top of page

IV- kanun bilmemeyi affetmez

  • Yazarın fotoğrafı: Dilan Durmaz
    Dilan Durmaz
  • 19 Oca
  • 31 dakikada okunur

Bu hikayedeki bütün kurum, kuruluş ve şahıslar hayal ürünü olup gerçeği yansıtmamaktadır. 

***

“Selamın aleyküm,” dedi. Bu adamı tanımıyordum. Ecevit değildi karşımdaki Ali Ecevit Tarhan’dı. Bana baktı ve bir haberi verdi. “Misafirlik bitti Firuze. Ali Ecevit Tarhan geldi, başlıyoruz. Kural bir,” dedi ve bıçağı bir kez masaya vurdu. “Affeden tarafın dava hakkı olmayacak.”


Bu cümle, benim gözümün içine bakarak okuduğu bir kanundu. Bedenimdeki titreme durdu ama bu bir sakinleşme belirtisi değildi, bu durmuş bir kalbin son tepkisiydi. Bu hikâyede hiçbir affın olmadığını, her affın bir bedeli olacağını bana haykırıyordu. İkimizin gözleri arasına hiçbir şey giremedi, Akın ailesinin evi yıkılırken bizim aramızda bir geçmiş süzülüyordu. Onlar için zaman bir kaosla akıyorken, bizim aramızda ölümcül bir yavaşlık vardı.


Bülent yerinden hoplayarak kalkıp Ecevit’in üzerine atlamasa, ben burada günlerce bu gözlere bakabilir, kalbimi bu acıyla durdurabilirdim. Bir panik atağın içinde olduğumu sandım ama sanırım bir panik atağı bastırmanın yolu da daha korkunç bir panikle baş etmeye çalışmaktı. Kendimi Ecevit’e siper ettim ve Bülent’in havalanmış yumruğu salise farkla yüzüme inmedi.


“Senin ecdadını sikerim,” dedi tükürerek. Hareket ettirebildiğim tek bir elim vardı, onu Bülent’e siper ettim. Geriye doğru itmek istedim ama yapamadım. Bir katil gibi Ecevit’in üzerine üşüşmüştü. Gibi kelimesinin ne kadar fazla olduğunu elimi bedeninde hissettiği gibi gözlerini bana dikerek ve “Seni öldüreceğim,” diyerek belli etti. Tüm her şeyin biletinin bana kesileceğini elbet biliyordum, belki de o biletin sahibi zaten bendim ama yine de “Geri çekil!” dedim gözlerinin içine bakarak.


Durmadı tekrar etti, “Seni geberteceğim Firuze, seni bu sef…”


“Polis!” Ecevit’in alay dolu sesi ansızın aramıza girdi. Bağırdı, bir yardım çağrısında bulundu adeta. “Katil var! Polis!” onun için komikti belki, bizimle de çok eğleniyordu ama biraz daha bağırırsa polis bunu duyardı.


Bülent daima öylesine haysiyetsiz bir adamdı ki, insanların zayıflıklarını kollar, o kısımdan yaralamak için tetikte beklerdi. Benim koluma yapışırsa canımı yakamazdı, direnirdim. Birbirimizi hırpalardık. Bu ilk kez yaşanmış bir şey değildi ama benim birkaç gün önce kurşun yemiş koluma yapışırsa, tüm dikişlerim atmış kadar canım yanardı, ona saldırmak için açılmış dilim acıyla ağzımın içine gömülürdü. Acı nefesimi kesti, gözlerim yaşardı ve ağzımdan annemin aramıza girmeyi akıl edeceği bir nida koptu. Annem “Bülent,” dedi. Firuze demedi.

Annemin etkisiz elemanlığına karşı sırtımın dönük olduğu ve az önce polis diye feryat figan bizimle alay eden Ecevit’in avucununiçi Bülent’in yüzüne yapıştı ve onu yüzünden ileriye doğru itti. Omzundan iter gibi yüzünden itti, Bülent’le beraber ileriye doğru savrulacağım, ne kadar sağlam olduğunu bilmediğim dikişlerim acı bir şekilde birbirinden kopacak sandım ama kıvrak bir el Bülent’i yüzünden iterken parmaklarını da bükerek kolumdan ayırdı, Bülent beni çekemeden geriye doğru savruldu.

Kulaklarımdan karıncalar yürüyor, beynim çektiğim acıyla çın çın ötüyordu. Derin nefes aldıkça çektiğim sancıyı daha çok hissediyordum. Bülent’in bana mı yoksa Ecevit’e mi saldırmak için konum aldığını bilmiyordum ama annemin soğuk kanlılıkla “Kes şunu babanın yanına git!” dediğini duydum. Oğlunun bozulan yakasını düzeltti. “Babanın yanına git! Hadi Bülent! Babanın yanına git!”


Bülent’in ağzından sayısız küfür yükseldi Ecevit’in güldüğünü sesinden anladım. “Koş Bülent koş!” dedi bir ilkokul çocuğuna cümle çalışması yaptırır gibi. “Babanın yanına koş!”

Bülent saçlarını geriye doğru parmaklarıyla taradı ve bir rolün gömleğini giydi üzerine. Burada bu kargaşa yaşanmamış gibi kapıya doğru yürüdüğünde annem hızla Ecevit’in getirdiği tabloyu aldı. “İnci odana çık!” dedi yalnızca. Öylesine ketumdu ki bir yönlendirmeleri yaparken bana babamla evlenmese doktorluktan istifa edip bir tiyatro oyuncusu olarak hayatına devam edeceğini haykırıyordu.


“Aylin teyze,” dedi aynı ses. Buradaki herkesle alay etmeye yemin etmişti. “ama ben onu polise de verdim…” dedi samimiyetsiz bir hüzünle. “Yine de yok edeyim dersen ben olsam ateşte yakardım, bak şömine yanıyor.”


Annem Ecevit’in yüzüne bir kez olsun bakmadı. Ne düşünüyor bilmiyordum. Yalnızca seneler önce bu ailede benden sonra biraz olsun uykuları kaçan biri varsa annem olduğunu bilirdim. Bir süre en azından, vicdan azabı çekmişti. Sonra kendi oğlunu kurtardığını hatırladıkça, yuvasının sözde yıkılmadığını gördükçe vicdanı ölmüş ve en doğrusunu yaptığına karar vermişti, zamanla yaptığını savunacak hale gelmişti. Çünkü onlara benzemişti. Beni annemden ayıran en büyük fark buydu. Ben onlara benzememiştim ama annem onlardan biri olmuştu.


“Firuze İnci’yi odasına çıkar,” dedi. İnci’nin donup kaldığını, ağladığını bakmadan görebiliyordum. O bu ailenin kaosuna hiçbir zaman alışamamıştı. Kendini sarsmak için durdu ve gözlerini kapattı. Doğru bir adım atmamaktan korkuyordu. “Sakin ol,” dedi dudaklarını kıpırdatarak. Defalarca kez tekrar etti ve en sonunda fotoğrafı koltukla duvar arasında kalan minicik bir boşluğa sıkıştırdı. Nemli gözlerini sildi ve o sırada babamı gördüm kapıdan girerken. Sadece annemle birbirlerine baktılar ve aynı anda adımlayıp orta yerde buluştular.


“İfade vermem gerekiyor,” dedi sakin bir sesle. İçinin korkunç bir kaos içinde olduğunu biliyordum ama bunu ancak onunla her gece aynı yastığa baş koyan karısı ve babasının ciğerini bilen kızı görebilirdi.


“Bunun için evimize gelmek zorundalar mıydı?” dedi annem.


“Evet, zorundalardı.”


“Onlarla gitme, kendi aracımızla gidelim.”


“Bu mümkün değil. Onların aracıyla gideceğim.”

“Atilla saçmalama! Gitmezsen ne yapacaklar?”

“Kelepçe takmaya hakları var,” dedi babam ve annem olayın büyüklüğünü o an anladı. Gözleri parıldadığında hızla kaçırdı. Babam yanaklarını avuçladı yaklaştı ve annemi alnından öptü. Öylece onları izliyordum.


“Sakın ola ki ağlama, sen Aylin Akın’sın,” dedi fısıltıyla. Anneme zehirli bir gücü aktarmaya çalışıyordu, annem bunu almaya alışık bir bağımlıydı zaten. “Gideceğim ifade vereceğim ve elimi kolumu sallayarak çıkacağım.”

“Eve arama yapabilirler mi?”


“Bunun olmaması için elimden geleni yapacağım ama böyle bir ihtimal doğarsa ne yapman gerektiğini sana söyleyeceğim,”


“Tamam…”


“Seni seviyorum,”


“Biliyorum,” dedi annem. Babama öfkeli olmasaydı, o da sevdiğini söylerdi ama öfkeliydi. Sırası olmadığı için belli etmiyordu. Annemden ayrıldığında masada öylece ağlayan İnci’ye doğru ilerledi hızla. Günlerdir babamdan uzak duran İnci babam ona yaklaştığı gibi kollarını hızla babama sardı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Öylece onları izliyordum. Babam saçlarını okşuyordu, öpüp kokluyordu kızını hızla.

“Gelince bana kruvasan yapacak mısın?”


“Baba…” dedi İnci nefes nefese.


“Yapmayacaksan, gelmeyeyim.”


“Yapacağım, ne olur gel.”


“Söz mü?”


“Söz,” dedi İnci ve babamın kollarından çok zor koptu.


“Dışarısı gazeteci kaynıyor baba,” dedi Bülent. Elinde babamın kabanı ve siyah bir gömlek vardı. Babam hızla üzerindeki kazağı çıkardı, annem kravatını taktı ve kabanını giydirdi. Yakasını özenle değiştirdi ve babam Bülent’in omzuna dokundu.


“Gazetecilere tek bir kelime bile kurmayın. Ağzınızdan tek bir kelime bile almasınlar. Evim de hanem de sana emanet oğlum,” dedi. Bir satranç oynar gibi adım adım gidiyordu. Herkes birer piyon gibi onun dediklerini uyguluyordu. Bülent babama sarılırken “Avukatlar bizden önce varacaklar,” dedi. Son kez annemi öptü, İnci’ye sarıldı ve benim yanımdan öylece çekip gitti.


O an ne oldu bilmiyorum, sanırım kolumun acısı gözlerimi yaşarttı. İçimde korkunç bir sıcaklık yayıldı. Bir sobanın gümbürtüsünü duyuyordum adeta. Babam ansızın durduğunda hızla ona döndüm. Bana döndü sandım, Ecevit’e baktı. Ecevit rahat bir tavırla telefonunu ve arabasının anahtarını aldı ve babama baktı.


“Ali Ecevit Tarhan,” dedi babam kafasını sallarken.


“Ta kendisi.”


“Görüşeceğiz,”


“Yerim yurdum belli.”


Ecevit babamdan önce çıktı evden ve babam son kez anneme bakıp polis memurlarına doğru ilerledi. Babam o arabaya binene kadar Bülent yanından ayrılmadı. Annem babam evden çıktığı an sırtını döndü ikimize de. Ağladığını biliyordum. Yerimden kıpırdamıyordum, öylece tablonun sarıldığı ambalaja bakıyordum. Neyi beklediğimi biliyordum.


Bir, iki, üç, dört, beş…


Kapı yerinden sökülecek hızla çarptı ve Bülent Akın tüm heybetiyle bana doğru gelmeye başladı.


“Senin belanı sikeceğim!”


Onun bana yapacağı hamleden önce hamle yapmazsam elinden kendimi kurtaramayacaktım. Üstüme yaklaşan gölgesini takip ettim. Bana varmasına bir adım kala sağlam omzuma tüm gücümü yükledim ve yanağına okkalı bir tokat yapıştırdım. Avcuma bir kor düştü, sarsıldı ve birkaç adım geriye gittim.


“Sen bana hiçbir bok yapamazsın!” dedim haykırarak. Sesim camları titretecek kadar yüksekti. Tokadım onu daha da öfkelendirdi, tek hamlede saçlarımı avucunun içine aldığında saçlarımdan çok omzum acıdı. Gözlerimi kocaman açtım, bir damla bile gözyaşı dökmeyecektim. Annemle İnci aynı anda aramıza girdi, saçlarımı kopararak aldılar elinden. Suratına yumruk atmak istedim gücüm yetmedi. Omzum çok ağrıyordu.


“Bırak anne! Bırak! Geberteceğim bırak! Ne geldiyse senin kızın yüzünden geldi başımıza! Gitti o orospu çocuğunu sonunda buldu da başımıza bela etti. Geberteceğim, bu gece gebertec…”


“Sen bu dünya üzerinde yaşayan en alçak adamsın!” dedim. Kuduz bir köpek gibi saldırıyordum ona, İnci engel oluyordu. “Katil!” diye haykırdım. “Katil! Alçak! Şerefsiz alçak!”

Saçlarım yine avuçlarına düşeceği an, kopacağını bile bile geri çekildim. “Katilsin sen! Bizim başımıza ne geldiyse senin yüzünden geldi! Kati…”


“Firuze kes sesini!” çenem aniden annemin avucunun içine sıkıştırıldı. Bana vurmadı ama susturdu. “Sus! Sus artık sus! Kes sesini! Sus!” saçlarım Bülent’in avucunda kaldığında ya da belki de açılmış olan dikişlerim bu kadar canımı yakmadı. Annem bana öyle büyük bir nefretle baktı ki, yanaklarıma baskı uygulayan parmakları canımdan can aldı. Belki de uzun süre sonra ilk kez birine böylesine hayal kırıklığıyla baktım. Gariptir ben en çok canım yanarken bu kadar gülümsüyordum galiba.

İnci’nin de temasından kurtuldum, gülümsemem sönmeden ayrılmam gerekiyordu yanlarından. Bin bir türlü küfür yedim ama biraz olsun annem kadar zoruma gitmedi. Arkamda bıraktım herkesi. Tam otuz sekiz merdiven boyunca gülümsedim. Ecevit bir kez bana ağlamama oyunu öğretmişti. Onu oynadım. Ona sorsam hatırlamazdı ama ben çok sık oynardım. Hiç unutmamıştım.


Odaya girene kadar oyunum sürdü. Işığı hiç açmadım kapıya yaslandım ve dibine çöktüm. Sonra oyun bitti. Oynayacak gücüm kalmadı, minik minik hıçkırmaya başladım. Sonra büyüdü, kocaman oldu. Elim kolyemden hiç ayrılmadı. Akın malikanesinde tüm gece ışıklar sönmedi. Bir odanın ışığıysa hiç yanmadı. Bir insanın kalbinin ışığı söndüyse, gördüğü tüm ışıkları kapalı tutardı. Kalbinin karanlığını karanlıkta gizlerdi.


***

Odanın içindeki inlemelerim duyulan tek sesti. Nefes nefese klozetin üzerine çöktüm. Hayır yapamayacaktım. Canım çok yanıyordu, kendim yapamazdım bunu. Bandaj, kuruyan kana yapışmıştı, çıkmıyordu. Ellerim sararmıştı acıdan, çıkaramıyordum. Siyah bol bir kazak bulup giyecektim. Kanarsa kamufle olsun yeterdi. Banyodan çıktım, dolabımdan siyah yarım boğazlı bir kazak aldım. Acıyla kıvrıla kıvrıla giydim. Saçlarımı toplayabildiğim kadar topladım ve çıktım odadan. Babam yirmi dört saatlik bir çapraz sorgunun 14. saatindeydi sanırım. Bugün ailecek oraya gidecek ve bir boy gösterisi yapacaktık. Yirmi dört saatin sonundaysa babamın alıp çıkacaktım. Güvenli aile pozu çizecektik. Ülke çalkalanıyordu. Karşıt gazeteler ve partiler durmaksızın açıklamalar yapıyor, yeni manşetler giriyordu. Bazen bizden daha çok şey biliyorlardı, bazen yalan haber giriyorlardı. Babamın dahil olduğu partinin genel başkanından yalnızca bir kez açıklama gelmişti, bir şeyler söylemişti ardından hızla bizi aramıştı. Anneme sözler vermiş, gazetelere yaptığı şovların aksine adaletten yana değil babamdan yana konuşmuştu. Dün geceden beri telefonlarım susmuyordu. Bazı gazeteci arkadaşlarım, bol bol Alpaslan, tanımadığım numaralar… Mesajlar… Twitter hesabımın mesaj kutusuna dolan hakaret mesajları… Bakıyor ama görmüyordum.


Gittim bir boşluğa oturdum, kimsenin yüzüne bakmadım. “Bu mal neden cenazesi var gibi giyindi?” diye sordu Bülent. Cevap vermedim.

“Bülent yine başlamayın. Firuze niye makyaj sürmedin?” dedi annem. Dirseğimi masaya yasladım ve alnımı ovaladım biraz. Ona da cevap vermedim. Sonra ansızın artık hissettiğimden bile şüphe ettiğim elime İnci dokundu. “Abla,” dedi. İlk kez ona baktım.

“Sana sandviç yapmamı ister misin?” dedi kısık bir sesle. Tek bir soru beni en az dün gece kadar şiddetli ağlatabilirdi. Çenem titredi ama dedim ya ben en çok canım yanarken gülümsüyordum diye, yine gülümsedim ama çok ağlamak istedim.


“Teşekkür ederim bir tanem. Yemeyeceğim. Sen yedin mi?”


“Biz yedik bir şeyler. Sana da bir şeyler hazırlayayım ister misin?”


Çenem daha çok titredi. Başımı iki yana salladım. “O herifi bu dünya üstünden sileceğim,” dedi Bülent. Bu benim önüme attığı bir yemdi. “O fotoğrafı bulduğuna bulacağına pişman edeceğim onu,”


“Bülent biraz olsun sırası gelince konuş,” dedi annem.


“Onu var ya, bu yaşına kadar ölmediğine pişman edeceğim. Yalvaracak. O fotoğraf benim elime düşmeseydi de cayır cay…”


“Hiç demiyorsun değil mi benim babamın neden öyle bir fotoğrafı var diye?” dedim öylece, içi bomboş bir sesle. Ona baktım.

“Demiyorum,”


“Aklın yarım o yüzden.”


“Senin o aklını dağıtırım,”


“Anca böyle içi boş tehditler,” anneme döndüm çenemle kendisini işaret ettim. “Dün gece avukat oldunuz, savcı oldunuz, cellat oldunuz ama bir kere bile bu adamın nasıl böyle bir fotoğrafı var demediniz değil mi? Tek derdiniz bu fotoğrafın ortaya çıkması, neden böyle bir fotoğraf var demediniz.”


“Firuze susmaya devam et,”


“Etmiyorum! Babam önüne gelene vatan haini muamelesi çekerken gerçek vatan hainleriyle fotoğrafları çıktı. Siz bunu nasıl sorgulamazsınız ya! Neymiş efendim fotoğrafı ortaya çıkarana neler neler yapacakmış! Sen kimsin ki? Babam bu olayın bile ekmeğini yiyerek bu halkın yarısından fazlasından oy aldı ya. Biz nasıl bakacağız bu halkın yüzüne! Bunları düşündünüz mü?”


“Çok eski bir fotoğraf o!” dedi annem. Tiyatrodan doktorluğa, oradan avukatlığa uzanan iğrenç bir kariyer yönetimiydi. Çok isterdim annemin bu ülkede hakkı verilmediği için aç kalan ama yine de sanatını icra eden tiyatroculardan olmasını. Belki keşfedilmezdi, belki binlerce dolarlık çantası olmazdı ama onurlu bir yaşam sürerdi.


“Babam zamanında eski fotoğrafları çıkanları affetmedi ama anne!”


İkisi de bana öfkeyle baktı. Yine ayna olarak duruyordum karşısında. “İnsanların içtiği içkiye kadar burnunu sokmaya başlarken, kendini o kadar kaybetmişken duvarların arkasında içtiği rakılar çıktı ortaya. Hadi fotoğraf eski, bu utançla nasıl yaşay…” durdum ve kafamı iki yana salladım. “Siz neler neler yaptınız da yaşadınız? Bunda mı yaşayamayacaksınız, benimki de laf!”

“Senin sesini babam çıkınca keseceğim sen annene dua et,” dedi Bülent.


“Sen annene dua et. Beni değil seni dar ağacından aldılar her seferinde.”


Aramızda ucu harlanan kavgayı evin çalışanının araba için verdiği haber böldü. Herkes sustu da sessizce ilerlemeye başladı. Şişmiş gözlerimi, siyah gözlüklerimle kapattım. Annem Bülent’le bir araca bindi, ben İnci’yle. İkimizden de ses seda çıkmadı. İnci saçlarımı daha düzgün şekilde topladı yalnızca. Emniyetin önünde zaten bir kalabalık bekliyordum ama yine yüzüm buruştu. Babam aksini söylese de konuşmazdım, nefret ediyordum bana uzatılan her mikrofondan. Gazetecilerin bir kısmı diğer araca bir kısmı bizim araca geldi. Benim kapım açıldığında indiğim gibi elimi İnci’ye uzattım ve çenemi dikleştirdim. Bize uzanan her mikrofona ve soruya bakmadan ilerlemeye çalıştım ama çok zordu. Bülent ve annem hızla geçip gitseler de benim gücüm bu kalabalığa yetmiyordu. Alışık değildim onlar gibi. Bir an elim İnci’nin elinden koptu. Yalnızca iki saniyede İnci’yi gazetecilerin arasında kaybettim ve korkunç bir hızla onun üstüne üşüştüler.


Öyle acımasız sorular ardı ardına kardeşimin üzerine bindi ki telaşla itmeye başladım insanları. İnci korkuyla etrafına bakıyordu. “Hayır arkadaşlar, lütfen,” dedim İnci’nin elini tutmadan hemen önce ağzının dibine getirilen bir mikrofonun ardından “Vatan haini misiniz?” sorusu geldiğinde içimdeki tüm ipler koptu.

İnci, Akın ailesinin temiz yüzüydü.

“Sen on altı yaşındaki bir çocuğa böyle bir soru soramazsın!” dedim ve yarın hakkımda ne yazılacağını bile bile parmağım kalktı. “Sen bu mesleği yapıyorsan mesleğin etik ve ahlak kurallarını da taşıman gerekiyor. Bir çocuğa böyle bir soru soramazsın.”


Ansızın flaşlar yüzümde patlamaya başladı. “O zaman size soruyorum Firuze Akın, vatan haini misiniz?”


“Gel İnci!”


Bu kez o kalabalığı ite ite yardım da çıktım aralarından. “Terbiyesiz,” dedim ağzımın içinden. Şimdiye kadar bir kez olsun babamın siyaseti için ağzımdan tek olumlu bir şey çıkmamıştı. İnci bir kez olsun bir yerde konuşmamıştı. İnci çocuktu. Atilla Akın’ın kızı olması hiçbir şeyi değiştirmiyordu. İnci daha çocuktu.


Rolümüz şimdilik burada sonlanmıştı. İyi aile pozumuzu vermiştik. Kenetlendiğimizi herkese duyurmuştuk. İnci’yi onların yanına bıraktım. Bir köşeye geçip oturdum. Sanki içeride sorgulanan babam değilmiş gibi defalarca kez gelip bir şey içip içmeyeceğimiz soruldu. Geniş bir odanın içindeydik. Önce ayaklandım sonra odadan çıktım çaktırmadan. Genel başkan da girince odaya işim biraz kolaylaştı. Bulduğum ilk camdan aşağıya baktım. Gazeteciler oradaydı, gitmemişlerdi. Kapıdan uzaklaştım ve telefonumu çıkardım. Neredeyse tüm rehberimin beni aradığı telefonda beni aramayan tek kişiyi aradım.


Ali Ecevit Tarhan’ı.


Kolyemi tuttum sıkıca. Yine yıldızın uçları parmaklarımı deşti. “Buyur,” diye açtı. Adeta ben o İstanbul beyefendisi değilim demeye çalışıyordu.


“Neredesin?”


“Suikast mı düzenleyeceksin?”


“Ecevit neredesin?”


“Kuğu besliyorum söyle,”


“Geliyorum bekle.”


“Keyfim bilir,” dedi ve suratıma kapattı. Emniyetin arka kapısını aradım. Güneş gözlüklerimi taktım, hiç kimsenin ruhu duymadan çıktım emniyetten. Birazdan yokluğum fark edilirdi, bir süre umursanmaz sonra şüphelenirlerdi. Ben çoktan taksiye binmiştim, inene kadar da fark eden olmadı. Telefonum çalmadı.


Park çok büyük değildi ama yine de oturma yerleri sayıca fazlaydı. Kuğuların olduğu yerin çevresinde daha az bank vardı. Daima oturduğum bir yer vardı, istemsizce ilk o banka baktım. Bazen o bankta oturur, dizlerimi kendime çekip bir şeyler çizerdim. Evim gibi diyemezdim, biraz fazla olurdu ama rahat ettiğim bir misafirlik gibiydi orası benim için.

Ecevit o bankı tercih etmişti. Çok az, azımsanacak kadar az, gülümsedim.

Ona doğru ilerledim ama benden önce bir köpek vardı. Kuyruğunu ağır ağır sallıyorken yavaş adımları Ecevit’in önünde durdu. Ecevit ikimizin de geldiğini gördü ama köpeğe baktı. Önüne köpek oturdu, yanına ben. Köpeğin baktığı yere baktım. Yarım ekmeğin arasında peynir vardı, bir de sanırım domates.

“İstiyor musun?” diye sordu. Köpeğe. Ucundan bir parça kopardı, uzattı ağzına doğru. Yere koymadı. “Yersen biraz daha koparacağım, ziyan olmasın, yazık günah,” dedi. Köpek Ecevit’in avucunun içinden tek lokmada aldı ve yüzüne bakarak çiğnedi. Ecevit cebinden bir mendil çıkardı, ekmeğinin yarısını küçük parçalara bölerek sol köşeye koydu.


Yarısı kalmış ekmeğe baktım ve geldiğimden beri ilk defa konuştum. “Bana da çok az verir misin?”


Sabah bana avokado sosuyla hazırlanacak sandviçi tereddütsüz reddetmiştim ama içinde biraz peynir ve domates olan ekmekten bir parça istiyordum. Dişlerimi birbirine bastırdım. Ben sadece Ecevit’in benimle lokmasını paylaşmasını istiyordum.


Ecevit bana bakmadan kalan ekmeği de ikiye böldü. İkimize de pek bir şey kalmadı ama benimle lokmasını paylaşmış olması elimdeki küçük parça ekmeği dünyanın en kıymetli hazinesine çevirdi. İkimiz de sessizce ekmeği yedik.


“Tiksinmeyeceksen iç,” dedi ayranını bana doğru uzatırken.


“Tiksinmem,” dedim ve uzandım ayrana ama içmeden durdum. “Sen tiksinir misin?” diye sordum. Cevap vermedi, ayranı usulca yerine geri bıraktım. Bir yavru kuğu, annesinin çok gerisinde kalınca kaybolduğunu sandı. Gözlerim doldu bunu görünce, o yavruyu izleyip sessiz ve gizli birkaç gözyaşı döktüm. Ben bile görmedim.

Ekmeğim bitti, çok uzun zamandır bu kadar tadını alarak yediğim hiçbir şey olmamıştı. Biraz olsun karnımın doyduğunu hissettim, bunun için “Teşekkür ederim,” dedim.


“Ne demek. Kuru ekmek. Dilsiz canla da düşmanla da paylaşacaksın.”


O ekmek midemde büyüdü, öylesine bereketliydi ki, günlerce bana yemek yedirmeyecekti. Gözlerimi kaçıramadım direkt yumdum. Kuğular gözyaşlarımda boğulmasın istedim, ağlamama oyununu oynayamadım. Hiç sesim çıkmadı ama kapalı iki kutudan taştı. Sıvılar sıkıştırılamadı.


Yirmi beş yıllık hayatımda annemi babamı bile düşman bellemiştim ama bir gün bile yoktu ki oyun arkadaşımı düşman bellediğim. Halbuki bu dünya üzerinde onun en büyük düşmanı bendim belki de.


“Ağlayacaksan kalk git yanımdan Firuze,”


“Ağlamam seni niye rahatsız ediyor Ecevit?”


“Zerre de umurumda değil,” dedi acımasızca. Bir nefeslik es verdi ve “Kuğular rahatsız oluyor. Kalk git ağlayacaksan.”


Sinirlerim bozuldu galiba, güldüm biraz. Azımsanacak kadar da değil. Başım çok ağrıyor, omzumu ve elimin acısı bile artık net değildi. Hepsi baş ağrısı gibi geliyordu.


“Dün gece o masaya oturmanın tek sebebi yapmak istediklerindi,”


“Bravo, kafan çalışıyor.”


“Misafirlik bitti, söyle ne istiyorsun?”


“Suçluların cezasını çekmesini.”


“Babamın suçlu olmadığını, o fotoğraftan hiçbir şey çıkmayacağını biliyorsun.”


“Neye dayanarak söylüyorsun bunu, yargıç mısın sen? Ulan bir kerede sizin boynunuz adalete kıldan ince olsun! Baban suçlu. Devletin içinden geçmek isteyenler adamlarla boy boy fotoğrafları çıktı, daha ne olsun?”


“Gerçekten derdin bu mu Ecevit?” dedim. Biliyordum buydu.


“Vatana ihanetten yargılandım diye baban gibi vatan haini mi olacağım? Bir siz misiniz lan bu vatanı seven? Bu derdim. On sekiz yıl yattım, vatanım için devrim yapmaya çıktım. Olamaz mı? Dışarıda beş kişiden üçü babana oy veriyor, ben bu ülkenin evladıyım. Baban gibilere peşkeş çekmeyeceğim bu vatanı,”


“Babam gibi konuşuyorsun,” dedim öylece.

“Onun cümlelerini ezberledim zaten. Yoksa çoban mıyım ben böyle konuşayım? Yalan dolan hepsi. Bak nasıl anladın hepsini. Merak ediyorum. On sekiz sene önce, alacağı ceza artsın diye yaşı iki yıl büyütülen o çocuktan sonra ne değişti bu ülkede? Baban gibileri, gerçek hainleri ödüllendiriyor mu yoksa cezalandırıyor mu? Adalet mülkün temeli mi yoksa babanın tekeli mi?”


“Babamın tekeli,” dedim dürüstçe. Bu gerçeği zaten biliyordu, yalan söylüyordu, amacı tam olarak bu değildi. Ondan mı gizleyecektim? Bu konuda canı en çok yanan oyken ona mı yalan söyleyecektim?


“Senin babanın şerefini sikeyim o zaman.”


Cebinden sigarasını çıkardı ve yaktı hızla. Parmakları titriyordu öfkeden, görebiliyordum. “Senin babanın da baban gibilerin de gelmişini geçmişini sikeyim. Amına koyayım böyle düzenin.”


Hiçbir şey söylemedim, öfkesini kusmasını bekledim. Babam birkaç saat sonra çıkacaktı. Belki gerçekten suçlu olmadığı için ama olsaydı da bir şekilde çıkardı biliyordum ben. Babam kılıfı çok bir adamdı. Babamda minare kılıfından çok ne vardı ki?


“Okula başlamadan bana on kıta İstiklal Marşı ezberleten babamı, cezaevinin önünde vatan haininin oğlu diye copla dövdüler. Yedi sülalenizi sikeyim lan sizin. Kalk git Firuze. Siktir ol git yanımdan.”


Adeta öfke nöbeti geçiriyordu. Titreyen ellerinden çok bir tamlama kulağımı tırmalıyordu. Böyle bir bilgi yoktu benim zihnimde. Hatırlamıyordum. Ecevit gittikten sonra çoğu an silik silikti zaten ama böylesine bir şeyi hiç hatırlamıyordum. Sormaya korktum.

“Hüseyin a…”


“Alma babamın adını o ağzına!” dedi. Eli havalandı, titriyordu. Beni tehdit edemeyecek kadar. “Sakın alma benim babamın adını ağzına. Benim babamın ismi sizin gibi haysiyetsizlerin ağzına ağır gelir. Konuşma.”


Hüseyin amcanın saçımı okşayışları kendi babamdan daha çok kalmıştı hatırımda. Bir soğuk kış günü oturduğum bu bankta zihnimde Ecevit’in bir cümlesi canlandı. Ressamlar zihinlerinde de iyi resim çizerdi. Hüseyin amcanın bir 23 Nisan’da kendi eliyle yaptığı kilden kırmızı tokayı saçlarıma taktığını hatırlıyordum. Bayramda hediye verilir diyordu. Bugün de senin bayramın. O anıyı zihnime çizilen cop darbeleri bölüyordu. Nefes alamadım başımı eğdim de yüzümü örttüm. Ecevit’ten daha çok nefret ettim kendimden. Yine sordum. Firuze niye yaşıyorsun? Öl artık, öl Firuze, öl! Bu veballe yaşanmaz, öl!

Midem yoğun şekilde bulanıyor, başım ağrıyor ve telefonum çalıyordu. Kimin aradığını görebiliyordum bakmasam da. Defalarca kez çaldı, ardı ardına. Öfkemi kusmam için doğru insandı telefondaki biliyordum.


“Ne var Allah’ın cezası ne var?!”


“Abla…” dedi İnci, beni yanılttı. Başımı geriye doğru attım ve gri gökyüzüne baktım. Yüzümde yaşlarım donmuştu.


“Efendim ablacığım?”


“Neredesin abla?”


“Dışarıdayım, bir şey mi oldu?”


“O adamla mısın?”


“Sana bu soruları kim sorduruyorsa İnci, telefonu ona ver,”


“Abim gelmen için yarım saat biçti,”


“O abine söyle, gelmiyorum, yarım saati de doldurdum ne yapıyorsa yapsın. Hatta onlara söyle ki paşa gönlü ne zaman isterse o zaman gelecekmiş tamam mı?”


“Abla lütfen yapma böyle.”


“Görüşürüz İnci,” dedim ve kapattım telefonu. En kötü ihtimalle kalkar gelirdi ama koskoca Bülent Akın toplumun içine karışamayacak alçaklıkta olduğu için bu parka girmezdi. Rezillik çıkaracağımı da bilirdi.


“Defolup gitsene Firuze ailenin yanına,”


“Gitmiyorum,” dedim daha sıkı oturdum banka.

“Buraya git oraya gel. Gitmiyorum. Halka ait bir banktan da mı kovacaksınız beni?”


“Sen kendini halktan mı sayıyorsun?”


“Sayıyorum,” dedim kıpırdamadım yerimden.


“Sayıyorum Ecevit. Sen ister kabul et, ister etme sayıyorum. Hem bu bank benim her zaman gelip oturduğum yer. Senin yaşının on katı kadar ben bu banka gelmişimdir, oturmuşumdur. Anladın mı? Babanın malı mı diyeceksin biliyorum ama değil. Babamın değil, babamın olsa gelip oturmazdım zaten.”


Bir kapana sıkıştırmışlardı beni, herkes dört yandan saldırıyordu. Nefes alamıyordum. Orta yerde haykıracaktım. Ben nefes alamıyorum diye bağıracaktım. İnsanları durduracaktım sarsacaktım ve ben nefes alamıyorum diye bağıracaktım. Ecevit’e ne yapmıştık biz? Çantamdan kablolu kulaklığımı çıkardım, karman çorban olmuştu. Nefes alamıyordu. Bana ait olan hiçbir şey nefes alamıyordu. Biz Hüseyin amcaya ne yapmıştık? Düğümü çözmedim, bu düğüm alamadığım nefesi temsil ediyordu zaten. Çözmeye çalışsam da hiç çözemezdim. Koparırdım ama çözemezdim. Kaç kulaklık elimde heba olmuştu da biri bile çözülmemişti. Nefes alamıyordum, kulaklığım çözülmüyordu. Çözmeden taktım, indirdiğim son şarkıyı açtım. Çantamdan bir kurşun kalem çıkardım, rastgele bir köşeye eğildim ve ne olduğunu bilmeden çizmeye başladım. Biz Tarhan ailesine ne yapmıştık?


Ecevit kalkıp gitmedi ve yaklaşık yarım saat kadar bir vakit geçti. İki tane adamın tepemde dikildiğini gölgelerinden hissetim. Kurşunu tahtadan ayırdım, ne çizdiğime bakmadan kafamı kaldırdım. İki tane eşkıya gördüm. Takım elbiseli, temiz tıraşlı iki tane eşkıya. Kulaklığımı çıkardım ve onlara baktım. “Buyurun?” dedim ne olduğunu bilerek.


“Buyurun Firuze Hanım, size emniyete kadar eşlik edeceğiz Bülent Bey’in isteğiyle.”

“Teşekkür ederim, çok incesiniz ama bu teklifinizi reddediyorum. Şimdi hemen burayı terk edin.”


Bir an bakıştılar ve uzun boylu olan konuştu bu kez. Midemi bulandırıyorlardı. Babamın gücünü anlatan her şey bana mide bulandırıcı geliyordu. “Firuze Hanım bu bir teklif değildi.”


“Emir miydi? Sen bana emir verebileceğini mi düşünüyorsun?”


“Bülent Bey’in emri. Buyurun, size eşlik edelim.”

“Benim emrim de tam şu an burayı terk etmenizi söylüyor. O Bülent’e de söyleyin, kendisi bu halkın iyiliğini isteyen siyasetçi, mafya babası değil. Aklını başına alsın, rezil etmesin kendisini.”

Yeniden bakıştılar, zor kullanamazlardı. Buna izin vermezdim. O Atilla Akın’ın oğluysa ben de kızıydım. Oğlunu dinleyip kızını zorlayamazlardı. Diğerine göre daha kısa olan geri çekildi bir telefon görüşmesi yaptı. Geri geldiğine gözlerimin içine baktı. “İlettik söylediklerinizi,”


“Yanıtı nedir?”


“Mafyalıktan anlayacaksa mafyalık uygulayacağım. Ya kendi iradesiyle yürüsün ya da tutun kolundan zorla getirin.”


“Tamam…” dedim anlayışla. Kafamı salladım ve kalkacağımı sandılar. Kulaklığımı çıkardım telefonumdan. “O zaman ben polisi arıyorum, siz emniyete gidin. Ben geleceğim arkanızdan, Bülent’e de orada selamımı iletin.”


Telefonum 155’i tuşladı ama bir el telefonuma uzandı ama dokunamadan sol tarafımdan bir el daha girdi araya. Ecevit’in eli bana uzanan elin arasına siper oldu. “Dur bakalım orada, geri çek elini,” dedi ve adama baktı. Sesi oldukça sakindi.


“Sen karışma birader,”


“İnan ben de onu istiyorum. Aranızdaki mevzu biraz olsun umurumda değil. Ne yaparsanız yapın ama ben banktan kalkınca. Benim yanımda hiçbir halt yapamazsınız. Yapmaya kalkarsanız bak şu arkada kuğuların olmadığı yeri görüyor musun?” dedi ve çenesiyle bir yeri işaret etti. Ben dahil herkes baktı o kısma. “Kafanızı oraya sokar çıkarırım sokar çıkarırım. Ben böyle bir şey yapmak istemiyorum. Cinayetten yeni çıktım hapisten. Belalıyım ben, tutamıyorum kendimi ama sizi tanımıyorum. Asla, tanımam etmem. Ama benim oturduğum banktan kadını zorla kaldırmaya kalkışırsanız ben de kalkışırım her şeye. Ya ikna edin kadını, kendi ayaklarıyla kalksın yürüsün ya da benim banktan kalkmamı bekleyin.”


Adamın bana uzanan elini itti Ecevit ve bu kez Ecevit’e ulaşmaya çalıştı ama Ecevit’in yanında yatan köpek ansızın öyle bir ayaklanıp havladı ki, yerimden hopladım. Dişlerini gösteriyor, hırlıyordu, her an saldıracağını belli ediyordu. Adam korkuyla geri çekildi. Ecevit köpeği işaret etti “İki lokma ekmek verdim, benim için yapmayacağı şey yok. Cebi delik adamım ben kuru ekmek verdim, insan eti yedirtmeyin bana.”

Köpek adeta Ecevit’i anlamış gibi bir kez daha havladı. Saldıracaktı. “Hadi,” dedi. “Ya ikna edin kadını ya da benim kalkmamı bekleyin. Ben kalktıktan sonra ne bok yerseniz yiyin. Geri basın şimdi, benim için sorun yok ama bunun için aynı şeyi söyleyemem. Canınızı seviyorsunuz geri çekilin.”


“Firuze Hanım, lütfen,” dedi adam çaresizce.

“Paşa gönlüm ne zaman isterse o zaman kalkıp gideceğim. Sizinle de gitmeyeceğim. Bülent’e bunu da ilet…” köpeğin onlara doğru atılımıyla korkuyla geri çekildiler, cümlelerim yarım kaldı. Yaklaşamadılar bize. Ecevit’e baktım ve “Ne zaman kalkacaksın?” diye sordum çaresizce. Beni kaldırıp götürürlerse, çırpınırdım direnirdim ama iki erkek gücüne fiziken yetemezdim, bir kolumu kullanamıyorken üstelik.


“Sigaram bitince,” dedi ve paketi çıkardı.


“Paket mi, adet mi?”


“Paşa gönlüm ne isterse,” dedi ve tek eliyle yanımızdaki köpeği sevdi. Çok kızgındı ben sevmeye cesaret edemedim ama Ecevit “Aferin oğlum,” dedi onu duydum. Sigarasını yaktı, biri bitti diğerini yaktı. Paketini aldım boşluktan, içindeki sayıya baktım. On iki adet vardı. Karşımdaki adamlar telefon görüşmeleri yapıyor ve bana bakıyorlardı. Ecevit’e baktım. Sigarasını içine çekince başını yukarı kaldırdı ve dumanı gökyüzüne üfledi tüm dumanı. Adem elması, ağır bir yutkunmayla hareket etti, gözlerini yumdu bir an. Saatlerim olsa onu izlemek isterdim ama ne saatlerim vardı ne de o buna izin verirdi. Yeniden kulaklığımı taktım. Ecevit on iki sigarayı bir saatte içti. Son sigarasını yaktığında ahşaba çizdiğim söğüt ağacına baktık ikimiz de.


“Teşekkür ederim,” dedim.


“Sigarımı içtim, senin için yaptığım bir şey yok,” dedi. Her neyse sebebi “Yine de teşekkür ederim,” dedim ve kulaklığı çektim telefonumdan. Onlarca cevapsız aramayı es geçip taksi çağırdım. Hiç konuşmadan kalktık, ikimiz de iki ayrı yöne doğru ilerledik. Peşime takıldıklarını biliyordum. “Taksi çağırdım, emniyetin yolunu unuttuysanız taksiyi takip edin,” dedim ve taksinin geleceği yöne doğru yürüdüm. Yakın bir duraktı zaten, çok geçmeden geldi. Hemen bindim ve gözlüğümü taktım. Emniyet’in arka kapısından kaçak göçek girdim. Bülent onca polisin arasında, hiç çekinmeden adeta yakama yapıştı.


“Sana paşa gönlüm ne zaman isterse o zaman gelirim dedim,” başımı salladım, ondan uzaklaştım bir adım. “Yarım saatin üzerinden dört yarım saat geçti, paşa gönlüm isteseydi dört yarım saat daha geçirirdim ama sen hâlâ burada şov yapıyorsun. Senin aklın yarım,”

“Çok özledin değil mi sen eve kapatıldığın günleri?” dedi acımasızca. Dudaklarını kemiriyor, başını sallıyordu hızla. Tiksiniyordum onunla.


“Ateş olsan cürmüm kadar yer yakarsın.”

“Sana o özlediğin günleri yaşatacağım. Bekle. Babam çıksın, o günlerin bin beterini yaşatacağım sana. Senin hak ettiğin hayat dört duvar,” taktığı kravatı elime sardım onu kendime doğru çektim. Alınlarımız birbirine çarptı.

“Ancak katillerin hak ettiği hayat dört duvardır,” dedim kısık sesle. “Bu cümleyi bağırarak söyleyeyim ister misin?”


“Ne yapıyorsunuz siz?” annem hışımla araya girmese, oğlunun kravatını kurtarmasa elimden devam edecektik. “Emniyetteyiz ne yapıyorsunuz? Firuze!” dedi, adım ağzından savaş meydanında gibi çıktı. Beni doğurduğu için içi yanıyordu adeta. Ağzıma gelen onlarca sitemi yuttum da geçtim gittim yanlarından. Bizim için ayrılan, muhtemelen bir müdürün odası olan yere girdim. İnci odadaydı, içeri girince ayaklandı bana sarıldı. Hiçbir şey konuşmadım kimseyle. Sadece bir kez kalkıp lavaboya gittim. Soğuk olan elimi sıcak suyun altında tuttum biraz. Bandajımı kontrol ettim, etrafındaki kan lekelerini temizlemeye çalıştım. Belki kalkar diye zorladım ama olmadı. Yapışmıştı.


Çıktığım odaya geri dönüyorken odada bu kez beni bir başkası karşıladı. Üstelik İnci de yoktu. Alparslan Yiğit, karşı koltuğa oturmuş kapıyı izliyordu. Görüş alanına girdiğimde gözlerime baktı ve hızla ayaklandı. “Firuze,” dedi. Ben kapıyı kapatmadan o bana vardı. Kapıdaki elimin üzerine elini koydu ve tek kapatamayacakmışım gibi benimle beraber itti kapıyı. “İyi misin?”


“İyiyim,” dedim ve elimi elinin altından çektim.


“Benimki de soru… Yüzün sapsarı, gel otur şöyle. Sen zaten yaralısın. Bülent’in bazen şuuru tamamen kapanıyor, seni getirmesine gerek var mıydı?”


Saçlarımın dün gece Bülent’in elinde kaldığını bilse, herhalde kendisi şuur kaybına uğrayacaktı. Onun oturduğu koltuktan uzak bir yere oturdum ama o oturduğu yeri değiştirdi, yakın bir yere oturdu.


“Hiç iyi gözükmüyorsun Firuze, en son ne zaman yedin? İlaçlarını aksattın değil mi? Bak annen hiç iyi bir durumda değil, sen kendini düşünmek zorundasın. Ver bana ilaçlarının ismini, ben hemen getirteyim.”


“Çok naziksin, çok teşekkür ederim ama söylediğin her şeye cevabım hayır. Bülent’e mi bakmıştın sen? Şeyde olması gere…”

“Hayır Firuze, ben sana bakmıştın. Onlar başının çaresine bakar,” dedi ve ilk kez ona baktım. Bir an içime dokundu. Çünkü insanlar hep aksini düşünürdü. Başının çaresine bakan hep Firuze olurdu.


“Ben de bakarım başımın çaresine,” dedim yine de. Alışkanlıktan olacaktı herhalde.

“Yemek yedin mi?”


“Sandviç yedim,” dedim, özellikle belirtme gereği duydum. Çünkü uzun zamandır yediğim en güzel sandviçti.


“Sandviç ne Firuze? Sen ilaç içiyorsun, yapma. Okumuş görmüş bir kadınsın. Sana yakışmayan bilinçsizlikler. Ben hemen sana yemek söylüyorum, sen de ilaçlarının ismini söy…”


“Babamdan bir haber var mı?” kestirip attım. Benim gerçekten ne işim vardı ki burada? Eminim babam da beni burada gördüğüne hiç memnun olmayacaktı.


“Çıkış işlemleri yapılıyor ama uzun da sürebilir. Bu babana yapılanın bedeli ödetilecek merak etme.”


“Neyin bedeli tam olarak? Ve kime ödetilecek?”

“Sen kime ödetileceğini benden daha iyi biliyorsun. O Erdem midir, Ecevit midir… Şarlatanın teki, aranızdaki mevzu tam olarak ne, bu adamın hangi kapanmış mevzunun dayılığını yapıyor bilmem ama biz…”


“Siz kimsiniz ya?” dedim yüksek sesle. Gözlerim kısılmış, ona tıpkı onlardan öğrendiğim gibi aşağılarcasına bakıyordum. “Siz kimsiniz? Ecevit’in adını ağzına öyle kolayca alamazsın. Başlarım sizin konumunuza. Kendinizi ne sanıyorsunuz siz? Benim babam Ecevit yüzünden mi yirmi dört saattir sorguda yoksa vatan hainleriyle boy boy fotoğrafı çıktığı için mi? Siz kimsiniz ya aklımı kaçıracağım, padişah mısınız siz? Hanedanın soyundan mı geliyoruz da bize boyumuzun ölçüsünü gösterenin kellesini alıyoruz?”


“Babana karşı elin adamını savuna…”


“Elin adamı sensin Alparslan,” dedim açıkça. Gözleri bozguna uğradı. Tokat gibi çarptı yüzüme. “İstersen dünyanın en önemli eğitimini al, istersen padişah soyundan gel, istersen bir seneye kalmaz babamın yerine geç bu ülkeyi yönet. Benim için elin adamı sensin. Ne bu Ecevit’le boy yarışın? Kimsin sen?”


“Ben Alparslan Yiğit,” dedi bastıra bastıra. Bana karşı tüm yumuşaklığını kaybetti. Kılıcı çekmedi ama elini beline attı. “Sen benim ben senin kim olduğunu çok iyi biliyoruz.”


“Yedim bitti,” dedim yüksek sesle. “Senin soyadını da kendi soyadımı da yedim bitti. Umurumda mı sanıyorsun? Bak dün cihan padişahı sanan adam yirmi dört saattir çapraz sorguda. Bir bardak suyu zar zor içti. Gerçekten suçluysa ailecek bineceğiz gemiye kaçacağız muhtemelen. Suçlu değilse de çıkacak saltanatını sürdürecek. Siz bu halkın desteği olmadan bir hiçsiniz, sandığınız yerde değilsiniz. Bu ülkenin doktorundan, öğretmeninden ya da sizin yüzünüzden hak etmediği bir hayatı yaşayan bir vatandaştan daha önemli değilsiniz.”


“Bu boş söylemleri cinayetten senelerce hapis yatmış bir katilden mi duydun?”


“Kes sesini Alparslan.”


“Senin karşında kes sesini diyebileceğin bir adam yok Firuze,” dedi ve geri durdu benden. 


“O zaman o adam o sınırı aşmasın, bana bunu söyletmesin. Haddi olmayan konularda konuşmasın.”


Alparslan kalktı yanımdan hışımla. “Bu adam kim bilmem, dengim değil ama uğraşırım Firuze. Kimleri bana savunduğuna, kimler için bu kadar cüretkâr konuştuğuna dikkat et.”


“O tehdit dilini düzelt. Ben senin altın değilim,”


“O adam altım ve ezerim Firuze.Benim ola…” cümlesini yarım kesti dudaklarını yaladı. “Baban için vatana ihanetten sorgulanıyor derken arka çıktığın insanların çocukluktan o hainliği içinde taşıdığı dosya dosya elimde. Biz aynı gemideyiz, gemi değiştiremezsin Firuze. İstediğin kadar suyu beğenme, istediğin kadar şikâyet et sen doğduğun gemiyi değiştiremezsi,” dedi. Baba adeta parmak sallıyordu. “Hiç yakışıyor mu senin gibi bir kadına ne olduğu belirsiz bir adamı savunmak?”


“Ben sizinle aynı gemide değilim,”


“Sen o geminin içindesin,” dedi yine. Bir gerçeği yüzüme vurduğunu sanıyordu ama vurmuyordu. Öyle sanıyordu.. “Senin annen de baban da abin de evleneceğin adam da doğacak çocuğun da o geminin içinde.”


“O gemiden atlayalı çok oldu,”


“Boğulursun Firuze,” dedi. Gözümün önüne suyun içinde ölmeye beklerken beni o sudan çıkaran adam geldi yalnızca. 


“O gemide yaşamaktan daha iyidir,”


Gözleri bana duyduğu öfkeyle büyüdü. Bu bana ilk, öfkeli bakışıydı. Kabanını aldı, telefonunu aldı ve kapıyı çarpıp çıkmadan önce “Ali Ecevit Tarhan mıydı?” dedi, ta kendisi dememek için zor tuttum kendimi. “Haberin olsun, artık şahsi meselem.”

***

“Vakti zamanında çekilmiş, şu an yüz karası olan o fotoğraflar için tam olarak ne söylenir bilmiyorum ama o fotoğrafın çekildiği yıllar bu ülkedeki herkesin gözünü açmadığı, kötüleri iyi bellediği, hainleri güvenilir sandığı bir dönemdi. Gençtim, toydum, iyiyi kötüyü insanın gözüne bakarak anlamadığım yıllardı. Tek pişmanlığım bu fotoğrafın gizlenmesi. Utansam bile, halkımdan hiçbir şey gizlememeliydim. Çünkü ben biliyorum benim halkım hatayı affeder, yanlışı affetmez. Hatasız kul olmaz diyerek beni bağrına basardı. Kandırılacak yaşlarımı yakalayan vatan hainleri, şimdi onları nefes aldırmayacak kadar köşeye sıkıştırınca kendilerine yakışır gibi oynamaya başladılar. Buradan onlara sesleniyorum, benim zaten şahsi meselemdiniz ama artık bu iş, en korkutucu şekilde hız kazacak. Kimse benim halkımla arama giremez. Seneler önceki bir hatamla beni, bana güvenen insanların önüne atamaz. Benim alnım ak, başım dik. Ülkeme tek bir yanlışım olmadı. Bir haram masasına seneler önce kandırılıp oturtuldum. Yediğim tek haram o geceydi. Milletim beni affetsin, partim beni affetsin, ailem beni affetsin. Ve en çok Allah beni affetsin. Süreç devam ediyor. Yine söylüyorum, benim alnım ak, başım dik. Aksi çıkarsa idam sehpamı benim milletim çeksin. Bu buradan yeminim olsun, bu dünyada bedelini milletim öbür dünyada Allah ödetsin ama ben yanlış yapmadım. Ben bu vatan hainleriyle birden fazla kez oturmadım, ben ülkemin boğazından bir haram lokma geçirmedim, bunlarla aynı yola çıkmadım. Yargı kararını en kısa zamanda verecek.”


Etrafımız bir miting meydanı gibi dolmuştu. Ansızın alkışlar kopmaya başladı, tezahüratlar yapılmaya başlandı. Babam insanlara el salladı, önünü ilikler gibi yaptı. Baktım ilikledi mi diye ama iliklemedi. Gülmemek için zor tuttum kendimi. Etrafımızda koca bir güvenlik önlemi vardı, babamı ona tapanlardan koruyorlardı. Ne garip dünyaydı.


Genel başkan bu coşkuyu kaçırmadı ve hemen ona uzatılan bir mikrofona bağırdı. “Bu halk, bu millet…” dedi. Alkış sesleri daha arttı. “Bizim arkamızda. Biz onların, onlar bizim arkamızda olduğu sürece tillahı gelse bir şey yapamaz.”


Gürültüler arttı. Geçtiğim yollarda babama eller uzandı. Kutsanmış gibi ona dokunmaya çalışıyorlardı. Babam yetişebildiklerinin elini sıktı. Yaşlı bir amcanın elini bırakmadı, öptü. Çok yaşlıydı, burada olması akıl işi değildi.

“Hoş geldin, babam,” dedi. Adam ayaküstü onlarca dua etti babama. Babam yine coşkuyu arttıracak birkaç cümle kurdu, el salladı insanlara. Annem babamın elinden tutmuş yanında yürüyordu. Kalabalığın içinden gidiyorduk. Bülent fırsatı kaçırmadı, küçük Atilla olmaya devam etti ve o da elleri sıktı. Kapılar açıldı, arabalara yerleştik. Tezahüratlar arasında uğurlandık, bir an alkışlanacak bir şey yaptık sandık. Ülkenin karşıt görüşlülerinin bizim hakkımızda neler yazdığını tahmin bile edemiyordum. Bugün burada toplanan bu kalabalık için neler söyleyeceğini, kaç kişiye dava açılacağını, kaç kişinin yarın ters kelepçeyle evden alınacağını bilmiyordum. Küçük balıklar babamı alkışlarla uğurlarken ben İnci’yle olduğum arabada kahkahalarla gülmeye başladım. Babamın Ecevit’le yaptığı büyük balık küçük balık muhabbeti kulağımda çınlıyordu.


“Abla iyi misin?” diye sordu İnci. Başımı iki yana salladım. Dikişlerimde yine amansız bir acı hissedene kadar güldüm. “Babamıza baba diyerek tezahürat yapıyorlar,” dedim. Bu gülüşümü ve ağrılarımı daha çok tetikledi. Arabada kahkahalarım duyuluyordu. Babama tapan bir kesim tarafından babamın lakabı babaydı. Ağrım sinirlerimin önüne geçmeyene kadar gülmeye devam ettim. İki ayrı arabada eve kadar gittik. İlk babamlar indi, ardından biz. Bize ardı ardına kapılar açıldı. Tek amacım hızla odama çıkmak ve bu bandajlarımdan ne yapıp edip kurtulmak ve babamla muhatap olmamaktı. Eve giriş kapısından geçtiğimizde İnci’nin elini bıraktım ve usulca merdivenlere yönelmek istedim ama arkada da iki gözü olduğunu kanıtlayan babam “Herkes içeri,” dedi despot bir sesle.


Dinlemedim merdiven tırmanmak istedim ama ekledi. “Firuze içeri geç.”

Kaçma Firuze. Kaçma. Kaçarsan seni kovaladıklarını kabul edersin. Kaçma, meydan oku. Yenil ama en azından yakalama hazzını yaşatma. En fazla ne yapabilirler sana?

Tıpkı babamın söylediği gibi, başım dik alnım ak yürüdüm salona. Hatta birkaç kişi geçtim, sadece babamı ve annemi bıraktım önümde. Kulaklarım uğulduyor, ellerim titriyordu ama başım dikti. Bedenimin geri kalanı bel bükebilirdi ama başımı eğmezsem hep güçlü dururdum. Bunu babamdan öğrenmiştim.

“O resim nerede Aylin?” diye sordu babam. Annem gitti ve sıkıştırdığı yerden çıkardı resmi ve babama uzattı. Babam kimseye bakmadan resmin bir köşesini ortadaki sehpaya yasladı ve İnci’ye baktı. “Güzel kızım sen yorulmadın mı?” diye sordu.


“Yoruldum,” dedi İnci yorgun bir sesle. Kopacak kıyamete İnci şahit olmasın istiyordu. Ben de öyle isterdim. “ama sen uyutmayacak mısın beni?” Babam İnci’ye yaklaştı ve saçlarını sevip şakaklarından öptü. “Benim inci kızım, sen git ben geleceğim yanına. Hadi.”


İnci özlemle babama sarıldı, öptü onu bir kez ve anneme baktı. Annemden de onayı alınca yavaşça kapıya ilerledi. O da şahit olmak istemiyordu olanlara. Yüzündeki tedirginliği görebiliyordum. Yanımdan geçerken biraz zorladım ama gülümsemeyi başardım. Bu stres altında yapabileceğim en zor şeydi. Gözlerimi kırpıştırdım, gülümsemeye devam ettim ondan göz bağım kopmayana kadar. Tamamen İnci’nin çıkmasını bekledik. Dudaklarımı kemirmek istiyordum ama başımı dik tutmaya gölge düşürürdü bu. Babam küçük bir volta atmaya başladı ve ansızın büyük çerçevenin orta yerine tekmesini geçirdi, resim ikiye ayrıldı ve gözlerimi titreyerek kapattım. Ses beni korkutmuştu, kalbim boğazımda atıyordu. Kırılan iki parçayı da şöminenin içine attı.

Tıpkı Ecevit’in söylediği gibi.


Bülent baş köşeye oturmuş, keyifle bizi izliyordu.

“Ne zaman buldun Ecevit’i?”


Gözlerimi açmadım, dört saniyeye tahammül etti babam. “CEVAP VER BANA!”


Sesle kapanan gözlerim sesle açıldı, babama baktım. “Ben bulmadım. Kendisi sergiye geldi,” dedi. Annem gözümün içine bakıyordu ve biliyordum ki bana içten içe yalvarıyordu meydan okumamam için.


“Tanıdın mı?”


“Maalesef, tanımadım. Tanıştık.”


“Sonra?”


“Bir akşam yemeğine davet etti,”


“Sonra?”


“Ben de gittim.”


“Ne zaman öğrendin Ecevit olduğunu?”


“Akşam yemeğini yediğimiz gece.”


“Sonra?”


“Sonrası yok.”


“Firuze sonra?”


“Vuruldum. O an yanımdaydı sonra sizinle tanıştı, annem eve davet etti. O da Ecevit olduğunu bu şekilde açıklamayı tercih etti.”


“Bunun olacağından haberin yok muydu?”

Şaşkınlık bir rüzgar gibi çarptı yüzüme.


“Sandığın kadar hain değilim baba, elbette yoktu. Sadece Ecevit olduğunu söyleyecekti, tahmin edebiliyordum.”


“O söylemeseydi sen söyleyecek miydin?”


“Hayır bu bana düşmüyor. Söylemeyecektim,” dedim dürüstçe. Ben Ecevit’i bir fanusun içine koyup saklamak istiyordum onlardan, önlerini yem diye atar mıydım?


“Bir daha o adamla asla yüz yüze dahi gelmeyeceksin,”


“Bundan sonra o adamla hep yüz yüze geleceğim,” dedim ve annem bana doğru bir adım atacak gibi oldu. Korktuğu başına gelecekti. “Sen eğer ki bunu iki gündür başına gelenler için istiyorsan kendin ettin kendin buldun. Ecevit hiçbir şey yapmadı ama sen bunu geçmişten dolayı istiyorsan yine mümkün değil. Ecevit beni istemeyene kadar ben daima onunla yüz yüze geleceğim ve sen,” dedim babamı işaret ettim. Sonra aynı el annemi işaret etti. “Ve sen,” sonra Bülent’i gösterdim. “Ve sen buna asla engel olamayacaksınız.”


“Firuze sana seçenek sunmadım,”


“Ben de sana sunmadım baba. Sen istersen yerin yedi kat dibine bir zindan yap, ben Ecevit’le görüşeceğim.”


Babam derin bir nefes aldı gözlerini yumdu. “Siz benim hayatıma karışamazsınız. Hemen şimdi beni evlatlıktan reddedebilirsiniz. Beni her şeyden menedebilirsiniz. Hemen şimdi, pılımı pırtımı toplar giderim.”


“Bu evden çıktığında gideceğin tek yer cehennemin dibi olur Firuze,”


“Ne mutlu sana baba, orada da benden kurtulamayacaksın o zaman.”


Babam dişlerini göstere göstere güldü yüzüme. “Ha şunu bileydin, cehennemde bile benim kanatlarımın altında olacaksın.”


“Peki…” dedim ve başımı salladım. “Senin kanatların altında yapacaklarıma da katlanacaksın o zaman. Madem konu Ecevit, size tek bir soru soracağım. Hepinize. Tek bir cevap istiyorum,” dedim hepsini teker teker süzdüm. “Ecevit’in ceza alması için yaşını iki yıl büyüttünüz mü?”


Derin bir sessizlik oluşur herkes bakışlarını kaçırır sandım. Çünkü suçlu insanlar öyle yapardı ama yapmadılar. Bülent ve babam birbirine bakarak kahkaha attılar. Bülent gülüşlerinin arasında “İlk zehri vermiş,” dedi.

“Piç,” dedi babam ağız dolusu.


“Piç mi? Piç kime denir biliyor musun?” dedim onun üstüne giderken. “Babası belli olmayana denir. Hüseyin Tarhan. Tanımayan var mı?”

“Alma o alçakların adını ağzına.”


“Alçak mı? Ant içerim ki,” dedim ve kıyameti kopardım. Zihnimin duvarında bir cezaevinin önünde suçsuz oğlu için beklerken coplanan bir adamın tablosu asılıydı. O adamı savunmak için hiçbir şeye ihtiyacım yoktu. “Hüseyin amca senden çok daha haysiyetli bir hayat yaşamıştır Atilla Akın,”


Kulak zarı bu denli hissedilebilir bir şey miydi? Ağzımdan akan kanı kulağımdan akıyor sandım. Sol omzumun üzerine düştüm, bir an gözlerim tümüyle karardı. Annemin çığlığını duydum. “Atilla hayır hayır hayır!” dedi ve bana siper oldu, yanıma çöktü.


“NANKÖR!” diye bağırdı bana doğru. Firuze sakın ağlama. Bir gözyaşı iki gözyaşı üç gözyaşı. Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde ağlayanın kaybettiği bir oyun varmış.


Babam bana doğru bir atılım daha yapmaya çalıştı ama annem adeta çığlık atıyordu. “Dokunma kızıma! Sakın bir daha dokunma kızıma!”


Kolumdan kan süzüldüğünü artık hissedebiliyordum. Kulak zarım patlamamıştı, duyabiliyordum. Zorlukla kalktım yerimden, başımı dik tuttum. Başı dik olan güçlü dururdu, indirmedim başımı, ağlamadım babama baktım. Ağzımın içine kan dolmuştu. Konuşmak için yuttum.


“Nankör ama dürüst,” dediğim an annem

ağzıma örttü elini.


“SUS! SUS YALVARIRIM SUS!”


“BIRAK!” annemin elinden kurtuldum. “BIRAK DOKUNMA!”


“Alçak,” diye bağırdı babam. “Alçak, nankör! Seni kızım diye elime verdikleri güne lanet olsun.”


“Sana baba dediğim güne lanet olsun!”


Geri geri gidiyordum ya da annem beni itiyordu. “Bu tokadı sakın unutma, ölene kadar hatırlatacağım sana,” dedim açıkça. Kanım avucumun içine doğru akmaya başladığında hızla döndüm arkamı ve merdivenlere doğru koşar adım gittim. Birkaç kez yalpaladım ama odaya varabildim. Kapıyı kilitledim. Kanım yere damlıyordu artık engelleyemiyordum. Çıkardım kazağımı bandajı çığlık çığlığa söktüm. Annem kapıma geldi. Açmadım. Oda yerle bir oldu, yerdeki cam parçaları yer yer bedenimi kanattı. Su uzun süre temiz akmadı, kan durmadı, hıçkırıklarım susmadı. Hıçkırıklarım arasında tekrar ettim.


“Bir küçücük aslancık varmış.”

Başımı duvara vurdum.

Çöllerde koşar oynarmış.”

Bedenim suyun altında buruştu, gökyüzü renk değişti, suyun altından öyle çıktım.

***

Amma ağlaksın Firuze!”


“Ama ağlamam durmuyor.”


“Hayır sen ağlamak istiyorsun.”


Bu küçük kızı daha çok tetikledi ve yine ağlamaya başladı. Derdini anlatamayınca ağlamaya başlıyordu. Ecevit söylediğini söyleyeceğine pişman oldu. Ağlama derken bile ağlıyordu bu kız. Ne yapacaktı böyle?


“Hayır hayır ağlama. Firuze, bak baban gelecek şimdi ağlama.” Firuze baba kelimesini duyunca daha da çok ağladı. Ecevit tıpkı annesinin ona ağladığında yaptığı gibi saçlarını okşadı Firuze’nin. Hatta biraz saçlarından da öptü. Annesi ona öyle yapınca ağlayası biraz geçerdi.

“Oyun oynayalım mı seninle?”


Küçük çocuk, kendi çocukluğuna bakmadan karşısındaki kıza öğretmenlik yapıyordu. Firuze’nin oyunla yapmayacağı şey yoktu. Kaldı ki Ecevit’in de hoşuna gidiyordu kendi ürettikleri oyunları oynamak. Kuralları kendisi koyuyor, şartları kendisi belirliyordu. Çok keyif alıyordu.

Firuze ağlıyordu ama yine de oyun lafını duyunca başını salladı akan burnunu uzun uzun çekti. Ecevit’in ona çok acilinden peçete bulması gerekiyordu. Yoksa koluyla silecekti şimdi.


“İkimizin içinde birer ağlama kovası olsun, ağlamamız geldiğinde içimizdeki kovaya akıtalım akıtabildiğimizi sonra haftada bir kere bahçede buluşup kovamızdaki su kadar ektiğimiz fasulyeleri sulayalım. Kimin fasulyesi ilk çiçek verirse oyunu kazanır,”


“Ama sen az ağlıyorsun ben kazanırım ki,” dedi Firuze bir kez daha burnunu çekerken.

“Ama ben içimdeki kovaya doldurmayı biliyorum, sen hiç bilmiyorsun. Hep böyle ağlarsan kovan hiç dolmaz, ben kazanırım.”

“Öğrenirim ki,” dedi Firuze. “Öğrenirim bir kere. İçimdeki kovayı doldururum, ağlamam ki.”


“Bence yine de ben kazanırım,”


“Hayır ben kazanırım.”


Uyku beni dizlerinde sallıyordu ama anılar uykuya dalmamı engelleyen gürültüler gibi zihnimde ötüyordu. Gökyüzü bir kez daha renk değiştirmişti. Belki de dünün üzerinden bir yirmi saat geçmişti. Anılar yattığım yatakta top oynuyor, beni rahat bırakmıyordu.


Oyunu Ecevit kazanmıştı. Benim yastığım sırılsıklamdı.


Defalarca kez kapım çalınmıştı. Bir kez babam tarafından hatta. Belki pişmanlıktan, belki kibirden. Bunun sebebini bilmiyordum çünkü herkes gibi ona da sesimi çıkarmamıştım. Öldüğümü düşünmesinler diye sadece İnci’ye iyi olduğumu söylemiştim. Kulak zarım ağrımıyordu, kolumun ağrısı azalmıştı, dudağımdaki yarık sızlamıyordu, kalbim çok ağrıyordu.


Yine kısa sürecek bir uykunun içine dalmak üzereydim. Uzun bir uyku mümkün değildi benim için. Kafamın içi ya da dışarıdan gelen her uyarana çok açıktım. Olmasaydım da yine bir lazer ışığı benim dikkatimi çekerdi. Kırmızı bir ışık içinde adeta dans ediyordu. Korkuyla gözlerimi açtım ve çıktım yataktan. Bir an yeniden kurşunlanacağımı bile düşündüm. Korka korka yaklaştım pencereye. Kaç adım kala bilmiyorum o ışığı tutan kişinin bedenini gördüm uzaktan. Işığı oynatmayı bıraktı ve direkt benim kalbimin üzerinde sabit tuttu. Görebiliyordum. Bir silah değildi. Bir lazerdi. Kalan adımları da tamamladım ve duvarın üzerinde duran Ecevit’e baktım.


Artık onu gördüğüme emin olduğunda eliyle birkaç işaret yaptı. Kapıyı aç demek istiyordu galiba. O duvara nasıl tırmanmıştı, ne yapmayı tam olarak planlıyordu bilmiyordum ama ansızın aşağı atladığında korkuyla pencere sıfırladım kendimi. Yüksek bir duvardı. Ben oradan atlasam kırardım kemiğimi ama Ecevit kusursuz bir atlama yaptı doğruldu ve köşede düşmüş bir poşeti aldı.


Hızla çıktım odadan. Bu bir rüyaysa asla garipsemeyecektim. Zaman hızlı geçiyor gibi hissediyordum zaten. Ev sessizdi ama insanlar uyumuyordu, ışıklar açıktı. Merdivenlerden yalın ayak inerken annem ve babamla arka arkaya karşılaştım.


“Firuze,” dedi annem. “İyi misin? Ne oldu?”

Ne yapacaktım? Neyi nasıl açıklayacaktım? Ecevit her ne için buradaysa gitmeliydi. Hem babam hem Bülent evdeydi, tek bir seslenişle gelecek insanlar vardı. Ne o ne de ben onu koruyabilirdik. Dilim lal oldu hiçbir yalan uyduramadım ama zil çaldı zaten. Evin çalışanıyla aynı anda kapıya yürüdüm kapı açıldığında Ecevit’i gördüm. Bana bakmadı bile direkt gözüyle babamı seçti. “Selamın aleyküm,” dedi ve içeri girdi. Annem “Sen nasıl girdin içeri?” dedi ama babam tepki vermedi.

“Duvardan atladım. Benim atlayamayacağım duvar daha inşa edilmedi,” dedi ve rahat tavırla birkaç adım daha attı. “Konuşacaklarımız var,”

“Ecevit yalvarıyorum git,” dedim. Bülent evde sanıyordum ama hâlâ çıkıp olay çıkarmadığına göre belki de yoktu ama her an gidebilirdi.


“Bir saniye Firuze ya, babanla iki çay içeceğiz.”

“Ecevit git, n’olur git.”


“Senin bu kızın hâlâ ağlak Aylin teyze, hiç büyütememişsin. Kalmış daha yedi yaşında çocuk gibi.”


“İki çay gönderin yukarıya,” dedi babam. Tam o an Ecevit’e temas ettim. Dünden beri zorlukla sakinleştirdiğim bedenim yine titremeye başladı. Ecevit’in gövdesine temas etti iki yandan ellerim. “Lütfen git Ecevit, lütfen git.”

“Korkma babana bir şey yapmayacağım,” dedi beni aşarken. Korktuğum babama bir şey yapacak olması mıydı? Babam anneme baktı. “Kimseyi ölse bile yukarı çıkarma, Bülent gelecek. Gerekirse bağla onu buraya, yukarı çıkmasına izin verme.”


“Amma abarttın sen de ha,” Ecevit alayla. “Canavarım sanki. Korkma yemeyeceğim kimseyi. Ne taraftan bu taraftan mı?” babam başka bir şey söylemeden yukarı çıkmaya başladığında hızla peşlerinden gitmeye çalıştım ama annem beni bağlayacak gibi tuttu.


“Anne bırak!”


“Firuze gitmeyeceksin!”


“Ecevit’e bir şey yapacaksınız,” dedim krizin çanları çın çın öterken. Babamın silahı vardı kasada biliyordum. “Ecevit’e bir şey yapacaksınız.”


“Aptal olma! Baban bir şey yapacak olsa, kendi elleriyle kendi çalışma odasında mı yapar? Aptal olma.”


“Ecevit’e bir şey yapacaksınız!”


Annem beni zorla bir koltuğa oturttu. Parmaklarım birbirine girmeye başladı. Kalbim duracak kadar hızlı akıyor, tüm vücudum benden bağımsız kasılıyor ama çözünmüyordu.


“Firuze sakin ol! Sakin ol! Aç kızım ellerini, dur dur sana su getireyim.”


Yanımdan kalktığı gibi merdivenlere doğru attım kendimi. Ayak parmaklarım içe doğru kıvrılmıştı, tırnaklarımın üstüne basa basa tırmandım merdivenleri. “Firuze!” dedi annem.

“Sakın gelme Bülent gelecek! Sakın gelme!”

Kapının önüne kadar koşar adım gittim ama kapıyı açmaya çalışırsam babamın beni zorla aşağı götüreceğini biliyordum. Kulağımı hızla kapıya dayadım, sessizlik bana onların sesini tüm çıplaklığıyla sundu.


“Hindistan.”


“Yanlış. Türkmenler çıkış noktası. Herkes satrancın atasını Hintliler sanır ama Türkmenlerden çıkmış ilk kalıntılar.”


“Bu bana ikinci hediyen,” dedi babam. Ecevit’in elinde bir torba vardı. O torbanın içinde bir satranç mı vardı? “Bunda ne var, kamera mı gizledin yoksa içine? Polise vermek için yeni deliller mi arıyorsun?”


“Yok,” dedi Ecevit. Evin hiçbir odasının anahtarı çalışma masasının anahtarıyla aynı değildi. Bir şey olursa nasıl açacaktım kapıyı. “Bu satrancı ya bu gece bir taşını alıp sana bırakacağım gerisini ya da tamamını alıp gideceğim.”


“Hangisi benim yararıma?”


“Bu satrancı alıp gitmem.”


“Sen küçükken de böyle bir çocuktun Ecevit. Oyun oyun içinde kurardın. Kurnazdın, akıllıydın, çok tehlikeliydin. Sadece çocuktun diye insanlar bu tehlikeyi göremiyordu, ben o zaman görmüştüm sendeki tehlikeyi.”


“Bana gazel okuma ihtiyâr, ben senden masal dinlemeye gelmedim.”


“Masal anlatmaya mı geldin?”


“Benim masallarla işim olmaz. Şimdi,” dedi. “Aslında yapmam gereken bir şey var ama ben çok doğru bir anne babanın evladıyım. İçimden her şeyi söküp attım da onların evladı olmayı söküp atamadım. O yüzden sana bu gece, senin de ailenin de hayatını kurtaracağın bir teklif yapacağım. Bunu kabul edersen, alacağım bu satranç takımını siktir olup gideceğim hayatınızdan. Bir daha sittin sene karşınıza çıkmayacağım. Cehenneme kadar görmeyeceğiz birbirimizi,”


“Kaç para istiyorsun?” dedi babam tüm sığlığıyla. Aklına nasıl para geliyordu aklım almıyordu.


“E ben de o zaman senin beynini sikeyim, para isteyeceğimi düşünecek kadar eksikse aklın nasıl yönetiyorsun bu ülkeyi? Gerçi yönetebiliyor musun?”


“Kısa kes Ecevit.”


“Kardeşim nerede?”


Bu soru babamda ne yarattı bilmiyorum ama Hüseyin amcadan sonra ikinci kez dumura uğradım. Ecevit bilmiyor muydu?


“Kardeşin mi?”


“Kardeşim. Bu gece kardeşimin nerede olduğunu söylersen hayatınızdan siktir olup gideceğim. Bu mevzu burada kapanacak, davamı içime gömeceğim. Bir daha da görmeyeceğiz birbirimizi.”


“Mezarının yerini mi bulamıyorsun?”


“Senin feriştahını sikerim.”


“Senin kardeşin ölmedi mi Ecevit?”


Bir kırılma sesi geldi, babamın ağzından çıktığına emin olduğum bir hırıltı duydum, kapıya asıldım ilk kez. “Ecevit,” dedim. “Ecevit yapma.”


“Firuze aşağı in,” dedi babam acılı bir sesle. Acı çektiği bir konumdaydı.


“Sen benim kardeşimin ölmediğini biliyorsun. Bana yalan söyleme. Bana bu gece kardeşimin nerede olduğunu söyle yoksa ben senin de ailenin de hayatını sikip atmadan bırakmayacağım hiçbirinizi,”


“Benim senin ailenin hayatını sikip attığım gibi mi?” devrilme sesleri arttı. Babamdan çıkan sesler çoğaldı. “Ecevit kasasında silah var!” dedim korkuyla. “Sakın kasayı açmasına izin verme! Kasasında silah var!” o kasa şifreliydi ve daima kapalıydı. Ecevit açamazdı ama babam ilk fırsatta o silahı alırdı. Annemin söylediklerine güvenmiyordum.


“Adi orospu evladı,” dedi Ecevit. “Kardeşim nerede, söyle! Söyle siktir olup gideyim. Söyle. Söyle bitsin bu dava. Kardeşim nerede?”

“Aç kapıyı, bırak aç kapıyı. Ecevit aç şu kapıyı!”

“Kardeşin hakkında tek bildiğim şey baban gibi ölüp gittiği!”


Kapı yıkılacak kadar sarsıldı, birinin bedeni kapıya çarptı. “Kardeşimin yerini söylemiyor musun?” diye sordu tekrardan. “Bak kızın şahit. Kızın şahit göz göre göre aileni yakacaksın. Kardeşim nerede?”


“Bilmiyorum lan bilmiyorum! Ölüp gittiler. Mezardan mı çıkarayım. Sen kimsin benim ailemi mahvedeceksin Ecevit. Sen kimsin? Sana bedel ödetmez miyim ben?”


Kapının kilidi aniden açıldığında öne doğru savruldum ve Ecevit beni önüne siper etti. Bu babamın kasasındaki silahına koşmasına alınmış bir tedbirdi ama babam silahına koşmadı. Ecevit çenemden tutmuş başımı geriye doğru bastırarak omzuma yaslamıştı.


“Şahitsin!” dedi kulağımın dibine doğru. “Şahitsin Firuze. Babana hayatının şansını sundum. Şahitsin. Elinin tersiyle itti. Yemin ederim ki siktir olup gidecektim. Baban bir orospu çocuğu olmasaydı, sizi biraz olsun sevseydi siktir olup gidecektim ama yapmadı. Şahitsin Firuze, sizin hayatınızı teker teker sikeceğim kardeşim için. Kendim için de değil, kardeşim için.” Boynumu koparacak kadar sabit tutmuştu, inim inim inledim elinin altında. Ansızın elini ayağını çekti üzerimden bedenimi babama doğru iterken masanın üzerindeki camdan satranç takımında bir taş aldı. Ateş ve suyu temsil eden, özel tasarım cam bir satranç takımıydı. Nefes nefese aldığı taşa baktım.

Atı aldı, suyu tercih etti.


Gözleri bir okyanus gibi üzerimizde dolanıyordu. “Sakla bu takımı, bir gün seninle oturacağız, bir kere oynayacağız. Kazanın kaybedeni yok edecek. Yok edeceğim seni o gün. Bu sıfatı aklına iyi kazı. Ben Ali Ecevit Tarhan, benden ne aldıysan bin mislini senden alacağım. Sana olacakları bir bir söylüyorum bak. Benden aldıklarını, ben de olmayıp sende olanı teker teker alacağım senden. Her şeyi açık açık söylüyorum. Gözünün önünde yapacağım bunları. Parmağını oynatamayacaksın. Keşke o gece kabul etseydim de siktir olup gitseydi diyeceksin her gece. Şahitsin Firuze,” dedi bana da parmak salladı. “Hayatımı siktiniz, şahitsin. On sekiz sene önce nasıl şahitsin şimdi de şahitsin. Sizi öyle bir yok edeceğim ki sizden öncekilerin bile yattığı yer sızlayacak. Kardeşimi vereceksiniz bana, bulacağım onu. Aç kulaklarını iyi dinle beni şahitsin. Kanun bilmemeyi affetmez. Yok edeceğim topunuzu.”


***


Instagram: uzumbugusuofficial 

Instagram; dilanduurmaz 

Üzüm Buğusu asıl şimdi başlıyor diyorum ve susuyorum, sevgilerimle:)

6 Yorum


Zehra Gülmüş
Zehra Gülmüş
26 Eki

Ağlamaktan ölcem az sonra

Beğen

user000044421
02 Eyl
ree

Ecevit'e karşı bendir 💋💋

Beğen

Elif yaren Karakaya
Elif yaren Karakaya
01 Eyl

Diğer bölüme geçmeye çok üşeniyorum, off kim kaydiracak 20 bölümü 😔😔

Beğen

hzlgnl0404
20 Ağu

ben bu ecevitten gıcık aldım firuzeye çok sert davranıyor

Beğen

elifmkaslan43
27 Oca

Bu nasıl bir kitap yaaa her yeni bölüm de daha çok aşık oluyorum

Beğen

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

  • Facebook
  • Twitter
bottom of page