu. Muhtemelen güneş kremi sürmediği için yer yer lekeler kalmıştı yüzünde.
“Nedense evlilikte başarısız olan da biz gençleri evlilikten soğutmaya çalışıyor,” dedi yanımdaki güvenlik. Bir şey demedim.
Şerif, “Mektep yok mu mektep?” diye sordu.
“İlkokulu terk,” dedi Ecevit. Eğitimini nereye kadar sürdürmüştü, açıktan okumuş muydu, bu cevabı ne kadar doğruydu bilmiyordum ama karşısındaki adam güldü. “Torpilin gözünü seveyim,” dedi. “Bize iki paspas attıracaklar diye lise diploması aldırmışlardı dışarıdan,” dedi. Adam bizi torpilli bile sandı. “Sen?” diye soruldu bu kez.
“Ben lise mezunuyum,” dedim torpilli sanılmayayım diye.
“Memleket nere?”
“Ankara,” dedik aynı anda. Güvenlik ve kadın, sigaraları bitince titreye titreye ayrıldılar yanımızda. Adamla yan yana kaldık. Ben de üşümeye başlamıştım. Ecevit üşümüyor muydu? Paçasına yapışıp onu dürtmemek için çok zor tutuyordum kendimi.
“Merkezden misin?” diye sordu. Ecevit başını iki yana salladı.
“Büyükler köyden. Ben merkezde büyüdüm,” Adamda taşlar yerine oturdu sanırım, gür ve yer yer beyazlamış kaşları çatıldı ve mırıldandı.
“Anladım, anne baba çocuk okusun da büyük adam olsun diye bıraktı toprağını geldi şehre demek. Meslekleri neydi?”
“Dedem çiftçiydi benim, babam da yanında çalışıyordu. Evlenince şehre gelmişler. İşçiydi babam.”
Ecevit’in dedesinin çiftçi olduğunu anımsıyordum. Biz yazlığa giderken onlar köye giderlerdi. Ecevit orada dedesinin tarlasında çalışıyordu. Bana da gelirken yanılmıyorsam eğer armut toplar getirirdi.
“Cumhuriyet ne yüce şey,” dedi adam Ecevit’e bakarken. “Köydeki çiftçinin torunu da öğretmen, savcı olsun diye fırsat sunuyor. Baksana. Bırakmış da gelmiş baban. Göndermiş seni okula. Yaşa cumhuriyet. Yaşa,” diye konuştu. Coşkulandı sesi. Hoşuna gitti böylesi. Bir köyden şehre hikayesi onu böyle motive etti. “Sen niye okumadın be evladım?”
Ecevit’e baktım. Gözlerinde derin bir çukur oluştu adeta. Kaçırdı bakışlarını, adliyenin bahçesine baktı. İç çekti, adam devam etti. “Buraya cübbenle gelmek varken, ne diye benim gibi geldin bu genç yaşında? Hadi bizde baba yoktu.” Kalbinin nasıl büyüdüğünü anlıyordum kederden. Koca bir devlet gibi, cumhuriyet gibi… Ecevit bu ülkenin yetim ve öksüz çocuğuydu. Belki de kırgındı. Bu ülkeye de bu vatana da. Onu kimsesiz bıraktıklarını hissediyordu belki. Hiçbir şey söylemedi adama. Dudaklarını kapattı. Yutkundu.
“Nasip olmadı,” dedi bir zaman sonra güçsüz bir sesle.
“Baban yaşıyor mu?” diye sordu adam bu kez.
“Yok, vefat etti ben on bir on iki yaşındayken,” Bu, bende de baba yok demenin başka bir haliydi. Adamın yüzüne gelip geçici bir keder çöktü. Elini Ecevit’in koluna koydu. Sıvazladı.
“Kusuruma bakma.”
“Ne kusuru. Haklısın,” dedi yalnızca. Hangi konuda hak biçti adama hiç anlamadım. Adam sigarasını söndürdü ve “Hadi geçelim,” dedi. Ecevit bir sigara daha çıkardı. “Bana bir sigara daha müsaade eder misin?” diye sordu. Adam başını salladı, geçti gitti yanımızdan.
“Geç Firuze, geliyorum,” dese de geçmedim. Bir adım önüme çıktı, çökmüş omuzlarına baktım. Ağzımı açmadım. Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir, demişti ya Atatürk, öyle bir his ki içimden Ecevit’in sitem ettiğini söylüyordu. Beni kimsesiz bıraktı ama diyordu. Bir çiftçinin torununu, bu şehirde avukat yapabilirdi ama benim babam gibi hainler bu dünyada var oldukça, Cumhuriyet’e gölge olacaklardı. Belki uzun vadede kazanamayacaklardı ama ellerine aldıkları insanları yok edeceklerdi. O çocukları kimsesiz kaldıkları an, ellerindeki kana bulaştıracaklardı.
Yeniden iç çekti, başını gökyüzüne kaldırdı.
Ona izin verdim, musallat olmadım. Arkada onu bekledim. Üç dakika kadar durdu olduğu yerde. Sonra döndü arkasını ve beni gördü. Niye gitmedin demedi. Yürüdü gitti yanımdan, peşinden gittim. Saçlarını okşamak isterdim Ecevit’in. Kimse de başka bir şey konuşmadı. Herkes işini yaptı. O paspasa gücümün yetmediği yerde Ecevit’i çağırdım. Sıktı benim yerime kuvvetle.
Kendimize ait alanı, en azından ben pek de temiz olmayacak şekilde, bitirdik. Ecevit elindeki çizelgeyi gösterdi. “Biz ek binaya gidiyoruz,” dedi. Ecevit’in yanında bittim hemen. Hiç bilmediğim bir yeri temizlemek çok sıkıcıydı. Üstelik ayrı yerleri temizliyorduk, yanımızda Ecevit bile yoktu. Ecevit eline birkaç malzeme aldı, öyle yürümeye başladık.
“Kapısında güvenlik vardır,” dedim.
“Muhtemelen.”
“İçeride de güvenlik kamerası olmalı.”
“Muhtemelen.”
“Ne yapacağız?” dediğimde elindeki spreyi havaya doğru sıktı ve “İlk güvenlik kamerasını temizleyeceğiz,” dedi. “Hatta bakarsın üzerinde bezi de unuturuz.” Adliyenin arka kapısından çıktık ve aynı bahçenin içinde ama az ileride olan eski bir binaya yürüdük. Binanın önünde beyaz bir güvenlik kulübesi vardı. İçindeki karartı güvenlik olmalıydı. Bizim geldiğimizi görünce ayaklandı ama çıkmadı olduğu yerden. Buradaki tüm güvenlikler silahlıydı. Önündeki küçük camı açtı.
“İçerisi temizlenecek,” dedi Ecevit ve çizelgeyi gösterdi. Genç adam oldukça kibirli bir şekilde Ecevit’e baktı. “Ali sen misin?” diye sordu.
“Benim.”
“Bakayım kartına.”
Zaten halihazırda girişti göstermiştik, gerek var mıydı emin değildim. Ecevit cebinden kartını çıkardığında güvenlik beni de gördü. Göz göze geldik ve bir süre bakıştık. Sonra kâğıda baktı. “Leyla Hanım mı?” diye sordu bu kez oldukça nazik bir sesle. Sanki az önceki kibir ondan çıkmamıştı.
“Evet,”
“Siz geçebilirsiniz Leyla Hanım,” dedi adam. Ecevit kartını uzattı iki parmağının arasında, ben de onu bekledim. “İyi sen de geç,” dedi aynı kibirli ses. “Ne kadar sürer işiniz?” dedi ve anahtarı bana uzattı. Aldım ve alırken ellerimiz haddinden fazla temas etti birbirine. Hemen çektim elimi.
“Bilmem,” dedi Ecevit. “Sen süre tut istersen. Bir bak bakalım ne kadar sürecek. Haber edersin.” Alay mı ediyordu? Hiç beklemeden yanından geçip gittiğinde peşine düştüm. Ağzının içinde küfrettiğini duydum. Koluna dokundum hızla.
“Saçmalama. Silahlı güvenlik. Bırak boş ver.” Ecevit’e ve bana gösterdiği tavır arasında dağlar kadar fark vardı kabul ama yapacak bir şey yoktu. İşimizi halledip hemen çıkacaktık.
“Silahını sikerim onun.”
Diğer küfürleri ağzının içinde edince çok etki etmedi üstümde ama böyle destursuzca yüzüme bakarak söyleyince utandım. “Ecevit…” dedim hayretle. Sanki on yaşındaki Ecevit’ten küfür duyuyordum. Ve yedi yaşındaki Firuze elini ağzına örterek Ecevit’i kınım kınım kınıyor, ayıplıyordu.
“Ne Ecevit? Bir tane geçireceğim ağzına iki ay pipetle beslenecek. Silahlıymış. Siksinler onun silahını.”
Kapıyı açtım ve geçmemi bekledi. Ben önden geçtim, Ecevit peşimden geldi ve ışıkları o açtı. Epey tozlu bir yerdi. Sanırım bir süredir de temizlenmiyordu. “İlk beş dakika temizliyormuş gibi yapalım ortalığı. Aniden giren olur,” dedim. “Hem bu sayede ortalığı da gözlemleriz. Kamera görebiliyor musun?”
“Gördüm bile,” dedi Ecevit ve raflara baktı. “Yazıcı da var. Harika,” dedi sahte bir keyifle makineye bakarak. Eski tip bir makineydi. Umarım çalıştırabilirdik. Dediğim gibi yaptık ve dediğim de oldu. Biz ortalığı temizliyorken içinde bulunduğumuz kapı aralandı. “Leyla Hanım,” dedi kapıdaki güvenlik. Uzun boylu ve yapılı bir adamdı. Omuzları geniş, spora gittiği giydiği üniformanın altından kendini belli ediyordu. Üstünde gri bir kazak, altında siyah bir alt ve siyah botlar vardı. Belindeki silaha yakın bir yere koydu elini. Göz göze geldik adamla.
“Buyurun?” dedim.
“Çay demledim, isterseniz bir bardak ikram edeyim.”
Ben kendi içimde aynalara küssem de çoğu zaman katıldığım davetlerde, akşam yemeklerinde ya da benzeri çoğu etkinlikle beğeniyle karşılandığımı bilirdim. Muhakkak bekar bir erkeğin kendisi ya da annesi bana ilgiyle yaklaşır, ağzımı yoklardı. Bazen hiç beklemediğim bir anda hatta ellerim bazı genç erkeklerin avucuna düşer, bir dans pistinin ortasına bile çekilirdim. Şatafatlı salonların, büyük gümüş aydınlatmalarının altında, herkes içindeki fesattan uzak gülümserdi birbirine. İnsanlar bana ne kadar nahifliğimden etkilenip yaklaşsa da annemin deyişiyle nemrut bir suratım vardı. İstemeden ailemin zoruyla katıldığım o davetlerde güler yüzlü olduğum söylenemezdi. İnsanları içimde derin bir öfkeyle izlerdim ama bu öfke aslında kendime karşı olurdu. Oralarda bulunmak bana Akın olduğumu daha çok hissettirirdi. Diğer bir taraftan insanların beğenisini de Akın oluşuma yorardım.
Muhtemelen gelecekte bu ülkenin yönetimini tamamen eline alacak bir adamın en büyük kızı olmak, itibar camiada her şeydi, onlar için kaçırılmayacak bir fırsattı. Onlar Firuze Akın’ın eşi değil, Atilla Akın’ın damadı olmak için savaşırdı bana göre. Böylesine bir ortam da insanların bana olan beğenisini samimi bulmazdım. Aynalarla da küsmüşken hepsi burnu uzamış yalancılar gibi gelirdi
bana.
Annem yalvarırdı bana. Biraz gülümse Firuze derdi. O suratımı yumuşatmak için bir kez kaşlarıma bile müdahale etmişti. Kaşlarım saçlarımdan biraz daha koyuydu ve yüzümdeki ifadeyi biraz daha sertleştirirdi. Ben beğenirdim aslında o keskin hallerini ama annem kaş rengini saçın kadar açsak yüz ifaden yumuşar mı, demişti. Anne demiştim ben yumuşak durmak istemiyorum… Bazen, ki bu çok nadirdi, benimle ilgilenen birini o da beğenirdi. İlgimi çekmeye çalışırdı. Onu bir daha gelmemek üzere tehdit ettiğimde saçlarımı okşardı. Tamam kızma, benim en büyük hayalim âşık olduğun biriyle evlenmen. Yanına yakışır biri olması ikinci büyük hayalim. Sen yeter ki âşık ol, gözlerinin içi parlasın. Öylesine boş bakışlarla izlerdim ki onu ürperirdi. Bana sarılmak isterdi. Bir ölüye baktığını hissettirirdim ona. Annemin beni aşkın kurtaracağına inanması ne komikti… Allah’ım ne komik bir hayaldi!
Velhasıl kelam bu ortamlar dışında da insan içine karışmadığım için dışarıda karşı cins beni beğenir mi bilmiyordum. Ben hâlâ aynalara küstüm. Lakin şimdi karşımdaki güvenliğin bu tavrını seçebiliyordum. O koca salonlarda, otellerde olduğu gibi somurtmamalıydım. Yabani gibi kalmamalıydım. “Çok teşekkür ederim, çok incesiniz ama bir an önce bitirmemiz lazım.”
“İş yapılır ya,” dedi adam rahat bir tavırla. Tekrar bir şeyler söyleyecekken Ecevit’in kaba saba sesini duydum. “Leyla Hanım’ın işi var,” diye müdahale etti ters bir sesle. “İş de bekletilirse yapılmaz. Bizi bölme de temizleyelim artık şurayı.”
Adam, Ecevit’e öyle küçümseyici bir bakış attı ki ben kendimi kötü hissettim. Üzerindeki üniformanın rengi farklı diye mi yoksa belinde silah var diye mi kendini üstün görüyordu? Ast üst ilişkisi her yerdeydi ve mide bulandırıcıydı. “Sana gel de çay iç demedim zaten.”
“Teşekkür ederim tekrardan ama haklı,” dedim hızla. Ecevit’le münakaşaya girsinler istemiyordum. Ecevit’i yanımdan alır başkasını koyarlarsa engelleyemezdik. “İşim erken biterse gelip içeriz. Biz şimdi temizleyelim.”
Adam reddedildiğini tam olarak anlamadı ama yine de geri adım attı. “Mutlaka bekliyorum,” dedi ve çıktı odadan. Hiçbir şey söylemeden işime devam edecektim ama Ecevit yine küfretti. Ağzını kapatmak istiyordum. Yirmi beş yaşındaki Firuze, iki tane erkeğin olduğu evde sık sık küfür duyuyordu ama yedi yaşındaki Firuze, Ecevit’in küfürlerini de duyuyordu. Biraz utanıyordu.
“Domuz gibi herife incesin dedin. Senin hacim algını seveyim,” dedi. Ben o anlamda mı incesin demiştim yahu? Kaşlarım çatık baktım ona. Normalde ağzına geleni söyleyeceği adama tahammül etmek zorundaydı, adeta küçümseyici bakışlara maruz kalıyordu ama susmak zor geliyordu. Yüzü kızarmıştı. “Yavşak orospu. Böylelerini meydanda döveceksin. Silahını gösterecek, bir kere de silahıyla döveceksin.”
“Ne kadar abartıyorsun her şeyi?”
“Ben mi abartıyorum?”
Bir ateş topunu daha çok kızdırıyordum. “Sen abartıyorsun, adam bir şey yapmadı,” dedim olayı yumuşatmaya çalışıp.
Yakasını tuttu ve gösterdi. “O şerefsiz muhtemelen bunu giyiyor diye buraya gelip alnının teriyle parasını kazanmaya çalışan insanları kendinden altta görüyor, o da yetmiyor şerefiyle namusuyla çalışan kadınları rahatsız ediyor. Ben mi abartıyorum? Belasını sikeceğim onun, bir çıkalım buradan.”
Ne söylersem söyleyeyim üç misliyle dönecekti bana. Cevap vermedim ama o da pek susmadı. Ne dediği anlaşılmasa da söylene söylene devam etti temizlemeye. Adım adım da güvenlik kamerasına yaklaştı. Yüzümüzü gizlemeye çalışmıyorduk çünkü o dosya oradan kaybolmayacaktı. Kimse de buraya girdiğimizden şüphe etmeyecekti. Camsili boşalttı adeta kameraya sonra bezi koydu ama bıraktı. Almadı. Çıktığı sandalyeden indiğinde cama yaklaştım ve dışarıyı kontrol etmeye başladım. “Rafların numaraları da köşelerde yazıyor,” dedim. Burası büyük bir arşiv değildi. Bir geniş odaydı, dört tane uzun raf yan yana dizilmişti. Bir pencere ve bir masa vardı yalnızca. “Ben de aramalı mıyım yoksa gözletmeli miyim?” diye sordum.
“Dosya numarası elimde var,” dedi. “Sen gözet ben bulacağım.” Dosyaların renginden bile anlaşılıyordu çok eski oldukları. Ecevit’in kâğıt karıştırma sesini duyuyordum, bu aradığına işaretti. Sonra aniden kesildi o ses, “Buldun mu?” diye seslendim. Yaklaşık beş dakikadır hüküm süren ses de yok olunca derin bir sessizlik kaplamıştı odayı. Ecevit başta cevap vermedi. Konuşup kafasını karıştırmadım ama sonunda dayanamadım “Ecevit?” dedim.
“Firuze buldum,” dedi. Rafların arasından çıktığı an yanına doğru adımladım ve ben de dosyaya baktım. Pembe, kalitesiz bir dosya kağıdından yapılmıştı. Kalındı ama dosyanın üzerinde istediğimiz isim yazıyordu. Ecevit sayfaları hızlı hızlı çevirdi ve göz göze geldik. Gözlerimizdeki parıltı fark edebileceğimiz kadar ışıltılıydı. Hissediyordum ki eğer yanlış yoldan gitmiyorsak Melike’ye doğru somut bir adım atmıştık. Yerimde zor durdum. Zıplamak istedim adeta. İkimiz de okumak istiyorduk ama böyle bir zamanımız yoktu. Zaman aleyhimize işliyordu. Eski tip yazıcının önüne geçtik, Ecevit biraz kurcaladı ve kâğıt olup olmadığını kontrol etti. Muhtemelen bu adliyeye gelen ilk yazıcılardan biriydi. İçinde kâğıt vardı. Ecevit büyük kırmızı tuşa bastığında makineden adeta motor sesi çıktı. İkimiz de homurdandık ve Ecevit makineyi durdurdu. Bu saatte, bu sessizlikte böylesine bir sesle dikkat çekmememiz mümkün değildi. Ecevit elinin üzerini makineye vurdu. “Dosyayı alıp ana binadaki yazıcılardan birini kullanabilir miyiz?”
“Çok riskli Ecevit,” dedim başımı iki yana sallayarak.
“Dosyayı alıp gitmekten daha riskli değil. Eksikliği hissedilirse kameralara bakılır. Dört yandan yüzümüz takıldı kameraya.” Doğru söylüyordu ama yine de diğer ihtimal de mantıklı değildi. Hadi diyelim çıkarıp çıktı almıştık kimse görmeden, dosyayı yeniden buraya getirmek lazımdı. Dışarıdaki güvenliğin nasıl cins olduğunu görmüştük. Yakalanırsak burnumuzdan getirirdi… Polis bile çağırırdı. Güvenlik. Güvenlik…
“Buldum!” dedim gözümdeki ışıltıyla. Elleri yazıcının üstündeydi. Başını bana çevirdi. “Ben çay içmeye çıkıyorum. Buradan uzaklaştıracağım onu, sen de hızla kopyala tamam mı?”
Zaten suratı pek iç açıcı değildi bu fikrimle daha çekilmez hale geldi. “Tamam değil,” dedi.
“Nasıl değil? Çok mantıklı işte. Ben adamı kandırır ilerletirim ön tarafa doğru.”
“Ulan belki adam sapık?” dedi hayretle. Çok mantıksız konuşuyordum sanki.
“Adliye içinde, bu kadar insan varken ne sapıklık yapacak? Gidiyorum ben, en kısa zamanda bitir.”
“Hayır dedim,” diye ısrar etti ve dosyayı bıraktı yazıcının üstüne. “Sen kopyala ben uzaklaştıracağım.”
“Sen nasıl uzaklaştıracaksın?” diye sordum ve gitmeye kalkıştığında kolundan tuttum.
“Uzaklaştırırım,” dedi ama o. Yapamazdı. Aksine adam burada ben tek kaldığım için daha çok gelmek isterdi.
“Uzaklaştıramazsın.”
“Sen nasıl uzaklaştıracaksın?”
“Çay içerek?” dedim sorar gibi. Çay ne mühim bir içecekti öyle. Her yerde başrol oluyordu adeta. Bu kez ben gitmek istedim ve benim kolumdan tutuldu. “İstemiyorum,” dedi açıkça.
“Ecevit kendine gel, dosyayı almamız lazım. Ben kendimi adliye bahçesinde korurum.”
“Bana lazımsın,” Başını iki yana sallıyordu. “Riske atamam,” dedi. Ona lazımdım. Ne doğru söylüyordu. İşte tam olarak bu anlar için lazımdı.
“Sana lazım olduğum için gidiyorum zaten. Hadi bitir bir an önce yabancı bir adamla uzun süre ne konuşabilirim bilmiyorum,” dedim ve daha fazla fırsat vermeden çıktım yanından. Kapının açılma sesiyle, kulübenin içinde telefon ekranına bakmaktan gözleri küçülmüş adamla göz göze geldim. Yerinde dikleşti, hatta hafifçe doğruldu ve camını açtı. “Çayınız kaldı mı?” diye sordum gülümseyerek.
“Tabi,” dedi keyifle ve kalktı yerinden hemen. Bir dakika dolmadan iki karton bardakla çıktı. Birini aldım ve havaya baktım. “Burası çok esiyor ön tarafa geçeceğim ben, gelmek ister misiniz?” diye sordum. Adam bir an bana ve korumakta yükümlü olduğu yere baktı. Lütfen kabul et yoksa tek başına gitmekten korktuğumu söyleyeceğim… “Tabi gidelim,” dedi ve içeri geçti. Ceketini aldı. Kendisine aldı sandım ama aniden benim omzuma attı. “Buyurun, hava soğuk,” dedi. Hiçbir şey yapamadım. Sırtıma yabancı bir adamın kokusunu aldım. Çok ağır bir parfüm kokusu vardı üstünde.
Beraber ileriye doğru yürümeye başladığımızda arkamı dönüp cama bakmayı istiyordum. Ecevit gidip gitmediğimizi oradan kontrol edecekti. Kulübeden tamamen uzaklaştık ön bahçeye doğru geçtik. “Sizinkiler elli kere bize hırka verin dedi de dinleyen olmadı. Kimse hırkasını giyip burada çalışırken eskitmek de istemiyor,” dedi. Sohbet etmeye çalışıyordu, anlayabiliyordum ve benim görevim bunu sürdürmekti.
“Biz de istedik de dinleyen eden kim?” dedim ve omuzlarımdaki ceketi işaret ettim. “En azından sizin var. Kalın da üstelik, mont gibi,” dedim. Gözlerine bakmamaya çalışıyordum ama o benim yüzümden bir an bile çekmiyordu gözlerini. Adliyenin bahçesindeki banka oturduğumda yanıma geçti. Dizlerimizin arasında kısa bir mesafe vardı. Biraz hareket etsek çarpışacaktık. Kendimi iyice toparladım.
“Bizim iş iyi ya,” dedi adam. O kadar dik duruyordu ki ben yanında gariban gibi duruyordum.
“Memur sayılıyoruz zaten biz. Allah’a şükür. Maaşımız da iyi,” dedi. Gülümsemeye çalıştım. “Bir arabamız, babadan kalma evimiz var. Yetiyor,” dedi. Aniden evi ve arabasını öğrenmiştim. Beynimde bu bilgiye yer yoktu. Başımı salladım ilgiyle.
“Allah daha çok versin,” dedim ona bakmadan.
“Âmin. Daha da çoğunu size versin. Bu arada sizin?”
“Benim?” diye sordum. O makinenin kopya çıkarması ne kadar sürüyordu?
“İş güç? Memnun musunuz?” dedi. Çayım ne kadar soğumuştu bilmiyordum. Üzerinden buharlar süzülüyordu, içip içmemek konusunda kararsızdım.
“Yani. İdare ediyoruz… Yorucu tabi de. Buna da şükür.” Daha fazla ortalığa bakamadığımda gözlerimi adama çevirdim. O da tam o an ellerime baktı. Ben çayı içmeme yorum yapacak sandım ama “Evli değilsiniz sanırım,” dedi. Gözlerimi yumup yüzümü buruşturmamak için zor tuttum kendimi.
“Hayır değilim.”
“Belli,” dediğinde çevireceğim kafamı sabit tuttum ve ona bakmayı sürdürdüm. Elimde yüzük olmadığı için mi böyle söylemişti? Sorup sormamak arasında kalırken o devam etti zaten. “Hiçbir adam sizin gibi bir kadını bu saatte böyle bir işte çalışmaya göndermez,” Öylesine açık sözlü, hatta patavatsızca söyledi ki bunu kendimi güvende hissetmedim. Daha beşinci cümlesinden bu cümleyi kurmaya cüret etti. O da fark etti, gözlerini kaçırdı, boğazını temizledi ve toparlamaya çalıştı.
“Anlayamadım?” dedim mesafeli bir sesle.
“Yanlış anlaşılmak istemem… Ama,” Yüzüme baktı. Ne diyeceğini bilemedi. “Ne şekilde yumuşatabilirim ama sizin gibi bir kadın ancak eşinin gözünü gönlünü açmalı.”
“Çıkar çalışırsa haddini bilmeyen erkekler tarafından rahatsız edilir diye mi öyle söylüyorsunuz?” diye sordum.
“Aynen,” dedi hiç üstüne alınmadan. “Ben açıklayamadım kendimi. Aynen öyle olur.”
“Siz de şu an aynısını yapmıyor musunuz?” diye sordum tereddüt etmeden. Bu adamla burada küstah konuşmalarla kalacağıma tartışarak da vakit geçirebilirdim. Adamda ataerki kokusu aldım buram buram. Midem bulandı. “Halbuki yapmasanız, kadınlar da rahat rahat çalışır. Herkes de gayet gönlü rahat şekilde eşinin çalışmasını sorun yapmaz.”
Söylediklerim yüzüne çarptı tokat gibi. Ne diyeceğini bilemedi, “Ben sizi rahatsız etmek istemedim,” dedi. “Yalnızca bu kadar güzel bir kadının böyle bir işte…”
“Siz burayı koruyor, bense temizliyorum. Bir farkı olduğunu mu düşünüyorsunuz?” diye girdim araya konuşmasına izin vermeden. Ecevit’in sinir olduğu noktayı dışa vuruyordu. “Ya da bir erkek olarak içerideki bir çalışandan daha üstün olduğunuzu mu düşünüyorsunuz gözümde? Çok çiğ ve çirkin bir düşünce yapısı. Hiç ilgimi çekmediniz şu an,” dedim açıkça. Sanki bunları düşünmese ya da bambaşka bir konumda olsa ilgimi çekecekmiş gibi.
“Leyla Hanım,” dedi mahcup bir sesle. “Hepimiz insanız, elbette ki bir farkımız yok.”
Bu bir dönüştü. Anlayabiliyordum. “Benim söylemek istediğim… Sizin bu güzelliğiniz böyle bedenen yorucu bir iş için çok fazla. Ben çalışmasın isterdim sizin gibi bir eşim olsa,”
“Neyse ki benim gibi bir eşiniz yok o halde.”
“İlginizi çekmek için ne yapabilirim?” diye sordu açıkça. Çok aptalca konuşuyordu farkında değil miydi? Ona beğenerek yaklaşan biri bile uzaklaşırdı. Cevap vermedim ve önüme döndüm. O sessizliğimi umarım naz olarak algılamamıştı ama bana biraz daha yaklaştı. Bacaklarımız birbirine değdiğinde irkildim ve banktan kaydım. Korkulacak bir şey yoktu. Bağırabilirdim ya da karşı kulübede başka bir güvenlik vardı. Bunlara da gerek yoktu, yanlış bir hareketinde yüzüne vurabilirdim. Bülent’e yaptığım gibi.
“Lütfen biraz mesafeli oturabilir miyiz?”
Bana yeniden yaklaşmadı ve yüzüme baktı. Yüzünde korkunç bir beğeni vardı. Adeta ağzımın içine bakıyordu. “Yarın sabah nöbetim bitince kahvaltı edelim isterim.”
“Yok artık,” dedim açıkça. “İstemiyorum.”
“Bu kadar keskin ve net olmasanız mı? Leyla,” dedi ve elini bana uzatmaya çalıştı. “Çarptın beni,”
“Leyla Hanım,” diye kestim sözünü. Kaşlarımı çattım ve rahatsızlığımı gizlemeden ona baktım. “Ben bu çayı iki iş arkadaşı olarak içeriz dedim. Bu yaptığınız çok küstahça. Sizin gibi insanlar yüzünden kadınlar rahatça çalışamıyor. İnanamıyorum. Rezillikten başka bir şey değil.”
Ona kalk diyemiyordum ve kendim kalkamıyordum. Bu cümlelerim gerçek bir zeminde de olsa, bağırmadığım için belki yerini bulmuyordu. Nezaketim cümlelerimi yumuşatıyor, ataerki kokan bu adamda cilve ya da naz olarak gözüküyordu belki de. Katlanmak zorundaydım. Kavga edersek ve insanlar gelirse yanımıza görev yerine dönecekti. Terlemeye başladığımı hissettim. Strese girmiştim.
“Hayatım boyunca ilk defa buraya gelen bir temizlikçiye böyle davranıyorum.”
O düzeltmeye çalıştığı dilindeki aşağılamaya tiksinerek baktım. “Ya da buraya gelen temizlik görevlileri size yüz vermedi.”
“Sivri diliniz beni uzaklaştırır sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Nefes kesici bir halini…”
“Leyla!” Uzaklardan gelen gür bir ses karşımdaki adamda bir etkiye sebep olmadı ama hali hazırda zaten stresli olan beni titretti. Hızla kafamı arkaya çevirdim ve Ecevit’e baktım. Tuttuğum nefesimi verdim… Adını fısıldar gibi oldum ve hızla kalktım adamın yanından. Neredeyse koşar adım, bir penguen gibi karın üstünde hızlı adımlarla yürüdüm. Çayı elime döktüm, sıcak değildi. Ecevit’in kızgın suratı, arkamdaki adama ya da bana olan sinirli bakışları… Hiçbir şey umurumda olmadı. Ecevit’e vardığımda istemsizce üniformasının koluna tutundum. “Leyla,” dedi tekrardan daha kısık sesle.
“Aldın mı kağıtları?” Nereye koymuş olabilirdi? Elim destursuzca Ecevit’in karnına doğru dokundu. Sertlikten anladım kağıtların orada olmadığını ama kaydırınca elini kağıtları hissettim. Burası karnı değildi. Gülümsedim nefes nefese.
“Ne dedi o adam?”
“Almışsın.”
“O adam ne dedi sana?” diye sordu. Çok kızgındı. Kâğıt umurunda bile değildi.
“Hiçbir şey söylemedi.”
“Yüzün sararmış.”
“Ecevit hadi çıkalım bir an önce.”
“Sen baksana bir bana!” diye adama bağırdığında kapının iç tarafında duran güvenlik çıktı ilk.
“Sorun ne?” dedi adam. Elimi Ecevit’ten çektim. İnsanların dikkatini çeksin istemedim. Kağıtlar belli olmuyordu, bunu bozmak istemedim.
“Kimse işini yapmıyor,” dedi Ecevit. “Tutmuş kadını zorla çay içiriyor. Sesleniyorum gelen yok giden yok. Anahtarı bırakacağım, bırakmış gelmiş burada çay zıkkımlanıyor. Biz hepimiz burada eşeğin başı mıyız?”
“Derdin ne senin?” dedi bize varan ve az önce yan yana oturduğumuz adam.
“Siktir git seninle ne derdim olacak? Helal para kazanmayı bilin lan biraz. Bu adam mal mı burada bekliyor?”
İç taraftaki güvenlik, “Abi sen de geç yerine,” dedi meslektaşına ama “Sana ne?” yanıtını aldı. Ecevit’in başlattığı gerginlik iki güvenlik arasında arttı.
“Ne demek sana ne? Kimse ayrılmayacak görev yerinden denmedi mi bize? Biz eşek başı mıyız lan buradan ayrılmıyoruz?”
“Benimle lanlı lunlu konuşma!”
“Konuşursam ne olacak?”
Ecevit başını ileri doğru salladı ve yürümem için bana işaret yaptı. İki güvenlik birbirine girmişti. Ecevit’in yanında içeri girerken adeta yüzünde vatan gülüşü vardı. Kapıdaki kavga kızışacaktı her halinden belliydi. Ecevit elindeki anahtarı Şerif denen adama verdi. “Kapıda kavga var. Anahtarı sana vereyim.”
“Ne kavgası?”
“Bilmiyorum ki,” dedi umarsızca. “Nasıl adliye burası ben de anlamadım. Bir daha söyleyeceğim bizi buraya vermesinler. Bu saatte bir de güvenlik kavgası mı dinleyeceğiz?”
“Allah Allah, hiç böyle yapmazlardı,” dedi ve bana baktı. O an bu kavganın sebebinin ben olduğumu düşündüğünü fark ettim. Gözlerimi kaçırdım. Ecevit yapmıştı ben yapmamıştım ki?
“Neyse abi, hadi bizim işimiz bitti. Yardım edeceğimiz şey varsa söyle yapalım. Yoksa çıkalım.”
Adam baktı ortalığa. “Genelde biz, kendi işimiz bitince üst katlara yardıma gidiyoruz. Hep beraber çıkıyoruz. Sizin oralarda nasıl oluyor bilmiyorum ama…”
“Yok,” dedi Ecevit. “Bizde herkes kendi işini yapıp çıkıyor. Senin yardıma ihtiyacın varsa sana yardım edeyim ama yoksa çıkalım. Yarın sabahçıyız biz. Erkenden çıkacağız. Bugün de buraya destek için geldik zaten.”
Bu kibarca reddetmekti. Adam anlayışla başını salladı. Bizim yerimize buraya düzenli olarak gelenler de muhtemelen yardım ediyordu. Üzüldüm ben istemsizce. Ecevit kabul etseydi ben kalıp yardım ederdim. Elimden çok iş gelmiyordu ama yine de… Bilmiyordum işte. Üzülmüştüm. “Elinize kolunuza sağlık o zaman. Hadi hayırlı akşamlar.”
Ecevit ve ben de iyi akşamlar diledik ve kabanlarımızı bıraktığımız temizlik odasına gittik. “Yarın ne kadar kötü temizlediğimizle alakalı dedikodumuzu yapacaklar,” dedim.
“Senin temizlediğin yerleri bilemem ama ben temizledim.” Üstündeki üniformayı hafifçe sıyırdı ve kağıtları çıkardı. İkiye böldü, katladı ve kabanının iç cebine koydu. “Ne dedi o adam sana?” diye sordu tekrardan.
“Hiçbir şey söylemedi.”
“Yalanını sevsinler senin,” dedi önümden geçip kapıdan çıkarken. Hızlı hızlı ona yetiştim ve yanında durdum.
“Bak kapıdan geçeceğiz kimseye laf atma çıkalım. Bir arbede olur, kağıtlar düşer yanarız.”
Cevap vermedi, ellerimi cebime sıkıştırdım ve hızlı hızlı yürüdüm. En son kapının önünde bıraktığımız iki adam kapıdan uzaklaşmışlardı ve beden dillerinden anladığım kadarıyla tartışıyorlardı. Sadece kimse duymasın diye uzağa gitmişlerdi. Onlara gözükmeden çıktık gittik. Kar atmaya başlamıştı. Benim üstümde belli olmuyordu ama Ecevit’in siyah kabanında parlıyordu.
Kağıtların bizde olduğunu hatırlayınca kalbim öyle tatlı bir şekilde hızlandı ki ellerimi çırptım aniden. “Aldık kağıtları!” dedim neşeyle. Bu Melike’ye attığımız somut bir adımdı hissediyordum. Küçük bir çocuk gibi zıplayasım bile vardı. Ecevit dönmedi, bir şey de demedi. “Bulduk kağıtları! Aldık! Yakalanmadık da! Temizlik de yaptık! Ali Ali,” diye ona seslendim. Onun botlarının yanında benim spor ayakkabılarım beni yavaşlatıyordu. “Aldık kağıtları!” dedim yine, yine çırptım ellerimi. Bir avuç kâğıda bu kadar seviniyorsam, Melike’yi bir gün bulursak kim bilir ne kadar sevinecektim. Ellerimi bir kere daha çırpmak istediğimde Ecevit aniden durdu ve sinirli bir sesle müdahale etti bana ama yanlış bir isimle.
“Leyla,” dedi.
Firuze demek isterken, bilinçsizce, oyuna kendini kaptırmış bir çocuk gibi, tümüyle yanlışlıkla. Kendisi de donakaldı. Birbirimize bakıyorduk. O şakıyan ve müjdeleyen halim yok oldu. Gözlerine çöken hüznü görmemek için kör olmak değil insan olmamak gerekirdi. Geldiğinden beri ilk kez annesinin ismini duyuyordum dilinden. Evet adliyedekiler annesinin ismi değildi. Şimdiki annesinin ismiydi. Aramıza kar taneleri düşüyordu, saliselik görüşümüzü kısıtlıyordu. Gülümsemek istedim ama cesaret edemedim. Yutkundum. Eli alnına gitti, ovalarken başını ovdu. Annesini özlediğini hissettim. Ecevit’in acıları o kadar büyüktü ki, özlemlerine kendi içinden bile zaman kalmıyor, sıra gelmiyordu. Geldiği günden beri ilk kez birini özlediğini hissetmiştim mesela ben.
“Leyla,” diye bir kez daha fısıldadı. Bu kez bana değil annesine seslendi sanırım. Saçlarına kar taneleri düşüyordu, şair ak düştü diye yazıyordu defterine. Sinesi şişiyordu, şair dert boy verdi göğsünden diyordu. Dudakları aralık kalıyordu, şair konuşmaya mecali yoktu yazıyordu. Elini alnından çekti ama yüzüme bakmadı. “Hadi Firuze,” dedi. Sesi titriyordu, şair sesi de kendisi gibi öksüz kaldı yazmıştı.
Önümden yürüyordu. Yanına varmadım, önüne de geçmedim. Belki de yüzünü görmemi istemiyordu.
Kirpikleri ıslanmıştı belki. Omuzları çökük yürüyordu önümden. Sesimi çıkarmadan yürüdüm peşinden. Arabaya varıncaya kadar kar şiddetini arttırdı, öksüz çocuklara yorgan olacak kadar hızla dökülmeye başladı. Çünkü Ecevit’in saçları ve omuzları bembeyaz oldu.
“Sen bin ben sigara içip geleceğim,” dedi ve geçti köşeye. Ne yapacağına baktım. Karın arasına kaldırıma çöktü. Cebinden sigara çıkardı.
“Arabada içseydin ben rahatsız olmazdım,” dedim. Başını hayır dercesine geriye attı. Sigarasını çıkardı ve yaktı. Arabaya kadar da ilerledim ama gönlüm izin vermedi ben de gittim yanına çöktüm. Bu hiç hoşuna gitmedi, başını sağa yatırdı, sabırla nefes aldı ama bir şey söylemedi. Sustum ben de. Dirseğini dizine yatırdı. Sigarasını havada tutuyordu. Alnına yakın bir yerdeydi sigarası. Dumanı gözlerine ve saçlarına doğru uzayıp gidiyordu. Gözlerini kapattı. Kar daha fazla üzerine yağmasın istiyordum ama engelleyemiyordum. Saçlarını sevmek istiyordum ama yapamıyordum.
Susacaktım. Yemin ederim susacaktım. Onun şu an duymak istediği son ses benimdi. Biliyordum ama bu soruyu altı yaşındaki Firuze de ona bazen sorardı. Şimdi de o sordu zaten. “Anneni mi özledin?”
“Anneni mi özledin?” diye sorardı o da. Küçük Ecevit, küçük gözlerini yaşlarla doldurup başını sallardı. Şimdi yapmadı onu ama sigarayı tutan eline yasladı alnını. Dudaklarının nasıl titrediğini gördüm. O ağlamadı ama benim gözyaşlarım yavaş yavaş akmaya başladı. Anne… Benim için bile hâlâ bu denli iç titreten bir kelimeyse, her şeye rağmen, anneme rağmen, yaşadıklarıma rağmen, Ecevit için kim bilir nasıl kutsaldı?
Ben hiç konuşmayacak sanıyordum. Sigarasını içmedi, kül oldu düştü her seferinde ama hiç bırakmadı da. Leyla teyze bu akşam onun rüyasına girsin ve saçlarını okşasın diye küçük Firuze’yle dua edecektik. Büyük Firuze’nin duayla pek işi yoktu. Dua etmeyi de bilmezdi ama küçük Firuze elini açardı. Dua etmeyi bilirdi. Zaten dua etmeyi de Leyla teyzesinden öğrenmişti.
“Çiftçi olsan toprağın yok,” diye konuştu ansızın Ecevit. Gözlerini açmadı, bana bakmadı, sigarasını içmedi ve bana söylemedi. Kendi kendine konuştu. “Toprağın olsa vatanın yok, vatanın olsa bayrağın yok, bayrağın olsa evin, evin olsa çatın yok. Çatın olsa annen yok.”
Kendisini mi anlatıyordu? Kaşlarımın arası bir çukur gibi kazıldı. Başımı eğdim ve sessiz sessiz ağladım. Cesaret etmedim ama ne olursa olsun dedim, elim Ecevit’in üzerinde tutan kara kaydı. Omuzlarını silktim, tüm karı attım. Ecevit elinde tükenmiş sigarayı attı ve zorlukla gözlerini açtı. Bana baktı sancılı gözleriyle. Bu hayatta birini iyileştirme şansım olsaydı kendimi değil Ecevit’i iyileştirirdim, bir ilaca bile göz koymazdım, elim suya bile uzanmazdı.
“Hadi gel,” dedim ayağa kalkarak. “Gidelim de bakalım bu dosyaya. Melike’ye yaklaştık. Hissediyorum. Hadi gel Ecevit.” O beni durdurmadıkça beni onu silkiyordum. Tek bir kar tanesi bile kalmasın istiyordum üstünde. Öksüzse bile örtmesin kar onu istiyordum. Okuduğum bir kitapta öksüz ve yetim bir karakter vardı. Demişti ki; Uyuyanın üzerine yağan kardan en çok öksüzler nasibini alırdı. Zira onların; yağan kara yorgan misali örtülecek bir anneleri olmazdı. Yetimhanelerin çatılarıysa, hep kar geçirirdi.
O zaman da içime dokunmuştu ama o karakterin ne hissettiğini Ecevit’in üstü kar tutunca anladım. Bunu inkâr edercesine silkiyordum üstünü. Neredeyse hiç kar kalmadı üstünde. Ecevit’i kaldırdım yerden. “Tamam Firuze,” dedi çabama bakıp. “Hadi kar tutmadan arabaya bin,” dedim hızla ve önünden çekildim. O binmeden ben de binmedim. Sessiz sedasız kemerini bağladı ve arabayı çalıştırdı.
Yolda giderken bir zaman sonra “Acıktın mı?” diye sordu. “Hayır,” dedim. Acıkmamıştım zaten. Acıkırsam yerdim zaten evde bir şeyler. Ama kendisi acıkmış olacak ki bir kokoreççinin önünde durdu indi arabadan. Gitti. Adamla biraz uzun bir şeyler konuştu sonra yapılan paketi alıp geri döndü arabaya. Arkaya yerleştirdi yemeğini, yeniden arabayı sürdü. Kimseden ses soluk çıkmadı, binaya girdik, asansörden indik, kapıyı açtık. İkimiz de sessiz sedasız kıyafetlerimizi değiştirdik. Odadan çıkarken Ecevit kağıtları yaymıştı ortalığa.
“Yemek ye istersen önce,” dedim ama başını iki yana salladı. O koltuğa oturmuştu, ben yine koltukla sehpa arasında yere oturdum. Sırtımı koltuğa yasladım ve bacaklarımı kendime çektim. Ecevit kağıtları sayfa numaralarına göre sıralıyordu. Bir zaman sonra “Çay içecek misin?” diye sordu.
“Hayır, teşekkür ederim,” dedi. Gelir gelmez çay suyu koymuş olmalıydı. Kalktı yerinden kendisi için çay alıp geldi. Neredeyse katran karasıydı. Demi o kadar fazlaydı ki rengi artık kırmızı değildi. Bir kâğıdı ayıkladı ve karşıya koydu. “Bu iddianame. Her şey burada yazıyor,” dedi.
“Direkt bunu mu okuyalım?”
“Savcı kim bilmem. Kendim okuyacağım,” dedi. Giriş kapağını elime aldım ve baktım. “T.C. ANKARA CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI,” yazıyordu. Yazının devamına göz gezdirdim. Soruşturma numarası, dosya konusu, soruşturma başlangıç tarihi, yürütücü birim ve soruşturmayı yürüten savcının ismi bulunuyordu. Ecevit kronolojik sıraya göre dizmişti. Genel olarak göz gezdirdim önce. Tanık ve sanık ifadeleri, tutanaklar, bazı dökümler vardı.
“62 tane ifade var, bölüşelim,” dedim ve ikiye böldüm. Yarısını Ecevit’e verdim.
“Uykun varsa uyu,” dedi. Başımı iki yana salladım. Hiç uykum yok diyemezdim ama uyanık kalabilirdim bir süre daha. Elime bir kalem aldım ve kendi payıma düşen ifadeleri okumaya başladım. Ecevit o katran karası çayı içiyordu.
“Tanık İfade Tutanağı
İfade Tarihi: 23.05.1998Saat: 10:45
İfade Yeri: Ankara Emniyet Müdürlüğü / Organize Suçlar Büro Amirliği
Hazır Bulunanlar: Komiser Yardımcısı Özgür T., Zabıt Kâtibi Gülhan D.
Tanığın Adı Soyadı: Sevim Y.
T.C. Kimlik No: 1096…
Doğum Yeri ve Tarihi: Ankara, 17.03.1958
Meslek: Ev Hanımı
Adres: …Kale Mah. 84. Sokak No:12/3… Altındağ / ANKARA”
Ecevit her tanık ifadesinden sonra iddianameye de bakıyordu. Ben de onun gibi yapmaya başladım. Sevim denen kadın ifadesinde o dönem baskın yapılan bir depodan bahsediyordu. Bazı cümleleri yeri geldi iki kere okudum, bilgi kirliliği olmasın diye altını çizdiğim yerleri ince eleyip sık dokuyordum. O yüzden ifade kısa olsa da on dakikamı neredeyse alıyordu. Neredeyse bir saat geçtiğinde yedi ifade ancak okumuştum. Sessizce esnedim. Ecevit yerinden kalktı, çay koyacak sandım kendisine ama mutfaktaki masaya bir şeyler indirmeye başladı. Sanırım yemek yiyecekti. Benim de karnım acıkmaya başlamıştı ama ne yiyesim vardı ne de onun yemeğine musallat olasım. Devam ettim ben okumaya.
“Firuze gel yemek ye,” dedi masanın önünden.
Başımı iki yana salladım. “Yok, yemeyeceğim. Afiyet olsun sana.”
“Gel ye dedim, hadi.”
“Ecevit yesem yolda derdim bana da al diye.”
“Ben aldım ama sana,” dedi ama o. Torbadaki her şeyi çıkarmıştı. Ayranları karıştırdı. “Hadi çabuk vakit kaybediyoruz.” Ben gelinceye kadar gözlerini bana dikti. Eğer ki bana almasa ben kalkıp onun yemeğinden almayacaktım ama sana da aldım deyince midem daha çok acıktı. Hayatımda hiç kokoreç yememiştim. İki ekmek de kâğıda sarılıydı. Yerime oturdum ve onun da oturmasını bekledim. Ayranlarımızı açtı, ben de ekmeğimi. Çok yumuşaktı, acaba sosu taştı da ekmek eridi mi diye düşündüm ama hayır benimki ekmeğin içine sarılıydı. Normali bu sandım Ecevit’inkine baktım. Hayır bildiğimiz normal ekmeğe sarılıydı.
“Sen mi söyledin?” diye sordum alık alık ona bakarken.
“Yok,” dedi. “Uzaktan anladılar, hanım ablanın ağzında dikiş var ekmeğin içini kullanalım dediler.”
Sanırım gülmemi bekledi, kaşlarım çatıktı ama “Ha ha,” dedim ben. “Çok komiksin.”
“Öyle söylerler.”
“Yalan söylemişler.”
“Yalancı,” dedi o. Acı turşu biberi aldı ve ağzına yuvarladı. Ben de bir tane aldım ama ucundan ısırdım. Bu bana yeterdi ekmeğim bitene kadar. Kokoreç… Kötü değildi. Açtım diye sanırım lezzetli bile geldi. Yoksa hayvanın bağırsağı fikri bana çok uygun değildi. Biberimi de ekmeğimi de ayranımı da bitirdim ve elimi karnıma yaslayıp geriye yaslandım. Ecevit sigara yakmıştı, bu kez camı da açmamıştı. Beni süzdü, “Aç değilim deyince inanmayacaksın demek ki.”
“Aç değildim zaten,” diye kendimi savundum tabi ben. “Ziyan olmasın diye yedim.”
“Turşuyu da mı?”
“Bir tanecik yedim,” dedim ve peçeteye uzandım. Burnumu sildim. Çok acıydı. Annem bunları yediğimi görse baygınlık geçirirdi.
“Afiyet,” dedi, kalkıp camı açtı. Geri dönmedi. Camın önünde içti. Yine bir sigara ikramında bile bulunmadı. Masayı toparladım, ikimiz için de çay koydum, bu kez onunkini katran karası yapmadım, çayını masaya bırakıp içeri geçtim. Yemek yeriz enerji toplarız sandım bu yemekle ama hayır, aksine ağırlık çöktü. Sanırım ikimiz de. Yarım saatten sonra ikimizin de gözleri gitmeye başladı. Okuma hızımız da çok düştü. Başımı Ecevit’in dizine yasladım. O biraz iyi geldi ama devam edemedim yine. O da buna çok izin vermedi zaten.
“Uyuyalım,” dedi ve yavaşça bacağını çekti. Mırıldandım. “Hadi geç yatağa,” kalktı yerinden, bardaklarımızı götürdü ve çayın altını kapattı. Birkaç sadece bomboş kağıtlara baktım sonra yerden destek alarak kalktım ve biraz da ayakta kağıtlara baktım.
“Sen de uyuyacaksın değil mi?” diye sordum.
“Evet. Yarın sabah erkenden kalkar, devam ederim.”
Camları kontrol etti, kapıyı kilitledi. Odaya doğru ilerledim. Yatağa yattım. Kapıyı da örttüm ama tamamen kapatmadım. Ecevit’in gidip geldiğini görüyordum. Sonra ışıklar kapandı. O vakte kadar çok uykum vardı. Direkt dalacağım ve sabaha kadar uyanmayacağım sandım ama öyle olmadı. Kafamın içi o kadar doluydu ki onların sesi bir yerden sonra uykumu açtıkça açtı. O kayıp giden gözlerim şimdi cin gibi tavana bakıyordu. Okuduğum ifadeleri tarıyordu. Dersini çalışıyordu adeta. 62 tane tanık ifadesi vardı. Otuz bir tanesi Ecevit’te, otuz bir tanesi bendeydi. Ben sekiz tanesini okumuştum. Okuduklarım arasında sarsıcı, işimize yarayacak çok büyük bir bilgi yoktu. Kaç tane kalmıştı? Yirmi üç tane kalmıştı.
Gözlerimi kapattım ve uyumaya çalıştım. Uyumazsam yarın uykusuz kalacaktım. Uyumam lazımdı. Kokoreci nasıl da yemiştim öyle… Dikişlerim artık acımıyordu pek… Acı biber yakmıştı sadece. Bağırsakları temiz yıkıyorlar mıydı acaba? Yirmi üç tane ifadem kaldı acaba Ecevit’in kaç kaldı? Otuz iki. Otuz bir olmazdı, otuz bir ifadesi vardı ki onlardan da okumuştu, elbette mutlaka o da ilerlemişti. Yıkamadılarsa da artık yapacak bir şey yoktu. Lezzetli miydi? Lezzetliydi. Daha ne önemliydi ki? Otuz iki… Niye takılmıştı bu sayı benim aklıma bu kadar? Turşu da acıydı ama çok lezzetliydi. Keşke bir tane daha yeseydim. Ama ya bağırsaklarımı bozarsa? Zaten çok zor kullanıyordum burada tuvaleti. Otuz ikiye otuz bir. Bu nereden kalmıştı aklımda? Zihnim birkaç kez tekrar etti. Daha önce geçirmiştim içimden ama ne için olduğunu hatırlamıyordum. Kaldıysa yarın bir tane daha yerdim olmadı. Ecevit de ne çok seviyordu öyle acıyı.
Otuz bire otuz iki.
Tanık ifadeleri olsa böyle bölüşürüz…
Zihnim bir ana tutunuyor ama ben anlamadan bırakıyordu. Bu cümleyi ne için düşünmüştüm? Gözlerimi kapattım, tüm uykum kaçtı ve sadece bu cümlenin peşine düştüm. Otuz bire, otuz iki… Çok olanı mı Ecevit’e verirdim yoksa az olanı mı? Sarı fosforlu kalem geliyordu önüme. Bu gece yeşil olanı kullanmıştım. Sarıyı tezi okurken kullanmıştım. Tezi okurken… O zaman bu an tezi okurken mi olmuştu? Görsel hafızam çok kuvvetliydi benim. Sarı fosforlu kullanmıştım. İçimden bir ses kalkıp bakarsam eğer ki o teze yeniden otuz bire otuz ikiyi anımsayacağımı söylüyordu. Sabah mı bakmalı? Ya unutursam? Unuturum. Hem de en alasından. Telefonumun fenerini açtım ve ayaklandım. Ecevit uyumuş olmalıydı. Az bir vakit olmamıştı. Feneri yere tutarak gittim tezin olduğu kağıtları aldım. Sehpanın önüne sessizce çöktüm. Ecevit koltuğu açmıştı, çarşaf sermişti üstünde derin bir uykudaydı.
Tezde sarı kalemle çizdiğim yerleri okudum. Hayır otuzlu herhangi bir sayı yoktu. Bir kez göz taraması yaptım sadece sayılara baktım sonra başa döndüm ve gözlerimi kapattım. Yeniden anımsamaya çalıştım. Otuz bire otuz iki… Kağıtları aldım küçük bir ev turu yaptım sonra yeniden sehpanın önüne çöktüm. Sarı yerleri sıfırdan okumaya başladım. 124 dosya analiz edilmiştir. 1999 yılında gerçekleştirilen operasyon… Altmış üç tanığın ifadesi analiz edilmiştir… Durdum paragrafı sıfırdan aldım. Altı çizili olmayan yerleri de bütünlüğü kaçırmamak için okudum.
Otuz bir ifadeye otuz bir ifade. Benim yirmi üç tane kaldı. Toplam altmış iki tanık ifadesi. Parmağım bir cümle üzerinde gitti geldi. Altmış üç tanığın ifadesi analiz edilmiştir. Otuz bire otuz iki. Dizlerimin üzerinde yükseldim, kâğıdı sehpaya koydum. Tezin devamını taradım. Bu altmış üç tanığın ifadesinde en dikkat çeken detay…
Otuz bire otuz iki. Altmış üç tanığı olan dosyayı Ecevit’le aramda pay etme biçmimdi. Peki ya şimdi? Ecevit’e bir tanık ifadesi fazla mı vermiştim?
Elimdeki tezi bıraktım ve sessizce kendi elimdeki ifadeleri ve Ecevit’e ait olanları aldım. Ben okuduğumu en arkaya atarak devam ediyordum ve görüyordum ki Ecevit de aynı şeyi yapmıştı. Önce kendime düşeni saydım. Otuz bir. Yetmedi bir kez daha isimlerine bakarak saydım, sayfa kontrolü yaptım. Bir sayfaya iki ifade sığdırılmış olabilirdi. Hayır otuz bir ayrı isim ve TC kimlik numarası vardı. Ecevit’inkileri aldım bu kez. Aynı şeyi iki kez ona da yaptım. Otuz bir ifade vardı. İddianameyi aldım bu kez. Toplam tanık ifadesini yazmıyordu. Emin olmak için bir kez daha saydım. Hayır yanlış saymıyordum, altmış iki ifade vardı. Yeniden tezden kontrol ettim. Kendimden o kadar şüphe ediyordum ki defalarca kez teyit ediyordum. Ellerim titriyordu ve parmak uçlarım buz gibiydi. Ne yapacağımı bilemedim. Gidip uyumayı, Ecevit’i uyandırmamayı aklımın ucundan bile geçirmedim. Sadece kalktım ışığı açtım ve ona baktım. Hiçbir kıpırtı olmadı.
“Ecevit,” dedim. Uyanmadı. Yanına gidip dokunamazdım. Uzaktan seslen bana demişti. “Ecevit! Ecevit, Ecevit, Ecevit! Ecev…” Başı koltuktan düştü ve korkuyla irkildi, titredi yattığı yataktan. Eli aniden koltuğun altına uzandığında aradığı şeyi bulamadan kısık gözleriyle beni seçti.
“Firuze,” dedi kısık sesle. Gözlerini ışık aldı ve açık tutamadı. “Ne yapıyorsun sen ya?” diye bağırdı. Elini bir tehlike olmadığını anlayınca koltuğun altından çekti ve ışığa tuttu. Gözlerini açamıyordu. Ben zebellah gibi evin orta yerinde ayakta dikiliyor, onu izliyordum. Sıfatımı görünce gözlerini tamamen açtı, yüzünü avcunun içine sürttü. “Ne oldu?” diye sordu.
“Ben bir şey buldum,”
“Kızım sen uyumadın mı?”
“Bir ifade tutanağı eksik.”
Derin uykudan uyanmış bu yorgun hali birkaç saniye yüzüme alık alık baktı. Bu hali biraz… Biraz sevimliydi. Yüzünü ovuşturup duruyor, annesi tarafından sabah erkenden okul için uyandırılan çocuklara benziyordu. Buna çok kısa bir vakit odaklandım çünkü elimde tuttuğum şeyler adeta kalbimi göğüskafesime vuruyordu.
“Anlamadım,” dedi.
“Tezde altmış üç ifade yazıyor ama elimizde altmış iki ifade var. İddianameye de baktım. Böyle bir bilgi yok.”
Ecevit elimdeki kağıtlara baktı sonra biraz sehpaya. Hiçbir tepki vermiyordu. Üzerindeki yorganı attı ve doğruldu aniden yerinden. “Gel bakayım buraya,” dedi. Gittim yine yere çöktüm. “Bak yüz yirmi sayfalık tez var. Kaç kez geçti bilmiyorum ama ikisini buldum. İkisinde de altmış üç ifade yazıyor. Bizimkileri defalarca kez saydım, altmış iki ifade var.”
Ecevit parmak uçlarımın gezindiği yerlere baktı. Sonra iddianameye uzandı ardından bilgisayarını açtı. Tezi dosya halinde ararken bir kez sayıyla bir kez yazıyla altmış üç ve altmış iki yazdı arama çubuğuna. Çıkan tarama sonuçlarına baktım. Altmış iki sayısı dosyada hiç geçmezken, altmış üç sayısı üç kez geçiyordu. Yüz yirmi sayfalık tezde o sayfalara teker teker baktık. Üç yerde de kullanım amacı aynıydı.
“Sen nasıl fark ettin bunu?”
“Tezi okurken tanık ifadelerini aramızda bölüştürmüştüm. Elimize geçse kaçını sen kaçını ben okurum diye… Çift sayı değildi. Eşit bölünmüyordu. Bu geceki paylaşımı da ben yaptım ve ikimize de eşit sayıda verdim.”
Ecevit’in gözleri birkaç saniye yüzümde dolandı. Belki ona çıkış yöntemim garip geldi belki de şaşırdı bilmiyordum. Kağıtlara geri dönerken bir kez de o saydı. İddianameyi okudu ve yeniden teze baktı. Arama yerine Mehmet Atlı yazdım. Ankara Üniversite Hukuk Fakültesi’ne ait site açıldı en başta. Bir adamın takıl elbiseli bir vesikalığı ve hemen yanında özgeçmişi vardı.
Doktor Öğretim Üyesi Mehmet Atlı.
1977 yılında Ankara’da doğmuştur. İlk, orta ve lise eğitimine Ankara’da devam eden Atlı, 2000 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur…
“Ankara hukukta hocalık yapıyor.”
“Kendine ait bir hukuk bürosu var mı?” diye sordu Ecevit. Ek sekme açtım ve hızlı hızlı yazdım aradım baktım. Bir iki isim benzerliği olsa da bu adam değildi. “Yok galiba, avukatlık yapıyordur belki ama görünürde bir büro yok.”
“Bu adama ulaşmamız lazım. Usulü ne bu üniversite hocalarına ulaşmanın?” diye sordu. Hocanın özgeçmişine geri döndüm. Mail adresi hemen sol üst köşede yazıyordu.
“Mail atacağız?”
“Neden cevap versin?”
“Muhtemelen soyadım dikkatini çekecek,” dedim. Bu onun hoşuna gitmese de gerçekti. Kendi mail hesabımı açtım ve hocaya mail yazdım. Hocanın dikkatini çekeceğini bildiğim için özellikle belirtmedim kimin kızı olduğumu. Bu zaten kullandığım bir şey değildi, fark edileceğini bildiğim bir şeydi. Hacettepe Güzel Sanatlar mezunu olduğumu yazdım yalnızca. Tezinden bahsettim ve çok önemli bir konu için kendisiyle görüşmek istediğimi, geri dönüşünü beklediğimi dile getirdim. Ecevit yazdığım maili okuyordu.
“Niye Hacettepe?”
“Nasıl niye?”
“Ne bileyim,” dedi. “Sizi Bilkent’ten aşağısı kesmez diye düşündüm.”
Biz kimdik? Bana zamanında Bilkent baskısı yapan insanlardan bahsediyordu. Haklıydı, bir şey diyemedim, inkâr edemedim. “Ankara’da resimle gidebileceğim en iyi yere gittim. Her üniversitenin resim kolu yok.”
Başını salladı ve “Şimdi oldu,” dedi. Annemin ve babamın Bilkent’e okumayacağımı öğrenmeleri, Mimar Sinan’a giden tüm yollarımı kapatmaları, henüz on sekiz yaşında olmam ve direncimin ancak Hacettepe’ye yetmesi… Ecevit bunlar bilmese de bir yerinden yakalıyordu. En komik olan yanıysa benim annem de Hacettepeliydi. Ona rağmen adeta yalvarmıştı bana. Babamınsa ‘Bunca imkân arasında kızını devlet üniversitesini okutuyor,’ diye prim kasacağı bir amaç olmuştum bir yerden sonra. İnsanlar sanıyordu ki Bülent’i lüks anlayışımız için özelde okutmuştuk. Bülent geri zekalının tekiydi. Normal koşullarda özel bir üniversitede bile okuyamayacak vasıftaydı bana göre. Paralar dökülerek zorla okutulmuştu. Para dökülerek okumak ayıp değildi ama parayla bile zar zor okumak ayıptı. Rezilin teki olduğu için utanmazdı da.
“Ne zaman cevap gelir?” dedi Ecevit geriye yaslanıp.
“Bilmiyorum. Belki yarın. Belki bir hafta sonra. Beklemekten başka şansımız yok.”
“Üniversiteye kaçak göçek girsek?” İyi alışmıştık biz bir yerlere kaçak göçek girmeye.
“Hocayı bulamayız, bulsak bile habersiz geldik diye konuşmayı reddeder. En iyi ihtimalle güvenlikler tarafından dışarı atılırız.”
Polis de çağırılabilirdi. Bilmiyordum. Daha önce böyle bir şey yapmamıştım. İkimiz de geriye yaslandık ve bilgisayar ekranını izledik. Bu şekilde sabaha kadar beklemeli miydik? Belki hocanın bu kışın ortasında gece boğazı kurur da su içmeye kalkar ve mailimizi görürdü? Olamaz mıydı? Mümkündü.
“Uykun geliyor mu?” diye sordu.
“Bilmiyorum. Kafamın içini susturursam, geliyor galiba.”
“Elinden geleni yaptın Firuze,” dedi bana bakarak. Ben de ona döndüm. “Hadi git uyu şimdi. Yarın ne olacağı belli değil. Hadi, geç uyu.”
“Sen de uyuyacak mısın?”
“Bir sigara içeyim, biraz daha bakayım bunlara. Uyuyacağım. Hadi kalk,” dedi. Yarın ne olacağı belli değildi, doğru söylüyordu. Esneyerek kalktım yanından. Gözlerimi ovuştura ovuştura geri gittim yatağa. Kapıyı biraz aralık bıraktım ve dışarıdan gelen ışığı izledim. O ışık sönmeden, ben elimde kolyemle uyuyakaldım. Dua ettik biz. Ecevit annesini rüyasında görsün diye. Ben ellerimi açmadım ama minik Firuze açtı.
***
Rüyalar biraz ayrıntı isterdi belki de. Ecevit için ettiğim dua bana döndü. Annemi rüyamda gördüm. O kadar karmakarışık bir rüyaydı ki, bana “Firuze,” diye seslenilmese, “Firuze,” diye uyandırılmasam, gördüğüm rüyanın saçmalığı artacaktı. Ağaçtan düştüğümü hissettim, rüyamda da bir ağacın üzerindeydim. Korkuyla açtım gözlerimi ve o düşme hissinin yanılsama olduğunu anlamam birkaç saniye sürdü.
“Maile yanıt gelmiş,” dedi Ecevit. “Uyan.”
“Hı?”
“Mehmet Atlı maile cevap vermiş. Kalk.”
“Kim?”
“Üniversitedeki hoca.”
“Ha,” dedim yine. Geç olmadan rüyanın tesiri üzerimden çekildi ve neredeyse hiçbir şey hatırlamadım. “Ha. Ay. Dur. Ne yazmış?”
Ecevit arkasını dönüp giderken yorganı attım hemen üstünden ve peşinden gittim. Başımı kaşıdım, gözlerimi kırpıştırdım ve yalpaladım peşinden geçerken. Oturmadım eğildim bilgisayara doğru.
“Firuze merhaba,
Bugün saat on bir ve on iki arasında boşluğum var. Yemek yemeden gelirsen yarım saat ayırırım ama geldiğinde yemeğe inmiş olursam geri gelmem. A blokta ikinci katta odam. Kapıdaki güvenliğe benimle randevun olduğunu söylersen arayacaktır beni. Ve gelmeden önce şu konuyu açıklık getirmeni istiyorum. İsim ve soyismin bir isim benzerliği mi yoksa Atilla Akın’ın kızından mı aldım bu maili?”
“İşte bu!” dedim ellerimi birbirine çarparken. Çarparken fark ettim. Dün de yapmıştım ama elim acımamıştı. Belki de artık sargımı çıkarmamın vakti gelmişti. Büyük bir yara bandına geçebilirdim. “Ne cevap vereyim? Doğruyu mu söyleyeyim yoksa yalan mı?”
Ecevit de aynı şeyi düşünüyordu sanırım. “Adamın yüzünü tanıma ihtimali var. Doğruyu söyle adımız yalancıya çıkmasın.”
Oturmadım ama çöktüm yere doğru.
“Hocam merhaba, öncelikle dönüşünüz için teşekkür ediyorum. Bugün söylediğiniz saatte odanızın önünde olacağım. Son sorunuza cevabım da evet. İsim benzerliği değil ama gelip konuşacağım konunun babamla bir ilgisi yok. Bunun aramızda kalacağını umuyorum. Saygılarımla, iyi çalışmalar.”
Saate baktım, sekizi geçiyordu. “En geç onda çıkmamız lazım,” dedim. “Bir daha kabul etmeyebilir gecikirsek.” Çöktüğüm yerden kalktım. Ecevit de uyanır uyanmaz ekrana bakmış olmalıydı. Yatağı toplanmamıştı. “Benim biraz üstüme başıma düzen vermem gerekiyor. Duş alsam olur mu?”
“Geç al, ben de ortalığı toparlayıp iki lokma bir şey hazırlayayım,” dedi. Tam dönüp gidecekken avucumu kaldırdım. “Bu iyileşti bence artık, çıkaralım mı bu sargıyı. Kirleniyor, ıslanıyor diye çok kısıtlıyorum kendimi.” Ecevit’in dibindeydim zaten. Elini uzattı bana. Avucunun içine bıraktım elimi. Ne söylerse kabul edecektim çünkü dikkatli bakışları ellerimdeyken ve avucu elimi kavramışken böylesine, inanmamak mümkün değildi. Her şeyin en iyisini bildiğini hissettirirdi insana.
“Banyoda kalsın, çıkınca kremleyip yara bandı takarız. İyi durumda ama tamamen iyileşmemiş.”
“Tamam!” dedim gülümseyerek. Neredeyse koşa koşa gittim banyoya. Kapımı kapattım, temiz bir havlu çıkardım ve duşakabine yakın bir yere koydum. Bu kez iç çamaşırımı yıkayamadım kurumaz diye. Dün giymiştim ama yine de biraz kötü hissettim kendimi. Yine Ecevit’in lifine su gelmemesine dikkat ederek yıkadım saçlarımı. Sabun kullanıyordu, duş jeli yoktu. Sabunu avucuma aldım bu kez, bunu günler sonra ilk kez yapıyordum, avucumun içinde ovaladım ve bedenime sürdüm biraz. İyice de yıkadım yerine koymadan önce. Hızlıca yıkanıp çıktım. Havluyu sardım bedenime. Saçlarımın suyunu aldım önce biraz sonra diplerden başlayarak taramaya başladım. Ecevit’in tarağında saçlarım kalmıştı. Garipti saçlarım açılıyor ve taranıyordu. Yine tek bir kısmı bile kalmadı taranmayan. Saçlarımı taraktan topladım ama ıslak olduğu için yine birkaç tek kaldı. Kurusun alacaktım.
Sabun da kullandığım için sanırım iyice kupkuru hissettim vücudumu. Saçlarımı kurutana kadar o kuruluk hissi arttı. Üst dolaplara bakmak istedim ama yapmadım. Ayıp olurdu. Kapalı dolaplarda.
İçinde özel eşyası olabilirdi. Üstümü giydim, saçlarımı topladım banyodan, defalarca kez baktım ortalığa. Saçlarım biraz fazla dökülürdü çünkü benim. Tiksinsin istemezdim ama bir saç telim bile kalmamıştı. Kapıyı açarken Ecevit mutfaktan gözüktü. Önünde tost makinesi vardı. Avucuma baktı. “Çıkardın mı?” diye sordu. Başımı salladım. Tost makinesine bastırmayı bıraktı ve bir çekmeceyi açtı. “Gel yapıştıralım,” dedi. Mutfak masasının üzerine pamuk, doktorun yazdığı kremden ve yara bandı koydu. Yanına gittim. Dün gece kokoreci yememişim gibi midem guruldadı galiba tost kokusuna. Göz ucuyla ve utançla Ecevit’i kontrol ettim fark etti mi diye ama hayır etmemişti. Elimi açtım ama masaya koymadım. Avucuna alır belki diye. Aldı da.
Parmak aralarımdaki ıslaklığa kadar aldı pamukla. Sonra kremi sürdü, parmak ucuyla yaydı. Üzerine pamuk kapattı, sonra yara bandı yapıştırdı iki tane yan yana. Bu fazla mı keyfe keder bir ihtiyaçtı? Bilmiyordum ama burnumun kenarları özellikle çok çatlamıştı, hissediyordum. “Ecevit nemlendirici kremin var mı?” diye sordum keyfe kederse de.
“Neyim?”
“Nemlendirici kremin?”
“Niye?”
“Çok kurudum,” dedim ve anlasın diye en kuru bir iki noktayı gösterdim. Parmak eklemlerimi ve burun çevremi. Baktı ama ne düşündü bilmiyordum. Kaşları biraz çatıktı ve bakışları… Boş muydu, yoksa anlamaya mı çalışıyor ya da anlamsız mı buluyor bilemedim.
“Yok,” dedi tahmin ettiğim. “Kullanmıyorum.”
“Olsun, teşekkür ederim,” dedim yalnızca. Döndü tost makinesini kapattı. Biraz mahcup oldum. O da kuruyordu elbet. Kurumaz olur muydu? Şımarıkça geldi bu istek bana. Böyle en olmadık yerde burjuvazi tavırlar sergiliyordum. İnek sütünü reddediyor badem sütü istiyordum gibi hissettirdi hatta. Mutfağı bıraktı ve yatak odasına geçti. Birkaç saniye sonra elinde bir eczane poşetiyle döndü.
“Şöyle bir şey var, doktor yazmıştı. Çok kullanmadım ne işe yarar bilmiyorum. Bak sen,” dedi ve önüme koydu. Kocaman bir krem paketiydi. Üzerinde Ürederm yazıyordu. Vücut losyonuydu. İki servis tabağı çıkardı. Tabakların köşesine salatalık ve domates doğradı. Kremi biraz döktüm ve elime döktüm. Su bazlı bir nemlendirici formundaydı. “İşine yarar mı?” diye sordu.
“Yarar ama doktor sana yazıyorsa sen kullan. Ben birazcık aldım sen şe…”
“Firuze,” diye bıkkın bir sesle böldü. “Kalp ilacı değil. Kullandığım da yok. Ya kullan ya da koy torbaya bir şey deme,” dedi. İçindeki miktarı tartmaya çalıştım. Neredeyse hiç kullanılmamıştı. Tarihe baktım. 2012 yazıyordu.
“Kullanıyorum bak.”
“Sinirleniyorum,” dedi açıkça. İlk defa bana önden haber verdiği için hiç şansımı zorlamadım. Hemen banyoya gittim. Kendi malımmış gibi hunharca kullandım. Kollarıma, bacaklarıma, göğüslerime, boynuma ve yüzüme sürdüm. Çabucak emdi zaten bedenim. Hissediyordum. Yumuşacık olmuştu yüzüm ve bedenim. O kadar mutlu etti ki beni bu krem. Adeta bedenimi okşuyordum. Yüzüme masaj yapa yapa bir kat daha sürdüm. Yer yer ödemliydi yüzüm. Belki kullandığım ilaçlar, belki uykudan ya da az su içmekten. Bilmiyordum. Ama rengim yerine gelmişti. Hatta yüzüm biraz dolmuştu, daha sağlıklı duruyordu. Ellerimi yıkadım ve çıktım banyodan. Ecevit çaylarımızı koyuyordu. Ağzımın içi de iyileşmeye çok yakındı ama yine de izin verdim ılık hazırlamasına.
Ekmeğin içiyle bana, dışıyla kendisine tost yapmıştı. Benim tostumu ikiye bölmüştü ama onunki bütündü. Bir parçayı aldım. İçinde salça vardı, yumurta vardı, sucuk ve peynir vardı sanırım. “Çok güzel kokuyor.”
“Kesin sanayi tostunu da ilk defa yiyorsundur sen,” dedi. Dudaklarımı birbiri üstüne örttüm ve kıkır kıkır güldüm biraz. Doğru söylüyordu. Evet ilk defa yiyordum.
“Duymuştum ama,”
“Yememiştin ama.”
“Sanayiye gitmedim ki hiç.”
Malzemesi en bol olan yerinden bir ısırık aldım ben, Ecevit’se benim aksime ekmeğin en kuru yerini ısırdı ilk lokmasını. Bir şey en fazla bu kadar koktuğundan daha beter güzel olabilirdi. Karnım bir daha guruldadı. “Bu nasıl bir şey ya,” dedim mest olmuş bir sesle. Artık yediklerimden tat alabiliyordum, ağzımda daha uzun süre durdurabiliyordum.
“Şimdi de uzun uzun sanayi tostu övecek. Allah’ım sen bana sabır ver.”
“Başka böyle, menemen ya da tost gibi güzel yaptığın bir şey var mı?”
“Firuze hadi ye,”
“Lütfen söyle. Asla istemeyeceğim…”
“Ne diye soruyorsun o zaman?”
“Hesap soruyor, Allah’ım hesap soruyor demen lazımdı,” dedim bilmiş bilmiş. Onu kızdırmak biraz kolaydı ama bu sefer kızınca ben yerimde küçülmedim. Hiç bana bakmıyormuş gibi davrandım. Bir süre öyle baktı bana, kaale alınmayacağını anlayınca “Sabır,” dedi sadece. Döndü tostunu yedi. Ben de devam etmedim. Olur da konu başka yere sapar incinirim diye. Güzelce tostumu yedim, çayımı içtim. Bir tercih hakkım olsa haftanın dört günü menemen üç günü bu tostu yerdim. Kendi tabağımı ve bardağımı kaldırdım. Öyle hazırlanmaya geçtim. Ecevit’in yıkamış olduğu pantolonu ve kazağımı giydim. Saçlarımı, önden tutamları büke büke şekil verip arkada bir kısmını topladım. Geriye kalanları saldım. Birazı daha kurumamıştı zaten. Allık sürdüm. Biraz fazla da kaçırdım ama mat ruju parmağımda yedire yedire hafifçe sürünce göze çarpmadı allık. Kaşlarımı düzelttim, göz kalemini önce üste sonra alt kirpik diplerime sürdüm, gözlerimi çerçeveledim. Yeşil gözlerim adeta yüzümde bağırıyordu böyle kalemle biraz yoğun ve keskin çizgiler çizince. Yüzüm yumuşacıktı. Hiç rahatsız etmedi beni makyajım. Gözlüğü aldım yanıma. Hukuk fakülteliler siyasetle ilgilenen öğrencilerdi. Yine yalancı bir ben çizdim. Olur da tanınır gibi olursam Firuze değilmişim gibi davranacaktım. Ecevit kapıyı tıklattığında “Müsaidim,” dedim.
Ben ortalıkta eşyalarımı toplarken Ecevit kıyafet dolabını açtı ve beyaz bir gömlek çıkardı içinden. Onu ilk kez beyaz bir gömlekle görecektim sanırım. O da özenle giyindi. Gömleğinin yakası ütülü, düğmesi ilikliydi. Bir hocayla konuşmaya gidiyorduk, bunun resmiyeti vardı sanki üstünde. Saçını da özenle taramıştı. Aynı anda ayakkabılarımızı giydik. Ben çizmelerimi giydim, pantolonum dar değildi zaten. Çizmeyi kapattı. Krem renk, orta bel bir pantolondu. Ecevit’le hazır olduğumuzda aynı anda birbirimize baktık.
“Çıkalım,” dedik aynı anda. Ecevit kapıyı açtı ve geçmemi bekledi. Asansöre kadar topuk seslerim bina içinde duyuldu. “Nerede kalıyor bu fakülte?”
“Çankaya’da. Cebeci Kampüsü,” O vakte kadar aynadan kendine bakıyordu. Yakasındaki eli durdu. Asansör aynasından göz göze geldik. “Biliyor musun?” diye sordum. Ben tam lokasyon bilmiyordum. Ecevit’in donuk gözleri bende kaldı. “Hı?” diye sordum. Asansörün kapısı otoparka açılınca çekti gözlerini ve indi. Bir şey söylemedi arabaya binene kadar. “Orası Ankara Üniversitesi’ne mi bağlıydı?” diye sordu. Başımı salladım. Sanırım Cebeci Kampüsünden bahsediyordu. Bir şey demedi arabayı sürdü ve yol boyunca hiç konuşmadı.
***
1990 Ocak
“Bugün 16 Ocak 1990. Soğuk bir salı sabahında yine Ankara gündemini sizlere aktarıyoruz. Siyasi kulislerde solun çalkantısı konuşuluyor. Özellikle de Sosyal Demokratlar arasındaki bölünme dalga dalga büyüyor.”
Leyla Tarhan, küçük otobüste boşalan yere geçmeden önce çevresinde yaşlı biri var mı yok mu kontrol etti. Küçük Ecevit’in bir eli annesinin elini diğer eli demiri sıkıca tutmuştu. Otobüs sallandıkça düşmekten korkuyor, annesine daha çok yaslıyordu bedenini. Genç kadın geçti cam kenarındaki boşluğa oturdu, kucağına çekti oğlunu ve saçlarını geriye doğru tarayarak sevdi, açtığı alnını öptü. Giden minibüsün teybinden radyonun sesine kulak kesilmişti halk. Ankara hali hazırda gri bir şehirken, ülkedeki karışıklıklar ilk buradan hissediliyor öyle diğer şehirlere varıyordu. Halk gergindi. Solun ve sağın kavgası, sokakta biteli çok olmamıştı. Ki bittiği de söylenemezdi. Şimdi birbirine giriyorlarsa bu neyi kızıştıracak bilmiyorlardı. Herkes kendisinden, kocasından, abisinden, oğlundan korkuyordu.
Teypten kadının sesi sustu ve bir süre kalabalık salon uğultusu, araya giren bir milletvekili sesleri dinletildi. Sonra kadın yeniden devam etti.
“İlerici Demokrasi Partisi (İDP) Genel Merkezi’nde gerginlik devam ediyor. Dün gece geç saatlere kadar süren Parti Meclisi toplantısında, bazı milletvekilleri, Güneydoğu raporunun kamuoyuna açıklanmasını 'ülkeyi bölmeye yönelik bir adım' olarak değerlendirdi."
Minibüste derin bir sessizlik ve beraberinde huzursuzluk hakimdi. Çoluk çocuk susmuş, bu uzaklardan haber getiren kadını dinliyordu. Ecevit başını annesinin göğsüne yaslamış dışarıyı izliyordu. Karnı biraz acıkmıştı ama usluca eve varmayı bekliyordu. Leyla Tarhan’ın kulağı pür dikkat teypteydi. İyi ki oğlum küçük diyordu. İyi ki küçük Ali Ecevit’im. Yoksa bulurdu doğrusunu, düşerdi doğrusunun peşine, maazallah engel de olamazlardı. Leyla daha sıkı tuttu oğlunu, kayıp gidecekmiş gibi elinden. Doğrusunu savunması kötü müydü? Hiç değildi ama onun da verecek bir oğlu yoktu. Bir tanecik evladı vardı. Okusaydı etseydi, öyle savunsaydı vatanını. Çocuk yetiştirseydi, adaletin neferi olsaydı, hasta baksaydı. Öyle de kurtulurdu bu vatan. Kurtulmaz mıydı? Şerefli namuslu bir çocuk yetiştirecekti ama çocuğunu sokakların koynuna bırakmayacaktı.
"İDP geçtiğimiz yılın sonunda Türk-Kürt sorunu konusunda cesur adımlar atmaya niyetlendi. Ancak bu girişim, şimdi partiyi ikiye bölmek üzere. Aynı ikiye bölünüş DMP içerisinde de yaşanıyor. Çatırdama sesleri iki partiden de gelirken, DMP’deyse sorun UMP ile yapılması konuşulan müzakere. Parti içinde 'devletçi sol' ile 'hak temelli sol' arasında görünmeyen ama giderek büyüyen bir anlaşmazlık çıktığı söyleniyor. Bu çatırdamaların ucu sokağa yansımasa da önümüzdeki günlerde ayrılmaların yaşanacağı dile getiriliyor.”
Ecevit okumayı yeni yeni öğreniyordu. Harfler bitmişti, hecelere hatta bazı çocuklar cümlelere geçmişlerdi. Ecevit o çocuklardandı. Yazısı epey çirkindi ama çok çabuk öğreniyordu. Firuze yazıyordu bulduğu her kâğıda, akşam arkadaşına veriyordu. Her seferinde daha güzel yazmaya çalışıyordu ama pek beceremiyordu. Firuze bir şey demiyordu alıyordu ama Ecevit anlıyordu yazısını beğenmediğini. Okumayı yeni öğrenen çocuklar gördükleri her şeyi büyük bir hevesle okumaya kalkışırlardı. Ecevit de önünden geçtikleri kocaman tabelanın üzerini okumaya çalıştı. Minibüs trafiğe takılıp durmasa okuyamazdı ama heceleyebildi.
“Aa… nn… an… kı kı kı… ka…” Gerisini tahmin edebildi ve yüksek sesle “Ankara,” diye tekte okudu. Süt dişleri dökülmeye başlamıştı. Pek sevimliydi yüzü. Leyla ilgiyle baktı okumaya çalıştığı yere. Üniversitesi kısmını biraz zor birleştirdi ama yaptı. İçinden okudu tamamını Leyla ama dışından sessiz kaldı, oğluna fırsat verdi.”Ceee….bı bı bee… bec… i… Cebeeec… Cebeci,”
“Aferin benim oğluma.” Fiş cümleler dışında hiç duymadığı kelimeler duyunca biraz zorlanmıştı ama okuyordu. Ecevit annesinden aferin alınca daha çok heveslendi. Doğruldu ve ayağa kalktı, cama yasladı yüzünü. “Kak, kakt…”
“Yeniden oku anneciğim.”
“Ka kam, pı pü… sssü. Kampüsü.”
“Doğru, aferin sana.”
Leyla Tarhan dişlerini göstere göstere gülümsedi. Çok mutlu oluyordu Ecevit’i okuyunca. O okuyamamıştı ama son nefesine kadar tüm benliğiyle çabalayacaktı. “Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü,” dedi Leyla ve araç hareket etti. Sanki Ecevit okuyabilsin diye bu kadar uzun süre beklemişti. Bunun için bile mutlu oldu Leyla. Şans hep böyle Ecevit’ten yana olsun istiyordu.
“Üniversite ne demek anne?”
“Abilerin ablaların gittiği büyük okul.”
Ecevit geride kalan ve bahçesi hiç bitmeyen okula bakmaya çalışıyordu. Boynu ağrıdı ama ilgiyle bakması bitmedi. Dudakları öne doğru büzüldü. Ne büyüktü öyle… Kocamandı… Saraydı…
“Kocaman mı?”
“Kocaman…”
“Vaaay! Biz gitsek bizi alırlar mı?” diye sordu. Leyla gülümsedi oğlunu kendine çevirdi ve ellerini tuttu. “Şu an almazlar ama sen büyüyünce o okula gitmeye hak kazanırsan o zaman alırlar.”
“Seni de alırlar mı?”
“Bence alırlar. Biliyor musun ben de çok merak ediyorum. Bir gün kazanırsan beni de götürecek misin? Söz ver bakalım annene.”
Leyla’nın içinde ukdeydi bu üniversite. O dizilerde gözüken kocaman sınıflar, amfilerdi onlar, o eli kitaplı genç kızlar, genç erkekler, kalın kalın kitaplar… Çok merak ediyordu Ankara Üniversitesi’nin içini. O amfileri… Ecevit’i mezun eder miydi buradan? Kazanınca gidip bir kez görür müydü içini? O sınıfların içine bakabilir miydi?
“O zaman ben bu okula gideceğim,” dedi Ecevit emin bir sesle. Annesine sarıldı. “Seni de götüreceğim. Söz anne. Bak gör. Firuze’yi de götüreceğim. Onu da alırlar mı?”
Leyla gülümsedi. Firuze, Leyla’nın yanında gelen küçük bir süs, pembe bir kurdele gibiydi. Olmazsa olmazdı. Ellerini oğlunun ince beline sardı. “Bakarsın o da burada okur, beraber gidip gelirsiniz,” dedi Leyla. Ecevit bir heyecanlandı, bir heyecanlandı ki… Yerinde duramadı. Koşa koşa okula gitmek ya da büyümek istedi. Annesinin sinesinde hayaller kurarken ikisinin de hayalleri ve umutları birbirine iki sarmaşık gibi dolanıyordu.
Ankara Üniversiteli Ali Ecevit. Leyla Tarhan’ın biricik oğlu.
Hiç Ankara Üniversiteli olmayacak Ali Ecevit ve Leyla Tarhan’ın pek doyamadığı biricik oğlu.
Günümüz 2010
“Geçebilirsiniz. A blok ikinci kat, 208 numaralı odada. Sizi bekliyor Mehmet Hoca.”
Ben güvenliğin onayıyla yürüdüm ama birkaç adımdan sonra fark ettim peşimden Ecevit’in gelmediğini. Döndüm baktım. Üniversitenin büyük tabelasına bakıyordu. “Ecevit,” dedim. “Hadi gel. Hoca gelebilirsiniz demiş,” Hiçbir tepki vermedi. Duymadı sanırım beni. “Ecevit,” diye tekrarladım daha yüksek sesle. Başı kalkıktı, hafifçe indi ve bana baktı. “Hadi gel,” dedim. Son bir kez daha baktı tabelaya ve yürümeye başladı. Ben yer yönü bulmak için ortalığa bakıyordum ama Ecevit okulu inceliyordu sanırım. Bu başka bir vakit olsa üstünde günlerimi geçireceğim bir şeydi belki. Ne düşünüyordu bilmiyordum ama içinde ukde kalışın ince kederiydi gözlerindeki biliyordum. Lakin ben Melike’nin izini öyle bir şehvetle sürmeye başlamıştım ki, içerideki hocadan başka bir şeye bakamıyordum şimdi. Çok korkuyordum buradan boş çıkarsak diye.
Yer yer binalar ve bolca ağaçlık alan vardı. Banklara öğrenciler oturmuştu ama bahçe çok da kalabalık değildi. Hatta sanırım sigara içenler ya da girenler çıkardı vardı yalnızca bahçede. Tabelalara baka baka yürüyorduk. Hukuk Fakültesi yazan yerden devam ediyorduk. Yeşil tonlarında, yer yer taş çıkıntılardan iki bina vardı. Birinin kapısında A diğerinin kapısında B yazıyordu. “Burası galiba,” dedim ve kapıya giden merdivenleri tırmandım. Kapının sağında, gold bir tabelanın üstünde Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1925 yazıyordu. Giriş geniş bir salona açılıyordu ve sağ tarafta danışma gibi bir yer vardı. Yerler gri tonlarında mermerdi ve girişin karşısında tek bir ağızdan başlayıp birkaç basamak sonra iki ağza ayrılmış merdiven vardı. O kadar güzel duruyordu ki, tarihin dokusunu hissediyordum. Ecevit gerimden daha ağır adımlarla geliyordu. Ona bakarsam ben de dururum diye ona olabildiğince az bakıyordum. “Gel Ecevit,” dedim yalnızca. Merdivenleri çıktığımızda bizi bir Atatürk büstü ve Atatürk’ün içinde bulunduğu bir fotoğraf köşesi karşıladı.
Konferans salonu vardı sanırım büstün yanında. İlerleye ilerleye bulduk odayı. Saat on bire beş vardı. “Ecevit burası,” dedim. Hemen arkamdaydı. Kapıya baktı ve soluklandı, başını salladı. Beklemedi, “Girelim,” dedi ve benim biraz kıvranarak yapacağım şeyi yaptı. Kapıyı tıklattı ve yavaşça açtı. “Gelebilir miyiz?” diye sordu ve içeriden onay alınca yavaşça geçti. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki midem de bulanıyordu, kolum da ağrıyordu. İkimiz de girdiğimizde içeri iki tane masa gördük. Neyse ki biri boştu. Diğer hoca burada değildi. Mavi gömlekli ve vesikalığını gördüğümüz adam ayağa kalktı. “Hoş geldiniz,” dedi ve ikimizle de tokalaştı.
“Firuze,” dedim.
“Ecevit,” dedi.
Gösterdiği iki koltuğa karşılıklı oturduk ve adam bana baktı. “Firuze Akın,” dedi geriye yaslanıp. Hafif bir göbeği vardı ve saçları dökülmüştü tepelere doğru. Arkasında bir kitaplık ve cilt cilt kitaplar… Masasının üstü biraz dağınıktı.
“Öncelikle çok teşekkür ederim mailime yanıt verdiğiniz için.”
“Ne demek. Çok önemli bir mevzu demişsin. Bizim okulun öğrencisi de değilsin. Merak ettim açıkçası. Siz mi bizim okuldansınız?” dedi ve Ecevit’e döndü.
Ecevit başını salladı, “Yok, hayır değilim. Biz okulla alakalı bir meseleden ötürü kapınızı çalmadık aslında.”
Mehmet hocanın gözleri kısıldı ve Ecevit’in yüzünü inceledi. “Avukat mısın?” diye sordu aniden. Ecevit yeniden başını salladı, hafifçe tebessüm etti. “Hayır değilim.”
“Bu konu iyice ilginçleşiyor. Söyleyin bakalım gençler. Sizi dinliyorum.”
Aslında aramızda çok büyük yaş farkı yoktu. Ecevit’le daha bile azdı ama sanırım çok öğrenci gibi durduk karşısında. “2005 yılında yüksek lisans tezinizle alakalı birkaç soru soracaktık size. Neden o dönem bu başlığı seçmiştiniz? Özel bir sebebi var mıydı?”
Hoca bu kez, “Sen gazeteci misin?” diye sordu. Ecevit ne dese başka bir meslekle dönecekti sanki.
“Hayır,” dedi gülerek. “Okumadım ben. Avukat da gazeteci de değilim.”
“Mesleğin ne?”
“Marangozum ben,” dedi Ecevit. Adamın kaşları havalandı, sonra dudakları aşağı doğru büküldü ve başını salladı. “Sorularına yanıt verirsem, bana daha büyük bir kitaplık yapacak mısın?”
“Vermeseniz de yapacağım,” dedi Ecevit. Adamın beklediği cevap buymuş gibi başını gülerek salladı
ve garip bir şekilde elektrikleri tuttu sanırım anlaştılar.
“Ha şöyle ya. Şimdi oldu bak. Ben de kitaplık yapmasan da sorularına cevap verecektim zaten. İşin sağlam mıdır?”
“On yıl sonra da kırılırsa, ben kefilim. Beni arayın gelir yenisini bırakırım.” Öyle ikna edici konuşuyordu ki, inanmamak, ikna olmamak mümkün değildi. Ecevit çarşaf gibi serilmiş bir denizdi. Güven verirdi, korkutmazdı ve size dalgayı içinde barındırmadığına ikna ederdi. İnsanların içinde deniz gibi yayılırdı, hep böyleydi. Görüyordum ki hâlâ böyleydi. Onu izledim sadece. Onu izlemek istedim sadece. Bana artık dingin bir deniz olarak yaklaşmıyordu ama ben uzaktan izlesem bile yeterdi onu. O zaten benim içinde dalgasıyla fırtınasıyla da büyüyordu.
“Harika. Ben bir çay koyayım size. Demleme. Olur mu?” diye sordu. Ecevit başını salladı ben “Zahmet olmasın,” dedim ama adam kalktı. Metal bir su ısıtıcı vardı. Düğmesine bastı. Üç tane karton bardağa demleme çay koydu. Su kısa sürede kaynadı ve bardakları doldurdu. Önce bana verdi sonra Ecevit’e ve en son kendi önüne koydu. Camı açtı ve bir sigara çıkardı. “İzninizle,” dedi. Sonra Ecevit’e bakıp uzattı. Ecevit, “Çok teşekkür ederim,” dedi. Başkaları değil ama o bana da ikram etti. Reddettim ama etti.
“Sigara kullanmıyor musun?” diye sordu Ecevit’e.
“Kullanıyorum da herkesin içinde içilmez derdi babam.”
Adam yeniden gülerek başını salladı. Etrafa baktım. Yangın sensörü yok muydu? “Yasaklar sadece siz öğrenciler içindir Firuze,” dedi adam. “Baban hiç yasaklar sadece vatandaşlar içindir demiyor mu?” diye sordu. Ne evet diyebildim ne de hayır. Sadece gülümsemeye çalıştım. Adam da üstelemedi zaten Ecevit’e baktı. “Ne sormuştun en son?”
“Tez konunuzun sebebini.”
“Doğru, evet. Yani güncel bir konu olsun istedim. Zamanında da yakından takip ettiğim bir konuydu. O yüzden. İnfial yaratmıştı ülkede. Hukukçu olarak üstüne düşmek istediğim bir dosyaydı. Bana da sebep oldu.”
İkna edici bir cevaptı. Ecevit’le hoca arasında gidip geliyordu. Ecevit’i izliyordum en çok. “Siz niye benim tezimle bu kadar ilgilendiniz?” diye bir karşı soru iletti.
Ecevit’le göz göze geldik. Buraya gelene kadar ne kadar dürüst ne kadar yalancı olacağımızı konuşmamıştık ama dedim ya. Ecevit’le elektrikleri tutmuştu diye. “Size dürüst olacağım,”
“Lütfen.”
“O dönem benim de kardeşim kayboldu ve bulunmadı.”
Mehmet Bey, böyle bir cevap beklemiyordu ki küllüğe silktiği sigara havada kaldı, Ecevit’e baktı.
“Kesin olarak o çete tarafından mı kaçırılmıştı?”
“Sadece ihtimal.”
“Kaç yaşındaydı?”
“İki yaşında ya vardı ya yoktu.”
Adam sahiden üzüldü duyduklarına. Bunu tüm samimiyetiyle yaşadı. Bir an bile şüphe duyamadım. “Umarım bulursun kardeşini,” dedi. Bana göz değdirdi. “Böyle bir çetenin peşine düşmüşken neden bir siyasetçinin kızı var yanında?” diye sordu açıkça. Çok net ve dolambaçsız cümleleri vardı. Neye uğradığımı şaşırdım. Yine yine ve yine sadece utandım. Yutkundum ve gözlerimi kaçırdım.
“Onun aklıyla şu an buradayım,” dedi Ecevit. Kemal amcada olduğu gibi sessiz kalamadı. Çünkü şimdi ihanetle suçlanmıyordu. Daha gizli saklıydı her şey.
“Gelmeden baktım sana. Ressammışsın.” Başımı salladım yalnızca. Ne gelecek bilmiyordum.
“Babanın zoruyla mı?”
“Ressamlık zorla yapılacak son iş bile değil.”
Adam vay dercesine dudak büzdü ve başını salladı. “İnsanın morali bozuluyor açıkçası, ülke, sokak bu haldeyken, sebep olanların çocukları kıyıda köşede Rönesans’ta yaşar gibi takılınca. Kusura bakma. Ben biraz açık sözlüyüm.”
Belki de bana en kibarca bu şekilde cümleler kurulabilirdi. İnsanların benim hakkımda ne düşündüğünü tahmin edebiliyordum. “Size sadece gidişattan memnun olmadığımı ve perde arkasında tek bir kez bile babama oy basmadığımı tüm hayatım üzerinde yemin ederek söyleyebilirim. Geriye kalan hiçbir konuya verecek cevabım yok.”
İnsanlara resmin beni bu hayata bağladığını, fırçalarımı ilaç niyetine tuttuğumu söylemezdim. Anlamazlardı zaten. Varsın olsun, beni Rönesans’tan bir sanatçı belleselerdi. Adam hiçbir şey söylemedi ve yeniden Ecevit’e döndü. “Benden öğrenmek istediğin şey ne?”
“Biz çete liderinin dosyasına ulaştık. Yani avukat vasıtasıyla dosyanın içeriğini gördük. Bir şey uyuşmuyor. Siz tezinizde üç farklı yerde 63 tanıktan bahsetmişsiniz ama dosyada 62 tanık ifadesi vardı. Tezde bir hata olma olasılığı var mı?” diye sordu Ecevit. Sorar sormaz net bir cevap verdi.
“Yok. Olması mümkün değil. Üç kere üst üste aynı hata da mümkün olmaz zaten. Hata diyen yalan söylüyordur,” dedi kendinden emin bir şekilde. Gözlerimi kırpıştırdım. Bu iyi bir şey miydi kötü bir
şey miydi anlayamıyordum. “Dosyada gözünüzden kaçmış olabilir mi?”
“Hayır,” diye aynı netlikte cevap aldı.
“İddianameye bakıldı mı?”
“Evet. Dosyada altmış iki tanık ifadesi var.”
“İddianamede gizli tanık geçiyor mu?”
Başını salladı Ecevit. Bunların hepsine teker teker bakmıştı. Adam masa üstü bilgisayarına geçti ve üst üste dosyalar açtı. “Açık konuşayım o başlık benim seçtikten sonra pişman olduğum bir konuydu.
Engellerle dolu bir dosyaydı. Kaynak bulmak çok zordu.”
“Ne düşünüyorsunuz peki bu söylediğimle alakalı?”
“Hukukçu olmak çok konuşmak değil, doğru yerde sessiz kalmaktır Ecevit,” dedi ekrana bakmayı sürdürürken. “Her düşündüğümüzü söylersek, dar ağacı gözünün önünde sallanmayan adam kalmaz bizde. Risklidir fikirlerimiz. Boş ver sen benim ne düşündüğümü. Sadece diyebilirim ki delil susturulursa, suç konuşmaya başlar.”
“Peki o dönem emin olduğunuz altmış üç tanığın kaynakçası neydi? Tezde üç kez geçtiyse elbet bir kaynakça vardır elinizde,” diye ilk kez konuştum ben. Adam kafasını salladı. “Sabır,” dedi yalnızca. Ecevit’le birbirimize baktık. İkimiz de parmak uçlarımızı anlaşmadan birbirine vuruyorduk. Bunu yaptığımızı fark edince aynı anda vazgeçtik.
“Yakup Arslan,” dedi ve bir kâğıt çıkardı önüne. Söylediği ismi yazdı. “O dönem Adalet Bakanlığı’nda çalışan çocuk suçları, örgütlü suç dosyaları üzerine çalışan hukuk müşaviriydi. En son emekli olup Eskişehir’e yerleştiğini, bir zanaat üzerine dükkân açtığını biliyorum. Ama insan sonuçta, ölümlü. Bir kalp kriziyle gitmiş de olabilir.”
“Dosyadaki yeri ne bu adamın?” diye sordu Ecevit kâğıda uzanırken.
“Hukuk müşavirleri, yürütülen işlemlerin hukuki denetimini ve gerektiğinde yasal altyapısını oluşturmakla sorumlular. O dönem dosyayla bu adam ilgilenmişti. Kaynakça sordunuz ya. Bu adam. Çok gizli bir belge vermedim merak etmeyin. Sadece o bilginin kaynakçasını buldum. Gidip ona sorun, belki biliyordur. İnşallah bir işe yarar da bulursun kardeşini. Canı gönülden isterim.” Ecevit elindeki kâğıda bakıyordu. “Şu anlık başka soracağınız bir şey var mı?” diye sordu adam.
“Şu an yok ama olursa…”
“Mail atarsınız ama yemek saatime denk gelmeyin. Şimdi de başka bir şey yoksa yemeğe ineceğim. Öğrencilerden bana kalmadı.”
Ecevit aniden ayağa kalktı ve “Mezura var mı?” diye sordu. Adam da ben de anlayamadık.
“Yok. Hayırdır?”
Ecevit masadaki kitaplardan birini aldı, karışıyla ölçtü ve arkaya doğru yürüdü. Duvarı kitapla ölçmeye başladı. Bir yerde durdu, “Buraya kadar yeter mi büyüklüğü?” diye sordu. Mehmet hoca kafasını salladı. “Artar bir de. Yapacak mısın sahiden?”
“Söz senet bende. Hazır olunca mail mi atalım?”
Kendi aralarında gülüştüler. Bir kâğıt daha çıkardı ve Ecevit’e doğru itti. “Yaz bakalım ölçüyü,” dedi. Ecevit kurşun kalemle birkaç sayı yazdı, altına da sanırım adam numarasını yazdı. “Al bakalım, hazır olunca bu numaradan ulaşırsın.” Ayağa kalktığında tokalaştılar.
“Çok teşekkür ederim. Çok kıymetli benim için yardımınız.”
“Umarım işe yarar. Bir şey yapmadım ki.” Elleri ayrıldığında Ecevit gitti çayını tekte kafasına dikti ve benim bardağımı da alıp çöpe attı. Hoca bana da elini uzattı.
“Son bir şey daha rica edebilir miyim?” diye sordu çıkarken Ecevit.
“Dinliyorum.”
“Ben çıkmadan bir okulu gezebilir miyim?”
Beni de adamı da duraksattı bu soru. “Tabi,” dedi sonra. “Buraya girmek zordur. Çıkmak değil,” dedi ve kapısını kilitledi. Ecevit’in omzuna dokundu, son bir kez selam verdi ve merdivenlere doğru ilerledi. Ecevit’le baş başa kaldık.
Sanırım, Eskişehir’e gidiyorduk ama ondan önce bir işimiz daha vardı. Yanında fazlalık olarak görmesin beni, rahatsız olmasın, bana git demesin diye yanında sessizce kaldım. Neydi onu bu kadar üzen buraya karşı, içindeki yarım kalış mıydı, olmamış ihtimaller ya da hayaller miydi? Yoksa bambaşka bir şey miydi? Ecevit merdivenlere doğru ilerledi ama önünde durmadı, aynı hizadaki duvara doğru tutundu ve aşağı baktı. Sanırım burası sınavlardan sonra öğrencilerin sınav notlarını aşağı attığı alandı. Bunu Ecevit’e anlatacak oldum da son anda sustum. Bunu nasıl düşünürdüm? Nispet yapar gibi…
Okulun her bir köşesini inceliyordu. Büyük bir konferans odasına girdik. Ecevit kapıdan geçmedi, uzun uzun inceledi ortalığı. Yavaş yavaş indik aşağıya. Bir adım arkasından yürüyordum. Öğrenciler vardı ama çok kalabalık değildi okul. Ecevit sağ taraftan döndü. Uzun bir koridorun sonu binanın başka bir yerine açılıyordu. Öğrenci işlerinin önünden geçtik. Ecevit ellerini kabanının cebine koymuş yürüyordu. Üst üste katlar açıldı çıktığımız kapıdan. Üst katı da alt katı da görüyorduk. Sanırım yanlış hatırlıyordum, notları buraya fırlatıyorlardı. Ecevit bu kez burada alt kısma baktı ve benim söylemeyi düşündüğüm şeyi söylemekten utandığım şeyi bana sordu.
“Notları sınavdan sonra buraya mı atıyorlar?”
Sesini duymak mı, bunu bilmesi mi yoksa bana soracak kadar kendini çaresiz hissettirmesi mi bilmiyorum ama bana dudak büzdürdü. Biz Ecevit’ten sadece ailesini değil, hayallerini ve olması mümkün olan her şeyini de almıştık.
“Sanırım burası,” dedim kısık bir sesle. Ahşap trabzana tutunmuştu. Sıktı bıraktı, sıktı bıraktı. Aşağıdaki boşlukta ne gördüğünü vermek için kaç yılımı verirdim? Çok yılımı verirdim. Dakikalarca oraya baktı sonra ilerledi. Baktığımız zeminin orta yerinde bir Atatürk büstü daha vardı. Bir konferans salonunun daha kapısını açtık. Orası da boştu ve diğer yerden çok daha büyüktü. Dümdüz ilerledik. A-201 yazan bir yer vardı karşı tarafta. Büyük bir kapısı vardı. Ecevit oraya da gitti. Kapıyı tıklattı ve az bir şey açtı. Boş olacak ki tamamını açtı. Ben de baktım. Çok büyük bir amfiydi. Kapının önünde duraksadı. Yüzünü bir an bile dönmüyordu bana.
“Firuze gitsene,” dedi. Sanki emir vermeye bile mecali yoktu.
“Gitmeyeceğim, lütfen,” dedim çaresizce. Dün nasıl karın ortasına çöktüyse şimdi de çökecekti sanki. Yalnız bırakmak istemiyordum. Başı sağa doğru düştü ama tekrar etmedi. Bir yerden sonra da girdi amfide. Ben de peşinden girdim ve kapıyı da kapattım. Koca bir kürsü vardı ve tek bakışta sayamayacağım kadar sıra. Ecevit ilerledi, orta yerinde durdu. Amfiyi inceledi. Omuzları çöküktü. Normalde dik duran adam, ayakta zor duruyordu adeta. İleriye doğru gitti, birkaç basamak çıktı. Bir yere baktı. Bir sıralara. Yere oturacağı sıra ben de koptu kayış. “Hayır hayır hayır,” dedim hızla ve onu tuttum. Elini, belini, karnını. Yere oturmasına izin vermedim. “Oturacaksan sıraya otur, yere oturmana izin vermeyeceğim.”
Kendini yere oturmaya layık görmüştü. Sırayı kendine fazla görmüştü.
Kurtulmaya çalıştı ama izin vermedim. Oysa ben alnımı gövdesine yaslayınca durdu. “Hayır lütfen yere oturma. Ya sıraya otur ya gidelim. Oturma yere.”
“Ben öğrenci miyim sıraya oturayım?”
“Hayır senin hakkın orası,” diye üstüne bastıra bastıra konuştum. Hakkı yok gibi hissediyordu. Ecevit’i o kadar sıkı tutmuştum ki benden kurtulmasındaki tek yol beni itmesi ve çıktığımız kadar merdivenden yuvarlamasıydı. Ailemi, hayatımı, diplomamı… Her şeyimi ona vermek istedim. Her şeyimi. Bana bir parça kuru ekmek kalmasa da olurdu ama her şeyim Ecevit’in olsaydı. Başka bir şey dilemiyordum Tanrı’dan.
“Ya sıraya otur ya da oturma. İzin vermeyeceğim. Yere oturmayacaksın.”
Bu neyi değiştirirdi? Hiçbir şeyi. Boş bir safsataydı. Biliyordum ama yediremezdim kendimi. Yere oturmayacaktı. Onu ite ite sıraya yaklaştırdım. Oturmadı zaten o da çöktü. O sıraya çöktü ben yere çöktüm. Duyamayacağım şekilde bir şeyler fısıldadı. Duymamaktan öte anlayamadım. Heceledi.
“Ce… be…” Anlaşılmıyordu. Ellerimi dizlerine çöktüm. “Özür dilerim,” dedim sadece. “Özür dilerim. Özür dilerim Ecevit. Hiçbir şeyi değiştirmez ama özür dilerim. Özür dilerim,” dedim. Gözyaşlarım dizlerine dökülüyordu. İkimiz de sabit tutamadık başımızı. Ben onun dizlerine bastırdım alnımı, o da önüne eğdi. Ağlıyordu. Biliyordum. Özür diledim. Kimi zaman içimden kimi zaman dışımdan.
“Anne,” dedi. Hecelemedi. Tek nefeste, son nefeste dillendirdi. Sarsılıyordu yaslandığım dizleri. Ben mi hıçkırıyordum o mu hıçkırıyordu. Öl Firuze! Niye yaşıyorsun ki? Öl! Ecevit’ten aldıklarınla yaşıyorsun. Öl! “Anne bu yüzden mi rüyama girdin?” dedi kendi kendine. O an fark etmedim ama küçük Firuze baş uzattı. Dualarımız kabul mu oldu, diye sordu.
Dualarımız kabul olmuştu. Leyla teyze, Ecevit’in rüyasına gelmişti.
***
Temmuz 1993
Eşi öleli bir yıl iki ay, oğlu ondan alınalı sekiz ay, kızı doğalı bir yıl iki ay oldu. Hüseyin Tarhan’ın yaşı bir on yıl vakit kadar ileri attı. Kimliği bir yıl anca gösterdi.
Tuvaleti insanların oturduğu ve kendilerinin uyuduğu yerden eski bir perdeyle ayırmıştı. Kendileri için yaptı demek yalan olur. Bu perdeyi kapatınca tuvalet mutfak denen iki karış şeyle bir oluyordu ama varsın olsun, gelen misafirler tuvaleti izlemeselerdi. Pek utanıyordu o vakit.
Elindeki son kalan çayı demlemişti. Rengi pek açıktı. Vermeye utandı ama eli boş çıkmaya daha çok utandı. Koydu çıktı perdenin arkasından. Gelen iki yan evde oturan komşularıydı. Pek iyi insanlardı. Yeri gelir yemek getirir, yeri gelir Melike’nin kıyafetlerini yıkar hatta yeri gelir Melike’yi bile yıkarlardı.
Şimdi de pek hayırlı bir iş için buradalardı.
Hüseyin Tarhan bardakları misafirlerine uzattı. “Demlenmemişti daha ama koyayım dedim yine de.”
Fakirlik, dümdüz, tümüyle fakirlik ne zorlu ne gönül kırıcı bir şeydi. İnsanı yalana itiyordu. Tok olmayan karnı yalancı yemeklerle dolduruyor, az olan çaya demlenmemiş diyordu. “Niye zahmet ettin kardeşim,” dedi Hüseyin’den biraz daha büyük adam.
“Ne zahmeti olur mu? Bir kuru çay. Keşke önceden söyleseydiniz de geleceğinizi, yanına iki gofret alsaydım.” Melike kuru bir divanın üzerine konulmuş, eski ama yumuşak bir süngerin üzerinde yatıyordu. Babası kızına yaklaştı, bileğindeki doğum izini sevdi ve öptü. Öyle oturdu misafirlerin
yanına.
“Nasılsın Hüseyin?”
“Allah’a şükür Mesut abi, sizler nasılsınız?”
Hali şükürlük değildi. Bunu kendisi de biliyordu ama insanlara anlatmıyordu. Olur da biri yanlış anlar da yardım etmeye kalkar diye. İnsanlar iyi niyetten de olsa aniden avucuna para sıkıştırmaya kalkınca pek utanıyordu. Nasıl kaçacağını şaşırıyordu. Eli ayağı tutuyordu. Öyle ya da böyle çalışıyordu. Amelelikse amelelik. Helal para değil miydi? Tek borç yaptığı bakkal vardı. Başka da kimseye borcu yoktu. Onu da elinden geldiğince hızlı ödüyordu.
“Hamdolsun,” dedi adam. Sonra karısıyla göz göze geldiler. Pek uzatmaya, bu yorgun adamı ayakta tutmaya niyetleri yoktu. “Hüseyin kardeşim,” dedi adam. “Lafı pek uzatmaya niyetim yok,” dedi. Hüseyin Tarhan’ı fakirlikten daha kötü hissettirecek bir telaş kapladı. Git mi diyeceklerdi? Mahalleli istemiyor mu diyeceklerdi?
“Hayrolsun abi.”
“Hayır hayır,” dedi kadın. “Durumlar belli Hüseyin. Bu dediklerimi bir abinden duyar gibi dinle. Senden tek isteğim bu. Benim de üç çocuğum var. Allah biliyor ya hanım olmasa, ben o çocuklara bakamazdım. Anne var ya anne… Allah insanı susuz bıraksın annesiz bırakmasın derdi anam. Büyüyünce anladım. Ne ev yuva oluyor, ne evlat büyüyor. Bak Melike’ye. Garibim,” dedi ve divandaki kıza baktı. Hüseyin Tarhan anlamıyordu. İşin doğrusu böyle bir şey için kapısına geleceklerini hiç sanmıyordu. Sessizce dinlemeye başladı.
“Bir tane kadın. Kocası geçen kış öldü. Bir tane de evladı var. Ailesi eziyet ediyormuş, çocukla eve dönünce. Biz düşündük ki…”
“Mesut abi ne diyorsun sen?” dedi Hüseyin. Dili tutuldu, kalbi tutuldu. Yüreği hopladı yerinden. Suratına okkalı bir yumruk yemiş kadar sarsıldı.
“Dur dinle önce. Bak oğlun gitti artık Hüseyin.”
“Allah aşkına yapmayın. İçin çayınızı sonra da gidin. Affola. Kovmuyorum sizi. Yanlış anlamayın beni ama bu olacak iş değil.”
Kadın yeniden söze girdi. Bu adamın kolayca kabul etmeyeceğini biliyordu zaten. “Bu sabiyi düşün,”
Hüseyin Tarhan açacaktı ağzını yumacaktı gözünü ama bu insanların onun üstünde öyle çok emeği vardı ki sustu, içinden sabır diledi. Sabır çekti. Dua etti kalp kırmamak için. “Ablam. Niyetiniz kötü değil biliyorum ama bu eve kadın mı getireceğim? Tuvaletle mutfak aynı yerde. Yapmayın. O kadıncağızın günahına da girmeyin. Zaten kader yüzüne gülmemiş.”
Sanırım en doğru cümleler bunlardı. Anlamazlardı bu insanlar. Hüseyin’in içinde bir Leyla vardı, yüz kere de ölse, bin kere de ölse hacminden bir gram eksilmezdi. Anlamazdı bu insanlar. Hem ne demekti oğlu gitmişti artık? Kurtaracaktı oğlunu. Nefes aldığı sürece umudunu yitirmeyecekti.
“Biz konuştuk kadınla,” demesinler mi bir de? Hüseyin Tarhan zor sinirlenen, neredeyse hiç kalp kırmayan bir adamdı. Onu bile çileden çıkardılar.
“Mesut abi için çayınızı kalkın. Bir daha da bunun için kapıma gelecekseniz gelmeyin,” dedi ve toparlandı. Her an misafir uğurlamak için bekledi. Midesi bulanmaya, terlemeye başladı. Leyla bunları duyuyor muydu? Kalbi sıkıştı.
“Hüseyin bir dinle.”
“Ben karımı sokakta mı buldum mezarda bırakayım?” diye bağırdı kendini tutamadan. Sesi hiç titremedi ama sol gözünden bir damla yaş aktı. “Söyleyin bana! Ben karımı sokakta mı buldum mezara bırakayım?”
Leyla’dan başkasının ona yakıştırılma ihtimali bile deliye çevirdi adamı. Leyla… Onun güzeller güzeli karısı, sucu başı, yan köyün en güzel kızı, gençliği, geleceği, mezarı, toprağı, çocuklarının annesi. Ecevit’in yüzüne nasıl bakardı? Onu bir çeşme başında gördüğünde nasıl gözünü alamadıysa bugün de ondan başkasını göremezdi. Leyla isterse bin kere ölsün, birinde bile daha az ağamazdı. Bir kere bile başkasına bakmazdı. O çeşmenin başına gide gide almıştı Leyla’nın kalbini, bir mezara mı bırakacaktı?
Melike uyanmış, ağlıyordu. Hüseyin duymadı bile kızını. Gerekirse kızını sırtına bağlar çalışırdı ama bu eve bir kadının kokusunu bile sokmazdı.
“Sen erkeksin,” dedi biri. Hangisi dedi bilmiyordu.
“Erkekliğim batsın!” diye harkıydı adam. Erkek miydi? Erkekliği mi kalmıştı? Karısı kayıp gitmişti elinden, oğlunu canavarların elinden kurtaramamıştı. Uçkuru muydu onu erkek yapan? “Erkekliğim batsın. Hadi kalkın evimden. Hadi kalkın.”
Kalktı çayları döke döke mutfağa geri koydu. İnsanları adeta kovaladı evden. Kapıyı kapattı. Melike tüm nefesiyle ağlıyordu. Kapının önüne çökmeye fırsat bulamadı, Melike’ye gitti. Kızını kucakladı.
“Ağlama kızım,” dedi. Sırtını sıvazlıyordu. Öpüyordu yüzünden gözünden. “Ağlama. Senin bir tane annen var. Bir tane daha getirmeye kalkarsam Allah da bana gün yüzü göstermesin.” Yaşları akıyordu adamın. Yüzü kızarmıştı. Küçük bebekle baş başa verip dakikalarca ağlayadurdular.
“Leyla,” dedi Hüseyin. “Benim gül güzelim, Leyla…” dedi yine. “Leyla aldılar seni benden.” Yüreği yanıyordu. “Leyla aldılar Ali Ecevit’imizi. Leyla…” diye sayıkladı. “Leyla. Gül güzelim…”
***
Hırpalanarak yazdığım bir bölümdü? Nasılsınız?
İki hafta sonra gelse de bölüm, diğer bölümlere göre üç bölüm uzunluğunda bir bölümdü. Daha uzun aralıkta ama daha doyurucu bölümler deniyordu. Benim de uzun uzun içime sinerek, doya doya, hiçbir yeri aceleye getirmeden yazdığım bir bölümdü. Olmadı ben bölümü uzun yazmaya karar verirsem bu şekilde yapalım düzeni. Dediğim gibi sizin okuduğunuz miktar azalmıyor aksine artıyor ama toplu okuyorsunuz. Bu konuda fikriniz nedir? Ben uzun olmayacağını düşündüğüm bölümü yine haftada bir getiririm.
İnstagram; dilanduurmaz
uzumbugusuofficial
Ecevite ayrı Firuze ye ayrı üzülüyorum ne olacak sonumuz moduna giriyorum her bölümde 🥹
Ecevit'in tavırları konuşma şekli falan o kadar Barış Arduç'un Kuzgun dizisinde ki rolüne benziyor ki Barış Arduç olarak canlandırmaya başladım onu gözümde küçük gözleri, üst ince alt kalın dudakları, esmerliği falan e Kuzgunun da sokak jargonu bir konuşması vardı tıpatıp yaa Karakter modeli olarak seçilse keşkee
Pis Ahmet Akın vşcdansız kadın Aylin Akın…
Ecevitim beee yüreğimi burdun gene kadersiz firuzem 7yasındw kalmıs firuzem ah be kuzum naptılar size be….leylam Hüseyin amcam melikem…hanginize içim dayansın be kuzum….
Firuzenin salonda yattığı kısma ve canı acımasın diye lapa pilav yaptığını kabul etmesine bayıldım desem