"tanık ifadesi"
- Dilan Durmaz
- 8 Haz
- 12 dakikada okunur
Yorumlarınızı esirgemeyin olur mu?
Sizi bölümle baş başa bırakıyorum.
***
Aralık 1992,
Saat 08.58
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pek de uzak olmayan diyarda iki çocuk yaşarmış. Kendilerine büyük gelen küçük hayalleri, boya kalemleri, resim defterleri, minderleri, bulutları ve birbirlerine duydukları sonsuz bir sevgileri varmış.
Sonsuzluğun sonu var mıdır?
Sonsuzluk, insanoğlunun zihninin kabul ettiğinden sonrası olmalı. Çünkü Ali Ecevit Tarhan’a göre her şeyin bir sonu vardır, yalnızca insanlar onu daha bulamamıştır. Firuze Akın ise aksine, sonsuzluk kavramının içinde yürüyebilen bir çocuk olmuştu hep. Referansıysa kalbindeki sevgiydi. İçinde, duyduğu sevginin sonu olsa elbet bilirdi. Ecevit hiç anlamıyordu. Yazısı da pek çirkindi zaten.
Aylin Akın, donuk bir ifadeyle kızını giydirmiş, saçlarını örmüş, perçemlerini özenle alnına bırakmıştı. İşinin bittiğini anladığında soluklandı ve kızına baktı. Firuze gülümsüyordu. Dişleri yeni yeni dökülmeye başlamıştı, gülümsediğinde çok sevimli bir görüntü oluşturuyordu. “Ne oldu?” diye sordu Aylin Akın. Küçük kızı el çırptı ve coşkuyla bağırdı.
“Bugün Ecevit gelecek!”
Firuze’nin; içini içine sığdırmayan bu cümlesi, kalbini heyecanla attıran bu neşesi ve gülümsemesi Aylin Akın’ın yüzündeki donukluğu çözdü. Ağlamamak için kendini sıktı, gülümsedi ama dudakları titriyordu. Firuze onları hiç affetmeyecekti.
Başını salladı ağır ağır. “Evet ama bunun için ne yapman gerekiyordu?” diye sordu. Bu soru artık korkunç derecede tekrar ediliyor, boş bir zihinde bile kabul görülecek kadar dikte ediliyordu. Firuze yanıt vermedi, ellerini çırptı ve annesinin kollarından çıkmaya çalıştı. Firuze tam olarak böyle bir çocuktu, kendi kafasının içindekine öylesine odaklanırdı ki bıkana kadar ondan bahsetmek ister, bir başkasının ondan rol çalmasına izin vermezdi.
“Bugün Ecevit geliyor,” dedi ve son sesli harfi küçük ağzının içinde uzattı. Ellerini tekrar çırptı. Adeta bayram günü gibi davranıyordu bugün. Kansız bir cinayetin son kısmını yazmaya gidiyordu, bunu bayram olarak kutluyordu. Gün gelecek, yaş alacak, bugünkü sevincini hatırlayacak, neye sebep olduğunu fark edecek ve kendini korkunç bir dehşete sürükleyecek, ölmek isteyecekti. Yedi yaşındaki çocuğun neşesi ona azap verecekti.
“Firuze,” dedi Aylin Akın sert bir sesle. “Bana bak! Bu önemli bir konu, bana bak!” Kızının küçük çenesinden tuttu, yeşil gözlerine baktı dikkatle. “Ecevit’in gelmesi buna bağlı. Eğer tek bir kelimeyi bile yanlış söylersen bir daha Ecevit’i göremez-” Kadının dudaklarına küçük kızının küçük parmak uçları değdi.
“Şşşttt anne,” dedi Firuze kızgın bir sesle. “Ezberledim ya!” dedi. Annesi ona her böyle söylediğinde çok sinirleniyordu. Küçük kalbi bir o kadar kırılıyor, öfkeleniyordu. Firuze okumayı da yazmayı da biraz erken öğrenmiş bir çocuktu. Kitaplarla da biraz erken tanışmıştı ve Ecevit’in gelmesi için o hiç sevmediği sincaplı hikâye kitabını bile defalarca kez okuyup ezberleyebilirdi. Aylin Akın pes etti ve kızının parmakları dudaklarının üzerindeyken ağlamaya başladı. Bir çıkmazın içindeydi. Oğlu için bir başkasının oğlunu yok ediyordu ama farkında değildi.
Tek kayıp bir oğlan çocuğu değildi. Kendi kızını da kaybediyordu.
Firuze annesinin ağlayışına baktı. Gözlerini kırpıştırdı. “Anne,” dedi çaresizce. Öylesine çocuktu, öylesine bir haberdi ki her şeyden, “Ağlama, Ecevit gelecek,” dedi. Çünkü ona göre ağlamaya değer tek konu son zamanlarda buydu. Ecevit’in yokluğuydu. Annesi de onun en sevdiği oyun arkadaşını özlemişti. Annesinin yaşlarını silmeye çalıştı, Aylin Akın dudaklarına siper olmuş parmak uçlarını öpmeye başladı teker teker. Tam o sıra açılan kapıya baktı Firuze.
“Baba,” dedi. “Annem ağlıyor.”
Atilla Akın’ın gözleri yere çökmüş eşine kaydı ve öfkeyle doldu kısa zamanda. “Aylin,” dedi dişlerinin arasından. “Ne yapıyorsun sen?”
Aylin Akın dönüp bakmadı ama çok da sürmedi eşinin kolundan tutarak onu kaldırması. “Sen bekle kızım, biz geliyoruz,” dedi kızına bakarak. Karısını seri birkaç adımla odanın dışına çıkardı. Kapı önünden uzaklaştılar. “Ne yapıyorsun sen?” diye tükürürcesine konuştu. Aylin Akın’ın gözyaşları bu kez eşine bakarak akmaya başladı.
“Firuze bizi hiçbir zaman affetmeyecek.”
“O daha çocuk!” diye yükseldi Atilla Akın. Her şey böylesine ince bir ipteyken karısının duygusal hareket etmesi onu delirtiyordu. Tam olarak kendisi gibi olmasını bekliyordu. Böyle duygusal çöküşleri gördükçe aklını kaçıracak gibi oluyordu. Oğulları söz konusuydu. Nasıl böyle kırılgan bir yapıya sahip olabilirdi? Her şey onun için olması gerektiği gibiydi. Ne lazımsa onu yapıyorlardı.
“Aklını mı kaçırdın sen? O daha çocuk! Seneler sonra Ecevit denen çocuğu hatırlamayacak bile!”
Aylin Akın başını iki yana salladı ve sırtını duvara yasladı. “Öyle olmayacak,” dedi. Böyle olmasını diliyordu ama içinden kuvvetli bir his olmayacağını fısıldıyordu. “Kaç kilo verdi Ecevit gittiğinden beri. Yemek bile yemiyor. Ne unutmasından bahsediyorsun sen?”
“Firuze iki kilo verdi diye Bülent’i mi yakalım?” Küfreder gibi konuşuyordu, yalnız olsaydı haykıracaktı bu cümleleri ama şimdi bağırmadıkça yüzü patlayacak kadar şişiyordu. Aylin Akın bu sorunun altında ezildi. Evet diyemedi. Hayır diyemedi. Oğlumu yakamam diyemedi. Ama Ecevit suçsuz diyemedi. Sırtını duvara sürterek yere çöktü. Yüzünü avuçlarının arasına aldı. Leyla dün gece yine rüyasına gelmişti.
Aylin Akın sakinleşebilmek için sırtını döndü. Alnını ova ova kendine zaman verdi. Bir dakika kadar sonra derin bir nefes aldı ve karısına döndü, o da yavaşça çöktü. “Bu yaşta annesini babasını kaybeden çocuklar, anne babasını bile unutuyor Aylin,” dedi. Saçlarını okşadı, başını yaklaştırdı. “Firuze mi çalışanın oğlunu unutamayacak?”
Ellerini ayırdı ve karısının yüzünü açtı. “Sen şu an her şeyi kafanda çok ağırlaştırıyorsun. Olacak ve bitecek. Firuze de unutacak. Mümkün değil. Çocuk değil. Bir ay ağlar beş ay ağlar. Sonra yeni arkadaş bulur. Psikoloğa da göndeririz kızımızı. Bu evden de taşınacağız. Ne yandakilerin ne de o çocuğun esamesi okunmayacak. Herkes unutacak gidecek. Bana bak,” dedi. Aylin’in yere bakan gözlerini avuçladığı yüzüyle kendisine çevirdi. “Ailemizi korumaya çalışıyorum. Var gücümle, varımla yoğumla ailemizi korumaya çalışıyorum.”
“Ya o aile?” diye sordu kadın titrek bir sesle. Yaşlı gözleri bir boşluğa bakıyordu. Eşinin yüzü boşluktu. “Leyla dün gece rüyama geldi yine. Melike’ye doğuma giderken benden helallik istemişti. Ecevit’i babasından sonra bize emanet etmiş…”
“AYLİN!” Atilla Akın bağırdı, kimin duymasını da umursamadı. Delirmişti. Çıkıp gitmeleri lazımdı. Ne konuşuyorlardı burada böyle? “Bülent’i verebilir misin?” diye sordu açıkça. “Bülent’i verebilir misin söyle?”
Aylin Akın’ın ağlayışı şiddetlendi ve aynı anda başını iki yana salladı. Hızlı hızlı, sık tekrarlarla salladı hem de. Başını eğdi. Atilla Akın yavaşça sinesine çekti. “Bitecek,” dedi. “Her şey bitecek. Sana söz veriyorum. Firuze’nin de Bülent’in de kılına zarar gelmeyecek. Kızımız tek bir gün bile mutsuz olmayacak. Sana söz veriyorum Aylin. Şimdi lütfen kalk ayağa, Firuze’nin sana ihtiyacı var. Stres yaparsa eline yüzüne bulaştırır.”
Eşini de kendiyle beraber kaldırdı, yaşlarını sildi. “Firuze’ye sorulacak en ufak farklı bir soruda afallayacak,” dedi kadın odaya geri yürürken eşiyle.
“Kurcalanmayacak, sorulmayacak.”
Atilla Akın, risk sevmezdi. Her şeyi düşünürdü. Olması mümkün olmayan her ihtimali düşünürdü. Başına yirmi yıl sonra gelecek ihtimali bile düşünürdü. Önlemini alırdı. Elbette şimdi de almıştı. Atilla Akın kapıyı tıklattı ve “Prensesin odası mı?” diye seslendi.
“Evet, evet, evet!”
Atilla hızla kapıyı açtı ve içeri girdi. “Neredeymiş prenses?”
“Baba bugün Ecevit geliyor!” diye müjdeledi ve babasının kucağına koştu. Aylin Akın’ın aksine hiç bozuntuya vermedi Atilla Akın ve kızını kucakladı. “Evet!” diye coşkuyla o da bağırdı. Kızını öptü.
“Peki biz bunun için ne yapacaktık? Hatırlıyorsun değil mi?”
Firuze başını salladı, Atilla gülerek öptü kızını. Öylesine soğukkanlıydı ki tek bir an bile duraksamıyordu. Gülüyor kızına ayak uyduruyordu. Firuze’yi hiç kucağından indirmeden aşağı indiler. Arabaya yerleştiler. Firuze araba ilerledikçe korktuğunu hissetti ama hiç belli etmedi. Bugün Ecevit gelecekti. Adliyeye varana kadar hiçbir şey konuşulmadı. Bir elinden Aylin tuttu, diğer elinden Atilla.
Koridorda yürürlerken “Ecevit burada mı?” diye sordu Firuze. Etrafına bakıyordu. Değil Ecevit’i hiç çocuk bile görmüyordu. Cevap vermediler. Atilla Akın pedagoga teslim ederlerken kızını Atilla Akın birkaç saniye göz göze geldi kadınla ama aralarında hiçbir konuşma geçmedi. Boş bir odaya geçtiler Firuze’yle, Firuze bir koltuğa oturdu, kadın karşısındaki koltuğa ve önüne bir kâğıt yerleştirdi. Mahkemeden hemen öncesindeydiler. Pedagog defterini açtı ve kaleminin ucunu ayarladı, karşısındaki kız çocuğuna gülümsedi.
“Merhaba Firuze, ben Sedef,” dedi kadın ve çocuğun güvende hissedeceği şekilde gülümsedi. “Bugün buraya seninle biraz sohbet etmeye geldik. Biliyorum son zamanlarda kafan biraz karışmış olabilir, belki de bazı şeyleri söylemek zor geliyordur ama burada ne söylersen söyle, sana kimse kızmaz. Burası senin için güvenli bir yer, tamam mı?”
Firuze ellerini önünde birleştirdi ve başını salladı. Bir an önce bu kısım bitsin istiyordu. Firuze sabırsız bir çocuktu. Beklediği şey hemen olsun, aradaki her şeyse bir çırpıda bitsin isterdi. “Öncelikle kendini hazır hissediyorsan sana iki fotoğraf göstermek istiyorum? Resim çizmeyi sever misin?”
Firuze başını salladı. “Çok severim,” dedi ve kadının defterinin arasından çıkardığı resmi izledi. Ali Ecevit’in büyütülmüş vesikalığıydı.
“Bu kişiyi tanıyor musun?” diye sordu. Firuze neredeyse yerinden kalktı. Resme dokundu. İlk kez Ecevit’in fotoğrafını görüyordu. Bunu alıp cebine atmak istedi. “Evet,” dedi. “Tanıyorum, Ecevit bu. Benim arkadaşım. Oyun oynuyoruz hep biz onunla biliyor musun? Sen nereden buldun ki bu fotoğrafı? Hüseyin amca mı verdi?”
Pedagog gülümsedi ve “Hayır, Hüseyin amca vermedi. Demek oyun oynuyorsunuz? Nereden tanışıyorsunuz Ecevit’le peki?”
“Biz onunla beraber doğduk,” dedi Firuze. Sonra yalan söylediğini anladı. Üç küçük parmağını kaldırdı. “Üç sene önce doğdu o. Bizim evimizin içinde küçük bir ev var. Ecevitler de orada yaşıyor biliyor musun? Küçük de kardeşi oldu. Daha yeni. Daha küçücük. Hep altına kaçırıyor.”
Pedagogun tebessümü gülümsemeye dönüştü ve “Çok güzel. Bebekler bir süre altına kaçırabilir evet, doğru söylüyorsun. Peki sana bir fotoğraf daha göstereceğim,” dedi ve Ecevit’in fotoğrafını aldı ve ölen çocuğun fotoğrafını koydu. “Bu kişiyi tanıyor musun?”
Firuze’nin yüzü Ecevit’in fotoğrafını görünce nasıl kıkır kıkır gülüyorsa, bu sefer suratı biraz asıldı. Duygularını perde örtmeden açıkça belli ediyordu. Belki her çocuk kadar. Belki her çocuktan fazla. “Tanıyorum. Yaman abi bu. Komşumuz. Annesi annemle arkadaş,” dedi bu kez. Başka da bir şey eklemedi.
“Ecevit’in fotoğrafını bana verebilir misin?” diye sordu.
“Maalesef Firuze. Ben de kalmalı,” diye yanıt aldı. “Şimdi sohbetimize devam edelim. Bildiğim kadarıyla geçen ay doğum gününmüş. Bir parti düzenlenmiş. Doğum günü partini hatırlıyor musun?”
Firuze annesinden sık sık uyarı aldığı konuma geldiklerini hissetti sanki. Fotoğrafı unuttu ve biraz dikkatli olmaya çalıştı. Dikkati biraz çabuk dağılıyordu. Aklına hep başka şeyler geliyordu. Onlar hakkında konuşmak istiyordu. Başını salladı Firuze.
“O gün nasıldı bana biraz bahsetmek ister misin?”
Firuze söylemeye değil, adeta okumaya başladı. Milli bayramlara ona şiir okuturlardı. Anasınıfında bile. Gür bir sesi, güzel tonlaması ve çok kuvvetli bir ezberi vardı. “Güzeldi. O gün annem bana yeşil bir elbise dikmişti,” dedi. Tüm bu ayrıntılar, kendi sözlüğünden eklenmiş renkli cümlelerdi. “Onu giydim. Pastam vardı. Çikolatalıydı pastam. Ecevit’in de doğum günüydü o gün. Anneme küstüm. Meyveli pasta yapalım demiştim ben. Çikolatalı yapmışlar.”
Ecevit gelsin ona meyveli pasta yapacaktı. Hem de kendisi yapacaktı. Ecevit ona yardım ederdi zaten.
“En sevdiğin pasta meyveli olanlar mı?” diye sordu pedagog.
“Hayır ben çikolatalı severim, Ecevit meyveli seviyor,” Firuze bunu söylerken epey bilmişti, önemli bir soruyu açıklıyordu kendince.
Karşısındaki kadın gülümsedi yeniden. “Ne kadar düşünceli bir davranış. Peki bana biraz daha Ecevit'ten bahsetmek ister misin? Arkadaştınız değil mi?”
Firuze başını salladı. “Ecevit benim en sevdiğim arkadaşım. Biz beraber oyun oynarız. O hep oyun bulur. Biz oynarız,” İçinde kuvvetli bir dürtü dayanamadı ve sordu. Bu kadar beklemesi bile mucizeydi. “Ecevit de burada mı? Gelecek mi?”
O gülümseyen dudaklar düzleşti. Bu Firuze’nin hiç hoşuna gitmedi. “Maalesef Firuze. Peki o gün doğum günü partinde Ecevit'le birlikte miydiniz? Ecevit'in de doğum gününü kutladınız mı?
“Ecevit gelmeyecek mi?” Firuze huysuzca yerinden kıpırdandı. Bu kadın ona yalan söylüyordu. “Biz ona gidelim o zaman. Saklandı mı? Oyun mu oynayacağız?”
Firuze’nin gözleri odayı taradı. Bir yere saklanmış olabilir miydi? Ecevit pek severdi oyunları. Olur mu? Olurdu. “Ecevit burada değil Firuze ama istersen seninle oyun oynayabiliriz. Önce sana sorduğum sorulara yanıt verirsen sonra en sevdiğin oyunu oynarız, ne dersin?
Bıkmadan tekrar etti. “Ecevit de gelecek mi oyun oynarken? O gelmezse oynamam,” dedi ve kollarını bir mızıkçı gibi önünde bağladı. “O da gelsin. O bir sürü oyun biliyor hem. Gelsin o size söyler bir sürü oyun.”
Kadın derin bir nefes aldı. Firuze bu soruyu kaç kez sorarsa sorsun, sabrı azalmayacaktı. “Doğum gününde de Ecevit’le oyun oynadınız mı? Ne oynadınız?"
“Oynamadık,” dedi Firuze tavırlı bir sesle. “Anneme söyledim meyveli pasta alacaktı ona. Oynayacaktık sonra oynamadık.”
“Ne oldu peki? Kavga mı ettiniz?”
“Yok kavga etmedik. Bana bunu verdi bak,” Firuze’nin kızgınlığı hızla geçti ve kolyesini gösterdi. “Doğum günü hediyesi. Bak kolyeme.”
Kadın kolyeye daha fazla ilgiyle bakmak, Firuze’nin dikkatini çekmek için öne eğildi. “Çok güzelmiş! Çok iyi arkadaşsınız belli ki. Ne zaman verdi kolyeni sana? Pastanı kesmeden önce mi sonra mı?” Bir taraftan konuşuyor, bir taraftan hâkimin işine yarayacak kadarını not alıyordu.
“Pastayı kesmeden önce. Ben ona söyledim. Annem meyveli pasta alacaktı ya. Meyveli pasta gelecek ona söyledim hemen. O zaman verdi.”
Pedagog toplanan dikkatle sorularına Firuze fark etmeden hız kazandırdı. “Sana hediyeni verdiğinde yalnız mıydınız?”
Firuze sıkılmaya başladı. Elleriyle oynuyor, kolyesiyle oynuyor ve sık sık kapıya bakıyordu. Ecevit de gelseydi. Otursaydı köşede. Böyle ne sıkıcıydı. “Yalnızdık. Annem bana gitme pasta keseceğiz dedi ama ben Ecevit’i almaya gittim. Meyveli pasta gelene kadar benim pastamı yiyecektik biz. O çikolatalı pasta sevmiyor ama meyveli seviyor,” diye yeniden belirtti. Herkes Ecevit’in meyveli pasta sevdiğini unutuyordu. Bazen o bile.
“Ecevit’i nereden aldın? Yalnız mı gittin yanına?”
“O evden çıkmıştı. Onların da evi var bahçede. Bizimkinden küçük. Oraya gittim. O da geliyordu. Annem gitme gitme diye söyledi bana,” Kalkar gibi oldu yerinden sonra yine oturdu ve tekrar sordu. “Ecevit ne zaman gelecek? Ben eve gidince mi gelecek?”
Eğer öyleyse daha da hızlı bitmeliydi her şey. Bir an önce eve gitmeliydi.
“Arkadaşın için endişelenmen çok normal Firuze ama bugün burada ne olduğunu anlayalım diye konuşuyoruz. Sen sorularıma dürüstçe cevap verirsen bizde erkenden oynamaya geçebiliriz. Ne diyorsun? Devam edelim mi?”
Bu eve geleceğinin mi işaretiydi yoksa değil miydi? Firuze’nin kafası karıştı. “Ecevit de gelecek mi oyun oynarken?”
“Ecevit’i görmek istiyorsak önce sohbetimizi bitirmeliyiz Firuze. Doğum gününde yeşil bir elbise giymiş, pastanı üflemeye hazırlanıyordun. Eviniz de oldukça kalabalıktı değil mi?
Firuze bıkkınca başını salladı. Ama bu kadın hiçbir sorusuna yanıt vermiyordu. Yalnızca kendi sorularını soruyordu. “Evet yeşildi elbisem.”
“Ama önce Ecevit’i görmek istedin ve evden çıkıp onun yanına gittin değil mi?” diye teyit etti.
“Evet.”
“Tek başına mı gittin?”
“Evet.”
“Ecevit mi çağırmıştı seni yanına yoksa önceden mi sözleşmiştiniz?”
Firuze art arda verdiği cevaplarla sıkılmayı bıraktı. Yedi yaşındaydı. İçindeki kötü şeyin huzursuzluk olduğunu bilmiyordu. Sadece kalbi acıyordu. Bir şeyler oluyordu anlamıyordu ama hissediyordu. Bu hissin ne olduğunu da seneler sonra anlayacaktı. Şimdi yalnızca kalbi acıyor, bunu hissediyordu.
“Yok, çağırmadı ben evine gidecektim, o çıkmıştı evden. Geliyordu.”
“Bahçede mi buluştunuz?"
“Evet.”
“Sonra sana doğum günü hediyen olan kolyeyi mi verdi?”
“Evet bunu verdi,” dedi ve yeniden kolyesini gösterdi. Kolyesiyle yakın temas kurmaya başladığı dönemlerdi. İleride bu kolyeye nasıl bağımlı olacağını da bilmiyordu.
“O sırada etrafta başka birini görmüş müydün?”
“Yok ben görmedim, sonra eve gittim,” dedi hızlıca ve yalan küçük kızın bedenine bir karabasan gibi çöktü. Fark etmedi ama gözleri sulandı. Dudaklarını ısırmaya başladı.
“Neden eve döndün?”
Bir çocuk ne kadar iyi ezberlese de mimiklerine sahip çıkamazdı. “Hediyemi almak için. Ben de hediye aldım Ecevit’e onun da doğum günüydü ya,” dedi. Terliyordu yavaş yavaş. Artık daha yavaş konuşuyordu. Kadına bakmıyordu. “Ecevit gelecek mi?” diye sordu. Doğrulamak istiyordu ama bu kadın ona hiç yardımcı olmuyordu.
“Eve döndüğünde hava aydınlık mıydı karanlık mı? Hatırlıyor musun?”
“Ecevit gelmeyecek mi?” diye sorarken artık yaşları dökülüyordu gözlerinden. Kadın yutkundu ve elindeki kalemi kapattı. “Biraz ara verelim,” dedi. “Derin derin nefes almanı istiyorum. Şu an her şey yolunda. Çok cesursun. Her şeyi hatırlıyor ve korkmadan anlatıyorsun. Tebrik ediyorum seni.” dedi. Söyledikleri karşısındaki kıza ulaşıyor muydu şüpheliydi. Bir bardak su uzattı. Kız içmedi ama ara vermek en azından yaşlarının dinmesine fırsat verdi.
“Devam edelim mi artık? Oyunumuz gecikmesin,” dedi. Firuze başını salladı. Kadın soruyu tekrar etti. Firuze elleriyle oynuyor, göz teması kurmuyordu. Ecevit ne zaman gelecekti? Cevapları çok gecikmeye başladı. Kadın aynı soruyu tekrar etti.
“Eve döndüğünde hava aydınlık mıydı karanlık mı? Hatırlıyor musun?”
“Aydınlıktı,” dedi Firuze bir süre sonra.
“O halde yeşil elbisenle pastanı üflemeden önce Ecevit’in sana hediyesini verebilmesi için tek başına yanına gittin. Ecevit sana hediyesini verdikten hemen sonra eve geri mi döndün?”
Tam bu nokta kızıştırdı Firuze’nin içindeki hissi. Olmamış şeyleri anlatmaya başladı. Ecevit bir an önce gelsin istiyordu. Ona çok kızacaktı. Ya da kızamayacaktı. Bilmiyordu. “Evet hemen eve gittim.”
“O sırada yalnız mıydın?”
Kısık ve güvensiz bir ton da “Evet,” dedi.
“Evde hiç oyalandın mı? Birileriyle karşılaşıp konuştun mu?”
Firuze konuşmuyor, konuşmayınca hızlı hızlı telaffuz ediyordu cümleleri. “Yok, eve gittim, hediyemi aradım bulunca hemen indim. Kimseyi de görmedim,” dedi. Elleri ve bacakları titremeye başladı. Ecevit’in uzun uzun koşunca da böyle titrerdi.
“Geri döndüğünde Ecevit bıraktığın yerde miydi?” diye sordu. Firuze ellerine tırnaklarını saplıyordu. Yedi yaşındaydı, bunu ilk kez yapıyordu. Canı yanıyordu ama yapmaya devam ediyordu. Hiç anlamıyordu neden yaptığını.
“Yoktu. Aradım ben baktım. Sonra seslendim evine doğru yoktu.”
“O halde eve döndün hediyeni aldın ve Ecevit’e vermek için bahçeye çıktın. Ama Ecevit bıraktığın yerde değildi. Çok korktun mu onu göremeyince?” Pedagog sık sık, Firuze’nin söylediklerini toparlayıp yeniden ona sunuyordu. Bir çelişki görmüyordu. Her şey beklediği gibi ilerliyordu.
“Yok korkmadım ki. Baktım hemen aradım onu, eve gitti sandım,” Perçemlerini geriye doğru itti. Saç dipleri terlemeye başlamıştı. Ecevit’le koşarken olduğu gibi. Her şey Ecevit’le uzun uzun koşmuş gibi hissettiriyordu ona.
“Sonra ne oldu peki? Evine mi gittin?”
Firuze ellerini bacaklarının altına sakladı önce, sonra rahat edemedi çıkardı. Gözlerini ovuşturdu küçük parmaklarıyla. “Bahçede baktım önce, sonra ses duydum o zaman korktum.”
“Nasıl bir sesti?” diye sordu kadın.
“Kötü bir sesti,” dedi. Neredeyse nefes nefeseydi. “Korktum ben. Bağırıyorlardı.”
“Kim bağırıyordu?” Pedagog eline defterini almıştı. Hızlı hızlı yazmasına gerek kalmıyordu. Birazdan ileri sayfaları açacaktı ve resimleri yeniden çıkaracaktı.
“Ecevit bağırıyordu. Hemen gittim bakmaya, düştü sandım.”
Bir hata yaptı ve “Sık sık bağırır mı Ecevit?” diye sordu. Bu kurcalamaya girerdi ama sormuş bulundu. Firuze afalladı. Bu sorunun cevabı yoktu çünkü ezberinde. Şaşkınca baktı. Ne söyleyecekti? Ya yanlış cevap verirse? Ya Ecevit’i getirmezlerse onun yüzünden? Dudakları büzülüyordu durmadan.
“Yok yok,” dedi telaşla. “Yok bağırmaz, bağırmaz hiç. Ben ağaca tırmanırım bazen o zaman bağırır bazen. Ben çok yükseğe tırmanırım ama. Kızar biraz. Yoksa hiç bağırmaz.”
“Hava hala aydınlıkken elinde hediyenle bahçedeydin ve Ecevit’in bağırdığını duydun. Ne söylediğini anlayabiliyor muydun?”
Firuze başını iki yana salladı. Su içmek istedi ama yanlış bir şey yapar diye korktu. İçmedi. “Ve sen de korkmana rağmen merak ettin ve bakmaya gittin, değil mi?”
“Düştü sandım ben, o yüzden gittim.”
Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde.
“Gittiğinde ne gördün?
“O vardı. Kavga ediyorlardı. Resmini de gösterdin ya. Komşu amcanın oğlu. O da vardı. O da bağırıyordu.”
Pek uzak bir diyarda iki çocuk yaşarmış.
Pedagog yeniden resimleri çıkardı ve masaya koydu. “Bana yeniden kimi gördüğünü gösterebilir misin?” Firuze iki resmi de ayrı ayrı işaret etti. “Sen onları gördüğünde ne yapıyorlardı?"
“Kavga ediyorlardı.”
“Birbirlerine bağırıyorlar mıydı? Yoksa vuruyorlar mıydı?”
“Vuruyorlardı.”
Hiç hayal kurmazmış bu iki çocuk.
“Nasıl kavga ettiklerini tarif edebilir misin?”
“Böyle üst üste çıkmışlardı. Ecevit yerdeydi bağırıyordu.”
“Çok korkmuş olmalısın. Nasıl tepki verdin peki? Ecevit’e seslendin mi?”
“Seslendim ama duymadı.”
Boya kalemleri yokmuş, resim çizmeyi de sevmezlermiş.
“Doğum günündü. Eviniz oldukça kalabalıktı. Ecevit ve komşunun oğlu bağırarak kavga ediyorlardı. Senden başka duyan olmadı mı?”
Firuze başını iki yana salladı. Durdurulamaz şekilde ağlıyordu. Her yenik anında olduğu gibi anne babasını değil, oyun arkadaşını istedi. “Ecevit gelsin artık.”
“Az kaldı Firuze. Sonra ne oldu peki?”
“Sonra Ecevit kalktı yerden sonra yine kavga ettiler sonra kafası çarptı onun Ecevit de itti. Havuza düştü. Sonra… Ecevit ne zaman gelecek?”
Resim defterlerinin sayfaları hep yırtıkmış.
“Biraz daha yavaş anlatmanı istiyorum Firuze. Ecevit ve komşunun oğlunu kavga ederken gördün. Yanlarına gittiğinde Ecevit yerde, komşunun oğlunun altında mıydı?”
“Evet alttaydı, yerdeydi. Ecevit’in yanına beni götürün o zaman! Sıkıldım ben!”
Minderleri hep boşmuş, oturacak kimse yokmuş.
“Sonra komşunun oğlunu üzerinden mi itti?”
“Evet itti, öyle itti.”
Bulutlar hiç yokmuş, gökyüzü çıplakmış.
“Bana nasıl olduğunu, nasıl ittiğini gösterebilir misin?”
“Böyle itti, elleriyle itti. Sonra yana düştü Ecevit, o kalkmadan başına vurdu. Düştü sonra havuza,” Son bir kez sordu. “Ecevit gelecek mi?”
Ve birbirlerine duydukları sonsuz sevgileri, koca koca canavarların eline düşmüş. Kimse bu masalı unutmamış, kimse masalın karakterlerini de unutmamış. Bir canavarı kurtarmak için masal silinmiş, masaldakiler yok edilmiş. Masalın da sonunu kimseler bilmemiş, sonsuzluğa karışmış. Sahi sormalı bu masalın yok edilenlerine; sonsuzluğun sonu var mıdır?
***
instagram; dilanduurmaz
uzumbugusuofficial
Comments