I “beyaza imza atılmaz, safı kanun korumaz”
- Dilan Durmaz
- 27 Ara 2024
- 31 dakikada okunur
Bu hikayedeki bütün kurum, kuruluş ve şahıslar hayal ürünü olup gerçeği yansıtmamaktadır.
bir
Günümüz- 16 KASIM 2010
Zihnimin kuytu olmayan bir köşesinde, duyduğuma emin olduğum ama nereden olduğunu hatırlamadığım, üzerine de pek düşünmediğim bir söz var. Yetenek çok zor bir şeyi kolaymış gibi yapmaktan ibarettir. Öyleydi, sanatçılar sanatını icra ederken en çok bir başkasının yapamadığı o eylemi böylesine kolay yapabilmeyi severlerdi. Kendilerini kutsal hisseder, yaptıkları işin zorluğundan bahsetmezlerdi. Sanat zanaattan tam olarak burada ayrılırdı. Zanaatçı yaptığı işin zorluğundan bahsederken, sanatçı bu işin onun için nasıl kolay hatta onunla bir bütün olduğunu anlatırdı.
Ve sanatçılar, kendilerinin içinde olduğu bir durumdan bahsederken bile bir başkası gibi anlatmaya bayılırlardı. Bizzat benim gibi.
Elimdeki kılları sıkı fırçanın darbeleri henüz yaratacağı şekli saklıyordu. Sonuç benim zihnimdeydi, kâğıdın hâlâ haberi yoktu. Atölyenin camdan tavanı havanın habercisiydi. Kafamı kaldırdım ve gökyüzüne baktım. On altı kasımlar tam on sekiz yıldır yağmurluydu. Bulutların yası bitmemiş olmalı. Senin bitti mi Firuze? Son on altı kasımımda bile bitmeyecek, tutacağım. Yasımı.
Matemlere biçilen süre üçtür. Çünkü matem demek, acıyı yaşamak, acıyla yatıp kalkmak demek. Üç günden fazlası, ölenden sonra kalanın zararınadır. Peki ölüsüz matemler? Mezarı bile olmayan matemlerin yası kaç gün tutulur? Çok gün. Ölene kadar. Ölüsüz matemlerin son günü, bir mezar taşı dikildiği gündür.
On sekiz yıldır matemim sürüyor, son gününe çok var sanıyorum.
Bugün tuvalimi tersi yönüne çevirdim. Takvim yaprağını arkama aldım ama onun dönsem görebileceğim kadar yakınımda olduğunu bilmek yetiyor. Gözlerimi sıkıca yumdum, bastırdım, gözyaşlarımı gömdüm, soluklandım. Ölüsüz matemlere öyle her yerde ağlanmazdı da. Yargılanırdınız. Mezar taşınız yoktu bir kere, somutluktan başka bir şey bilmeyen insanoğlu garipserdi gözyaşlarınızı.
Bugün takvim yaprağına bakmayacak, o tarihi görmeyecektim.
Gözlerimi açacak kuvveti henüz kendimde bulamamışken kapalı kapının arkasından gelen gürültüler doluştu içeri. İrkilerek açtım gözlerimi. Kapım hiddetle çalınıyordu. “Firuze,” diyordu annem. “Burada olduğunu biliyorum, aç çabuk kapıyı!”
Fırçamı uygun bir yere koydum ve ayaklandım. Uzun, uçlara doğru dalgalanan sarıya yakın kumral saçlarım bir başka fırçayla topluydu. Dört bir yandan bebek saçlarım fırlamış, her spontane yapılan topuz gibi başarılı olmuştu. Kapı kolunu indirdim ve gördüğümle indirmemeyi diledim. Defalarca kez. On sekiz kez en az.
Annemin elinde çikolatalı bir pasta, üzerinde yanmayan bir mum, kardeşimin elinde patlamamış bir konfeti ve gülen iki çift yüz… Her bir parçası çirkin olan bir resmin bütünü güzel olamazdı. Ben bunu savunurdum. Bütün parçayı kurtarmazdı, parça bütünü kurtarırdı. Ya da öldürürdü. Kim bilir?
Gözlerimi yeniden yumdum. Bu kez tümüyle acıyla değil, derin bir öfke de dağıttı içimi. Hiçbir şey söylemeyecek kadar çok şey söylemek istedim. “Bari bugün yapmasaydınız,” dedim gözlerimi açarken. Onlara dünyanın en berbat insanları gibi baktım çekinmeden. Annemin bunu hissettiği her an gibi yüzü değişti, gözlerini devirdi ve kardeşime “Patlatma onu,” dedi sadece. Hiç beklemedim ve içeri girdim. Arkamdan girdiler ve kapıyı örttüler.
“Firuze,” dedi annem. “Bugün senin doğum gün…”
“Değil!” dedim anında. Bu kavgayı nasıl her sene yapmayı sürdürebiliyorduk? Bu korkunç bir iradeydi. “Değil anne, değil.”
Bugüne hiç abartısız ölüm günüm olarak betimleyebilirlerdi. Bunu kutlamak bile isteyebilirlerdi. Ben yemin ederim ki itiraz etmeden kabul ederdim. Çünkü bugüne doğum günü demek… Nefes alamadığımı hissettim. Sabahın ilk ışıklarından beri kaçtığım takvim yaprağı gözlerini dikmiş korkunç bir kibirle beni izliyordu.
“Sen ne dersen de ne yaparsan yap yirmi beş sene önce bugün seni doğurdum ve ben hiç bıkmadan usanmadan bunu kutlayacağım. Beni anlıyor musun?”
O kibirli gözlere daha fazla direnemedim ve baktım. Takvim yaprağı 16 Kasım 2010’u gösteriyordu. Doğum günün kutlu olsun… Senin mi Firuze? Hayır, yalnızca onun. Benim bu dünya üzerindeki ilk ve son oyun arkadaşımın.
Kalbimde hissettiğim fiziksel acı doktor olan annemi endişelendirebilirdi ama ben ruhumdaki acıyı görsün ve seneye bana bunu yapmasın isterdim. Gözlerinin içine baktım. Gördü, görmemiş gibi yaptı. Ruhum, kendi ailemin gözünde çok uzun senelerdir bir hiçlikten ibaretti. Her sabah uyandığımda içine limon sıkılıp chia tohumu konulmuş bir bardak su içmeme özen gösteren annem ruhumun kan kaybede kaybede ölüşünü gözlerini kırpmadan izledi senelerce.
Katil; eli kana alışmış, ilk cinayeti olmayan katiller ferini aldıkları gözü kapanışına kadar izlerlerdi.
“İnan ki doğmamış olmayı yeğlerdim. Benden bunu duymak hoşuna gidiyor galiba,” dedim açıkça. İnci’nin sesiyle isyan ettiği nefesi duydum. En azından kardeşimi alıp gelmeseydi. Bu da oyunun bir parçası değil miydi gerçi? Belki onun hatırına böyle konuşmam diyordu. Yanılıyordu.
“Siz sanatçılar, ölüme ne çok yatkınsınız!” dedi hiddetle. Ne söylediğimi çok iyi biliyordu, sadece annem doktorlukla beraber çok iyi bir tiyatro oyuncusuydu aynı zamanda geçmişte. “Ağzınıza yama yaparsınız, en olmadık zamanlarda iki süslü cümleyle ölümden bahsedersiniz. Çünkü ölümsüz olmak için ölmeniz gerekiyor ama yirmi beş yaşında bile olsanız bir aptal gibi ölümden bahsetmekten çekinmezsiniz. Çünkü sizin sanatınız bile unutulmamak için, çünkü si…”
“Anne neyden bahsediyorsun sen?” dedim içi boş bir sesle. “Ne diyorsun anne sen?” dedim bastırarak. Konuyu dağıtmak için yaptığı bir sahne şovuydu bu. Romantizme yaklaşmıştı, ben tümüyle realist olarak karşısındaydım. Neyden bahsettiğimi beni yirmi beş yıl önce doğurduğunu bildiği kadar iyi biliyordu. Bu açıkça aptalı oynamaktı. Elindeki çikolatalı pastayı aldım ve masamın altında duran çöpe attım duraksamadan.
“Benim meyveli pasta sevdiğimi bilmeyecek kadar kendi içinizde yaşıyorsunuz artık bu hayatı. Senelerdir hem de.”
“Sen çikolatalı sever…”
“Sev mem anne!” dedim bastırarak, annem fark etmedi ama sesim titredi. “Çikolatalı pasta sevmem. Sen seversin. Senin amacın benim doğumumu kutlamak değil zaten, doğurduğun günü kutlamak. Lütfen git bir pasta al ve bunu kutla ama bana bunu yapma. Bugün önemli evet. Doğduğum için değil, ilk resim sergimi açtığım için. Teşekkür ederim, bunu sonra kutlarız. Çok incesin. İnci, annemi de alıp gider misin lütfen?”
“Abla…” dedi ilk kez.
“Hadi ablacığım. Lütfen. Akşam sergide görüşürüz. Çalışmak istiyorum biraz, akşam benim için çok özel bir gün. Daha fazla annemin bencilce bunu kamçılamasına izin verme.”
“Çok kırıcısın Firuze.”
“Kırmak, kırılmak gibi nahif duyguları hak eden bir aile değiliz biz anne. On altı kasımlar sana bunu hatırlatsın,” dedim açıkça. Kötü insanlar belli aralıklarla kötü olduklarını hatırlamazlarsa, kötülüğü bu hayatın normali sanmaya başlarlardı. İyileri aptal gibi görmeye kalkışırlardı sonra. İyiliği absürtleştirirlerdi, kendilerini bu dünya üzerinde yaşayan en onurlu insanlar olarak tanımlarlardı. Kötülük, kötülüğü yapandan daha zehirli değildi. Olurdu ve biterdi. Kendini onurlu gösterecek kadar alçalmazdı.
Öfkeyle çenesi titredi. Ardından rengini aldığım gözleri açılıp kapandı. Bana artık eskisi gibi merhametli değillerdi. Aynaları gibi daima karşılarında duruyordum. Ben bir aynaydım. Aynasına baktı, çirkinliğine dayanamadı ve kapıya doğru adımladı. Ben hiçbir şey söylemez sanıyordum artık ama o cüret etti. “O çocuk yaşıyorsa bil ki seni çoktan unuttu ama sen hâlâ onun yasıyla öldürüyorsun doğduğun günü.”
Kapı şiddetle kapandı, gözlerim şiddetle takvim yaprağını buldu, bedenim aynı şiddetle titredi. O çocuk değil. Ecevit. Ali Ecevit. Benim bu dünya üzerinde en çok sevdiğim oyun arkadaşım. O çocuk yaşıyorsa… Kalbim orta yerden çatladı sandım, çatladığı yerlere kan doldu, kan akmadı kangren oldu. Hızla kolyemi tuttum, kutup yıldızının sivri uçlarını parmaklarıma batırdım. Bazen o kadar çok batırırdım ki parmak uçlarım kanlanırdı. Gözyaşlarım bir şart kipine doldu, takvim yaprağını izlerken akmaya başladı. Avuç içlerimi gözlerime bastırdım, cam duvarlara yağmur damlaları, atölyemin zeminine gözyaşlarım çarpmaya başladı.
***
Gri gökyüzünün akıttığı gözyaşları şiddet kazanmış beni atölyede bir şemsiye arama telaşesine düşürmüştü. Var mıdır, yok mudur, yoksa saçlarımı koruyarak nasıl ineceğim buradan diye telaşlara sürüklerken kendimi bahçe kapısının açıldığını ve siyah şemsiyesiyle babamın şahsi şoförünün bana doğru koştuğunu gördüm. Daha fazla arayışa girmeden aynadan son kez kendime baktım. Üzerimde yeşil askılı, sol tarafında çok derin olmayan bir yırtmaç ve ince bilekten bağlamalı beyaz bir topuklu ayakkabım ve minik bir çantam vardı. Bu gece davete katılan çoğu sosyetenin yanında belki görünmez olacaktım ama yarın manşetlerde elbisemin zarifliği konuşulacaktı. Bunları artık ezberleyecek kadar biliyordum. Üzerime önü kuşaklı beyaz uzun kabanımı aldım ve kapıyı açtım. Birbirimize uzaktan bir baş selamı verdik ve bir an önümde çok küçük bir açıyla eğildi. Bu, bu gece için emrime amade olduğunu gösteren bir işaretti. Kendini dışarıda bıraktı ve şemsiyeyi sadece bana tuttu. Yaşım biraz daha küçükken onlara şemsiyenin altına ikimizin de sığacağını söylerdim, bu eşitlik çabam son birkaç yıldır sonlanmıştı. Çünkü onlar için bile aslında doğrusu buydu. Dünya eşitliği alt ve üst tarafından şiddetle reddeden bir kazanın içinde kavruluyordu.
Merdivenleri indik, ayaklarıma biraz yağmur damlaları sıçradı. Önüme geçti son adımda ve kapımı açtı. Babamın kapısının önünde duran bir başka adam daha vardı. Beni görür görmez kapıyı açtı ve şemsiyeyi havalandırdı. Mesela bu adamın tek görevi ben indiğimde babam için kapıyı açmaktı. Çünkü babam kendi kapısını kendisi açamaz ve kendi şemsiyesini tutamazdı. Bunları benim yapmama da izin vermezdi ve bunu tümüyle itibardan sayardı.
Önce parlak siyah ayakkabılarını gördüm sonra takım elbisesini ve yüzünü. Aynı ifadeyle o da beni süzdü ve yüzü hayranlıkla mest oldu. Anladım. Beni beğendi ama yüzündeki bu ifade abartıydı. Benim babam annemden de iyi bir tiyatrocuydu, çok iyi bir siyasetçiydi.
“Bu dünya üzerindeki en güzel varlıksın,” dedi içli bir sesle. Dip dibe geldik, yüzüme dokundu ve alnımdan öptü.
“Annem duymasın,”
“Annenin yanında da annene aynı şeyi söylüyorum.”
“Yani bu bir yalan?”
“Benim ne düşündüğüm önemli değil, size ne hissettirdiğim önemli. Doğru ya da yanlış, hiç fark etmez.”
“Lütfen bugün siyasetçi gömleğini bırak ve sadece babam gibi ol yanımda,” dedim. Hangi dilden konuştuğunu ben çok iyi biliyordum. Bu bahsettiği cümleyi yönettikleri halka da çok iyi bir şekilde uyguluyorlardı. Bilirdim.
“Pekâlâ, beyaz ayakkabı biraz kötü bir tercih olmuş. Annenin eli değseydi böyle olmazdı.”
“Annem bugün o hakkını kaybetti,” dedim açıkça. Bir adım uzaklaştırdı bu cümle onu benden ve bana uzaktan baktı. Gözü kolyemde takılı kaldı. Annem günü doğum günü zırvalıklarına girmedi. Babam önünü çok iyi görebilen bir adamdı, çok iyi satranç oynardı. Kolyemi boynumdan çekip alma çabası seneler önce tükenmişti. Canımı alabileceğini ama yine de bu kolyeyi boynumdan alamayacağını biliyordu. Bunu onlara en çiğ şekilde göstermiştim ve bu kolye o günden sonra onlar için görünmez olmuştu.
Sanatçı olduğumu iddia eden ailem, bir o kadar sanattan uzaktı. Onlar derin düşünmezlerdi, onlara bir şeyi anlatmak için kafalarına vurarak, oldukça ham şekilde anlatmak lazımdı. Yapmıştım, anlamışlardı.
Bu kolye ancak ölünce boynumdan çıkacaktı, bunu artık biliyorlardı.
Babamla sohbetimiz kısa sürdü ve tek bir işaretiyle iki kapı da bize açıldı. Sağ taraftan babam bindi, bu özellikle dikkat ettiği bir takıntıydı, sol taraftan ben bindim. Babam bu dünyaya solak gelseydi, otuz yaşından sonra temel elini sağ el yapardı. Öylesine takıntılı bir adamdı. Çantamı aramızdaki boşluğa koydum ve “Makam aracıyla gitmemeliydik,” dedim.
“Bunu stratejik olarak söyleyip sekreterimi mi eleştiriyorsun? Öyleyse düşüneceğim ama seçim vakti yaklaşmadı,”
“Bunu tümüyle vicdani olarak düşünüyorum. Sen şu an Umap genel başkan vekili Atilla Akın mısın yoksa Firuze’nin babası Atilla mısın?”
“Firuze ben her zaman Atilla Akın’ım,” dedi tereddütsüzce. “Ayrıca Umap ne? Ulusal Mutabakat Partisi diyeceksin. Bunu anlamayacak kadar aptal değilsin. Ne çirkin bir söylem bunlar? Onların dilinden konuşma bana.”
“Uzun uzadıya parti adını söylemek zorunda değilim.”
“Zorundasın. Sen benim kızımsan zorundasın.”
Senin kızın olmamayı yeğlerdim, vakit ilk sergime bu kadar yakın olmasaydı babamla fazlasıyla kırıcı bir kavgaya tutuşacaktım. Ağır konuşacak, ağır sözler işitecektim ama o kavgaların sonunda biraz olsun gülümsemediğimi biliyordum. Bu gece somurtmak istemeyecek kadar, bu geceye karşı derin bir heyecan duyuyordum. Uzun bir zamandır hissetmediğim bir heyecan hem de.
“Tartışmayacağım seninle,” dedim ve başımı cama çevirdim. Hiçbir şey söylemedi ama onu öfkelendirdiğimi biliyordum. Bir yerden sonra bizim için kapatılan yollardan geçtik, bu sabaha kadar günlerce gidip geldiğim o yere vardık. Türkiye’nin en önemli sanat galerinden birinin içinde tablolarım vardı şimdi. Titredim. Gördüğüm kalabalık karşısında soğumuş ellerimi birbirine bastırdım ve titrek gözlerle arabayı çeken kameralara baktım. Onlarca gazeteci ve kameraman etrafımızı sarmıştı. Yağmur şiddetini azaltsa da hâlâ yağıyordu. Birer birer kapımız açıldı ve şemsiyelerin arasında birkaç adım atıldı. Annemi, abimi ve kardeşimi gördüm. Bizimle aynı anda inmiş olmalılardı. Babam kolunu uzattı bana ve girmemi bekledi. Yüzünde bir devlet otoritesiyle karşıya bakarak yürüyor benim aksime gülümsemiyordu. Kapalı bir alana gidene kadar defalarca kez benim ve babamın adı söylendi. Sorular soruldu. Etrafımıza etten duvarlar örüldü ve kırmızı bir halının önünde mutlu aile pozu verdik. Uzun zaman sonra ilk kez tüm aile aynı fotoğraf karesinde yer aldı. Annemin ve babamın düşünceleri alındı, babama karşı siyasi sorulara girmeye yeltendiklerinde babam güler yüzünü kaybetti ve ikaz etti.
Sözü tümüyle bana bırakarak, kırmızı halıyı benim kalacağım şekilde boşalttılar. Burada sergilenen her şey benimdi ama tüm bu şatafat ve tüm bu ilgi babamaydı. Çünkü bana karşı kurdukları cümleler bile bir yerden sonra siyasete kaydı. Sorular o yöne evrildi. Verebileceğim en kibar yanıtlarla bu anı sonlandırdım, son kez kameralara poz verdim ve adımlarım artık kendimi iyi hissedeceğim o yöne doğru kaydı. Ailemin gelen misafirlerle ilgilendiğini biliyordum. Girişte insanlara göre en ihtişamlı duran ama vakit olarak en az vakit ayırdığım tablomla selamlaştım. Ben eserlerimle konuşurdum. Hatta ben bir tek onlarla konuşurdum, benim tek dostum onlardı.
Sağ alt köşede olan imzama bakarken o tablonun önünde olan adam ilk andan itibaren dikkatimi çekmedi. Onun dikkatini tek çeken şey ben oldum muhtemelen biri adıyla seslendi ama sadece eliyle işaret verdi ve bana baktı. İsmi benim için çok büyük bir anlam ifade etmedi, tanıdık gelmedi ama ne zamanki yüzüne baktım simaya yabancı olmadığımı anladım.
Yeni Ufuklar Partisi Genel Başkanı, babamın kadim dostu olduğu düşünülen ama siyaset sahnesinde iki kişi ne kadar dost olabilirse o kadar yakın olan Orhan Yiğit’in oğlu, Alparslan Yiğit’in ta kendisiydi. Hangi ülkede olduğunu hatırlamadığım ya da hiç merak etmediğim ama yurt dışında eğitim gördüğünü hatırladığım adamdı. Ülkeye mi dönmüştü? “Firuze,” dedi korkunç bir hayranlıkla. Bu hayranlık benim adımları çürüttü ve tabloma yaklaşmadım. Alparslan Yiğit bana doğru geldi. Uzun boyu, takım elbisesiyle bu ülkenin ileride siyaset sahnesinde göreceği bir isimdi. Bunu görebiliyordum. Sırf bu yüzden kameraların bu denli olduğu bir yerde çok fazla kendisiyle gözükmek istemezdim ama yine de nezaketen elimi uzattım.
“Merhaba,” dedim. Elim sıkılmak için uzatılmıştı ama zarifçe kavradı ve dudaklarına yaklaştırdı. Dudaklarını elime bastırdığında yüz ifademin değişmemesi için koca bir savaş verdi. Bir yabancının teması ne ve kim olursa olsun, tipinden ve karizmasından bağımsız beni rahatsız ederdi. Etti.
“Muazzam,” dedi başını iki yana sallayarak. Elimi bırakmadı. “Muazzam. Aklımı kaçıracağım senin ve yaptıkların karşısında.”
“Çok incesin, çok teşekkür ederim.”
Elimi hâlâ bırakmamıştı. “Hayır hayır, bu gece kimseye teşekkür etme. Bu gece teşekkür edilecek tek kişi sensin, sakın kimseye teşekkür etme,” elimi çantamdan bir şey alacakmış gibi çektiğimde hızla konuştum. “Gezme fırsatın oldu mu?”
“Sanatçıyı bekledim,” dedi. Bu adamla denk gelişlerimiz arasına uzun seneler giriyordu ama yine de bu tavrı zerre değişmiyordu. Aklımı kaçıracaktım.
“Çok isterdim ama misafirlerimle ilgilenmeliyim.”
“Bence buradaki hiç kimse Firuze, Amerika’dan kalkıp gelmemiştir.”
Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı, ne söyleyeceğimi şaşırdım. Muhtemeldir ki yalandı. Burayı asıl geliş sebebi kesinlikle farklıydı ama bunu bu şekilde anlatmak daha doğru gelmişti. Tıpkı babamın söylediği gibi. Önemli olan doğrular değildi, bana nasıl hissettirdiğiydi. Şaşkınlığımı attığım da gözlerimi kaçırdım ve iç taraflara doğru baktım. Benim değil ama organizasyonu yapan kişinin tam da söylediği tablolar daha çok ilgi görüyordu ama benim aklım tek bir tablodaydı. Buradaki en kuytu ve uç köşede, yerini kasti olarak ben seçmiştim, duran tablonun önünde biri var mı onu merak ediyordum. Hissedebilen, fark edebilen olmuş muydu onu merak ediyordum.
“Şunu unutuyorsun, ben Atilla Akın’ın kızıyım ve şunu söylemeliyim ki,” dedim ve ona doğru bir adım attım. “Sizin ciğerinizi bilirim,” dedim en kaba tabirle. Bir adım geri uzaklaştım ve gülümsedim. “Yine de vakit ayırdığın için çok naziksin. Hoş geldin.”
Kaşları havalandı ve gözlerime baktı. “Yalan söylediğimi mi düşünüyorsun?”
“Hayır, biliyorum.”
“Babanla siyasete aynı yerden baksak da sen benim için siyaset üstüsün Firuze.”
“Anlayamadım?” dedim çatık kaşlarımla.
“Yani sanatın,” diye bir düzeltmeye gitti. Umuyordum ki öyleydi. Son kez gülümsedim ve “İzninle misafirlerimle ilgileneceğim,” diyerek devamı gelmeyecek bir sohbeti noktalamak istedim. Her şey yolunda gitseydi hızla oradan uzaklaşacaktım ama ansızın elini önce elinde hissettim ve ardından hızla kol kola gelecek hale soktu bizi. Aynı anda adım atmaya başladık, ne yapacağımı şaşırırken kuytu köşedeki tablomu gördüm.
Etrafında kimse yoktu ama tam önünde bir adam vardı.
Yalnızca siyah kabanını fark edebildim ama devamında yanımdaki adama baktım. “Alparslan Bey,”
“Lütfen Firuze Hanım. Bu halıda tek yürümemelisiniz.”
“Bilakis tek yürümeliyim, hemen şimdi birbirimizden uzaklaşıyoruz.”
“İnanın bu mümkün deği…” cümlesini tamamlayamadan, fotoğraf çekiminde iki ayrı uçta olduğum abim Bülent’in adımları yolumuzu kesti ve bulunduğum kol değişti, tuttuğum nefesimi bıraktım.
“Alparslan,” dedi vurgulu bir sesle. “Geleceğini bilmiyorduk.”
Siyaset sahnesinde aynı taraftaydılar ama Bülent’in hiçbir zaman hoşuna gitmezdi bana olan ilgisi. Hiç fark etmeden hayatı boyunca ilk kez bana iyilik yapmış oldu. Tokalaşmalarını izledim. “Türkiye’nin en önemli ressamının ilk sergisini kaçıracak kadar aptal olduğumu mu düşündün?”
“Asla ama babanın yalnızca bir hafta önce yaptığı parti toplantısında koltuğunun boş olması hoş olmamış. Orhan amca seni burada gördüğünü sevinmeyecek,” arkamı döndüm ve yeniden o tabloya bakmak istedim ama o tabloya giden yol doluydu. Göremiyordum.
“Önceliğim parti değilmiş demek ki,”
“İşte tam olarak bu yüzden bizim ileride asla rakip olamayacağımızı, hatta senin benim rakibim olamayacağını söylüyorum da inanmıyorlar bana.”
Yeniden şansımı denedim ama tam da bu sabah bahsettiğim, yanında giyim olarak sönük kalacağım kişilerden biri tüm ihtişamıyla önümü kapatmayı sürdürüyordu. Kim olduğuna bakmadım. Sadece tabloyu görmek istiyordum ama payıma düşen Alparslan’ın onu ilk gördüğüm andan beri yüzünde olan duyguların dağılışı oldu. O bana hayranlıkla bakan adam gitti, yine gülümsedi ama gözleri bir düşmanın gözleriydi.
“Ben meydana çıkarsam rekabet yaratmam zaten Bülent,” dedi ve Bülent’in koluna dokundu. Ortamdaki soğukluk ya da bir başka şey, umurumda değildi. Biraz kaydım ve yeniden tabloya bakmaya kalkıştım ama başaramıyordum. Kimsenin göremeyeceği kadar kuytudaydı, ben bile göremiyordum. “Alır geçerim. Bilirsin.”
“Görmediğim şeyi bilmem,” dedi Bülent. Birbirlerini öldürecek gibi konuşuyorlardı. Tek bir düşünce tüm hislerimi alaşağı etti ve nefesim kesildi. Kalbimin üzerine bir ağırlık çöktü ve Bülent’e baktım. Bülent’e değil. Bir katile. Gibi kalkabilirdi, Bülent her şeyi yapabilirdi. Kalbim yersiz bir korkuya kapıldı, zihnimdeki tüm ışıklar söndü. Korkuyla Bülent’in kolundan çıkmaya çalıştım ama olmadı, izin vermedi. “Muhtemeldir ki görmeyeceğim de.”
“Bülent…” dedi alayla. “Biz dostuz ama bir gün rakip seçmek istesem de kendime bu sen olmazdın biliyor musun? Ucuz siyaset, böyle ucuz kışkırtmaları getirir. Laf dalaşına girmeyeceğim seninle böyle bir günde,” kan akıttığı kelimeleri korkunç bir şekilde değişti ve bana baktı. “Değil mi Firuze Hanım?”
“Birbirinizden hemen uzaklaşın midemi bulandırıyorsunuz,” dedim açıkça. Dizlerim titriyordu.
“Burası sizin sandığınız gibi bir yer değil. Terk edin isterseniz burayı ve istediğiniz bir yerde kozlarınızı paylaşın,” gözlerimin önüne aynı görüntüler düştü, Bülent’in kolundan çıkmayı başardım. Kozlarını nasıl paylaştığını biliyordum bunu nasıl söylerdim?
Alparslan’ın telefonu çalmasa ve onu açmak zorunda kalmasa ne olurdu bilmiyordum. Hızla uzaklaşmak istedim ama Bülent izin vermedi. “Ben senin ağabeyinim,” dedi ve saçlarıma dokundu. “Beni savunman gereken her an…”
“Bülent kes sesini!”
Bedenim de titremeye başladı. Başımı değil sallamak, kıpırdatmaktan korktum. O başı yeniden sallamaktan korktum, titredim, dizlerim tutmadı. Saçlarımdan öptü, “Seninle gurur duyuyorum, her bir parça muazzam gözüküyor,” dedi. “Siyaset değil de güzel sanatlar okuman sahiden bir işe yaradı, yanılttın beni tebrik ederim.”
Onu gövdesinden ittim ve hızla ilerlemeye başladım. O tabloyu bir kez daha gördüm, siyah kabanlı adamı görür gibi oldum ama hızla kendimi lavaboya attım. Görmek bakmak değildi. Bakamadım. Ellerim lavabonun mermerindeyken eğildim, bu korkumun olası bir atağı tetiklemesi an meselesiydi. Böyle bir günde, tuvalet köşesinde panik atak geçirip mahvetmek, isteyeceğim son şey bile değildi. Elim boynumdaki kolyenin taşına gitti ve dilim yine aynı ritme tutuldu. Titremem önce hafifledi sonra tümüyle yok oldu. Erken aldığım önlem işe yaradı. Aynadan yüzüme baktım. Kolye parmak uçlarıma mıhlanmıştı. Ellerimi yıkadım, gerdanımı ıslattım. Belki dakikalarımı daha geçirecekken burada kapının açılmasıyla beraber mermere tutunmayı bıraktım ve arka arkaya birkaç peçeteyi aldım.
Tanıdık simayla aynadan göz göze geldiğimizde ikimizin de ağzından samimiyetsiz bir şaşkınlık nidası koptu ve hemen ardından kısa bir öpüşme geçti aramızdan. Ünlü bir iş adamının kızı olduğunu biliyordum. Daha önce karşılaştığımız için mi tanıyordum yoksa tamamen dergilerden mi emin değildim. Bizim tavırlarımıza rağmen benim için söylediği çoğu şeyde samimi beğeniyi hissettim. Fotoğrafını çektiği birkaç tabloyu gösterdi ve sorular sordu. En son satın alacağı tabloyu açtı ve “Tüm gelirler Çocuk Esirgeme Kurumuna bağışlanacakmış, doğru mu bu?” diye sordu. Şaşkınca ona baktım.
“Gizli bir bilgiydi bu…”
“Ah Firuze… Bizlerin hayatındaki tek gizli sadece bizim bildiklerimizdir. Bunu senden başka bir kişinin dahi bilmesi gizliliği öldürür bilmiyor musun? Biz sıradan insanlar değiliz. Hem bu müthiş bir pr… Baban için bil…”
“Yasemin,” dedim ve tedirginlikle yüzüne baktım. Hayır ismini yanlış söylememiştim, garipsememişti. “Pr denen şey umurumda değil. Bu niyetle yapmış olsam inan ki farklı yöntemler kullanırdım.”
“İtibar da mı umurunda değil?”
“Benim itibarım var zaten,” dediğimde o gülümsemesi tatlı bir aptallığa döndü. Buradaki aptal ona göre ben oluyordum. “Peki sana bir soru, tablomu itibar için mi aldın?”
Çok basit bir oltaydı. Elbette ki düşmedi. “Hayır böyle bir eser evime asılsın diye aldım. Bu davranışım bana zaten itibar getirecek ama sadece itibarım için yapsaydım ve senin yeteneğine bu kadar hayran kalmasam evime asla asmazdım. Müthiş bir yeteneksin…”
“Teşekkür ediyorum,” dedim. Artık çıkmak istiyordun buradan. Koluma dokundu ve gülümsedi. Bana yol verdi. Adımlarım beni nereye götüreceğini biliyordu. Hızlandım, bir başkasına takılmak istemedim. Defalarca görmek istediğim o yer artık tümüyle karşımdaydı ama bomboştu. Kalbim adeta yaşadığım hayal kırıklığıyla hızlandı. Orta yerde durdum, defalarca kez başımı çevirerek etrafımı taradı gözlerim. Siyah bir kaban arıyordu gözlerim. Tek bir isteğim vardı. Tabloyu neden bu kadar incelediğini sormak. Sorsam, bir yanıt alsam ne olacaktı? Boşluktan ibaretti bunun cevabı ama ben o boşluğu deli gibi merak ediyordum. Bu kuytu köşeye kadar varmış ve dakikalarca burada durmuştu.
Ansızın koluma bir hanımefendi girdi. Neredeyse annem yaşındaydı. Kullandığı pahalı parfümün kokusunu aldım en başta. “Firuzeciğim!” dedi fönlü saçlarını savururken. “Senden bir şeyler duymaya ihtiyacım var. Lütfen şu eserin hakkında benimle konuşur musun? Ne düşündün yaparken?”
Beni aldı, kısa zamanda söylediği tablonun önüne sürükledi. “Leman Hanım, ben yaptığım tabloların duygularını sözlü bir şekilde anlatmayı sevmem,” dedim. Gözlerini kapattı ve başını iki yana salladı.
“Yapmayın Allah aşkına! Çok sevdiğim bir yazar vardı, o da ben yazdıklarımı açıklamayı sevmem diyordu. Bu ne tam olarak? Sanatçı kaprisi mi?” dedi. Sitemi tümüyle samimiydi. Gülümsedim, bir kez daha o boşluğa bakmak istedim ama insanlar yüzünden göremedim yine.
“Hayır yalnızca bunu biraz eserimize hakaret gibi hissederiz. Bana göre en fazlasını fırçalarım anlattı zaten, ben daha fazlasını anlatamam. Aynı şey yazar arkadaşınız için de geçerli olabilir. Kelimelerim yetmiyor mu, sözlerime ne hacet diye düşünüyor olabilir. Tabi kendisi adına konuşmam yine de doğru değil.”
Arka arkaya gelmiş bedenlerin arasından geçen minicik bir boşluk vardı. Kimi burnuyla bozuyordu, kimi çenesiyle ama tümüyle kapanmamıştı. Orada bir omuz görür gibi oldum. Siyah kabanın örttüğü bir omuz. Parmak uçlarımı birbirine bastırdım ve heyecanla bir adım atmak istedim. O minik boşluktan gözlerimi alamıyordum. Kaybederim diye korkuyordum. Telaşlı gözlerim kadını buldu. Gitmek istiyordum.
“Bu ruha hiçbir zaman erişemeyeceğim, üzgünüm ama anlamaya çalışacağım,” dedi.
“Leman Hanım bana seslenen biri var izn…”
“En azında tema söyle Firuze. Dur! Lütfen. Bu tablo evimde olacak. Uzun uzun düşünmek istiyorum üstüne. Bana bir şeyler söyle, onun üstüne düşünürüm.”
Tabloya baktım, normal vakitte asla yapmayacağım şeyi yaptım. Fırçalarımdan daha çok konuştum, kendi çizgimden çıktım. Bu hissettiğim his, her neyse öylesine yoğun ve şiddetliydi ki bana bu çizgiyi rahatça aştırdı. Oraya varmak istiyordum, şiddetle çekiliyordum. Karşı koyamıyordum. Daha katı bir merak ne zaman uğramıştı bedenime hatırlamıyordum.
“Kendini sıradan görmeyen insanların, Tanrı’nın gözündeki küçüklüğünü ve basitliğini işledim,” adım atmadan önce kadının gözlerine baktım. “Yani bizim gibi insanları,” dedim açıkça. Yüzündeki ifade sarsıldı, ne diyeceğini şaşırdı. Bulamadan ondan uzaklaştım. Defalarca kez durduruldum. Fotoğraf çekildiğim insanlar oldu. Alparslan Yiğit yeniden önüme geçti. Kahve içmekten bahsetti. İlk kez o gözlerimi alamadığım yeri gördü ve dönüp baktı. Sorguladı ama onu da geçiştirdim.
O kadar geç varabildim ki o tabloya, zihnim onu ulaşılmaz kılmıştı. Dağın zirvesini görünce dağa tırmanacak cesaretim kırıldı. Siyah kabanlı adamın birkaç adım gerisinde, parmak uçlarımı yine kutup yıldızının çıkıntıları tırmalarken kalbim kriz geçirir gibi hızlı atmıyordu, kalbime dokunsam durduğunu düşüneceğim kadar yavaş atmaya başladı. Kaç Firuze. Parmak uçlarım sızladı. Git Firuze. Adımlarım geri gitti, dilim susmadı.
“Beğendiniz mi?”
Firuze kaç.
Bir sanat icra ettiğimi hep söylerdim ama bir sanatçı olduğumu açıkça hiç söylemedim. İnsanların dile getirmesinden çok hoşlandım ama ben özgüveni öylesine yüksek bir kadın olmadığım için söyleyemedim. Sanatçılara yüklenen iyi kötü her özelliği kabul ettim ama. Bunların başını annem abartı çeker derdi mesela. Her şeye, herkese abartı. Siz abartmadan yaşayamazsınız. Siz abartılı anlamlar yüklemezseniz üretemezsiniz. Babam beni yersiz bulurdu, annem sanatçı. Neye tam olarak nasıl bir anlam yüklediğimin bilincinde değildim ama aklımı kaçıracağımı hissettim. Görünmez bir dalga tablonun önünden bana doğru savruluyordu.
“Olağanüstü,” dedi.
Dalga yüzüme çarptı ama beni öne doğru savurdu. Cesur bir adım attım ve arkasından yanına geçtim. Yüzüne bakacak cesareti bulamadım, tabloma baktım çünkü kendimi en güvende orada hissederdim. Babam bana korkak derdi, annem ise sanatçı.
“Söylediğiniz gibi olağanüstü olsaydı yeri burası mı olurdu?”
Çok korkuyordum. Zihnimin inşa ettiği o kutsallık bozulacak, beni tatmin etmeyecek basit cevaplar duyacağım diye çok korkuyordum. Yüklediğim abartılı anlam yetersiz kalacak diye çok korkuyordum. Bu bende yine ‘abartılı’ bir hayal kırıklığına uğratırdı.
“Gözden sakınılan, gözler önüne serilmez,” dedi sarsılmaz bir halde. Gözlerimi kıstım. Cümle yerli yerine oturdu ilk anda. Cesaretimi biriktirdim ama yüzüne bakacak kadar toplayamadım. Hâlâ korkuyordum. “Yoksa bu kuytu köşeyi, bu tablo için özellikle seçtiğinizi inkâr mı edeceksiniz?” sesi ve üslubu öylesine bir delikti ki, kendimi bir hortumun basıncıyla o deliğe çekilmiş gibi hissettim. Bir İstanbul beyefendisiyle konuştuğumu hissettim.
“Doğruluğundan emin olunan şey için inkâr gibi bir ithamda bulunmak gerekir,” dedim daha fazlasını duymak için.
“Doğruluğundan eminim,” dedi ve bir adım bana yaklaştığını hissettim. Aramızda üç karışlık bir mesafe vardı. Bir adım attı, iki karış kapattı. Elini öne doğru uzattığında tabloda dokunduğu yere bakamadan ellerine baktım. Ellerinin büyüklüğü parmaklarının uzunluğundan geliyor, bu büyük görüntüyü tırnakları kamçılıyordu. Dibine kadar kesilmiş tırnakları vardı. Tırnaklarını öylesine derinden kesmişti ki, istese de kendini kaşıyamazdı. Canı acımıyor muydu?
“Önce imzanızı mı attınız?” diye sorduğunda tüm korkumu içimden söktü aldı. O kutsallık tümüyle haklı çıktı. Cesaretimi toplamayı bitirdim ve hiç anlaşmadan aynı anda birbirimize baktık. Fırçalarımı istedim yalnızca. Bir yazar olsam kalemimi isterdim, ben yalnızca fırçalarımı istedim. Kahverengi gözleri küçüktü, bir mezar gibi içe çöküktü. Fırça izleri tabloya çarpıyordu zihnimde. Küçük, kahverengi gözler… Fırçanın şiddeti arttı, renkler ve şekiller birbirine girdi. Bu benzerlik ensemden sinsi bir nefes üfledi. Nefes almak benim için artık lükstü. Gözleri bir an gerdanıma kaydı ama çok kısa sürdü yeniden gözlerime bakmak.
“Bu arada tanışmadık, ben Erdem.”
Eli aramızdaki boşluğu doldurdu, bir karışı kapattı. Firuze kaç. Beklemedim elini sıktım, gözlerine bakarken.
“Firuze,” dedim.
“Firuze,” dedi.
Elimdeki baskısı arttı, tenlerimiz birleştiği yerde durdu. Eski bir dosta benzetmişim gibi değil, biraz olsun yeniden görebilmek için bu benzerliği uzun uzun izlemek istedim. Gözlerine diktim gözlerimi. Demek ki gözleri küçük olan insanların gözleri, büyüdüklerinde de küçük kalırmış. Bu gerçek bana tablolarca çizdirebilirdi. Çünkü ben küçükken aksini iddia ederdim. Gözlerin büyüyecek derdim…
Derdim öylesine farklıydı ki benim adımı dillendirdiğini fark edemedim bile. Güldü, o şaşkınlığımı bambaşka şeye yordu. Gözlerine baktığımı anlayamadı. “Elbette ki hayranınızım.”
Elini elimden ayrıldı, gözlerini çok çabuk aldı benden. Onu saatlerce yalvarabilirdim biraz daha gözlerine bakabilmek için bunu ona açıklayamazdım. Yeniden tabloya baktığında ben onu izledim. “Yoksa bunu da mı inkâr edeceksiniz?” bana soru sorduğunu bile fark etmedim. Gözlerini bana yeniden bahşetmeyene kadar, o gözlerde sorguyu görmeyene kadar sarsılmadım. “Efendim?” dedim gözlerimi kırpıştırırken. “Çok özür dilerim anlayamadım?”
“Dedim ki, önce imzanızı mı attınız?”
“Evet.”
“Neden? İmza en son atılmaz mı?”
“Bazen atılmaz.”
“O bazı an, hangi anlar?” diye sordu. Tabloya bakıyordu. Bedeni değil ama ruhu hissettim. Arkama baktım istemsizce. Kimi arıyordum? Kimi aradığımı bilmiyordum ama kimi hissettiğimi biliyordum. Tablodaki erkek çocuğun sırtına baktım, öyle yanıt verdim.
“Tablonun bana ait olduğunu hissetmemin, tablodan daha önemli olduğunu bildiğim anlar.”
“Yanlış,” dedi.
“Yanlış olan ne?”
“Beyaza imza atılmaz,” imzamın olduğu yere baktı. “Safı da kanun korumaz.”
“Yanlış,” dedim.
“Yanlış olan ne?”
“Hukukla sanat dost değil.”
“Doğru,” dedi.
“Doğru olan ne?” diye sorgulamaya devam ettim.
“Her şey adalete düşman, dostluk mümkün değil.”
Neden böyle bir anın içindeydik, neyden bahsediyorduk bilmiyordum ama bu sabaha kadar sürebilecek gibi duruyordu. Bir an güldüm ve yeniden baktım ona. Bu bedene yabancıydım, ruhun benzerliğinden kendimi sarsarak kurtarmaya çalıştım ve sordum. “Siz kimsiniz Erdem Bey?”
Aynı gülümseme onda da peydah oldu. Bana baktı, hatta beni süzer gibi oldu. “Sanatsever,” dedi. Başını biraz daha eğdi, bu bana tepeden baktığını hissettirdi. Ayağımdaki topuklulara rağmen benden uzundu ama tepeden bakacağı kadar kısa değildim ben. “Ya da adalet düşmanı. Hangisini seçerseniz.”
“Tercihim sanatseverden yana olur,”
Çok silik bir kahkaha attı, yere bakarken kafasını iki yana salladı. “İnanın tahmin etmiştim.”
“Neden bu tablomun başında bu kadar vakit harcadınız?” diye sordum ansızın. Halbuki az önce gülümsüyordum. Oysaki şimdi ciddileşmiştim. Yüzünden hiçbir şey kaçırmak istemedim. O benden gözlerini kaçırsa da.
“Bunu neden bu kadar merak ediyorsunuz?”
“Çünkü kimse bu tablonun fotoğrafını bile çekmeyecek bugün. Biliyorum. Sanatın sahibi, sunduğu eserin kim tarafından ne kadar sevileceğini kendiyle yüzleşirse eğer bilir.”
“Madem yüzleştiniz, neden bu tabloyu yaptınız?”
“Kendim için yaptım çünkü,” dedim açıkça. Az önce bana yalvaran kadına ağzımı bıçak açmamış gibi her şeyi tüm çıplaklığıyla dillendiriyordum ve bu engelleyebileceğim bir eylem değildi.
“Neden burada o zaman?”
Uzunca düşünürsem sessiz kalacağım bir soruydu. Hiç düşünmeden “Birini arıyorumdur belki,” dedim. Bu cümle yeterliydi, biraz olsun ruhumu görebilen biriyle denk gelmeyecek kuvvetim yok artık diyemedim. Bu tabloya biraz olsun bakacak biriyle yapacağım kısacık bir sohbet bile yeterdi yeniden yaşamayı istemeye. Yaşayacak kuvvetim kalmadı diyemedim. Bugün tam yirmi beş yaşına girmiş bedenimi, ruhumun daha fazla ayakta tutmak istemediğini dillendirmedim. Buhranımdan bahsetmedim ona. Tutunacak bir dal aradığımı söyledim üstü kapalı halde.
“Bulabildiniz mi?”
“Bilmem…” dedim yalnızca. Cevaplarım kapalı bir kutunun içinde kalmaya devam etti ama içimden gelen sesi duyabiliyordum. Sanırım buldum… “Siz bulabildiniz mi?”
“Neyi?”
“Bu tabloda dakikalardır aradığınız şeyi?”
“Bilmem…” dedi aynı şekilde. Ona baktım. Söylemeliydi. Ne gördüğünü söylemeliydi. Gecelerce aklımı delecek bir soruydu bu. Benimle söğüt ağacı hakkında konuşmalıydı biraz. Üzüm taneleri ve zambaklar hakkında sonra… Cebinden bir kart çıkardı ve bana uzattı. Kartın üzerinde Erdem Kılıç yazıyordu. Şirketin adına bakmadım, numaraya baktım.
“Bir gün sorduğum sorunun cevabı bilmem olmazsa ve bana söylemek isterseniz, buyurun. Buradan ulaşın.”
“Peki siz cevaba ulaşırsanız benden önce?”
“Ben size her halükârda ulaşırım Firuze Hanım,” dedi. Kartı aldım, parmak uçlarımız birbirine temas etti. Kalbim hissedemediğim andan uzaklaşmıştı, taban tabana zıttı. İkimizin de parmakları soğuktu. Kartı verdi bir kez gözlerime baktı, bir kez gerdanıma ve arkasını dönüp gitti. O bana sırtını döner dönmez acıyla ezildi yüzüm. Gözlerini unutmamak için gözlerimi kapattım. Bir daha görür müydüm meçhuldü.
Küçük gözleri olan çocuklar, küçük gözlü büyük adamlara dönüşürmüş.
Bu gece bunu yazacaktım günlüğüme. Fırçalarımla.
***
“Yani siz adamla birbirinize numaralarınız vermediniz doğru mu?”
“Bana kartını verdi, orada numarası yazıyordu.”
“Adam fakir olduğu için kontörü olmayabilir mi? Çünkü bana böylesine bir flörtten sonra numaralaşmamak mantıklı gelmiyor.”
“Hilal adam, o tabloya gecenin en büyük parasını ödedi. Sence sorun kontör mü? Ayrıca o an… Bir flörtleşme değildi.”
“Sen hayatında kaç kez flörtleştin ki, değildi diyebiliyorsun?”
“Aptal değilim,”
“Annen gibi cevap vereyim mi?” diye sorduğunda yüzümü buruşturdum ve başımı iki yana salladım.
“Rönesans döneminde sadece sanatıyla yaşayan kafayı yemiş bir sanatçı gibi yaşıyorsun. Senin hayatındaki tek insan sensin Firuze ve ben dış dünyadaki bir insan olarak o adamla yaşadığın şeye flörtleşme diyorum. Eminim adam senin gibi kafayı kendisiyle yemediği için adam da bunu öyle sanıyor,” dedi.
Senin hayatındaki tek insan sensiz Firuze…
Evet annem de aynı şeyi söylerdi. Evet annem gibi konuşmuştu ve evet. Bu hayatta hem annem hem de en yakınımda olan arkadaşım bile içimde iki kişiyi yaşattığımı bilmiyordu. Arkadaşımı anlıyordum. O, o kişiyi tanımıyordu. Annemi de anlıyordum. Katiller, öldürdükleri kişiyle yaşayacak kadar vicdan sahibi insanlar olsaydı, zaten öldüremezlerdi.
Yere attığım minderlerin birine oturmuş, eline tutuşturduğum bardağı tutuyordu. “Her neyse, fakir değil, kendi numarasını veriyor, ben sana ulaşırım diyor. Adam o zaman MİT’te çalışıyor.”
“Saçmalama!”
“Çok gizemli değil mi ya? Tipini anlatsana nasıldı?” dedi merakla. Hafifçe doğruldu çöktüğü yerden. Kendimi geri çektim ve kapımı çektiğimi hissettim. Bir an fazla ayrıntı verdiğimi düşündüm. Ötesi bana özel kalmalıydı.
“Ne olur kilitleme kendini… Merak etme adam o kadar gizemli ki daha hiçbir şey anlatmadın bana.”
“Konuyu kapatalım mı Hilal?”
“Çok kötüsün,” dedi sıkıntıyla. Ben insanlara tümüyle içimi açmaya korkardım. Bana dair hiçbir özeli kalmaz sanır, onun değerini bilmediğimi hissederdim. Bir de ben, her şeyin söylenmeyeceği ailesi tarafından baskılanarak öğrenmiş bir çocuktum. Yedi yaşımdan beri. Her türlü yolla bu bana anlatılmıştı. İnsanlara anlatmaya korkuşum psikoloğuma göre buradan gelirdi, anneme göre sanatçı oluşumdan.
Hilal duvardaki saate baktı. “Gitmem lazım, trafiğe kalacağım yoksa. Yoksa sıkıştıracaktım seni,” kalktı yerinden, kabanını giydi ve bana yaklaştı. Birbirimizi öptük ama biraz mesafeli durdu. Boyalarımın kıyafetlerine bulaşmasından hiç hoşlanmazdı. “Şu adı neydi, siyasetçinin oğlu. Alp miydi… Hı tamam, Alparslan. Sergide gazetecilere verdiği röportajı okudun mu?”
“Gördüm ama ilgilenmedim.”
“Çok havalısın Firuze Akın ama benden söylemesi. O adam sana tapıyor ve kabul edelim ki yakışıklı.”
“Sizi tanıştırabilirim,” dedim bir daha bana bu teklifle gelmemesi için açıkça.
“Yok canım, siyasi görüşümüz kendisiyle epey ters. Ben onu tenhada vururum o beni ama siz…”
“Hilal, derse yetişemeyeceksin.”
Asker selamı verdi ve “Mesaj alınmıştır ve konu kapanmıştır,” dedi. Son hamlesinde saçlarımın arasındaki fırçayı çekti ve beni sinir etti ama çabucak çıkıp gitti. 7 farklı rengi karıştırarak elde ettiğim tona baktım. Fırçayla beraber bıraktım paleti yerimden doğruldum. Gökyüzü dünün aksine bugün sakin ama yine solgundu. Gri bulutlar güneşe izin vermiyor, ezip geçiyordu. Güneş yetim bir çocuk gibi geride duruyordu. Masanın üzerine koydum başımı. Yüksek sesli bir müzik açtım, doğruldum yerimden. Rastgele bir kâğıt aldım ve orta yerine bir çift göz çizdim. Bana bir gerçeği öğreten gözler.
Küçük gözleri olan çocuklar, küçük gözlü büyük adamlara dönüşürmüş.
Yüzüm defalarca kez avucumun içine düştü. “Firuze kendine gel,” dedim sabırsızca. “Kendine gel, kendine gel, kendine gel!” neredeyse yirmi dört saat olmuştu. Kafamı toplayamıyordum. Ne yaşıyordum? Bir hastalık gibi enseme yapışmıştı. Öyle bir hastalıktı ki benzerliğin beni yakıp yıkmasına fırsat vermiyordu. Çekmeceden kartı çıkarıp numarayı tuşlamak sekiz saniyemi aldı. Beklemeden kulağıma dayadım. Açtığında pişman oldum. Kapatmam için hamle yaptım, sesini duydum.
“Efendim.”
“Erdem Bey,” dedim yalnızca. Hayır başka bir isim sallamalı ve bu telefonu kapatmalıydım. Kâğıdı da çöpe atmalıydım.
“Efendim Firuze Hanım?”
“Siz…” gözlerimi yumdum ve alnımı ovaladım.
“Benim ses hafızam kuvvetlidir.”
“Anlıyorum.”
“Sizi dinliyorum.”
“Tabloyu almışsınız, teşekkür etmek istedim.”
“Yalnızca tablo için mi bu arama?” ne yaparsam yapayım bir adım önümde gibi hissediyordum. Yetişemiyordum.
“Hayır,” dedim yenilgiyle. “Belkiler sonuca ulaştı.”
“Anlıyorum. Akşam saat sekiz uygun mudur?” dedi. Bedenim titredi. Ben ne yapıyordum? Nasıl durduramıyordum kendimi?
“Uygun,”
Daha önce gittiğim bir restoranın adını söyledi. Başka da bir şey konuşmadık. Hızla kapattım telefonu. Çizdiğim gözlere baktım. Yine fısıldadı. Koş Firuze.
***
Perçemlerime taktığım bigudiye fön makinesiyle uyguladığım ısının ardından makineyi kapattım ve makyaj masamın üzerine koydum. Bigudiyi saçlarımdan çıkardığımda elimin senelerdir alıştığı gibi şekil verdim ve o kelebek şekli saçlarımın iki yanında oluştu. Üzerimde kalın askılı bileklerimin bir karış üstüne kadar uzun, vücudumu saran siyah bir elbise vardı. Elbisemin sol taraftan üst bacağıma kadar oluşan derin bir yırtmacı, altımda bilekten bağlamalı, çok yüksek olmayan bir topuklu ayakkabı vardı. Üzerime yine siyah renkteki, önden bağlamalı kabanımı aldım. Aynadan son bir kez yüzüme baktım. Burnumun ve yanaklarımın soğuktan kızaracağını bildiğim için allığı olabildiğine az tutmuştum. Takı takmamıştım sadece kolyem vardı boynumda. Kolyem artık takı olarak nitelendirebildiğim bir şey değildi. Bir uzvum gibi daima benimleydi.
Tek amacım evden kimseyle denk gelmeden çıkıp gitmekti ama bir ev ne kadar büyük olursa o kadar çabuk yakalanırdınız. Çünkü gözler de artardı. Senelerdir sayılı kullandığım evin içindeki asansörü bile kullandım çabucak kaçmak için ama asansör kapısı kapanmadan anneme yakalandım. Asansörü durdurdu ve kendini son anda içine attı. Dışarıda hiç tanımadığım biriyle denk gelmişim gibi sessizce karşıya baktım. İzin verirse eğer kapı açıldığında da inip gidecektim hemen ama mümkün olmadı.
“Bir saniye bir saniye,” dedi ve elimden tutup beni kendine çevirdi. Kıyafetime baktı. “Nereye gidiyorsun sen?”
“Arkadaşımla,” dedim düz bir sesle. “Yemek yiyeceğim.”
“Hilal’le mi?”
“Hayır.”
Kısa bir sessizlik oluştu aramızda. “Aklıma bir başkası gelmeyişi durumun vahametini gözler önüne seriyor mu?” dedi açıkça alay ederek.
Ona çevirdim hızla başımı. “Anne bazen kırıcı olmam için zorluyorsun ama farkında mısın? Beni siz böyle yetiştirdiniz. Sosyallikle büyütülen bir çocuk oldum da ansızın büyüyünce evlere mi kapandım?”
“Abin ve İnci neden senin gibi değil peki? Onların fazlasıyla arkadaşı var ve bir şeyleri bahane etmiyorla…” sinirlerim kısacık bir asansör yolculuğunda öylesine bozuldu ki kahkaha atmaya başladım. Asansörden inerken yüzüm yere eğik gülüyordum, biraz daha gülersem ağlamaya başlayacaktım. Ne zamanki peşimden geldiğini hissettim topuklularım üzerinde ona sert bir dönüş yaptım. Gülüşümü katlettim.
“İnci eve kapatılmadı anne,” dedim açıkça. Ben büyüdükçe annem her şeyi küçümsemeye başlamıştı ama bilmeliydi ki her şey benimle büyüyordu. Küçükken ağırlığını hissetmediğim şeyler bile artık taşıyamayacağım noktadaydı. “Oğlun olacak adam da zaten birini öldü…”
“Firuze.”
“Sus o zaman!”
“Yüz yıllık olaylarla beni vurmaktan vazgeç!”
“Asıl sen bende bıraktığınız bu travmaları deşmekten vazgeç. Geçmiyor. Yüz yıl da olsa geçmeyecek! Siz atlatmış olabilirsiniz. Hatta mutlu bir aile tablosu içerisinde olabilirsiniz ama ben orada yokum anne. O resmin içinde değilim.”
“Sana bu aralar ne oluyor Firuze?” diye sordu yüksek sesle. Birbirimize artık bağırıyorduk. Nefes alamadığımı haykırmak istedim. Vicdan denen illet ve vicdan denen lütuf öylesine büyük bir duyguydu ki her şey ölüyordu ama o sağlam kalıyordu. Aklımı kaçıracaktım, ben ölecektim ama o sapasağlamdı.
“Hiçbir şey olmuyor anne,” dedim bitkince. Anlaşılmamak susmaya yeterdi. “Arkadaşımı bekletmek istemiyorum.” Yanından geçip gittim. Kapım ben uzanmadan açıldı.
“Alparslan’la mı bu akşam yemeği?”
“Rezalet bir tahmin.”
“Ya kimle o zaman?”
“İyi geceler anne.”
“Şoför bıraksın seni.”
“Kendi aracımla gideceğim.”
“Firuze,” cevap vermedim bahçeyi aştım ve bana doğru yaklaşan herkesi elimle durdurdum. Kendi aracıma atlayıp gittim. Biz öylesine önemli ve mühim insanlardık ki her yere makam aracıyla gitmeliydik. Yollar bizim için kapatılmalıydı. Biz o kadar önemliydik ki görevi bu halka hizmet etmek olan babamın kendi ve ailesinin rahatı için yapmayacağı hiçbir şey yoktu. Giyeceğim kıyafet, takacağım takı, nerede durmam gerektiği, nerede konuşmam gerektiği bunların hepsi önceden yazılmış bir piyesten ibaretti.
Yine düşüncelerin buhranında kaybolacağımı sandığım bir yolculuk oldu ama hissettiğim tek şey karşı konulamaz bir stres ve bana kaza tehlikesi yaşatan bir heyecandı. Mesafe azaldıkça kutup yıldızının sivri uçlarını daha çok hissettim parmaklarımda. Yeniden iletişime geçmediğim, hayatım boyunca yalnızca bir kez gördüğüm bir adamla yemeğe çıkıyordum. Belki de gelmeyecekti. Evet bu bir alaydan ibaretti. Gidecektim saatlerce bekleyecektim sonra da kalkıp gidecektim. Belki babamın karşıt görüşünden biriydi. Benim de babamdan hallice olduğunu düşünüp kendince alay edecekti benimle. Bu ihtimal beni garip bir şekilde sinirlendirmedi. Yine de sürdüm aracı. Tüm olması yüksek kötü ihtimallere karşı topuklularımın üzerinde kendimden emin bir şekilde yürüdüm. Valeye anahtarı bıraktım, kabanım üzerimden alındı ve etrafımda dolaşan insanlara birer birer teşekkür edip Erdem Kılıç ismini verdim.
Söylenen masa numarasına kadar biri bana eşlik etti. O kendimden emin adımlarımın sebebi sanırım gittiğim yerde kimseyi görmeyecek olmaya kendimi ikna etmemdi. Görünce adımlarım yavaşladı. Kaç Firuze. Karşısındaki boş sandalyeye bakıyordu. Baskın bir topuk sesim de yoktu ama yine de sanırım fark etti geldiğimi başını kaldırdığında göz göze geldik. Üzerinde siyah bir gömlek ve siyah takım bir elbise vardı. Beni görünce yavaşça ayaklandı ve ikimiz de aynı anda birbirimize elimizi uzattık.
“Hoş geldin,” dedi. Bana sen diye seslenişi mi, ses tonu mu yoksa sadece ellerimizin teması mı bilmem stresimi tetikledi. Kolyeme tutunmak istedim sadece.
“Hoş buldum.”
Ellerimiz ayrıldı, bana eliyle sandalyeyi işaret etti ve önce benim oturmamı bekledi. Önümüze menüler konuldu, garson yanımızdan ayrılana kadar ikimiz de hareket etmedik. Kolyeme dokunduğumda soluklandım. Gözleri dokunduğum noktada kaldı. Hiç kaçırmadı bakışlarını, ne zaman ki ben kolyeme dokunmayı bıraktım o zaman gözlerime baktı.
“Niye buradayım bilmiyorum,” dedim açık seçik. “Hatta buraya gelmeden önce aslında senin gelmeyeceğini vesaire düşündüm. Yalnızca beş dakika maruz kaldık birbirimize ve şu an aynı masadayız. Akıl alır gibi değil benim için,”
“Neden akıl alır gibi değil?”
“Neden mi? Yani anlamsız değil mi şimdi burada olmamız? Tablomun önünde birkaç dakika konuşmak dışında ne kadar tanıdık ki birbirimizi? Tablo… Evet aslında tablo. Sadece o tablo benim için öylesine önemliydi ki… Ve evet o tabloyu o kuytu köşeye özellikle koydum. Göz önünde olursa, insanlar geçip giderken elbet dururdu önünde. Bunu istemedim. O tablonun yeri benim içi…”
“Basit bir tablo.”
Henüz toparlamakta zorlandığım cümleler dakikalara bedel olacak kadar uzayacaktı. Duygusal bir boşlukta, biraz olsun isteyerek bulunduğum bir yerdeysem haddinden fazla konuşabilirdim. Burası benim kendi ayaklarımla geldiğim bir yerdi. Çok hevesliydim. Yarım saat olmamıştı daha anneme cümleler kurmaya erineli ama şimdi dilimin ucunda onlarca cümle vardı. O tabloyu, neden benim için o kadar özel olduğunu. Her şeyi anlatacaktım durmadan ve hiçbir şey beni kendi eserimden bahsederken böylesine kamçılayamazdı.
“Efendim?” dedim şaşkınca. Öylesine sarsıldım ki sadece kaşlarımı oynatabildim. Yanlış duyduğumu sandım.
“Basit, kuytu köşeye atılması gereken bir tabloydu. Onu girişe koymak facia olurdu, tebrik ederim. Yeri çok doğruydu. Şimdi sen sanırım çok heveslisin serginin en basit tablosu hakkında konuşmaya ama inan ki her şeyi konuşulmayacak diye ödü kopan insanların kibriyle bu akşam uğraşamayacağım. Bakma öyle, dürüst olalım birbirimize.”
Tutuldum. Dilimin altındaki onlarca cümle birbirini ezdi, ölüleri kaldı. Hiçbir şey söyleyemedim bile. “Yok şöyle önemliydi, yok böyle mühimdi. Ne anlatıyorsun sen? Serginin en basit tablosuydu. Elin de hep boynunda, ne o zımbırtı?” dedi. Elimle kolyemin üzerini kapatmamak için zor tuttum kendimi. Olduğum yerde küçüldüm. Herkes bana bakıyor gibi hissediyordum. Öylesine berbat bir his doluştu ki boynuma, nefes alamadan bakıyordum ona. Kalkıp gitmek ya da karşılık vermek arasında hiçbir şey yapmadan sallanıyordum. Bunlar gerçek miydi?
“Ne saçmalıyorsun sen?”
“Saçmalık mı? Eleştiriye açık değil misin yoksa? Basit bir ta…”
“Madem o kadar basitti ne diye dakikalarca başında durup üstüne satın aldın tabloyu?”
“Ben basit olanla ilgilenirim çünkü. Şu an buradayım mesela görmüyor musun?”
“Küstahlaşma,” dedim. Az önce bize bakmayan insanlar artık bakıyordu. Sesim yükseldi. “Sen kiminle konuştuğunu farkında mısın?” beden dilimi masadan uzaklaştı. Kalkıp gitmek üzereydim.
“Kiminle konuşuyorum? İnan ki zerre umurumda değil,” yeniden boynuma baktı. “Benim basit olana ilgim senin de anlam yükleyişin var galiba. Boynunda ne kadar ucuz duruyor, takarken de mi utanmadın? Madem bana kiminle konuştuğumu hatırlatmaya çalışıyorsun,”
“Kolyem hakkında tek bir yorum daha yapma kes sesini. Terbiyesiz. Benim hatam. Ne işim var burada, bu masa…”
“Kolyem mi? Basit olanı severim dedim ya. Hadi bir fiyat biç, onu da alayım. Bir akşam yemeği de onun için ayarlarız.” Masanın üzerindeki bıçağı aldım ve tam tersini orta yerine vurdum.
“Bana bak,” dedim. Tüm kişisel gelişimime veda etmek üzereydim. “Ben seni satın alırım, sen bu kolyeyi satın alamazsın anladın mı?” dudakları aşağı doğru vay dercesine büzüldü. İlk kez Atilla Akın’ın kızı gibi konuştum. Kendimden tiksindim. Devam ettim. “Duydun mu beni? Ben seni satın alırım, sen bu kolyeye dokunamazsın bile. Sen benim kim olduğumu, kiminle konuştuğunu gayet iyi biliyorsun. Benim yapabileceklerimi de zerre bilmiyorsun. O tabloyu iade edeceksin ve bir daha asla benim karşıma çıkma cüretinde bulunmayacaksın.”
“Sizin böyle her şeye gücünüz yetiyor demek?” dedi sahte bir şaşkınlıkla. Yerimden kalktım ve çantamı aldım. Ne diye buraya gelmiştim? Her zaman aptal duygularımla hareket etmek zorunda değildim.
“Evet yetiyor, aklının alıp alamayacağı her şeye yetiyor.”
Geçip gitmek istediğim an kolumdan tuttu ve neredeyse burun buruna kaldık. Gözlerindeki benzerlik bile benim için artık yok oldu. Benzemiyordu, böyle birine benzememeliydi.
“Yok edersiniz yani beni öyle mi?”
“Ederiz,” dedim bastıra bastıra.
“Basit bir tablo ve ucuz kolye için?” eli kolyeme gitmek isteği an, bulunduğumuz ortamı umursamadan hiddetle elimi kaldırdım. Belki de hayatımda ilk kez birine böylesine vurmak istedim. Ne kolyemi bıraktı ne de yüzüne inecek darbeye izin verdi. Kolyemi kurtardım ama elimi kurtaramadım.
“Kaç kişiyi yok ettiniz böyle?” dedi. Bu cümleye tüm öfkemin orta yerine bir kurşun gibi saplandı. Ölmedi ama çöktü. Neye uğradığımı şaşırdım. “Anlatsana. Çok açık sözlüsün, kaç kişinin hayatını elinden aldınız? Suçlu suçsuz demeden? Hep böyle kolay mı yok edersiniz insanları? Kaç kişinin günahı var boynunuzda?”
O bunları neden söylüyordu, nereden canı yanmıştı ya da derdi neydi bilmiyordum ama söylediği her şey tek bir noktaya dokunuyordu bende. Belki o sadece yaşadığım güç zehirlenmesine dem vurmak istiyordu ama canım bir başka yerden yanıyordu. Babamın kızı gibi davrandım, ilk kez. Pişman edilmem geç olmadı. Kaç kişiyi yok etmiştik bilmiyordum ama bir kişi vardı ki, ondan kalan tek parça için bile şimdi burada bu adamı parçalayabilirdim.
“Bırak!”
“Cevap ver, az önce kendinden bahsedi…” devamına izin vermeden adeta çırpınarak kurtuldum ondan. Nefes nefeseydim ayakkabılarımın üzerinde hızla yürürken. Kapının önünde bir curcunanın içinde kaldım. Zor sıyrıldım şiddetli bit kavgadan ama biraz olsun dönüp bakmadım ne oluyor diye. Tek bir isteğim vardı, buradan hemen uzaklaşmak. Dudaklarım zangır zangır titriyor, bacaklarım beni taşımıyordu.
Kaç kişiyi yok etmiştik?
Kabanımı almadım, rüzgâr önce saçlarımı geriye doğru savurdu, sonra gözbebeklerime kadar üşüttü beni. Gözyaşlarım gözlerimde donuyordu. Araba geldiği an bindim, emniyet kemerimi bile bağlamadan sürdüm. Evet doğru düşünüyordum. O tabloyu oraya birini bulmak için koymuştum.
Tablo benim çocukluğumdu. Tablodaki ben ve Ecevit’tik. Birini buldum, geldi ve bana hatırlattı. O tablonun katili bizdik. O tablodaki çocuğu biz yok etmiştik.
Ölüme sürer gibi hızlıydım. Deli gibi ağlıyor, emniyet kemerini takmam için durmaksızın uyarı alıyor, ışıklara bakmadan geçiyor, insanlardan durmaksızın küfür yiyordum. Eve gitmiyordum biliyordum ama bir zamanlar evim dediğim yerin tam önündeydim. Dakikalarca o evin önünde avuçiçlerim gözlerime baskı yaparken ağladım. Bir saniye bile susmadım, indim arabadan. Açık olan dış kapıdan çıktım.
Doğduğum ve öldüğüm evdeydim. Doğduğu ve öldüğü evdeydim. Defalarca kez adını sayıkladım. Gerçek ensemdeydi. Çocuk sesleri duyuyordum. Ben bu yükle yaşayamıyordum, bu yük ben yaş aldıkça benimle büyüyordu. Dün bir yaş daha büyümüştüm ve sanırım taşıyacağım son sınıra ulaşmıştım.
İçi pislik dolmuş havuzun başındaydım. Gölgem düşüyordu pis suyun zeminine, gözlerim o kanlı görüntüyü hatırlıyordu. Yapamıyordum. Annem, babam, abim. Herkes yapabiliyordu ama ben yapamıyordum. Tüm varlığıma yemin ederdim ki katlanamıyordum artık. Nefes almak istemiyordum.
O adam doğru söylüyordu. Suçlu suçsuz demeden kaç kişiyi yok etmiştik? Gözlerimi patlatacak gibi yumdum. Ecevit’i yok etmiştik. Gözümün arkasında sakladığım fotoğraftaki yüzü geldi. Mezar gibi gözleri vardı. Küçüktü. “Firuze bitir bu zulmü.” Kendi kendime ne fısıldadım bilmiyordum. Bu bahçede oynadığımız oyunların sesi kulağıma dolmaya başladı. Gülmeye başladım ağlarken. İki küçük çocuk bu evde yaşıyordu, ölmemişti. Avuç içlerimi şakaklarıma vurdum. “Firuze bitir.”
Ayağım boşluğa düştü ama hiç korkmadım. Ecevit beni tutardı. O iki çocuk burada yaşıyordu ve Ecevit Firuze’yi hep tutardı. Bedenim buz gibi bir suyla birleşti, suyun dibine çöktüm ve kollarımı bacaklarıma sardım. Nefesimi tuttum ve yine aynı şeyleri fısıldadım.
“Bir küçücük aslancık varmış,”
Başımı sırtımı yasladığım zemine vurdum, su çok soğuktu. Ecevit bana çok kızacaktı ama ben onu dinledim. Ninni söyledim. Bana bu ninniyi ne zaman söylesem canımın acısının geçeceğini, uykumun geleceğini söylemişti.
“Çöllerde koşar oynarmış,”
Başımı bir kez daha vurdum zemine.
“Abisi onu pek çok severmiş,”
Başımı daha sert vurdum. Çığlık atmak istedim ama suda dağıldı sesim. Düzelttim. “Abisi onun, katilin biriymiş,” tekrar ettim. “Abisi onun katilin biriymiş.”
Başıma yeterince darbeyi aldıktan sonra bu sudan çıkmaya çalışacaktım ama gücüm kalmayacaktı. Güldüm. Ailem düzeldiğimi sandığı ilk an beni kaybedecekti. Yanlış. Benden kurtulacaktı. Artık sırtlarında kambur olan vicdanları yok olacaktı.
“Sen benim canımsın dermiş,”
Bir kez daha vurdum başımı. Bedenim titriyordu. Çenem kilitlenmeye başladı. “Sen benim canım…” ama ninnimi bölen şey çenem olmadı, suyun dengesini değiştiren o şiddet oldu. Gözlerimi ilk kez açtım ve bana doğru yüzen karartıyı bir an seçemedim. Korkup kaçacak bilincim yoktu, kuvvetim de yoktu belki de. Bir çift el, hızla bana dolandı. Bacaklarım ellerimden kurtuldu ve bedenim açıldı. Belimden yakalandım, suyun derinliklerinde kafam çıkarıldığı an ciğerlerim patladı sandım. Görüntüler net değildi. Yıldızlar gökyüzünden büyük gözüküyordu. Parmak uçlarım uyuşuktu, yer yer felç geçirdim sandım. Bedenimi yüzdürecek kuvvetim yoktu “Ne yapıyorsun sen?!” bağırışı duydum. Görüntüler netleşmedi ama yüzüm bir el tarafından kavrandı aynı soru tekrarlandı. Yüzüme yapışmış saçlarımı geriye doğru itti.
Gözler…
Küçük gözleri olan çocuklar, küçük gözlü büyük adamlara dönüşürmüş.
“Tutun bana,” dedi. Tutunmadım ama beni bir çırpıda çıkardı havuzdan. Bacaklarım hâlâ suyun içindeydi. Mermere oturtulmuştum. Siyah gömleğini gördüm ilk. Nefes nefeseydim. Ben ne yapmıştım?
“Sen…” dedim, düzensiz nefeslerimle. Bu o adamdı. Erdem? “Senin ne işin var burada? Beni mi takip ettin?” kendimi ite ite hem havuzdan uzaklaştırdım hem ondan. “Kimsin sen? Niye geldin peşimden?” korkuyla aynı yere dokunmak istedim. Elim boynuma gitti. Kulaklarım uğulduyordu. Ne parmaklarımdaki uyuşukluk ne ayaklarım ne de bedenimin bir başka uzvu. Hiçbir şey kolyemin yokluğu kadar korkutmadı beni. “Kolyem,” dedim korkuyla. Boynuma dokundum hoyratça. “Kolyem yok,” bacaklarım tutuyordu. Ayaklandığımda anladım. “Kolyem yok!”
Denizin içine mi düşürmüştüm? Ötesini berisini düşünmedim. Yeniden suya bırakacaktım kendimi ama izin vermedi. Belimden tuttu “Firuze,” dedi.
“Bırak!” dedim. Suyun altında hissettiğim nefes sıkıntısıyla bir değildi bu. Kolyem yoktu. Bedenimden bir parça yoktu. Yemin ederim biraz azı değildi. “Kolyem yok, bırak.”
“Havuzda değil!”
“Nerde?” dedim dehşetle. Arabada gelirken bir kez bile dokunmamıştım. “Restoranda mı düşürdüm? Nerede?” çimenlerin arasına bakıyordum. Hayır. Yoktu. Kapının önündeki kargaşa geldi gözümün önüne. Düşürmüştüm. Kolyeyi düşürmüştüm. Defalarca kez ortalığa baktım. Yalın ayaktım, sırılsıklamdım ama gidecektim. Mantıklı düşünemiyordum. Arkamdaki adam kim onu bile bilmiyordum. Tek istediğim kolyeyi bulmaktı. Bu dünya üzerinde kolyede başka istediğim hiçbir şey yoktu. Her şeyi verebilirdim ama kolyeyi bulmam lazımdı. Hızla çıkmaya çalıştım evden, arkamdan seslendi.
Bu dünya üzerinde tek aradığım şey kolye sanıyordum.
“Üzüm Buğusu,” dedi.
Bir elektrik akımına tutuldu bedenim, olduğum yere çakıldım. Saniyeler sonra cesaret edebildim başımı çevirmeye. Havaya kaldırdığı kolyeyi gördüm ilk.
“Bunu mu arıyorsun?” dedi. Aramızda mesafe çoktu, onu yanlış duyacağım kadar, onu duymayacağımı düşünecek kadar.
“Ne dedin sen?” dedi, bu benim son cümlemdi. Ölecektim. Bu dünya üzerinde tek aradığım şey Ali Ecevit Tarhan’dı.
1991, Haziran
Henüz çiçek açmamış karahindiba benim elimdeyken “Aynı anda dileyelim, aynı anda!”
“Zıplama Firuze, bak uçuşuyor tozları!”
Ecevit beni uyarmasa görmeyecektim. Telaşla durdum, hatta rüzgâr değmesin diye korumaya çalıştım elimle. Dilek dileyecektik, biz üfleyince uçacaktı tüyleri. “Ben üç deyince tamam mı? Tut dileğini,”
Kafamı salladım ve gözlerimi kapattım. Annem ne zaman dilek dilese gözlerini kapatırdı. Bu kabul olması içindi galiba. Ben de öyle yaptım.
“Bir,” dedi Ecevit.
“Ecevit’le hiç ayrılmayalım,” dedim.
“İki,” dedi Ecevit ve “Üç.” deyince ikimiz de aynı anda tüm nefesimizle üfledik. Karahindiba çırılçıplak kaldı. Tüm tüyleri uçuştuğunda ağzımız kocaman birbirimize baktık ve hiç anlaşmadan zıpladık.
“Kabul olacak!” dedik aynı anda. “Kabul olacak, dileğimiz kabul olacak!”
“Ne diledin?” dedim heyecanla.
“Buradan taşınmamayı, birbirimizi kaybetmeyelim diye. Sen ne diledin?”
“Söylemem,” dedim hemen. Annem böyle yapardı. “Annem söylenirse kabul olmaz der. Söylemem ben?”
“Ya ben niye söyledim?” dediğinde ikimiz de korkuyla birbirimize baktık. Niye sormuştum ben?
“Kabul olmayacak mı benimki?” dedi. Ama benimki kabul olacaktı. O zaman onunki de kabul olmuş sayılmaz mıydı?
“Hayır olacak,”
“Yalan söyleme Firuze, kabul olmayacak. Bak gideceğim, kaybedeceğiz birbirimizi.”
“Hayır!” diye sızlandım. Koşup anneme soracaktım. Annem yanlış biliyorsa babama soracaktım. Babam yanlış biliyorsa öğretmenime. “Ben seni kaybetmem, kaybetsem de bulurum. Tanırım seni!”
“Ya çok uzun zaman geçerse, büyürsek, kocaman olursak? Nasıl tanıyacağız?”
Büyüyünce çok mu değişirdi insanlar? Anneme bunu da söylemeliydim. Ağlamamak için dudaklarımı ısırdım. Benim yüzümden söylemişti. Sormasam söylemeyecekti. Niye sormuştum? “Hayır ağlama,” dedi. Ağlamamıştım ki? “Dur! Dur bekle geliyorum!” Koştura koştura gitti. Çiçeğin sapı elimdeydi, atmadım. Yenisini bulup onu üflesek olmaz mıydı?
Küçük not defteriyle geldi. Yere çöktü, hemen yanına oturdum ben de. “Mektup mu yazacağız birbirimize?”
“Yok, sen daha yazmayı bilmiyorsun ki hem!”
“Biliyorum!”
“Sadece kendi ve benim ismimi yazabiliyorsun Firuze.”
“Biliyorum işte bak.”
Ecevit kalemi çenesine bastırdı ve düşünceli düşünceli kâğıda baktı. “Buldum,” dedi ellerini kaldırarak. “Bak, baban en çok hangi şarkıyı dinliyor?”
“Firuze?”
“Evet! Biz oradaki hangi sözü yanlış anlamıştık da dün öğrendin doğrusunu?”
Düşündüm. Bizim evde her gün takılırdı o şarkı pikaba. Babam en az bir kez dinlerdi. “ÜZÜM!” dedim heyecanla. “Biz hüzün diyorduk, üzümdü! Hatırlıyorum!”
Üzüm çizecek sandım ama yazdı. Ecevit’in yazısı çok çirkindi, ben tamamen öğrenince onun da yazısını düzeltecektim. Böyle de çirkin yazılmazdı ki yahu… “Ne yazdın?” dedim o bana kâğıdı uzatırken. Küçük, yırtılarak koparılmış yamuk bir kağıttı.
“Üzüm Buğusu yazdım, sakla bu kâğıdı.”
“Neden ki?”
“Kaybedersek birbirimizi buradan buluruz. Ben seni saçlarından hatırlarım hem. Üzüm Buğusu derim, anlarsan bulmuşuzdur birbirimizi. Kâğıdı atma sakın, sakla. Unutursan bakarsın.”
Dedi. Ben hiç unutmadım. İkimiz de sırılsıklam halde birbirimize bakıyorduk. Gülümsedi, gözlerden sonra bir parça daha doğru yere oturdu. Bu gülümsemeyi de biliyordum. Tekrar etti.
“Bunu mu arıyorsun Üzüm Buğusu?”
Instagram; uzumbugusuofficial
Instagram; dilanduurmaz
Ayy çok güzeldi
MERİDA
Bir insanı neden unutursun ya senin hayatına hiçbir reng katmadığı için yada sana katığı rengi artık senin için sıradan ve hiç olduğu için
Güzel bölümdü😍😍
Dilan, kalemin beni hep etkilemiştir ve belli ki etkilemeye de devam edecek. Senin tabloların da cümlelerin. Nasıl kurdu, nasıl aklına geldi veya ne anlatmak istedi dediğim birçok kelime bütününe rastlıyorum ve bu cümleler üstüne düşünmek ve anlamaya çalışmak bir kitabı okumaktan çok daha fazlası. Yeni hikayende de daha iyisi olmayacaksa neden olsun anlayışıyla ilerlediğini, bunun için arka planda ne kadar çabaladığını ve okurlarına sunmadan üstünde bir uğraş verdiğini çok net görebiliyoruz. Okuru düşünürü çok olsun kitabının umarım çok iyi yerlere geldiğini görürüz ve yine iyi ki yolumuz kesişmiş. 🤍🖤