top of page

XXIV - Hakikat, Tanığın Diliyle Ayakta Durur - PART I

  • Yazarın fotoğrafı: Dilan Durmaz
    Dilan Durmaz
  • 5 gün önce
  • 50 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 13 saat önce

Ben geldim!


Geçen bölümdeki gibi kopukluk olmaması adına, bölümü iki parta böldüm. Son sahneyi de tamamlayıp yarın saat sekizde atacağım.





İyi bir siyasetçi olmanın meşakkatli yolu sine-i milletten geçer. Görevi devralmak kadar görevi devretmek de aynı kutsallık atfeder. Namus denen kavram, ne vakit ki kadın ve erkek bedeninden sıyrılır; halkın arasında dolaşır, mektepte öğretmene, hastanede hekime, çarşıda esnafa, sokakta çöpçüye, tarlada çiftçiye, mecliste siyasetçiye dokunur işte o vakit kelime hak ettiği konuma varır. Namus sanılanın aksine bacak arasında dolanacak kadar ilkel bir hal içinde değil, insanın önce beynine sonra kalbine dokunmalıdır. Bu olduğu vakit, öğretmen talebesini iyi yetiştirir, hekim hastasına iyi bakar, esnaf müşterinde hain olmaz, çiftçi bozuk tohumu memleketinin toprağına yaklaştırmaz, çöpçü görünmeyen yerde çöp bırakmaz ve siyasetçi eksik kaldığı, istenmediği, meşrutiyetini yitirdiğini hissettiği an sine-i millette döner. Bundan mütevellit vatanını, toprağını, ülkesini ve bayrağını en çok seven elindeki işi namusuyla yapandır. 


Allah bu milleti; namussuz çöpçülerden, hâkimlerden, doktorlardan, çiftçilerden, öğretmenlerden, esnaflardan ve siyasetçilerden korusaydı. 


Atilla Akın kimine göre biçilmiş kaftan, kimine göre karizmatik lider olacak tek adam, kimine göre canavar, kimine göre vakti zamanı gelir de eline fırsat geçerse bir diktatördü. 


1992’nin bir kasım ayının kış gününde oğlu bahçede bir çocuğu öldürürken namus onun önce omzuna, ardından aklına ve kalbine dokunsaydı, engelleyeceği ilk şey bu cinayete kendisinin de ortak olması olurdu. Kabul bir babaydı, kabul ailesini çok seviyordu, eşini, oğlunu, kızını, hanesini… Kabul seviyordu, bunları inkâr eden kimdi? Lakin Atilla Akın, sanrılarla geçen gecelerin içinde, kulağına fısıldanan rütbe, rütbe-i terakki sözlerini duymuş muydu? Yoksa kulak mı kabartmıştı? İçindeki baba ateşinin önünde büyük bir güç vardı artık. Emin adımlarla yürüdüğü yola inecek bu darbe onu deli ediyor, bu ahvâl içinde boğuluyor, kendini kaybediyordu. Bir katil babası olmak, rütbesini kulakları sağır cellatlara boğdurmaktı. 


Namus Atilla Akın’a dokunmuyordu. 


Halka hizmet gayesiyle yürüyeceğini iddia edeceği bu yola, en başında, büsbütün, leke sürüyordu. Bu namussuzlukla başladığı hayatta, halka nasıl eşit, adil, demokrasiye leke sürmeden, halkı inandırdığı her noktaya kendini de inandırarak iyi bir siyasetçi olacaktı? 


Kabul bunlar onun umurunda değildi. Yükselişte olduğu, parlatılmak ya da parlamak için köşesinde sabırla bekleyen, partideki yerini çoktan sağlamlaştırmış bu adam rütbesindeki yükselişi inhitata çeviremezdi. Atilla bu dünyada siyasetin bir parçası olmak için doğmuştu. Babadan varlıklıydı. Gözü varlıkta değildi o vakit, büsbütün güçteydi. Atilla bugün adının önünde olan her adı, parti fark etmeksizin, gün gelince gerisinde bırakmak, bazılarını harap etmek istiyordu. Atilla ismini duyan her insan soyadını içinden tekrar edecek kadar ezberlemeliydi. Öncelikle kesinlikle kendisi için sonrasında oğlu ve ailesi için bu pisliği üzerinden atmalıydı. Ve biliyordu ki, çamur atmanın kolay yolu yoktu ama doğru yolu vardı. Toprakla uğraşana çamur atarsanız size inanmayan olmazdı. 


Büyük bir soğukkanlılıkla, bundan sonrası için artık onu ancak ve ancak teneşir paklayacağı o suça hem ortak oluyor hem de suç işliyordu. Namusunu kaybederek ilerliyordu artık Atilla Akın. Lakin önemli olan hakikatler değildi elbet, o hakikatleri kimin bildiği ya da ona oy verecek halkın hangi hakikate inandığıydı. Ona göre siyaset de tam olarak buydu zaten. İnandırmak. Hayasızca, gerçeğe değil iki dudağının arasında çıkan her kelimeye inandırmak. 


Her şeyin tıkırında işlediği bu mevzuda, şerâitler böyle devam ederse hiçbir sorun çıkmayacaktı. Kurnazdı, zekiydi, eh tabi biraz da rütbesi için insanı insan yapan çoğu mühim meziyetten ödün vermeye razıydı. Tek bir şeyi akıl edememişti Akın, koca cüssesi, zekâsı tek bir noktayı es geçmişti. Kızını. Firuze Akın’ı. 


Şimdi karısıyla bir arabanın içinde sus pus oturdukları saniyelerde kızları çoktan bazı şeyleri anlatmıştı. Firuze’nin ilk panik atağı üzerinden dört hafta geçmişti. Okula yeniden başlayalıysa iki hafta olmuştu. Gerginlik beden dilini ele geçiyor, bir araba koltuğuna sığmıyordu. Aylin Akın titriyor, yer yer ağlıyor, kızıyor, susuyor, kahroluyordu. Yine de bunlar olabildiğince az belli ediyordu. “Sakin olacağız,” dedi eşine bakarak. Bir panik kaplamıştı içini. Firuze ne anlattı tam bilmiyordu ama ne anlattıysa bu oğluna mal olabilirdi. Sakin olmalılardı çünkü Firuze’nin öldüğünü sandıkları dakikalar dün gibi aklındaydı. Firuze bu aralıkta iki kez daha panik atak geçirmişti ve biliyordu ki Aylin, bundan bir kurtuluş yoktu. Kızı her seferinde mosmor kesiliyordu önünde. Bir aya yakın bir vakittir kızıyla beraber yemiyor, içmiyordu. 


“Her şeyi söylemiş olabilir!” 


Olabilir değildi, söylemişti. Firuze şimdi oturduğu bir koltukta önüne verilen kâğıda resim çizerken her şey yoluna girecek sanıyordu. Ecevit dönecekti. Ecevit’i kurtaracaktı. 


“Ne yapacağız?” diye sordu Aylin titrek bir sesle. Böyle bir durumda ne yapacaklardı? Bu olayın tek bir kişi tarafından bilinmesi bile yeterdi önünü alamayacakları kadar yayılmasına. 


“Sakin olacağız, sil şu gözünün yaşını!” dedi tahammülsüzce. Atilla’yı zorlayan bir tek kızı değildi. O hariç kimse soğukkanlılığını koruyamıyordu. “İnkâr edeceğiz. 10 yaşında çocuk! Panik atak geçiriyor, gözünün önünde cinayet işlendi ve bunu en sevdiği arkadaşı yaptı! Arkadaşını özledi ve yalan söylüyor ya da kafasında kuruyor! Bu kadar! Kim aksine inanır?” 


Kendinden oldukça emindi ama eşi yanında böyle davranmayı sürdürürse dikkat çekerlerdi. “Aylin,” dedi daha sakin bir sesle. “Sakin ol! Hadi, derin bir nefes al ve dediklerimi içinden tekrar et. İnanmazsan inandıramazsın! Evimizde bir çocuk öldürüldü ve kızımızın o günden sonra psikolojisi bozuldu. Şimdi ne söylediğini bilmeden gidiyoruz. Orada öğreneceğiz ve rica ediyorum bu yaşlarını orada şaşkınlıktan dök. Kızım bu kadar mı kötü durumda de, neden böyle bir şey düşünüyor de. Anladın mı? Biz de en az bizi çağıran kişi kadar şaşkın olacağız.” 


Aylin yaşlarını sildi. Derin bir nefes aldı. Eşinin dediklerini uygulamaya çabaladı. Yine de olmuyordu. Oyunculuk geçmişi olan oydu ama yine de onun kadar iyi olamıyordu. “Ya başka birine daha anlatırsa? Hadi bu sefer kadını ikna ettik. Sınıf arkadaşlarından birine anlatırsa ya? Öğretmenleri var…” Aylin’in zihninde korkunçlaşıyordu her ihtimal. Bir yılan gibi boynunu sarmıştı. Küçük bir çocuğa daha anlatması felaket olurdu. O çocuk gider ailesine anlatır, ailesi kim bilir neler yapardı… 

Atilla gözlerini yumdu, parmaklarını gözpınarlarına bastırdı. Bunlar onun da korkulu rüyasıydı. Ne yapmalı ne etmeli, bunun önüne geçmeliydi. 

“Okulunu mu değiştirsek?” dedi yine ve yeniden.


Firuze’ye nasıl zarar verdiklerinin farkında değillerdi. Firuze eğitim hayatının ilk dört yılında; dört okul, sayısız sınıf değiştirmişti. Bağlanamıyor, hiçbir yere alışamıyordu. Hep yabancıydı. Akın ailesi kızlarının içindeki aidiyet hissini sökerek alıyordu. Firuze hayata bile bağlanamadan büyüyordu. Gittiği her sınıfta kimse onu, o da kimseleri sevmiyordu. Arkadaşlık bağı tek bir kişi üzerine zimmetliyken ailesi bu işi daha da yokuşa sürüklüyordu. 


“İşe mi yarıyor Aylin?” 


Atilla Akın, derin bir nefes aldı. Ne yapmalı diyordu. Ne yapmalı, nasıl engel olmalı? Tek bir hata, tek bir hata seneler önce ilmek ilmek ördüğü planı mahvedebilirdi. Ne yapmalı? Korktuğu başına geliyordu. Kızı konuşmaya başlamıştı. Ne yapmalı, nasıl yapmalıydı? Bu artık yalnızca Bülent’in suçu değildi. Bu bütün ailenin suçuydu. Seneler önce bir katil babasıydı yalnızca, bugün ise bir katil kadar suçluydu. Katili korumuştu, adaleti yanıltmıştı. Sonu olurdu… Atilla’nın sonu olurdu. Engel olmalı. Bir şekilde engel olmalı. Ne gerekiyorsa yapılmalı. Engel olunmalı. 


Aklında beliren ihtimalleri yemedi yutmadı ama dilinin altına itti. Aylin’e baktı. Belki de işin en zor kısmına. Eğer ki olay oraya kadar varırsa, başka çaresi kalmazsa, buna ilk Aylin karşı çıkacaktı. Yol boyunca başka da konuşmadılar. 


Psikolojik danışman stresle ellerini birbirine geçirmiş, parmaklarını eğip büküyordu. Bacağını durmaksızın sallıyor, Firuze ona her baktığında gülümsüyordu ama gözleri kararak kadar kendini kaybetmişti. Bu küçük kız çocuğu öyle şeylerden bahsetmişti ki meslek hayatı boyunca bir güne bir gün böylesiyle karşılaşmamıştı. Birbirini aldatan ebeveynler, aile içi şiddet, kavgalar, yalanlar… Bunlara kulağı aşinaydı ama tek bir örnek dahi yoktu şimdi aklına gelen. 


Haftalardır yanına gidip gelen, her geldiğinde uzun uzun Ecevit denen çocuktan bahseden, tüm hayallerini ondan ibaret kılan kızın ona anlatacaklarını merakla bekliyordu. Ecevit neden gitmişti ve neden gelmiyordu? Bu soru danışmanın da artık hayatının seyrine yerleşmiş bir soruydu. Sonra kendisi bulmuştu Ecevit’in kim olduğunu. Dört sene önce tüm ülkeyi etkileyen cinayetin failiydi. Akın malikanesinde çalışan ailenin çocuğuydu. Haber kanalları, gazeteler… Haftalarca yazıp çizmişti. 


Bu karşısındaki kız çocuğu, artık emindi ki korkunç bir hastalığın pençesine düşmüştü küçük yaşında ama bir taraftan… Her şeyi böyle katman katman kurgulaması, bir hastalıkla mümkün müydü? Babasını tanıyordu. Çok iyi tanıyordu. Tedirginliği belki bu yüzden daha da artıyordu. 


Neredeyse tüm okul gününü burada geçirmiş Firuze büyük, kocaman, ona sorsalar İstanbul kadar kocaman bir umuda sahipti. Öğretmen kavramı onun için doğrunun en üstüydü. Firuze bu öğretmeninin ona inanacağını biliyordu, söylediği tüm yalanları, o cinayeti kimin işlediğini anlatmıştı. Haftalardır bedeni her gece bildikleriyle boğuşurken bir çocuk olarak alabileceği en doğru kararı almıştı. Elbette öğretmenine sığınacaktı. 

Kadın telefonuna gelen mesajla beraber Firuze’nin biriktirdiği resimlerini aldı ve ayaklandı.

“Firuzeciğim benim çok kısa bir işim var, ben gelene kadar yanında bir öğretmenin olacak. Resmine devam et tamam mı?”


Firuze başını kaldırdı ve öğretmenine baktı. O kadar çok, o kadar çok seviyordu ki öğretmenini! Bir aydır senelerdir anlatmadığı kadar Ecevit’i anlatıyordu öğretmenine. Tepki görmeden, yargılanmadan, azarlanmadan dinleniyordu. Öğretmeni artık bir kahramandı onun için. Ecevit’i de kurtaracaktı. Kimselere de haber vermeyecekti. Güvenini kazanmıştı. Ona gelip Ecevit’i anlatmıştı ve kimselere söylenmemişti. 


“Gelecek misiniz?” diye sordu yine de. 

Başını salladı ve gülümsedi. “Tabi ki. Ben gelene kadar resmini tamamla olur mu sen?” 


Firuze başını salladı ve çizdiği resme geri döndü. Ecevit gelecekti. Bunu durmaksızın tekrar ediyordu. Ecevit’i o düşürüyordu bazen istemeden, bu sefer de istemeden olmuştu. Sonra yarasını temizliyordu, bu sefer de temizleyecekti. Kadın çıktı öğretmenler odasından bir nöbetçi öğretmenden rica etti ve Firuze’nin yanına gitmesini istedi. Akın ailesi müdürün odasında bekletiliyorlardı. Atilla etrafında dört dönen müdüre ters laf etmemek için zorluyordu kendini. Danışman içeri girdiğinde, müdür, “Hocamız da geldi,” dedi. Atilla ve Aylin aynı anda kadına baktı ve ilk anlayan Atilla oldu. 


Firuze her şeyi, baştan aşağı anlatmıştı. 


“Müdür Bey biz hocamızla baş başa konuşmak istiyoruz,” dedi yalnızca ve ayaklandılar. Önce Aylin’le sonra Atilla’yla tokalaştı kadın ve, “Hoş geldiniz,” dedi. 


Müdürün yüzündeki ifadeye kimse dönüp bakmadı. “Tabi Atilla Bey. Siz nasıl isterseniz. Ben sizi baş başa bırakayım,” dedi ve çıkmadan son kez gülümsedi. 


Aylin fırsat vermedi ve, “Firuze iyi mi?” diye sordu. “Panik atak geçirmedi değil mi?” Rol mü yapıyor yoksa tamamen gerçek miydi bu tavrı kendisi bile ayırt edemiyordu. 


“Hayır hayır, korkmayın. Öyle bir durum yaşanmadı. Şu an odamda ve resim çiziyor,” Soluklandı ve koltukları işaret etti. “Lütfen oturun, ayakta kalmayın. Öyle konuşalım.” 


“Oturacak durumda değiliz,” dedi Atilla sahte bir kederle. Kadın, Atilla’yla göz göze gelmekten adeta kaçıyordu. İzlediği filmler diziler geliyordu hatta aklına. Böyle bir durumda tehdit edilirse ne olacaktı? Peki bu tehdit gerçekleştirilirse ne olacaktı? Yutkundu. Belki de bu bir kurmacaydı. Yalnızca kızlarını psikiyatriste götürmeleri lazımdı. “Kızımız için çok endişeliyiz. Bakın,” dedi ve duraksadı. “İsminiz neydi?” 


“Ebru.” 


“Ebru Hanım, kızımız iyi değil. Firuze… Nasıl anlatsam? Söylemeye bile dilim varmıyor.” Önüne korkuyla geldiği adam, hiç tehdit edecek gibi durmuyordu. Kadın gözlerine baktı. Gözlem yapmaya çalışıyordu var gücüyle. “Söylediklerimin aramızda kalmasını rica ediyorum.” 


“Elbette Atilla Bey, çocuğumuzun özeli, daima öyle kalır. Endişeniz olmasın.” 


Atilla eşine baktı. Sıkıntıyla soluklandı. Cümleler ezberinde değilmiş gibi defalarca kez konuşacak gibi olup sustu. Sinesi kederle yükseliyordu sanki. Kadın dikkatle gelecekleri bekliyordu. “Firuze’yi tanıyamıyoruz. Sanki evin içinde iki Firuze var. Bambaşka hayat yaşayan iki Firuze. Olmadık insanlar var ediyor. Sıra arkadaşı… Bize günlerce sıra arkadaşından bahsetti. Hatta evlerine gitmek istediğinden. Sonra öğrendik ki Firuze sınıfta tek oturuyor ve bu dönem başladığından beri böyle. Bu anlattığım ilk aklıma gelen. Korkuyoruz,” dedi. Neredeyse sesi titreyecekti. Aylin’e baktı. Ona tam şu an destek olmalıydı. 


“O gün resim defterini kurcaladım,” Firuze’nin çizdiği resimleri getirdiğini görmüştü ve o eski bir oyuncuydu. “Bazı resimleri hakkında konuştum onunla. Hepsinde bir anısını anlatıyor. O anıların içinde bazen biz de varız ama ben eminim öyle bir şey yaşamadığımıza, oraya gitmediğimize… Benim kızım hiç iyi değil,” Sesi cümlenin sonuna doğru tamamen yok oldu ve için için ağlamaya başladı. “Ben ne yapacağımı bilmiyorum. Hiçbir şey yapamıyoruz. Panik atak geçiriyor dört haftadır. Kafasının içinde bir dünya var ve orada ne oluyorsa panik atak olarak dışa vuruyor. Kızım kayıp gidiyor sanki ellerimden.” 


Hıçkırıyor ama bir taraftan da ağlamaktan utanıyor gibi kaçışıyordu. Atilla yanına yaklaştı ve sarmaladı karısını. Saçlarını okşadı, geçeceğini söyledi. Danışman, neredeyse rahatlayacaktı. Bu onu nasıl sevindirmeliydi denmemeliydi. Anlık bir gafletle neredeyse mutlu olacaktı. “Ben de sizinle tam olarak böyle bir konuyu konuşmaya geldim,” dedi. 

Atilla başını çevirdi ve danışmana baktı üzgün gözlerle. Yutkundu. “Oturun lütfen,” dedi kadın ve kendisi için de bir sandalye çekti. Herkes oturduğunda elindeki resimlere baktı. 


“Kızınızı, bir ay önce sınıf öğretmeni derste çizdiği resimle beraber benim yanıma getirdi,” dedi ve çizdiği resmi ortadaki sehpaya koydu. Anne babanın tepkisini izledi. Aylin Akın adeta irkildi yerinden kıpırdandı. Atilla’ysa sıkabildiği kadar sıktı kendini. Küfretmek istedi yalnızca. Yolun sonunu gördü o resimde. Cinayetin işlendiği günden daha beter bir his kapladı içini. 


“Bunu Firuze mi çizdi?” dedi Aylin ve resme uzandı. O resmin hangi ana ait olduğunu biliyordu ama tam da bu noktada tüm hünerlerini sergilemesi gerekirdi. “Ne de- ne demek oluyor bu? Ne demek bu resim? Ne anlatmak istiyor burada? Bu… On yaşında daha. Bu… İntiharı düşünmüş olamaz değil mi?” 


Firuze’yle intiharı aynı cümlede kullandığı için lanet etti kendine. Kulaklarını tıkamak istedi. Bunu nasıl söylerdi? 


“Hayır,” dedi kadın ve birkaç resim daha bıraktı önlerine. “Ecevit isminde bir arkadaşından bahsetti her geldiğinde. Onu çok seviyor ve daima gidip gelmediğini söylüyordu. Seneler önce evinizde çok kötü bir olay yaşanmıştı. Hatırlatmak istemem ama Firuze’nin bahsettiği Ecevit, olayın faili olan çocuk mu?” 


Atilla, on yaşındaki bir çocuğun isminden ürküyordu artık. Kolu uyuştu. Ali Ecevit Tarhan’ın ismi, Atilla’yı en büyük rakiplerinden daha çok tedirgin ediyordu. 


“Evet o. O olay… Ebru Hanım, hatırlamak daha istemediğimiz bir olay. Hepimiz etkilendik, hepimiz etkisindeyiz ama Firuze’yi toparlayamadık. Çünkü biz hepimiz içerideyken, Firuze o cinayete şahit olan tek kişiydi ve daha yedi yaşındaydı.”


Hepimiz. Kadının dikkatini yalnızca bu ayrıntı çekti. “Firuzenin abisi de içeride miydi, yoksa olay yerinde miydi?” Atilla korktuğu soruyu işitti. Korktuğu olsa da beklediği bir soruydu. Şaşırmış gibi bir tavır takındı ve sordu. 


“Bülent mi?” 


Başını salladı, “Evet,” dedi. 


“Bülent’in ne alakası var?” diye sordu Aylin titrek bir sesle. Ah! Ne de güzel oynuyorlardı!

Kandıramayacakları kim vardı ki? 


Kadın kurumuş dudaklarını ıslattı. Bir yudum suya muhtaç hissetti kendini. “Bugün Firuze geldi ve bana birtakım şeyler anlattı,” Soluklandı, gözlerini bir açıp kapattı. Kime bakacağını şaşırdı. Nasıl söylenirdi ki böylesi? “Bu cinayetin Ecevit tarafından değil, abisi tarafından işlendiğini ve sizin kendisini yalancı şahitlik yapmak için kandırdığınızı söyledi.” 


Aylin öylesine yüksek sesle, “Ne?” diye bağırdı ki, dışarıdan duyan biri ölüm haberi aldı sanırdı. Ağlıyor, dövünüyor, bağırıyor, isyan ediyordu. Atilla ilk kez içinde, önlerindeki senelerde bol bol kullanacağı o kelimeyi kullandı. Hain. Hain! Hain, hain, hain…


Yerinden kalktı ve eşine yaklaştı. “Aylin sakin ol,” dedi. Önünde diz çökmedi ama eğildi. Aylin ellerini onun omuzlarına geçirdi. “Kızım iyi değil! Kızım iyi değil!” diye sayıklıyordu. Hayır diyordu kadın, hayır böyle bir tepki olamaz. Yalan değil bu. Şizofreni mi? Daha on yaşında… 


“Sen bunun ne demek olduğunu biliyor musun?” diye yükseldi Atilla’ya doğru. “Sen bunun neyin belirtisi olduğunu biliyor musun?” 


Kadın doktordu, aklına ne geldiğini tahmin edebiliyordu. Ne yapacağını bilemedi. Birkaç kez araya girmeye çalıştı ama yapamıyordu. Kocasına bile izin vermiyordu. “Aylin Hanım lütfen sakin olun,” dedi ama o bile kendisini böylesine kötü hissederken bir anne nasıl metanetini koruyacaktı. Apaçık şizofren belirtileriydi bunlar. Kızı daha on yaşındaydı. Bir tanı elbette koyamazdı, asla sesli de dillendiremezdi ama… Tahmin ediyordu. 


“Kızım,” diye sayıkladı alnını kocasının göğsüne yaslarken. “Firuze’m.” 


Atilla bir kez daha emin oldu. En doğrusuydu. Aylin onun için baştan aşağı en doğrusuydu. Aylin dakikalarca sürdürdü bu küçük tiyatro oyununu. Atilla güçlü durmaya çalışan baba gibi oynadı. Yeniden konuşabildiklerinde vakit geçmişti. “Bir psikiyatriste en yakın zamanda gitmenizi rica ediyorum. Resimleri de götürün,” dedi kadın. “Bu durum beni veya bir psikoloğu aşar.” 


Atilla resimlere bakıyordu düşünceli bir halde. Firuze’nin ipi kopmuştu. Okul… Okul onun kontrolden çıktığı yerdi. Saatlerce tekti ve özgürdü. Firuze raydan çıkmıştı. Tutamıyordu. 


“Ebru Hanım kızımın bu anlattıkları ve bu durumu,” dedi ve kadının gözlerine baktı dikkatle. O acısını atmadı ama baskı da kurdu. “Söylememe gerek yok biliyorum ama siz de bilmelisiniz ki eşim ve özellikle ben mesleklerimizden ötürü göz önündeyiz. Saygın insanlarız. Böyle bir şeyin duyulması, tek bir kelimesinin bile önünü alamadığım, partime kadar sıçrayan korkunç bir sonuç doğurur. Firuze’nin ve oğlumun adının lekelenmesine değinmiyorum bile.”


“Farkındayım Atilla Bey, şüpheniz olmasın.” 


“Birine söylediniz mi?” diye sordu yine de. 


“Asla. İlk sizinle konuştum. Aksi mümkün değil.” 

Atilla yetinmedi. Kadını bakışlarının etkisi altına aldığına eminken devam etti. “Yani bu durumu başkasından duysak sizin söylediğinizi düşüneceğimiz kadar yalnızca siz biliyorsunuz değil mi? Doğru anladım?” 


Bu apaçık, ne çıkarsa senden çıkacak demekti. Çeneni kapalı tut demekti. Danışman bunları tümüyle bu acılı adamın, bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için kurduğu cümleler olarak nitelendirdi. Tehditti belki ama korktuğu bu yalan şeylerin yayılmasıydı. Aksine iki manipülatif tarafından ikna edilmişti. 


“Evet, doğru anladınız. Lütfen metanetinizi koruyun. Aylin Hanım, Firuze’nin şu an en çok sizlere ihtiyacı var. Sizleri anlayabiliyorum ama Firuze’nin daha kolay atlatması için, daha iyi olması için sizlerin yanında olması çok önemli.” 


Kadın biraz daha konuştu. Karşısındakiler onları dinliyorlar sanıyordu. Acıyla, kederle de olsa dinliyorlar ve ellerinden geleni yapacaklar sanıyordu. Onlarla vedalaşıp çıktığında Firuze’yi getireceğini söyledi. Aylin hızla gözlerini sildi ve eşine baktı. Bir şey bekliyordu. Tehlikeyi atlattığına dair tek bir emare. 


“Sen nasıl bir kadınsın?” dedi Atilla ve ayaklandı. Telaşlandı Aylin. Üzerine gelen kocasına baktı. Atilla eğildi ve tam alnından öptü. Bu kadını sahnede görmüştü, sahnede aşık olmuştu ve yine sahnedeyken evleneceğine karar vermişti. “Senden başkası olmazdı Aylin, senden başkası benim yanıma olmazdı. Benim güzel karım, senden başkası beni kaldıramazdı.” 


Aylin aksi cümleler için tetikteydi. Bunları duyunca neredeyse yığılacaktı koltuğa. Adam gözlerini sildi yeniden. Kapı tıklatılınca doğruldu. Firuze’yi görür görmez doğruldu yerinden. “Kızım,” dedi. “Güzeller güzeli kızım.” 


Firuze annesinin babasının geldiğini yürüdüğü yolda öğrense bile yine de öğretmeninin elini daha sıkı tuttu. Söylememişti. İnanıyordu öğretmenine. Öğretmeni en yakın zamanda kurtaracaktı Ali Ecevit’i. Aylin kızının önüne çömeldi ve yanaklarını avuçladı. 


“Niye geldiniz ki?” diye sordu çatık kaşlarıyla. Babasına neredeyse hiç bakmıyordu ama uzun kolları çok geçmeden ulaştı kıza. Atilla Akın bir maske takmıştı, şimdi de gülümsüyordu. Kızını kucakladı ve sıkıca tuttu. Yanaklarından öptü sırayla. “Prensesim, bil bakalım nereye gidiyoruz?” 

Ne çok seviyordu kızını… Danışman yalnızca bunu görüyordu artık. Gözü yağlı boyalarla kat kat boyanmıştı. Kuruması beklenmeden bir kat boya daha atılmıştı üstüne. Firuze yanıt vermedi, “Yalıkavak’a,” dedi yanaklarından öperken. “Yazlığa.” 

Uzaklaştırması gerekiyordu. Ne yapıp ne edip uzaklaştırması gerekiyordu Firuze’yi ve bir çözüm bulması şarttı. Öyle ya da böyle bu işin içinden sıyrılmaktan başka hal çaresi yoktu. 


Atilla Akın dilinin altında tuttuğu gerçeği Muğla’da bir gece ansızın açacaktı Aylin’e. Beklediğinden daha çılgın bir tepki alacaktı, kavgaya tutuşacakları. Gel zaman git zaman Aylin kazanacaktı. Firuze okula gitmeye devam edecekti. Gel zaman git zaman Aylin haksız çıkacaktı ve eşinin lafına gelecekti. Firuze durmayacak, dişine kan değmiş aslan gibi dolanacaktı okulda. Herkese anlatmak isteyecekti. Ecevit’i kim kurtarabilecekse konuşmak için an kollayacaktı. Atilla’nın söylediği gibi, ok yaydan çıkmıştı. Ve Firuze Akın, bir sabah uyandığında, dün son kez okula gittiğini, uzunca bir süre okula gidemeyeceğini ansızın öğrenecekti. 


***


Ecevit ardı ardına cıkladı. "Ama böyle olmaz ki?" dedi. "Ben size insanca soru sordum böyle olmaz ki." Neredeyse yedi sekiz tane silah Ecevit'e doğrultuldu. Yangın alarmını kırmam ne işe yarayacaktı? Çıkış benden uzaklaştı. Lal oldu dilim. "Söyle indirsinler silahları," dedi ve kadının şakağına doğru bastırdı silahı.


"İndirmeyin!" diye emretti kadın. Saydım tam yedi kişi vardı. Bu sayı vakit geçmeden artacaktı, farkındaydım. Bizi öldürürler miydi? Onların gözünde iki hukukçuyduk. Arkamızdan gelen elbet olurdu ama ya gözü karartırlarsa? Benim kimin kızı olduğumu bilselerdi ya? Bunu mu kullanacaktım? Gerekirse, başka şansım mı vardı?


"Söyle indirsinler silahları insanca konuşalım."


"Raşit mi gönderdi seni?" dedi kadın. Aklına gelen de onu çıldırtan da şey buydu. Bu kadar mı korkuyordu o adamdan? 


"İndirsinler silahları anlatayım," diye tekrar etti Ecevit ve ekledi. "Kadın çıkacak, ben silahımı teslim edeceğim, sadece konuşacağım. Sonra da gideceğim,” dedi tane tane. Her şey güzellikle anlatıyordu ama onu alnının çatısından vurmak için bekleyen tam yedi kurşun vardı. Ecevit’i buradan çıkarmazlardı. Sandığı gibi elini kolunu sallayarak hiç çıkarmazlardı hem de. 


Kadın itiraz etmeye kalktığında silahının emniyetini açtı ve tekrar etti. "Kadın çıkacak, ben silahımı indireceğim ve sadece konuşacağız."


Tek bir silahın emniyet sesi bile oldukça kulak gıcırdatıcıyken ardı ardına emniyetler açıldığında “Ecevit,” dedim telaşla. Tek biri, hepsi birden değil, tek birinin gözü döner, eli boşluğa düşer ya da yanlış bir düşünceye kapılırsa Ecevit’i öldürmeye tek kurşun yeterdi. 


“Kadını çıkarın,” diye ısrarla konuştu. “Yoksa ilk kurşun sana sıkılacak, sen öldükten sonra biz ölsek neyine fayda? Derdim sen değilsin, kadını çıkar konuşalım!” 


Seher denen kadının Ecevit’in söylediklerinden korktuğu yoktu. Sayıca üstündü, onu burada koruyacak onlarca kişi vardı ve kendi çöplüğündeydi. O yüzden olacak, bağırarak, “Kadını yakalayın!” dediğinde irkildim ve korkuyla karşımıza dikilen mendebur adamlara baktım. Elim hızla Ecevit’in kabanına gitti, ona tutundum korkuyla. Ecevit bana bir adım atmaya kalktığı ilk an elinde emniyeti açık silahı aniden tavana kaldırdı ve sıktı. En çok korkan da ben oldum. En çok ses de zaten silahtan sonra benden çıktı. Ecevit’in yaptığını görsem de yine de kendi bedenimden ya da Ecevit’in bedeninden akacak kandan korktum. Hayır tek kurşun Ecevit’in sıktığıydı. Tavana baktım. Ampullerden biri patlamıştı. 


“Yemin ederim senin beynini dağıtırım!” dedi Ecevit kadının çenesine sardığı elini kuvvetle bükerken. Boynu yamuldu, ağrıyla inledi kadın. “Sana, Cengiz Resul Atmaca’nın Sincan’dan selamını getirdim tanıdın mı?” Bükülen boyun oynamaya çalıştı yerinden ama Ecevit baskını arttırdı ve kendisi yanıtladı. “Tanıdın,” dedi sakince. Ecevit bana her ne kadar onun adını kullanacağını söylese de, içten içe, belki bilmediğim, şahit olmadığım için ya da bilmem imkân vermemiştim. Bir insan ne kadar büyük olsa da eli kolu uzasa da dört duvar arasından saltanatını idame ettiremezdi. Üstelik Ecevit’in dediğine göre az bir vakit de değildi bu. Bu… Çok ürkütücüydü. Ülkede neler oluyordu? Bu insanlar hiçbir emniyet mensubunun dikkatini çekmiyor muydu? Göz mü yumuluyordu yoksa engel mi olunamıyordu? 


 “Kadın, beş dakika içerisinde pavyondan çıkmazsa pavyonun içine en az kırk kişi dalacak, yerle bir edecekler, belki kan akacak, polis gelecek, kapısına mühür yiyecek, dönen uyuşturucu da çabası. Kısaca sizin belanızı sikecekler. Kadını çıkar, insanca konuşalım. İşim bitince ben de kalkacağım, efendi gibi çıkacağım. Süren azalıyor, kaldı dört dakika.” 


Kabanını sıkıca tutmuş elimi sırtına çıkardım. Onu buradan sağ çıkarmazlardı. Hadi beni çıkardılar, Ecevit silahı elinden bıraktıkları an ne yapacaklarının garantisi var mıydı? Beni nasıl çıkarırdı? Kendi canı ne olacaktı? Kendisi çıksaydı ben kalsaydım, bir şekilde oyalardım, o ne yapacaksa yapardı. Kurşununu benden yana kullanmamalıydı. 


“Kadını çıkarın!” 


“Ecevit hayır!” dedim emrin üstüne beklemeden. “Adam da çıkacak!” diye bu kez de ben ekledim. Belki Ecevit’inki kadar kuvvetli olmadı, belki onunki kadar etki etmedi ama söyledim. En azından Ecevit de kendini dahil etmeliydi.


“Çık!” dedi bana bakmadan. 


“Ecevit sen de çık!” 


“Firuze çık!” diye bağırdı. Biraz daha konuşsam bana da silah doğrultacaktı sanki. “Çık! Dışarıdakilere gelmelerine gerek olmadığını söyle ve git! Çık!” 


Dışarıda beni bekleyenler mi vardı? Blöf mü yapıyordu? Bu şartlar altında düşünemiyordum. “Çıkarın kadını!” diye tekrar etti kadın kalın, kaba, gür bir sesle. 


“Kimse çıkarmayacak, kendisi çıkacak. Boşalt kapının önünü! Kendisi çıkacak, kimse de peşinden gitmeyecek. Hadi Firuze, çık!” 


“Ecevit…” 


“Çık!” diye gırtlağını yırtarcasına bağırdı. Bana yangın alarmını kırmam için görev vermese, oradan yana bir umut kapısı aralamasa buradan çıkmayacaktım. Ya onunla ya da onsuz. Ya gidecektik ya da kalacaktık. Kabanını tutan elimi çektim. Çantamın kulpunu sıktım ve ilk adımı attım. Kalbim benim önümden yürüyordu, kulaklarıma çarpıyordu. Bacaklarım titriyordu, topukluların üzerinde yürürken zorlandım. Ecevit’e baktım son kez. Gözlerini kırptı. Gözüktüğü gibi sakin miydi yoksa planlı mıydı? Aksine telaşlı mıydı? Ayırt edemiyordum. “Aç kapının önünü, aç! Kimse aklından saçma sapan bir şey geçirmesin, yemin ederim koluna bile temas ederseniz silahı sıkarım. Peşinden giden olursa yine sıkarım. Bak benim şakam yok, aç yolu. Aç! Aç lan yolu.” 


Kapının önü silahlar inmeden boşaltıldığında Ecevit, “Firuze hızlı!” diye bağırdı. Daha çok telaş yaptım. Yavaş olduğumun bile farkında değildim. Hızla aralarından sıyrıldım ve çıktım odadan. Ecevit’in son kez, “Bakmayın lan arkasından!” dediğini duydum. Tam bu noktada hızlanmam gerekiyordu. Gözüm kırmızı duvarlar ve kırmızı halıyla donatılmış uzun ince koridorda kırmızı renkte olan yangın alarmını seçmeye çalıştı. Işıklandırma bile kırmızıya yakındı. Berbat bir ambiyans vardı. Gözlerim çok zor seçti. Çantamı açtım ve hızla rujumu çıkardım. Arkamı kontrol ettim. Kapının içinden ya da dışından bana uzatılan bir baş yoktu. Rujun bir yönünü hızla yangın alarmının camına vurdum ve alarmı kırdım. Yoğun bir ses koridorda kulak sağır edecek derecede mekânı kapladığında durmadım, ileride gözüme kestirdiğim diğer yangın alarmına da ulaştım. Onu da kırdım. 


Yangın alarmı, müziğin önüne çoktan geçmiş pavyon inliyordu. İkinci alarmın hemen ilerisinde, geçtiğimiz bir kapı vardı. O kapıdan çıktım ve üçüncü yangın alarmını da kırdım, daha fazla uzaklaşmak istemedim. Buradan Ecevit’i almadan çıkmayacaktım. Bunu bana neden yaptırdıysa en kısa zamanda sonuç vermeliydi. Kapının dört beş metre ilerisinde bir kapı daha vardı ve aradaki boşluğun sağ kısmından bir merdiven çıkıyordu yukarı doğru. Hızla o merdivenin altındaki iki duvarın arasına geçtim. Sırtımı duvara yasladım ve nefes nefese soluklandım. Sırtımı ters çevirdim ve iki kapı arasında girip çıkacak olan herkesi görmek istedim. Ayaklarım koşarak Ecevit’e gitmek istiyordu ama onun başına böyle bir anda bela olmamak için zorlukla zapt ediyordum kendimi. Sinem hızla yükselip iniyordu ve aklımı kaçırdığımı sanacağım bir ses duydum. 


Silah sesi.


Gözlerim yerinden çıkacak kadar açıldı. Soluklarım kesildi ve üzerime bir kaya devrilmiş kadar çakıldı bedenim. Eğer ki ben bir adım çıktığımda bu silah seslerinin durduğum konumun sağından geldiğine emin olamasam koşarak Ecevit’e gidecektim. Silahlar ardı ardına patlıyor, bu sesler pavyonun içinden geliyordu. Çığlıklar, bağırışlar, devrilişler ve silah sesleri… Bir sirkülasyon içinde gibi dur durak bilmeden art arda geliyordu. Avuçlarımı sırtımla duvar arasına bastırdım. Gürültü büyüyordu. Haddinden fazla titremeye, terlemeye ve kalbimi duymaya başladım. Kırmızı hali, siyah kapı, siyah avize, beyaz ışık, siyah merdiven. Silah sesi, kadın çığlığı, erkek bağırışı, bardak kırılma sesi. İçki kokusu, kabanıma sinen silik parfüm kokusu. Üçüncü koku? Vücudum daha da telaşa düştü. Üçüncü kokuya ulaşamadan odağım kaydı. 

Ecevit’i öldüreceklerdi ya da ben panik atak geçirmek üzereydim. 


Gözlerimi sıkıca yumdum. Üçüncü koku. Ecevit’in üzerindeki temiz koku. Kazağından, boynundan… Gözlerimi daha çok sıktım. Arasında durduğum kapılar açılıp kapandı ama ben gözlerimi açmadım. Parmaklarım birbiri içine geçmeye başladı. Kalbim yine kendini yedi aslanın olduğu odada sanıyordu. Üçüncü koku. Derin bir nefes aldım. Ecevit’le dans etmek istediğim an burnumu boynuna yaslamıştım. Beyaz sabun tende tertemiz, pak, beyaz renkten başka bir şey anımsatmayan bir koku bırakırdı hani. Ne bir nota ne başka bir şey. Baş ağrıtacak tek bir çıkış bile yoktu. Temizlik kokusu. 


Kırmızı hali, siyah kapı, siyah avize, beyaz ışık, siyah merdiven. Silah sesi, kadın çığlığı, erkek bağırışı, bardak kırılma sesi. İçki kokusu, kabanıma sinen silik parfüm kokusu ve Ecevit’ten yükselen o temiz koku. Sakin ol Firuze. Firuze sakin ol, sırası değil. Sakin ol Firuze, sakin ol! 


Olası bir atak ne beni ne de Ecevit’i buradan çıkarırdı. Göğsüm sertçe inip kalkıyor, kafesten fırlamış ve gökyüzüne ilk kez ulaşmış, yükseklere, çok yükseklere çıkmış bir kuş gibi, tecrübesiz olduğunu uçsuz bucaksız gökyüzünün en tepesinden hatırlamış bir kuş gibi, korku ve telaşla gökyüzünde daireler çizen bir kuş gibi çırpınıyordu. Silah sesleri yaklaşıyor ve uzaklaşıyordu. Kendimi en kısa vakitte toparlayamazsam her şeyi batıracaktım ve bunu düşünmek beni daha da harap hale getiriyordu. Kısır bir döngünün içindeydim. Vakit geçiyordu, kaos büyüyordu. 

Ağzımın üzerine bir el kapandığında, kopmak için içimde bekleyen çığlığı koyuvermek istedim ama izin verilmedi. O ele yapıştı ellerim, hırçınca itmeye ve kendimi kurtarmaya çalıştım ama beni duvarından dibinden kuytusuna doğru çekmeye kalkıştı. Gözlerimi korkuyla açarken, “Benim, benim, benim,” dedi üç kere. Yedi aslanla aynı odada kalınca ve kendi canınla bu kadar cebelleşince, belki de bu dünya üzerinde en çok güveneceğin eli bile ayırt edemiyordun diğer ellerden. Bir aslanın pençesinden kurtulmak ister gibi saldırıyordum ona. Bir ceylan nasıl biçare çırpınırsa ondan beterdi halim. Aslan çok güçlüydü. 


“Firuze benim,” dedi beni çektiği daracık bir alanda. Ecevit’in başı tavana çarpıyordu artık. Ben de topuklularım üzerinden yükselsem parmak uçlarıma ben de dokunabilirdim tavana. Elini ağzımın üzerinden çekti ama tamamen uzaklaştırmadı. Her an bağırırsam diye yakınımda tuttu. Telefonunu çıkardı ve telefonu kulağına dayadı. “Merdiven boşluğundayız… Hayır acele etme, güvenli anda gel al bizi… Hayır yerimiz sağlam.”


Telefonu kapattığında sırtımla duvar arasından çıkan ellerim Ecevit’in kabanının önlerine tutundu bu kez. “Ecevit,” dedim nefes nefese. 


“Sakin ol,” Sanki anlıyordu bendeki değişikliği ve süratle bana gelen krizi. “Şu an her şey yolunda, her şey yolunda. Korkacağın hiçbir şey yok,” Duraksadı. Ortalığa bakında birkaç saniye ama görebileceği alan çok kısıtlıydı. “Üstümde hangi renk gömlek var?” diye sordu yeniden gözlerime bakarken. 


“Hı?” 


“Üstümde hangi renk gömlek var?” 


Gözlerimi aşağı eğdim ve Ecevit’in gövdesine baktım. “Siyah.” 


“Biz buraya neyle geldik?” 


“Senin arabanla.”


“Sabah ne yedik?” 


“Sucuklu yumurta.” 


“Buradan çıkınca ne yiyelim?” 


“Hı?” Gözlerimi kırpıştırıyordum. Ecevit’le ayakkabılarımızın burunları çarpışıktı. Ben her nefes almak istediğimde göğsüm Ecevit’e doğru kalkıyordu. Başını bana doğru eğmişti, vücutlarımızın belli başlı noktaları birbirine dokunuyordu. 


“Acıktın mı?” 


Bir şeyler mırıldandı. Kafam çok karıştı, allak bullak oldum. “Ben acıktım sen acıktın mı?” Kopan gürültü kesilmemişti. Silah sesleri geliyordu ya da muhakkak insan sesleri. “Acıktın mı Firuze?” 

Başımı iki yana salladım. Midemi ve onun verdiği hiçbir şeyi hissedecek durumda değildim. “Ne yiyelim buradan çıkınca?” 


Biz acıkmış mıydık? Biz yemek mi yiyecektik? Biz buradan çıkabilecek miydik? 


“Kokoreç yemiştik hatırlıyor musun?” Başımı ne zaman eğmiştim de Ecevit’in yalnızca düğmelerine bakıyordum bilemezdim. Çenemde parmaklarını hissettim. “Hatırladın mı? Kokoreç yemiştik.” 

Başımı salladım hızla. Hatırlıyordum. “Kaç kere kokoreç yedik?” 


“Bir.” 


“Bir daha düşün. Kaç kere yedik?” 


Gözlerimi kapattım. Kaç kez yemiştik? Eve almıştı bir kez. İkinci kez? Atölyeden kalkıp gitmiştim. “İki.” 


“Aferin sana,” dedi, f sesini vurgulayarak. “Her şey yolunda.” Başım dönüyordu, gözlerimi açamadım. Bir ileri bir geri sallanmak istiyordum ama bunun için bile alan yoktu. Kafam usulca öne doğru düştü ve Ecevit’in omzuyla başı arasında bir noktaya bastırdım alnımı. Beni itmeyeceğini biliyordum. Biraz da bunun rahatlığıyla tümüyle kaydırdım başımı. Yüzümün bir kısmı aştı kumaş parçalarını, Ecevit’in boynunda yer edindi. Derin derin nefes alıyordum. Her şey yolundaydı. Tamam, Ecevit bile o kadar kişinin arasından sapasağlam çıktıysa başka hiçbir tasam kalmamalıydı. İçimdeki kuşa usulca yol gösterdim. Önce onu sakinleştirmem lazımdı. O çırpındıkça ben de çırpınmayı sürdürecektim. 


“Her şey yolunda,” dedi. 


“Her şey yolunda,” diye tekrar ettim hemen. 

Kuş temkinli hamlelerle inmeye başladı gökyüzünden. Derin bir nefes aldım. Ecevit’in kokusu, bir başka şey değil, yalnızca Ecevit’in kokusu, belki kuşun da yeryüzüne inmesi ama en çok Ecevit’in kokusu aslanlarla dolu odadan çıkardı beni. Berrak, temiz bir denizin içi gibiydi. Ayvalık, Bozcaada, Antalya, Gökçeada, Marmaris… Ne kadar temiz denizler varsa, suyun üstünden suyun altını görebildiğimiz o denizler, temiz berrak denizler… Ecevit’in kokusu o denizlerin içinde kulaç atıyormuşum gibi değil, aksine üzerinde, sırtüstü dinleniyormuşum gibi hissettiriyordu. Güneşin bedenime vurduğunu ve tertemiz bir denizde yüzdüğümü sandım. Kulaklarımda böylesine sesler varken ve biz bir merdiven altına sığınmışken hem de. 


Gözlerimi dakikalar sonra açtığımda sesler artık buraya gelmiyordu. Başımı kaldırdım ve Ecevit’e baktım. “Az kaldı,” dedi hızla. “Her şey yolunda az kaldı.” 


“Nasıl çıktın oradan?” 


“Benden ne uçan ne kaçan, bilmez misin?” 


“Kim bu gelenler, ne oluyor şu an burada?” 


Elini kaldırmaya ve alayla sallamaya kalktı ama mesafemiz o kadar dardı ki göğsüme çarptı eli. İkimiz de gözlerimizi kaçırdık hızla ve bu kazayı görmezlikten geldik. “Bir şey yok ya, Cengiz Resul Atmaca’nın selamını getirdiler.” 


“Kapıda mı bekliyorlardı?” Ben gelirken çevremi kolaçan ettiğimi sanıyordum halbuki. 


“Bir kısmı kapıda bir kısmı içeride. Yangın alarmı çalarsa içerdekiler dışarıdakilere haber verecek sonra müdahale edeceklerdi. Alarm çaldı. Belalarını aradılar. Edebimizle konuşup gidecektik.” 


Ecevit’in telefonu çaldığında ikimiz de cebine baktık. Süratle yanıtladı. “Efendim? Evet aynı yerdeyiz. Kapı şu an açık. Girdiğin gibi sol tarafa bak.” 


Ecevit kafasını merdiven altından çıkardı ve kapıya döndü. Üç adam içeri girdiğinde parmaklarını dudaklarına götürdü ve tek hamleyle ıslık çaldı. Üç adam da aynı anda silah yönelttiğinde, Ecevit’in eli bana kaydı. Karnımın üzerinden itti beni ve görmemi engelledi. Eliyle indirmeleri için işaret yaptı. Hızla yanımıza geldiklerinde en önde olan, sokakta görsem yolumu değiştireceğim bir tip, “Abi,” dedi Ecevit’e. Bu Cengiz denen adam kimdi böyle? 


“Çıkabilecek durumda mıyız?” 


“Çıkarırız abi, polisler birazdan basacak. Burada olmayın, yoksa karakola alırlar sizi de. Arka kapıdan çıkaracağım sizi.” 


Ecevit bir adım öne çıktı. Elini beline attı ve silahını çıkardı. “İki kişi önden yürüsün sen benim yanımda dur,” dedi. İki kişi önümüze geçtiğinde Ecevit beni yanına alır sandım ama önüne koydu. Öyle yürüdü. “Takip et önündekileri,” dedi. Adımlarım önümdeki iki koca adamı takip ediyorken, “Birine bir şey oldu mu?” diye sordu Ecevit.


“Ölen yok abi,” dediğinde irkildim ve arkamı dönmeye çalıştım ama Ecevit izin vermedi. Belime baskı uyguladı hafifçe. Odaklanamadığım yollardan geçtik. Yangın merdivenine açıldığını sandığım bir kapı gördüm. Bizi bir merdiven bekliyor sandım ama arka sokaklardan birine açılıyordu sanırım kapı. Hızla çıktık olduğumuz yerden. Ecevit oradan çıktığımız an yanıma geldi, silahını da beline koydu. 

Ecevit ve adam ellerindeki araba anahtarlarını değiştirdiler. “Ön tarafta benimki. 06 EFT 119 plakası. Yarın haberleşiriz.” 


Ecevit anahtarla kapıları açtı ve, “Hadi Firuze,” dedi. Hızlı hızlı arabanın etrafında dolaştım ve bindim. Ecevit’le kemerlerimizi bağladık ve avucunu direksiyonun orta yerine bastırdı, tek hamleyle çevirdi. Yolu kontrol etti ve bizi çıkardı oradan. Sokaktan çıkmadan polis sirenlerini duymaya başladım. Arkamı döndüm ama Ecevit hızlı sürüyordu. Çıktım çabucak bölgeden. 


“O kadın bu geceden sonra bir daha asla bizimle konuşmayacak.” 


“İyi dönelim öldürsün o zaman bizi?” 


“Ne yapacağız?” dedim. Evet canımızı kurtarmıştık ama o kadın bir daha bizi tutarsa tekte beynimize sıkardı. Kapısının önünden bile geçemezdik. 

“Bence, fikrimce, sonraki görüşmeyi o ayarlayacak.” 

Ecevit’e çevirdim başımı. Pür dikkat yola bakıyordu. “Cengiz ayağıyla tehdit mi edeceksin?” 


“Cengiz benim elim ayağım değil sadece arada kullanacağım araç. Kendi işimi kendim halledeceğim. Hem zorla değil, bu kadın ancak kendi isteğiyle bize gelirse doğruyu söyler. İnsanca gittik, konuşmaya çalıştık ama anlamadı. Kendisi bilir. Bizim onunla derdimiz yoktu. Zorda bırakacağız kadını, tehditle değirmen dönmez.” 


Ecevit bana ne zamandan beri kafasında dönen kırk tilkiyi anlatmıyordu? “Nasıl yapacağız bunu?” 

“Rahatta kal.” 


“Anlatsana Ecevit!” diye kızdım. Az önce ne olmuştu, biz neyden dönmüştük farkında mıydı? Bana niye gitmeden söylememişti? 


“Açım aç!” diye o da bana kızdı. “Açım bir dur kafam çalışmıyor.” 


Bitkince nefes verdim ve gözlerimi kırpıştırdım. Bu durumda midesi mi aklına geliyordu? “Bu kafanın çalışmıyor hali mi?” 


“İltifat olarak alıyorum. Kokoreç yiyelim.” 


Gözlerini ilk kez yoldan ayırdı ve telefonuna baktı. Bir numara tuşladı ve telefonu iki kulağının arasına sıkıştırdı. Sonra, “Selamın aleyküm abi,” dedi. Bir eli direksiyondayken cebinden sigarasını çıkardı. Kapağını açtı ama tek elle sigara çıkaramıyordu. “Kokorecin kaldı mı? Tamamdır. İki yarım ayırsana bana, Firuze şu paketi tutsana bir,” dedi konuşmanın arasında. Çırpındığını görüyordum ama bomboş izliyordum onu. Paketi avucunun içine aldım ve sigarasını çekmesini bekledim. Çektiği sigarayı dudaklarının arasına aldı, bu kez çakmağına uzandı. Sigarayı yakmadan iki parmağının arasına çekti. “Biri acılı olsun biri acısız. Yanına da sivri biberlerden koyarsan, iki de ayran… Başka bir şey istemiyorum. Eyvallah abi,” Dudağına yakın noktada tuttuğu sigarayı yeniden dudaklarının arasına sıkıştırdı ve yaktı. Yanaklarının içe çöküşünü izledim. Bir taraftan telefonla konuşup sipariş veriyor, bir taraftan sigara yakıyor, bir diğer taraftan araba sürüyordu. 


İçine çektiği duman, “Tamam ben on beş yirmi dakikaya oradayım. Hadi kolay gelsin,” derken dudaklarının arasından süzüldü. O söylemeden omzunun üstünden telefonunu aldım. Diğer türlü direksiyonu bırakacaktı. Dizinin üzerine bıraktım telefonunu ve yolu izledim. 


“Gerçekten karnını doyurmadan anlatmayacak mısın?” diye sorduğumda cıkladı. “Yok,” dedi.

Ellerimi birbirine bastırdım ve bacaklarımın arasına sıkıştırdım. Sıkıntıdan ve meraktan tırnak kemirdiğim bir yolu tamamladık. Ecevit tek indi arabadan, gidip kokoreçleri alıp geldi. Arka koltuğa yerleştirdi yemeğimizi. Ne zamanki kokorecin o baharatlı kokusunu aldım, o vakit biraz karnımın açlığını hissettim. Ecevit arabayı çalıştırırken, “Baban bu gece bir programa katılıyormuş,” dedi. Kemerini bağladı ve direksiyonu çevirdi. “Radyodan duydum.” 


Başka da bir şey söylemedi. İzleyecek misin diye sormadı. Ben de cevap vermedim. Yolu izledim sessizce. Babamın söyledikleri, yeniden kulağıma çalındı. Propaganda. O gecenin üzerinden geçen ikinci geceydi bu. Programa çıkacak kadar ne olmuştu? Bu işten tereyağından kıl çeker gibi kurtulacağım, demişti. Bunun yolunu mu bulmuştu? Beş kere intihar etmiş birine başkent mi emanet edecekler? Bunu mu söyleyecekti? Belki de. Bunu gidip bana karşı içlerinde zerre sevgi ve saygı barındırmayan partililere söylemişti ve onlar da akbaba gibi üstüne atılmıştı bu fikrin. Babamın sırtını sıvazlamışlardı. Yutkundum, rahatsızca kıpırdandım yerimde. Gözlerim hız ibresine takıldı. Biraz daha hızlı süremez miydi? 


Dakikalar geçtikçe ben yolun bittiğini değil, babamın benim hakkımda çok şey anlattığını hissediyordum. Bu his öyle garip, tuhaf ve yürek kurcalayan bir histi ki, babamın kurduğuna emin olmadığım cümleleri bile duyurdu bana. Sanki babam şimdi televizyonda ilk intiharımı anlatmıştı, sonra ikiyi, sonra üçü… Kesin elinde belgelerle de gitmişti. İlaç raporlarım, hastane kağıtlarım, hatta belki de o dönemki doktorlardan birini bulmuştu. Her seferinde daha kötüsünü düşündürdü bu his bana. Yolun sonu olmasa bunun da sonu olmayacaktı. İyi ki, iyi ki yolun sonu vardı. Yolun sonu daima olmalıydı, yoksa benim gibi insanlar bu hislerle harap olacaktı. 


Ecevit arabayı atölyemin önünde durdurduğunda hareketsiz kaldı benimle. O hız ibresini takip etmekten ibaretti tüm acelem. Varınca, merakım dinmedi ama hiç cesaretim olmadığını fark ettim. Zor bir gecenin ardından, yirmi beş yıllık bir kör talihin üzerine gitmiştim. İnsanların kafasındaki Firuze Akın’ı bir nevi yıkmıştım değil mi? Firuze kalmıştı bir tek geriye. Ya şimdi ne olacaktı? Beni sevmeyen ama beni anlayan insanlar anlamayı mı bırakacaktı? Belki yeniden nefret edecekti. Kestiremiyordum. Sadece çok korkuyordum. Bir kez elde ettiğim, tadını aldığım bu liman, insanların beni Firuze olarak gördükleri bu nokta vazgeçmek istediğim bir yer değildi. Beni sevmedikleri yerden hemen vazgeçmiştim ama beni anladıkları yerden ayrılmak istemiyordum. 


“İzleyecek misin?” diye sordu Ecevit. Demek, o da bütün yol bunu düşünmüştü. 


“Evet,” dedim titrek bir sesle. 


“Emin misin?” diye sordu. Sanırım o da benim gibi beter şeyler bekliyordu. 


“Eminim.” 


Kaçarak uzaklaşacağım bir engel değildi ki bu. Bugün olmazsa yarın, elbet karşıma çıkacaktı. “Peki,” dedi, arkadaki poşete uzandı ve benden önce indi arabadan. Peşinden gittim ben de. Dış kapının önünde beni bekledi, önce benim geçmemi bekledi. Neredeyse geri geri gidiyordu adımlarım, gitmek istemiyordum. Ecevit ardımdan adımlarımı takip etmese o içeriye girmişken ben ancak birkaç adım atmış olurdum zaten. Paspasın altından anahtarımı çıkardım ve kapıyı açtım. İlk ben girdim, ışıkları açtım hemen. Hiç anlaşmadan görev dağılımı yaptık. Ecevit sobaya yöneldi bense önce çay suyu koydum sonra perdeleri çektim. Dişlerimi birbirine bastırmıştım, az bir vakit önce o silahlı yerden çıkmamışım gibi durgundum. Ortadaki sehpayı sildi ve aldıklarını açtı. Ben de bilgisayarımı açtım. Önce hangi kanaldan çıkacağını öğrendim, sonra o kanalın canlı yayınına ulaştım. Sesini kıstım tamamen reklam arasındaydı. Bilgisayarı önümüze konulan yemeklerin ortasına koydum ve ortaladım. Daha başlamamıştı program. İkimizin de kabanını içeriye bıraktım, üzerimi değiştirdim. Saten bir gecelik altını ve üstünü giydim, saçlarımı bir fırçayla tutuşturdum ve üzerime hırka aldım. Üşüyordum. 

Odadan geri çıktığımda Ecevit ekrana bakıyordu, daha yemeğine başlamamıştı. “Başladı mı?” 

“Reklam var daha. Gel boğazımıza dizilmeden yiyelim iki lokma. Hadi.” 


O da farkında olmalıydı boğazımıza dizileceğinin. Yanına oturuverdim. Acısız yazan dürümü kağıdından biraz sıyırmış önüme koymuştu. “Ne tamamen yandaş ne de muhalif kanal seçmiş. Orta yolcu gibi gözüken kanala çıkıyor çakal.”

Cümlelerini ezberlediğini tahmin edebiliyordum. Babam bu kadar kısa vakitte çıkıyorsa televizyona gözünü karartmış demekti. Bu geceyi atlatamazsa yarın onun için her şey daha kötü olacaktı ve bu geceyi atlatırsa yarın benim için her şey çok daha kötü olacaktı. Ecevit ekmeğimi işaret ettiğinde onunla aynı anda uzandım. 


“Şimdi ne olacak?” diye sordum. Gözlerim reklamları takip ediyordu. 


“Ne, ne olacak?” 


“Seher denen kadın. Mekanını dağıttık,” Belki peşimize bile düşerdi. Hadi Cengiz denen adamdan çekindi peşimize düşmedi diyelim, bize bu saatten sonra asla yardım etmezdi. Ne yapmalıydı ki? Bu olayın düğümü o kadındı. 


“Biz öyle bir şey yapmak istemedik. Kadın zorladı.” 


“Sonuç olarak dağıttık Ecevit,” diye geçiştirdim onu. O kadının da çok umurundaydı. Artık tadına alıştığım kokoreci azar azar yiyordum. Halbuki, başka bir zaman olsa, Ecevit kadar olmasın çabucak yer bitirirdim. 


“Boş ver Firuze şimdi onu. Düşünme. Sonra konuşuruz. Şimdi biter reklamlar.” 


“Ecevit, babam Melike’den daha önemli değil.” Bu öylesine, beni sevsin ya da beni hoş görsün diye söylenmemişti. Bu sahiden öyleydi. Onları da isterdim, beni hoş görmesini mesela, ama şimdi niyetim o değildi. Gözlerini bana çevirdi. “Ne yapacağız? Aklına ne varsa bana da söyle. Belki ben de üstüne bir eklerim. Bu kadın kilit noktası, elimizden çıkarsa ne yaparız bilmiyorum, açıkçası aklıma da gelmiyor.”


Tüm samimiyetimle söylediğim, gayret ettiğim için belki de bana inanmamazlık yapmadı. Gözlerinden bir alay ya da dikkate almama hali geçmedi. İnandı bana. “Kızını bulacağız. Gerekirse takip edeceğiz kadını. Ben hangi kapıdan girip çıktığını, neyle geldiğini öğreneceğim. Sonra kızdan, resmiyetteki annesine ulaşacağız. Belki kadının çocuğunu çaldılar. Belki kadın biliyor. Belki kız bilmiyor. Ortada bir gizem varsa, ki muhtemelen var, kendi lehimize kullanacağız. Kızından köşeye sıkıştıracağız onu. Paşa paşa bizimle görüşmek isteyecek.” 


Son ihtimal olarak kıza yöneleceğimizi biliyordum. Bunu istemezdim. Her ne olursa olsun, İnci yaşlarında bir çocuğu annesi yüzünden huzursuz etmek istemezdim ama başka çaremiz de yoktu. Bizden önce kadın düşünmeliydi büyüttüğü çocuğu. “Bugün, bana niye söylemedin aklındaki planı?” 


Büyük bir ısırık aldı ve turşu biberi ısırmadan ağzına attı. Peçeteye uzandı ve dudaklarının kenarlarını sildi. Ağzı kapalı uzun uzun çiğnedi ve ağzındakini yutmadan cevap vermedi. Bir yudum da ayran aldı. Yuttu, sonra konuştu. “Aksi olmayana kadar telaş yapma, korkma diye. Her an beynimize sıkarlar diye içeride de dışarıda da adam bekletiyorum demek istemedim. Bir de kesin, böyle bir durumda çıkacaksın desem yüz söz eder, bozardın işimi.” 


Bozardım tabi! Bozmaz olur muydum? Mutlaka başka bir şey düşünürdük. Ecevit’i o an kendimi mecbur ve yolsuz hissedince mecburen çıkmıştım. Başka yapacağım her hamle zaten ip üstünde olan Ecevit’i itmekti. “İyi bundan sonra ben de yaptıktan sonra söyleyeyim, işimi bozma.” 


“Sabır selamet,” dedi bu kez ağzındakini yutmadan. Ekrana baktım ve umursamadım söyleyeceklerini. Böyle bir şey yapacağımdan değil yalnızca onu kızdırmak istedim. Yoksa söz konusu Melike’yse temkinli olmalıydım. Başıma buyruk hareket edemezdim. Yeni bir sürü şey söyleyecek, benden aksini duyana kadar üstüme gelecekti biliyordum ama reklamların sonuna geldik. Uzanıp sesini açtım hızla. Tepeden düşen bir ışık huzmesiyle beraber aniden programın sembolü ve ismi belirdi. Hemen ardından bir jenerik ve daha önceki konuklardan anlar ardı ardına geçmeye başladı. Yeniden sembol ve isim geldikten sonra bir stüdyoya açıldı kamera. Bir adam vardı yalnızca. Adam başta ve orta yerde duruyordu. Sağ tarafında bir koltuk ve önünde bir büyük, hatta geniş sehpa vardı. Hemen karşısındaysa üç sandalye yan yana konulmuştu. Babamın nereye oturacağını tahmin edebiliyordum. 

Babamın çıkışını bir kamera değil, karanlığa gömülen stüdyoda, babamın çıkışından attığı adıma kadar onu takip eden ve tam tepeden vuran bir ışık takip etti. Üzerinde gri jilet gibi bir takım elbise vardı. Omuzları da başı gibi dik, adımları sağlam, onu biraz olsun seven, onu biraz olsun tanımayan için sığınacak bir liman, gözü kapalı inanacağı bir devlet adamı, sinesine sığınacağı bir baba ve korkuyu azaltan, müthiş güven veren bir beyefendiydi. 


Kimse bilmiyordu ama bu bir yanılsamaydı. Babam bana Platon’un idea kuramını hatırlatıyordu. Bir mağaranın içinde zincire vurulmuş insanlar, bu tümüyle halktı, arkalarında yanan ateşin duvara vurduğu gölgeleri, bu da tümüyle babamın insanları inandırdığı düşünceleriydi, görüyor, onları gerçek sanıyordu ama hakikat tümüyle mağaranın dışındaydı.


Elinde bir tomar kâğıt ve dosyalar vardı. Onları tek eliyle tutmuşken, daha şimdiden yaptığı hazırlıkla güven veriyordu. Yüzündeki ciddiyete, sunucuyla olan yakınlığı gölge düşürdü. Lakaytlıktan uzak, dostane şekilde gülümsedi ve elini sıktı. Kâğıt olan elini hafifçe ceketine yasladı ve ceketinin tümüyle açılmasına izin vermedi ama düğme de iliklemedi. Babamın koltuğunun karşısında tam üç koltuk ve üç gazeteci vardı. Üçü de yaşını almış, onlarca seçim, birden fazla başbakan, cumhurbaşkanı ve hatta darbe görmüştü. Babam elbette tek tek dolaşmadı ama hepsine uzaktan baş selamı verdi. Hepsi de babamdan büyüktü ayrıca. Belki yalnızca biri onunla akran sayılacak yaştaydı. 


Babam kendisi için ayrılan köşeye geçti ve önüne kâğıtları oldukça atik şekilde dizdi. Hiç duraksamıyor, yalnızca ben ve annemin anlayacağı bir gerginlikle hareket ediyordu. Buna Ecevit de dahil herkes ama herkes onu ciddiyetle yaptığı işe odaklanmış sanırdı ama babam gergindi. Kâğıtlarını özenle dizip dosyalarını köşeye koyduktan sonra başını kaldırdı ve sunucuya baktı. 


“Çok hazırlıklı geldiniz Atilla Bey,” dedi adam önündeki kâğıtlara kısa bir göz atarken. Babam güldü ve, “Sen programa çıkmadan önce hazırlık yapmıyor musun?” diye sordu. O an fark ettim, muhakkak bunu bir yere bağlayacaktı. 


“Elbette yapıyorum,” dedi babamdan küçük, orta yaşlarda adam. Babam başını salladı. Eline bir kalem aldı ve kapağını açıp önündeki bir kâğıda işaret koydu. 


Babam başını salladıktan sonra adama kaldırdı. “Öyle de olmalı, halkın karşısına çıkmak hafife alınacak bir iş değil,” dedi tam da beklediğim gibi. “Tek bir dil sürçmesini bile saygısızlık sayarım ben. Bizler, bu halka seslenen herkes, halk tarafından intihap olunan kişileriz. Bunu hiçbir noktada kaybetmemek için tam olarak bu özeni elden bırakmamak lazım.” 


Ecevit ağzının içinde konuştu. Ne söylediğini anlamadım ama dönüp sorgulamadım da. Ayranına uzandı ve dibine kadar içti. Biliyordum, babam bir masumun hayatını mahvetmemiş gibi davranıyordu. 

Sunucu başını salladı, babamı özenle dinlediğini ve bunu bir tavsiye olarak aldığını hissettirdi. Kamera bazen geniş açıdan bazen direkt bireysel çekin yapıyordu. “Teşekkür ediyorum,” dedi ve gazetecilere döndü. “Öncelikle konuklarıma da hoş geldin demek istiyorum. Saygıdeğer gazetecilerimiz Hulusi Yazın, Uğur Cafer Çayan ve Arhan Yaver. Efendim hoş geldiniz.” 


Adam her isim okuduğunda kameraman, bahsedilen gazeteciyi çekiyordu. Her gazeteci ayrı ayrı yanıt verdikten sonra kısa bir jenerik girdi araya ve stüdyo bir sorgu odasına çevrildi adeta. Işıklar insanları seçebileceğimiz kadar azaldı, bir ışık babamın üzerinde yandı. Babam bu gece ya çıkacak ya batacaktı. Sunucunun birkaç ezber, programı açış cümlesinden sonra söz gazetecilere bırakıldı. Her gazeteci konuştuğunda bir ışık da onun üzerinde yanıyordu. Belki de olduğum yerde babamdan çok gerildim. Elimdeki yemeği başka bir lokma daha almadan, yerine bıraktım ve ellerimi biraz ısınsınlar diye birbirine sürttüm. 


“Sizi böyle keyifli görmeyeli çok uzun zaman oldu Atilla Bey. Öncelikle söylemeliyim ki beni şaşırttınız. Madem böyle bir güler yüzünüz vardı niye görmedik?” 


Babamın karşısında, babamın önünde el pençe durmayan üç gazeteci vardı. Babamın içindeki hırsı bir ekranın ötesinden alabiliyordum. Bu bir türlü susturamadığı, kendi yanına çekemediği, kalemini kıramadığı gazetecilere karşı bir kin güdüyor, başarırsa ve seçimi kazanırsa bu kalemleri yok edemese bile karşısında böylesine rahat oturmalarını engellemek istiyordu. 


Gülümsedi ve, “Benim her zaman keyfim yerindedir Uğur Bey,” dedi. “Son dönemler hepimizin bilindiği üzere sıkıntılı geçti. Bu da elbette ki tepkilerime yansıdı. Kabul edersiniz ki aylardır süregelen bir karalama kampanyasının içindeyim. Kanıtlanmayan hırsızlık iddiasıyla başladı, kızımın vurulmasıyla devam etti,” Ecevit’in eli o sıra turşuya uzanmıştı. Duraksadı ve olduğu yerde kaldı bir süre. Elini takip ettim ama yüzüne bakmadım. Gözlerimden onu suçlayıcı hiçbir ifade geçmedi, bilmiyorum belki beklediğim daha büyük şeylerden ötürü bu bana kötü hissettirmedi. Elbette babam, dışa vurduğu o kirli dilini şimdi güler yüzle örtmeye çalışırken her şeyi kullanacak. Yalnızca tek bir an, aylar sonra kısa bir vakit içimden neden demedim elbette ama onun ne düşündüğünü merak ettim. Benden daha kötü hissetti kendini ya da konunun buraya dokunması onu şaşırttı. Ekrana döndüm elini izlemeyi bırakıp. Babam tabii ki bunu da kendi mağduriyeti için kullanacaktı. Onu Ecevit’in yapması ilgilendirmiyordu. Tam da söylediği gibi propaganda bu değil miydi? 


Neredeyse bir dakika sonra tutulup kalan el, çözüldüğünde sigara paketine gitti. 


“Kariyerime ve aileme aynı anda saldırıda bulunuldu. Ardından bana yapılan suikast girişimi, oğluma atılan iftiralar. Aklıma gelen gelmeyen, kamuoyuna yansıtmadığım onlarca olay. Bunlar elbette keyfimi kaçırdı.”


Hulusi Bey, ansızın araya girdi ve, “Ve kızınızın sizin için akla durgunluk veren açıklamaları,” dedi belki hiç beklememek için belki de bu konuya değinmek için en doğru vakti yakaladığından. Babamın yanı başında olsam, tam olarak ne düşündüğünü belki seçebilirdim ama şimdi, uzak çekimden duvar gibi bir suratla bakıştım. Yumruğumu sıktım, kulaklarım yanıyordu ve nefes almadan babama bakıyordum. Bu konu sık sık araya sıkıştırılırsa kendini kurtarmak için beni harcar mıydı? Firuze’nin zaten bazı sorunları var temelinde bir açıklama yapar mıydı? Bilmiyordum. Yapmaz demek, artık apaçık körlük olurdu. 


“Akıllara durgunluk veren?” diye sordu babam yavaşça. 


“Aklınıza durgunluk vermedi mi?” 


Sorular arasına mesafe girmemeye başladı. Işık babamın üstünde hiç sönmüyor konuşanın üzerinde yanıyordu. “Ülkemizin bunca önemli sorunu varken, daha mühim mevzularımız varken, aklıma durgunluk veren daha farklı şeyler var,” dedi babam ve benim hakkımda gelen ilk soruyu nazikçe değil oldukça kurnazca itti ve kurtuldu. Sonraki soruya kadar tehlikeyi kendisi için arttırmıştı. 


Uğur Bey, “Doğru,” dedi. “Konuşmamız gereken daha mühim durumlar var. Sokakların hali geliyor en başta. Tansiyon düşmemekle beraber görüyoruz ki bu mezalim içinde bir demokrasi arayışında halk, UMP yönetimi nikbinliğini kaybetmiş vaziyette. Tepkisi oldukça sert, hırçın.” 

Babam kağıtlardan birini önüne çekti ve gazeteci konuşurken durmaksızın başını salladı, onu dinlediğini belli etti. “Konuşmanızda katıldığım ve katılmadığım hususlar var Uğur Bey. Katıldığım husus sokakların durumu. Elbette konuşmalıyız bunu ama katılmadığım iki nokta var. Arayışa girmek için mevcudiyeti kaybetmek gerekir. Demokrasi arayışı söylemi oldukça riskli bir söylem. Ulusal Mutabakat Partisi’nin nihai gayelerinin başında demokrasiyi korumak kollamak geliyor. Sonrasında yönetimin nikbinliğini kaybettiğini iddia ediyorsunuz. Şu ana kadar hangi yolu, kapattık, hangi eylemi yasakladık?” 


Babam elindeki kâğıdı kaldırdı ve kameraya gösterdi. Bir kısmı yuvarlak içine almıştı ve kalemle işaret etti. “Ulusal Mutabakat Partisi’nin yönetime geldiği günden beri, uyguladığı tek yasak 1 Mayıs Taksim yasağıdır. Hali hazırda altını çizerim ki bu bizim getirdiğimiz bir yasak da değildi. Otuz üç yıllık bir yasaktı. Yani mevcut yönetimimizin sanıldığı gibi, yasaklarla, baskıyla, kısıtlamalarla işi yok. Bu bazı isimler tarafından öyle lanse edildi ki biz sanki hiçbir yürüyüşe ve eyleme izin vermiyoruz. Şu dönemde sokakta az bir insan topluluğu tarafından başlatılan ve zaman zaman şiddetlenen bu tepki, bir başka hükümetin zamanında olsaydı- görüş fark etmeksizin- ben eminim ki bizim kadar hoşgörüyle karşılanmayacaklardı. Tarih bunların örnekleriyle dolu. Parti içinde zaman zaman konuşulan bu mevzuya- ki onlar da yasak değil halk güvenliği için yapılmak istenen kısıtlamalar- ilk ben karşı çıkıyorum. Partililer bilir, konu açıldığı gibi anayasal haklarını mı kısıtlayacağız derim.” 


Elindeki kağıtları indirdi ve teklemeden kurdu bu cümleleri. “Bu olaylar ilk başladığında,” dedim Ecevit’e bakmadan. “Evdeki yorumu şuydu, bırakalım yaksınlar bırakalım yıksınlar.”


Ecevit elini bileğinden masaya yaslamış sigarasını tutuyordu. “Ne sebeple?” dedi ve sustuk. Bu onun bulabileceği bir cevaptı. “Zamanı gelince müdahaleyi sertleştirdiğinde antidemokratik gözükmemek için,” diye devam etti sonra. Başımı salladım yalnızca. Evet şimdi kimse çıkıp bunu yasakladınız diyemiyordu babama ve babam bunu en doğru şekilde kullanıyordu. 


“O yüzden Uğur Bey bize antidemokratik diyebilmeniz için sizden uyguladığımız bir yasağı göstermenizi istiyorum. İnsanların nerede haklarını kısıtladık?”


 Arhan Bey, ilk kez söz aldı ve açıkça, “Masada kısıtlamamanız sokakta uyguladığınız baskıyı meşrulaştırıyor mu? Bu bir çeşit size çıkmayın demem ama çıkarsanız bedeli bu olur demek değil mi? Bu mu sizi antidemokratik yapmaktan alıkoyuyor?” diye sordu. Ne kadar kelimelerle iyi oynasa da babam, karşısında kelimeleri mesleği yapmış insanlar vardı. 


Babam alttan yeni bir kâğıt çıkardı ve üste koydu. Başını kaldırıp Arhan Bey’in sözünün bitmesini bekledi. Öylesine ilgiyle dinliyordu ki insan kısa bir vakit hak veriyor sanıyordu ama adamın cümlesi tamamlanınca, “Altı doldurulmayacak yeni bir iddia,” dedi bariz alayla. “Şimdi hemen bakalım, bir kesim sokağa çıktığında ve şimdi bizi diktatörlükle suçlayan bazı partilerin genel başkanları halkı sokağa çağırdığında, tarihler 28 Kasım 2010’u gösteriyordu. Üzerinden kırk elli gün gibi bir zaman geçmiş durumda. Biz bu süreci yakından takip ederken polislerimiz meydanlarda yoktu bile. Çünkü halkın sesini bastırmak gibi bir niyetimiz yok. İlk günden beri büyük bir sakinlikle, sokağa çıkan grubun derdini anlamaya çalışıyorum. Çünkü bana oy verecek olsun ya da olmasın, ben onların sorununu çözmekle mükellefim. Peki ne oldu da sokaklara müdahale edilmeye başlandı?” 

Babam elindeki kalemi tam üç kez çevirdi. Gözlerini kırpıştırdı ve biraz eğildi sehpaya doğru. “Polise ilk kez 10 Aralık günü meydanda görüyoruz. Yani eylemler başladıktan on iki gün sonra. On iki gün boyunca altını çiziyorum, polis meydanda bile yok. Halbuki dünyanın neresine giderseniz gidin herhangi bir karışıklığa karşın polis hazırda bulunur. Siz ya da bazı insanlar buna baskı dese de bu bir önlemdir. Ama polisimiz on iki gün sonra çıktı. Bazı diktatör rejimden haberi olmayan partilerin başkanları da bu halkı tongaya düşüremeyeceğini fark edince, kendileri de sokağa çıkmaya başladı. O vakit polis geldi. Yalnızca ve yalnızca güvenliği sağlamak için. Hiçbir müdahale yok. Altını yeniden çizdim. Tam dört gün sonra, 14 Aralık’ta ilk müdahale geldi. Çünkü artık mevzu halk güvenliğini tehlikeye atıyordu. Bu menfi durum çığırından çıkmaya başladı. Birtakım kendini bilmez yöneticiler tarafından kadim halkım galeyana getirildi, alelade kışkırtıldı ve bunu da en alçak şekilde yaptılar. Üniversitelileri bulaştırdılar. Bizimle kampüsler arasında nifak tohumu ektiler. Bizim ve polisimizin görevini ifa etmemesi artık halka haksızlık olacaktı.” 


Bazı kelimeleri özellikle vurguluyor, yarının manşetlerini de sinsice planlıyordu. İkimiz de sessizce onu izliyorduk. Ecevit’in canının sıkıldığını anlayabiliyordum. Tüm keyfi kaçmıştı. “Bu geceden kârlı çıkacak,” dedi sessizce. Sesindeki kabullenişi hissettim en başta. Gözlerimi ovuşturdum ve başımı çevirdim ona doğru. Bir canavara bakar gibi bakıyordu ve müthiş bir tiksinti vardı yüzünde.

“Benimle alakalı sorudan kaçtı,” dedim. 


“Cevabı hazır olmadığından değil, muhtemelen önce şovunu yapıp onu izleyenleri kendi avucuna çekmek istiyor. Bir yerden sonra ona cevap verdiğinde insanlar önceki söylemlerinden dolayı pek de umursamayacaklar. Kafasında kronolojik sıraya koymuş.”


Belki Ecevit sahiden mantıklı cümleler kurduğu için belki de benim duymaya muhtaç olduğum cümleler olduğu için, sakinleşmedim ama umutlandım. Gözlerimi Ecevit’e çevirdim, “Söylemez mi?” diye sordum cevap ondaymış gibi. “Yani konuşmasının önüne geçecek başka bir şey?” 

Belki ben açık açık konuşmadım, sormadım ama Ecevit anladı beni. Ekrana bakıyordu ben bunları soruyorken. Ne zamanki cümlem sonlandı bana baktı. Endişemi görmesi kaçınılmazdı. Engellemek de istemedim. En azından bana dürüst olacağını biliyordum, buna inanıyordum. 


Ecevit sanırım dişlerini birbirine sürttü ve babama bakarken yüzünde oluşan ifade adım adım benim üzerimde yumuşadı. “Söylemez,” dedi. Belki inanarak, belki beni teselli etmek için ama benim için bir önemi yoktu. İnandım ona. “Söylerse bu kadar hazırlığı boşa gider, insanlar öyle ya da böyle seni konuşur,” Bu bir teselli değildi, bu inançtı. Bilerek konuşuyordu, ona inanmamak ilkokul çocuğunun öğretmenine inanmaması kadar imkansızdı şimdi. 


Biz bunları konuşurken babam ne soruldu da bu kadar uzun uzun güldü bilmiyorum. “Yapmayın Allah aşkına,” dedi gülüşlerinin arasında. “Ağzınızdan çıkana kendiniz inanıyor musunuz?” Keyifle gülmüyordu, sinirleri bozulmuştu. Sorusunun sonunda da gülüşleri soldu zaten. “Bu çok ahlaksızca bir itham. Çok partili hayata düşman olmak da ne demek? Biz demokrasiye mi düşmanız? Söylenmek istenen bu. Onların esamesinin okunmadığı yerde bizler vardık. Bu tek taraflı bir varoluş değil hem de. Bugün yürüdüğümüz siyasi arenada önümüzden Atatürk yürür, İnönü yürür en önce. Sonrasında biz Demirkırat’ın torunlarıyız. Ve vakti zamanında çok partili hayata sözünü ettiğim muhterem kişiler sayesinde geçtik. Şimdi pusulamız onlara dönükken çıkıp tek parti düzeni mi isteyeceğiz? Bizi yenemeyen çapsızlar çıkıp kendilerini sorgulayacakları yerde demokrasi düşmanlığıyla suçluyor bizi. Demokrasi tam olarak bu değil mi zaten? Halkın beceriksizleri kendine layık görmeyip inandığını başa getirmesi. Yakup Konuk otursun bizden ve tarihimizden demokrasi dersi alsın.” 

Son cümlesinde gizlemeye gerek duymadığı nefret açığa çıktı. Beni arayan adamın adını zikrederken, beni aradığını hatırlayarak adeta kameraya bakmıştı. Bu bakış, Eşitlik ve Onur Partisi Genel Başkanı Yakup Konuk’a ve aynı zamanda banaydı. İkimizin de izlediğini tahmin ediyordu. 


Arhan Bey, “Hazır Yakup Bey’in adını zikretmişken kızınız Firuze Akın’a yerel seçimler için bir teklif yaptığı konuşuluyor, bu konuya değinmek istiyorum ben,” dediler yine ve konu bana geldi. Boğazımda yutamadığım düğümler vardı. 


“Ama şu an konuğunuz Yakup Bey değil, benim kendisi burada yokken onun hakkında uzun uzadıya konuşmak tarzım değil.” 


Benim adımı görmezden geldi ve ikinci kez konuyu kapatmaya çalıştı. Bu kez de kurtulursa üçüncüyü denerler mi bilmiyordum ama zaten onların bu kez babama izin vermeye niyeti yoktu. Hulusi Yazın, “Bu konunun başrolü Yakup Konuk değil zaten, kızınız Firuze Akın. Yirmi sekiz yıllık gazeteciyim, Firuze Hanım meslek hayatımın ilkini yaşattı bana.” 

Babam gülümsedi yalnızca ve ‘sor ne istiyorsan’ dercesine başını salladı. “Firuze Hanım’ın açıklama yaptığı gün, peşi sıra adaylık açıkladınız. Türkiye 10. Cumhurbaşkanından öte bir baba-kız kaosu izledi. Ne düşünüyorsunuz bu konuda ne hissettiniz o gün?” 


Kamera babamın gerildiğini belli etmek için başparmağıyla itip geri çektiği kalemin kapağını yakınlaştırdı. “Bu soruya bir baba olarak mı yanıt vermeliyim yoksa 10. Cumhurbaşkanı adayı Atilla Akın olarak mı?” 


Uğur Cafer Tokgöz, “Mümkünse her ikisini de dinlemek isteriz. Eminim halkta bir karşılığı olacaktır iki halinizin de,” dedi. Ecevit elindeki sigarayı bıraktı ve hafifçe öne eğildi. Ekrana değil küllüğe odaklandı ve boş bir zihinle, sadece babamı izlediğini hissettim. Babamın görüntüsüne bile tahammül edemedi, sadece sesini duymak istedi benim aksime. Halbuki ben gözlerinden geçen öfkeyi de görmek istiyordum. Parmaklarımı kütlettim. Kalbim olduğu yerden boğazıma kaymıştı sanki. Kokorecin kokusu bile midemi bulandırdı. 


“Ben bir baba olarak çocuklarımı daima özgür büyüttüm,” dediğinde babam, belki bu cümle diğer çocuklarının kalbinde hiçbir noktaya temas etmedi ama benim kabuk tutmamış, kanla nemlenmiş yarama dokundu. Beni mi özgür büyütmüştü? 

“Okudukları okuldan,” diye devam etti. Yumruğumu sıktım. Ankara’dan İstanbul’a çizmeye çalıştığım bir yol vardı. O yolu babam kendi elleriyle bozmamış mıydı? Henüz 18 yaşındaydım. Mimar Sinan Üniversitesi benim için uzak bir hayal olarak kalmıştı. “Gittikleri yerler, görüştükleri kişiler… Onları daima özgür büyüttüm. Babaları siyasetin orta yerinde diye onları da siyasetin zor kısmına çekmedim. Ve eşim Aylin Hanım’la buna hep dikkat ettik.” 


Gittikleri yerler, görüştükleri kişiler… Dişlerimi birbirine bastırdım. Babamın elinde bir jilet açık yaramı tutmayan kabuğundan soyuyordu. Üst dudağımı alt dişlerimin arasına aldım soluklanmaya çalıştım. 


“Elbette bu özgürlük düşünceleri için de oldu. Ve kızım Firuze, benim en özgür büyüyen çocuğumdur. Bunu açıkça seçtiği meslekten ve şimdiki konuşmalarından anlayabilirsiniz. Aksini kendisi bile iddia edemez.” 


Propaganda şekil ve yöntem değiştirdi ama uygulanmaya başlandı. Babam öylesine kendinden emin, biraz üzgün, hayal kırıklığıyla ve sitemle kuruyordu ki bu cümleleri benim için kurduğunu düşünmek benim için bile güçtü. 


“Çoğu noktada aynı noktada elbet değildik ve ben de kızıma saygı duyuyordum. Hâlâ duyuyorum. Bu ülkede kimsenin fikrini kısıtlamadığım gibi kızımı da kısıtlamadım. Yaşanan o talihsiz olay, ki bu sokağa dökülenlerin gözünün nasıl döndüğünü, bu halkın iyiliğini istemeyen kişilerin sokaktaki gençlerle aramıza nasıl nifak tohumu ektiğini yeterince açıklıyor, kızım için büyük bir yıkım oldu. Onun gözünden baktığımızda olaya, babasına yeri geldiğinde onların sesi olması için meydan okuyan kızım halkta karşılık bulmadı,” dedi. Babam… Gözlerimi kırpıştırdım. Nefessiz kaldım. “Halkta bir karşılık beklemedim,” diyebildim. Halbuki beni tek duyan Ecevit’ti. Ben babam gibi beni alkışlamalarını beklememiştim. Kimseden destek görmek de istememiştim. Benim tek derdim babamın nefretini sırtlanmaktı. 


“Kasten yapıyor Firuze,” dedi Ecevit. 


“Onu gördükleri yerde saldırdılar hatta, halbuki Firuze o gece maske ve su götürmeye gitmiş ama ne oldu? Aslında fark etmeden, kafasında ‘acaba UMP sahiden bu söylenilenleri yapıyor mu, bu kadar polis neyi engellemeye çalışıyor?’ diye soru işaretleri barındıran vatandaşımın soru işaretlerini giderdi. Şimdi sormak lazım, zulmeden biz miyiz yoksa sokaktakiler kışkırtılmışlar mı?” 


Uğur Tokgöz, “Bir baba olarak cevap vereceğinizi söylemiştiniz öncelik olarak,” diye hatırlattı. 


“Daha Atilla Akın olarak cevap vermedim zaten, henüz üstümde babalık gömleği var,” diye karşılık aldı babamdan. “Benim kızım sanatçı. Her sanatçı gibi duygularını normal insanlardan çok daha farklı yaşıyor. Benim bu kalemi şuradan buraya koymam sizler için bir şey ifade etmez ama şimdi beni izliyorsa onun için çok şey ifade eder,” dedi ve kalemin yerini değiştirdi. Kameradan adeta gözümün içine baktı. 


“Ya siktir git,” dedi açıkça Ecevit ve bilgisayarıma uzattı elini. “Şovmen. İzlemeyeceğiz. Gider edebimizle Kemal Sunal izleriz.” 


“Hayır kapatma,” dedim ve laptopun bir ucundan o bir ucundan ben tuttum. Babam onu dinlediğimi biliyordu. Bana konuşacaktı. 


“Bırak. Seninle oynuyor, bırak.” 


“Ecevit izleyeceğim dedim, bırak!” iki elimle asıldım ve çektim aldım bilgisayarı tek elinden. Dizlerimin üzerine yatırdım. Yeniden kameraya baktı babam. “Çok şey ifade etti,” dedi. Bacağım titriyor bilgisayar sabit durmuyordu. Ekranın ötesinden elini uzatmış boğazımı sıkıyordu sanki. 


“Öyle bir gecede de bana göre yanlış kendisine göre belki artık yanlış ya da ileride yanlış diyeceği hislere ve düşüncelere kapıldı. O öfkeyi kendisinin masumluğuna değil bana olan öfkeye yordu. Kırgınlık yok, küskünlük hiç yok. O benim evladım, o hatalar yapacak benim vazifem büyüklük göstermek. Keşke desteğini daha farklı şekilde açıklasaydı ama olmadı. Sokaktaki gençlerimizin öfkesini de kızımın yanlışını da affettim ben. Bir baba gibi affettim hem de,” Sonra babam hareketlendi ve ceketini çıkardı arkasına koydu. 

Karşısındaki üç gazeteciye baktı. “Çıkardığım ceket değil, babalık gömleğimdi,” dedi işin renginin değiştiğini belli ederek. “Gelelim Atilla Akın olarak yorumuma. Öncelikle evet doğru, Yakup Konuk kızıma teklif göndermiş. Kendisi bayılır saman altından su yürütmeye, gizli kapaklı bir işlere ama ben de hiç sevmem. Köşe bucak kaçıyor sorulardan, kendisini yaptığı bir işin bile arkasında görmediğim şimdiye kadar, ama ben halkımdan bir şey gizlemem. Yakup Konuk’tan, Firuze Akın’a üç büyükşehirden biri olmak üzere yerel seçim için teklif gitmiş. Öncelikle EOP’ye buradan seslenmek isterim, ha şunu bileydiniz siz beni yine benim kanımla yenmeye kalkabilirsiniz,” dedi ve adeta meydan okudu. Yakup Konuk sorulan her sorudan kaçmıyordu. Ben onu reddetmiştim ve olası bir vazgeçişime karşı önden konuşmak istemiyordu. Babam ibreyi kendine çevirdi ve adamı bir korkak ilan etti. Kendi de yine kahraman ve halk adamı oldu. “Sonrasında şartları sağlayan her vatandaş gibi Firuze Akın’ın da,” Soyadımı vurguladı, onu dinlediğimi bilerek. Mezar taşında bile benim soyadım yazacak. 


“Aday olmaya hakkı var. Kendisi donanımlı biri. Tahsili yüksek. Gireceği tarafı desteklemem ama siyasete girmesini desteklememem için hiçbir neden yok. Kendisine ancak başarılar dilerim. Ama benim rahmetli babamın bir lafı vardır. Aile çok önemlidir Atilla ama iki yerin kapısından girerken aileni ikinci plana atman lazım. Biri Harbiye, mevzu ve öncelik vatandır, diğeri siyaset, mevzu ve öncelik halktır, der. Kızım girer bu işe, hadi bir mucize olur beni de yener ama o işi yapamazsa, başarısız olursa, o vakit babamın sözünü hatırlarım. Mühim olan kızım değil o noktada halkım, milletim olur. Kızım gibi değil, halkımı kurtarmam gereken bir hata olarak bakarım. Ben Atilla Akın’ım, meclise halkımı ailemin bir adım önüne koyarak girdim.”  


Kimse, hiç kimse, bu adamın, şahsına ait tek bir parçayı bile halkın önüne koyduğuna inanmazdı. Şu an ekran başında kaç tarafsızı kendisine çektiğini ve kaç kendinde olanı daha çok bağladığını tahmin bile edemiyordum. Bacaklarım engel olamadığım şekilde titriyordu. 


“Ayrıca bana demokrasi düşmanı, diktatör diyorlar. Benim kendi kızım muhalif, siz ne demokrasi düşmanı ne de diktatör görmüşsünüz. Söylendiği o insan olsaydık, sokaklara müdahale etmemizin sebebi attıkları iftiralar gibi olsaydı ilk kızıma engel olurdum ben. Kızımı arayıp tek kelime etmedim ben, tıpkı senelerdir saygı duyduğum gibi bu kararına da saygı duyacağım.” 


“Beni tehdit ettin,” dedim. Ekrana babamın gözünün içine bakarak. Hırsla, hınçla ve öfkeyle söyledim bunu. Beni duymuyordu ama o kalem için ne diyorsa şimdi de beni biliyordu. Ne düşündüğümü ne hissettiğimi biliyordu. “Beni tehdit etti Ecevit,” dedim bir yetişkine, bir çocuk gibi onu şikâyet ederken buldum kendimi. “Beni tehdit etti.” Nasıl tehdit ettiğini söylemiyordum. Aynı cümleyi tekrar ediyordum yalnızca. Tehdit ettiği şeyi yapsa daha az değil ama en az bu kadar zoruma giderdi. “Yalan söylüyor beni tehdit etti. Ben özgür büyümedim ki,” Bunları yaşamak kadar bunları yaşadığımın inkâr edilmesi de çok zoruma gitti. Yalın ayak kırık camlar üzerinde uzun bir yoldan gelmiştim. Geride bıraktığım her adımdan sonra camlar süpürülmüş çiçekler ekilmişti. Şimdi ben yolun sonundayken ve babamın kırıp döktüğü camlar ayak tabanlarına batmışken babam herkese geçtiğim yolu gösteriyordu. Bakın diyordu. Ben kızımı çiçekli yollardan geçirdim. Bakın diyordu. Herkes yola bakıyordu şimdi kimsenin bacaklarımı gördüğü yoktu. 


Tam da şimdi Ecevit görsün diye onun paçasına yapışmış Ecevit Ecevit bak, yara, diyordum. Daha fazlasını, daha açığını ve daha çoğunu değil. Ecevit Ecevit bak, yara!


Ayağa kalkmıştım, babam ekran ötesinden bir şırınga uzatmış ve beni uyuşturmuşken onun etkisinde bir sağa bir sola gidiyordum. Ecevit’e konuşuyordum ama onu ne görüyor ne de duyuyordum. Ne vakit ki Ecevit benim önüme geçti ve yürümemi engelledi, o zaman durdum. “Biliyorum,” dedi. Başımı kaldırıp gözlerine baktım. “Biliyorum,” diye tekrar etti. 


“Beni tehdit etti. Yalancı! Propaganda yapıyor! Hiçbir farkı yok. Söylediğinden hiçbir farkı yok!” 

Önemli olan başarılı olup olmamasıydı. Babam başarılı olacaktı. Tereyağından kıl çekti ve rahatça oturmaya devam etti koltuğuna. Şimdi bana hoşgörüyle yaklaşan, özgürlükçü bir babaydı. Kimse gerçeği bilmiyordu. Şimdi gözlerime bakan ve elinden bir şey gelmeyen Ecevit gibi. “Yalan söylüyor,” dedim. “Ben özgür büyümedim! Yalan söylüyor!”         


Herkes ama herkesin babama inandığını hissetmeye değil, bilmeye başladım adeta. Mideme kramplar girmeye başladıkça yeniden yürüme istedim ama Ecevit izin vermedi. Kollarımdan tuttu.


“Yalan söylüyor Ecevit. Söylediği her şey yalan. Ben özgür büyümedim.”


Tek başına Ecevit’in dahi böyle düşünmesi bile benim için korkunçtu. Ecevit düşünmesin istedim. Özgür olmadığımı bilsin istedim. Ben hapse atılmamıştım, onunla ölene kadar denk olamazdım Ecevit bilsin istedim benim özgür olmadığımı. Ecevit kollarımdan tuttu. “Biliyorum,” dedi. Burnumdan soluyordum. Nefes nefeseydim.

“Biliyorum, babanın söylediği her şeyin yalan olduğunu biliyorum.” Ellerim ayaklarım titriyordu. Defalarca tekrar etti bildiğini. Ecevit titrediğimi farkında olacak ki, beni oturttu. Bilgisayarı küfrede küfrede kapattı.


***

 

Panik atağın nüksettiği dönemlerde tetiklenmelerim daha da artardı. Bir deprem anından sonra devam eden artçılara benzetirdim ben. Ecevit’in zoruyla duş almıştım. Saçlarımı kurutmuş, kokorecimden biraz daha yemiş ve yatağa yatmıştım. Ellerim titremeyene kadar en azından uyumamıştık. Ben ne zamanki ona sırtımı dönmüş ve uyuyacağımı söylemiştim, Ecevit ancak o zaman kendi yatağını kurmuştu. Yaklaşık bir saat kadar da uyumamıştı. Yüzüm ona, bana bakarak uyuyakaldığı ve düzenli nefes aldığı andan sonra dönmüştü. Ellerimin titremesi geçse de babamın cümlelerini susturamıyordum.


Çırpındığım anlar ve babamın bağırışları, tehditleri kafamdan silinmiyordu. Defalarca kez uyumaya çalıştım ama gözyaşlarım, ağladığımı hissetmesem bile akıyordu. Dayanamadım, kalktım yerimden. Ecevit’in sigarasını aldım önünden ve çıktım odadan. Koltuğa oturduğumda tek amacım iki sigara içip gidip yeniden uyumaya çalışmaktı ama olmadı. Sobanın önündeki halim geliyordu gözümün önüne. Boğazıma cam yasladığım anı izlemeye başladım. Babam buradaydı, ben oradaydım ve onları dışarıdan izliyordum.

Ölmene izin vermem, mezar taşında bile benim soyadım yazacak, propaganda, propaganda, propaganda…


O gece kendimi içkiye vurmuş, beynimi uyuşturmuştum ama şimdi babam karşımdaydı, Firuze karşımdaydı ve ben nasıl çırpındığını görüyordum. Eğer ki babam biraz daha devam etse, üzerine yürüse o camı boğazına geçirirdi. Babamın dokunduğu dikiş izine dokundum. Tam o noktada, o dikiş izinde, şah damarımın biraz altından başlayan ve uzunca bir yol gibi uzanan dikiş izine dokunduğumda bir ipin içimde koptuğunu hissettim ve yine bir depremin artçısını hissettim. Firuze benim en özgür büyüyen çocuğum. Gözlerimi sıkıca yumdum. Kalkmak, boğazına cam yaslamış Firuze’nin kulağına fısıldamak istedim. Yap, yap, yap…. Ecevit tek başına da bulur kardeşini. Yap Firuze, yap hadi yap! Yap gözünün önünde öl, çıkıp senin için en özgür çocuğum diyemesin. Yap hadi, korkma neyden korkuyorsun ki! Hadi Firuze yap!


Beni sevmiyordu. Beni sevdiği için, kötü insanlar bile olsa beni sevdiği için çabaladığını sandığım insanlar da sevmiyordu. Propagandaydı.

Biliyordum artık. Bunlar hep propagandaydı. Ben onun en özgür çocuğu değildim ama insanlar öyle sanıyordu. Çünkü ressam olmuştu. Kimse boyam yok diye kanımı kullandığımı bilmiyordu. Propaganda buydu zaten. Değil mi?


Bunları düşünmek, dün gece yanı başımda yanan sobanın içine düşmek gibiydi. Ağlıyordum, ağlamıyordum, nefes alıyor ve nefessiz kalıyordum. Sesim çıkmasın diye kendimi öylesine sıkmıştım ki ağrımayan tek bir organım bile yoktu. Ciğerlerime kadar bir ağrı vardı artık bedenimde ama yine de beynimi durduramıyordum. Bir gerçek vardı. Hayır onlar beni sevdiği için çabalamamıştı. Onlar evladı ölmüş bir baba olmak istememişlerdi. Katil babası olmayı bile kabul etmişlerdi ama beni kabul etmemişlerdi.


Çenemde yaşlarım birikiyor, koca koca damlalar dökülüyordu benden ama bana mısın demiyordu. Nasıl ağladım, nasıl ağladım; annem babam ölmüş gibi değil ama annesi babası hiç olmamış gibi. Annesi babası ölmüş gibi değil ama annesi babası onu hiç sevmemiş gibi. Ecevit’i uyandırmamak için parça pinçik ettim kendimi ama yine de gıkım çıkmadı. Beynim uyuşmuyordu. Babam durmadan konuşuyordu. “Sus,” dedim parmaklarımı başıma bastırırken. “Sus artık sus, sus!”


Susmuyordu.


İnat değil mi, vücudum daha çok ağrısın diye çıkıp da bahçede hıçkıra hıçkıra ağlamadım. Taş olsa çatlardı, ben de çatlayana kadar, taş gibi durdum. Ecevit’in kaç sigarası yandı söndü. Gözlerimi hiç aralamadım. Dudağıma denk getirmeye çalışıyordum, bazen denk geliyordu bazen gelmiyordu. Yine de bir şey yapmıyordum. Sigarayı görmek için bile gözümü açmıyordum. Ağzımın içinde kan tadı vardı ama gözlerimi aralamıyordum. Kanın kaynağını da seçmiyordum. Babamın dediği gibi propaganda yapıyordum.


Dakikalarca değil, saatlerce de değil belki ama dakikalarca değil, bedenim kendini salmış bir ölü gibi olana kadar gözlerim kapalı, hareket hakkı bende olan her organımı, kasımı sıkarak babamı susturmak için çabaladım. Yine de susmadı. Ben pes ettim babam etmedi. Açtım gözlerimi, gözlerim kapkaranlıktı. Onların açılmasını bekledim biraz. O anlar hayal meyal diyemezdim. O anlar yalnızca babamın sesiydi. Babamın görüntüsü. Sus dedim defalarca, susmadı. Pes ettim, ağlamaktan bile pes ettim. Titrek adımlarla kalktım. Lavaboda yüzüme su çarptım. Biraz daha bunu yaparsam Ecevit’i uyandıracaktım. Babam susmuyordu, ben ona karşılık verecektim ve Ecevit belki bu sese uyanacaktı. Derin bir nefes aldım öyle geri girdim odaya.


Ne’meye dursun Ecevit mışıl mışıl uyurken, bir yere çarpacağım, bir ses çıkaracağım, neredeyse saatlerce ağlamamı gizleyip uyumak üzereyken yakalanıvereceğim diye çok korktum. Ecevit’ten ayırmıyordum başımı. Adım atıyor ama onu gözlüyordum. Göğsü biraz şiddetli inip kalksın, sıkıntıyla biraz sağa olmadı biraz sola dönsün hemen duracaktım olduğum yerde. Islak kirpiklerimi gözaltlarıma ardı ardına birkaç kez vurdum. Ne zordu biriyle evini paylaşmak. Ecevit’e biri dediğim için kısa vakitte pişmanlık duydum. Çok pişmanlık duydum, mümkün değildi lakin hisseder, böyle bir şey aklından geçirir diye çok korktum. Ecevit pamuktan bir yastığın üzerinde, annesi saçlarını okşayıp, üstüne duasını okuyup uyutmuş gibi güzelce uyuyordu.


Sonra daha çok pişman olacağım bir şey oldu. Benim kendimi böyle helak ettiğim geceler zor sabaha varırdı. Ben bazen ruhsal sancıdan, bu insanın çekebileceği en korkunç ve dermansız sancıydı, inleyerek uyurdum. Yine öyle olacak sandım ama Ecevit’in yüzünü izleyerek sakinleştim. Sanki dakikalar önce, ciğerimi patlatacak kadar kendimi helak etmemişim gibi ve az önce misafirliğinden şikayet ettiğim bu adamın varlığı, böyle huzurla uyuması, annesi saçlarını okşamış gibi ama, damarımdan ilaç gibi sızdı. Damardan alınan ilaç ağızdan alınan ilaçtan çok daha hızlı etki ederdi.


Ecevit öyle huzurlu ve güzel uyuyordu ki damarımdan sızdı ilaç gibi.


Acaba dedim yatağa vardıktan sonra. Yorganın altına girdim. Yastığını ve yorganını düşman belleyip uyuyan adam, benim yanı başımda böyle annesi uyutmuş gibi uyuyorsa, öyle güzel uyuyordu ki kıskanmak asla değil gıpta etmekti benimkisi, ruhu rahata mı eriyordu benim evimde? Benden kaynaklı değil muhakkak, benim evim olduğu için, yemin ederim üstüme alınmadım hiç, ruhu o tanıdık omzu buluyor da onu rahat bırakıyordu, o da böylece uyuyordu? Bana böyle iyi gelirken o da kötü halde değildi. Çünkü bu atölyenin cam duvarlarının fikri küçük Ali Ecevit’e aitti. O sahiplenmesin hiç, benimsemesin, almasın içi burası benim diye ama işte ruh bedenin önündeydi. Ruh aklın ve kalbin de önündeydi. Ne o bize ne biz ona erişebilirdik. Ecevit’in de ruhu uyuyunca beni hissediyor, kabul buyuruyordu belki. Çünkü dikkat kesiliyordum, kaçtır göz dikiyordum, rahat rahat uyuyordu. Huzurla, benim gibi birini sakinleştirecek kadar huzurla uyuyordu hem de.


Leyla teyzenin okuduğu dua kulağına fısıldanmış, Hüseyin amcanın o helal lokmasıyla karnı doymuş, küçük Firuze’yi uyumadan önce son bir kez görmüş, ödevlerini yapmış, hatta öyle ki okul çantasını bile hazırlamıştı sanki benimle uyurken. Ecevit. Ah Ali Ecevit. Hiç büyümedin de çok büyüdün bende. O nasıl oluyor desen ben bile cevap veremem sana. Ben seni alladım pulladım yokluğunda, büyüttüm sonra sen karşıma hayallerimden daha güzel çıktın. Ne eksiği fazlasını gösterdin bana. Ne hayal kırıklığı yarattın ne başka kötü bir şey. Fazlasıyla geldin Ali Ecevit bana. Gani gani sabır dilersin ya hani, o vakit, gani gani derken ne kastediyorsan öyle geldinbana. Yoksa ben bu geceden nasıl sağ çıkardım Ali Ecevit? Gani gani geldin. Bana da feleğimi şaşırttın. Benim kalbim çok büyük acıları sırtlayınca senin gani gani getirdiklerini de sırtlar sandım ama olmadı. Babamın söyledikleriyle çırpındığım, sığamadığım, kustuğum, ağladığım bir gece vakti geldim yatağa girdim. Yine seni düşünür oldum.


İç geçirdim. Yine ağlayadurdum ama bu sefer hiç öyle beni helak eden bir ağlayış gibi değil. Aksine içimi döker gibi. Yavaş yavaş ve için için. Böyle aktı gitti güzelce. Sebebini bilmiyordum bile. Ecevit’e bakarak ağlamak istedim. Hani güzelliğe ağlanır ya bazen. Bu da öyle bir şeydi. Güzelliğe ağlamaktı. Ah Ecevit, ah Ali Ecevit. Hiç bilmiyorum bu gani gani fazlalık ne. Adını sanını bilmiyorum. Öğret diye sana sormaya da cesaretim yok. Ne olacak bu böyle?

Kendimle konuşup durdum sonra konu Ecevit’ten babama gitti yine. O zaman telaş yaptım. Hemen uyumaya karar verdim. Kalbimde kabuk tutmamış bir yara açıldı sanki. Oluk oluk kanamıyordu ama üstü kanla nemliydi, sanki o nemi hiç kurumayacaktı. Babamın ikinci kez düşünmeden kurduğu cümleler, beşler, propagandalar o yaraya hiç kabuk tutturmayacaktı. Nemli yaraya bir kumaş parçası basıyor biraz bekliyor kaldırıyordum ama çok geçmeden yine kan oluyordu. Onlar beni bu hale getirmişlerdi, nasıl bana karşı kullanırlardı?

Firuze uyu. Çek elini ayağını üstünden. Uyu.


Tıkanmış burnumu çeke çeke uyumaya kalktım. Ama bir yerden sonra o kadar çektim ki burnumu Ecevit’in tüm huzurunu bozdum. Hareket etmeye başladı. Hemen sırtımı döndüm. Gözlerini açarsa uyuduğumu sansın diye. Burnumdan bir iki kez daha nefes almaya çalıştım ama yok tıkanmıştı. Hay aksi ne yapacaktım ben şimdi? “Firuze,” Kısık, uykulu sesini duydum. Nefes alışımı kestim ve durdum. Uyumuş numarası yaptım. Cevap vermezsem uyudum sanır uykusuna devam eder sandım ama olmadı. Gözlerim açıktı, gölgesini gördüm. O zaman kapattım gözümü. Bana doğru adımladığını hissettim. Yatakta hafif bir çöküntü hissettim. Sonra bir kedi nasıl hızlı hızlı koklarsa öyle kokladı beni.


“Rol yapma uyan,” dedi anında. Öyle korktum öyle korktum ki yakalandığım için, korkudan yine açtım gözlerimi.


“N’oluyor ya?”  dedim beni uyandırmış gibi.


“Taze sigara kokusu, sigaramı mı çaldın?” dedi açıkça. Hiç de yumuşatmadı.


“Hırsız mıyım ben?” dedim. Öyleydim.


“Sigara içmişsin!”


“Ödünç aldım Ecevit. Çalmadım. Ödünç aldım ben bir tane.”


“Sigaralarım sayılı yalan söyleme!” dedi bu kez. Kaç tane yaktığımı ben bile bilmiyordum. Gözlerimi kaçırdım ve az önce minnet duyduğum adama, “Git başımdan uyuyacağım ben.”


“Ağladın mı sen?” diye sordu ansızın. Gözlerimi kırpıştırdım. Biraz daha eğildi bana. “Ağladın mı?” diye sordu. Cevap veremiyordum. Evet desem ayrı, hayır desem apayrıydı.


“Uyumak istiyorum, uykum geldi.”


Ben üsteleyecek sandım ama sırtımı dönünce bir şey demedi, tek dizini bastırmıştı yatağa. Olduğu konumda kaldı ve beni izlemeye devam etti. Ben vazgeçti, beni rahat bırakacak ve uykusuna dönecek diye emindim artık. “Ben sigara içmeye çıkıyorum yürüyeceğim biraz,” dedi ama o uzaklaşırken benden. Gözlerimi geri açtım ve merakla ona baktım.


“Yürüyecek misin?”

“Turlayacağım,” dedi umursamazca ve kabanını aldı dolabımdan.


“Neden ki bahçede iç işte?”


“İçim daraldı,” dedi ve telefonunu aldı. “Senin uykun var, uyu,” dedi. Ağzımı zor tuttum ben de geleyim demek için. İki sebepten sustum. Biri, yanına gidip onu rahatsız etmek istemedim, tek yürümek istiyordu, bir diğer sebep de uykum geliyor deyince lafımdan dönmek istemedim. Ecevit odadan çok oyalanmadan çıktı.


İçini bu kadar mı daraltmıştım? Hemencecik gitmişti. Yapayalnız kaldım bükük kaşlarımla. Öylece aralık bıraktığı kapıdan bakıyordum. Dudaklarımı ısırdım. Ne zaman gelirdi ki? Ya kaybolursa. Kalkıp arkasından kaybolursan beni ara demek istedim. Ben onu gidip alırdım ama ben yerimden doğrulma kararı almadan çıktığını sandığım Ecevit kafasını geri uzattı.


“Gelmeyecek misin?” diye sordu garipçe.

“Hı?”


“Gelmeyi teklif etmeyecek misin?” diye sordu. Bunu mu beklemişti?


“Geleyim mi?”


“Uykun geliyorsa gelme istersen, ben sadece sordum.”


Hızla yorganı üzerimden attım. “Açıldı uykum senin yüzünden dur ben de geleyim, madem çok ısrar ettin,” dedim ve onun gibi sadece kabanımı giydim. Telefonumu bile yanıma almadım. Ondan önce çıktım atölyeden meraklısı gibi. Vazgeçmeden o kendimi dışarıya attım. İçimde yedi yaşındaki zilli adeta gecenin bu vaktinde, uyuduğu güzellik uykusundan uyandı ve bahçede koşturmaya başladı. Gecenin bir vakti Ecevit’le yürümek onu adeta çıldırttı. Durmadan koşuyordu, yeri dövüyordu. Babamın sesini bile bastırdı o zillinin sesi. Madem böyle yapabiliyordu, ben kendimi mahvederken neredeydi? Ne nankördü. Ah ne nankördü. Ecevit deyip ölüyordu.


Ecevit sigarasını aldı ve içindekileri saya saya çıktı. Kapımı kilitleyip paspasın altına koydum hemen. Ecevit’in yanına gittim. “Bir tane ödünç aldım Ecevit,” dedi düz bir sesle.


“Aramızda bir sigaranın lafını yapıyorsun ya, ben sana bir şey demiyorum.


“On bir sigaranın Firuze,” diye düzeltti. Bir insan niye sigarasını sayardı ki zaten? Ellerimi cebime koydum. İkimiz de yavaş yavaş yürüyorduk, o benden hariç sigara içiyordu. İkimiz de gölgelerimize bakıyorduk ama konuşmuyorduk.

“Yarın ne yapacağız?” diye sordum. Ecevit sigarasının külünü parmağıyla düşürdü.


“O çıktığımız arka kapı, gizli bir kapıymış. Seher muhtemelen o kapıdan giriyor ya da çıkıyor. Çünkü bu kadının girdiğini gören çıktığını, çıktığını gören girdiğini görmüyor. O kapıyı izleyeceğiz. Eninde sonunda girecek ya da çıkacak. Çıkınca takip edeceğiz. Evini bulmamız lazım. Kızını bulmamız lazım.”


Tam da aklımdaki gibiydi planı. Başımı salladım, kızını bulunca her şeyin devamı ip söküğü gibi gelecekti, hissediyordum. “Kızını bulunca?”


“Adını sanını öğrenmemiz lazım. Kız kimin üstüne kayıtlı. Ona ulaşınca da kim olduğuna bağlı olarak ortalık karıştıracağız. Seher bir şekilde bize ulaşacak.”


Ortalık karıştıracağız… Artık bana da normal geldi, alışmış olacaktım. Ecevit’le sallana sallana Ümitköy’ün sakin sokaklarında yürüyorduk.

Konuştuğumuz konuya odaklanmaya çalışıyordum, yemin ederim, kızılmasaydı hemen bana, ben çok önemsiyordum. Kendi canımdan bile çok önemsiyordum. Sadece Ecevit’le yürümek… İki yetişkin insan gibi yürüyorduk. Belki Ankara’nın buz tutmuş sokaklarıydı sözde nasibimize düşen ama öyle değildi işte. Yalıkavak’ta yürüyordum sanki. Ecevit’le hiç gitmediğim ama hep hayalini kurduğum yazlıkta, o güzel sokaklarında yürümek gibiydi. Yazın ortasında, belki şeyle… Lütfen kızan olmasaydı bana. Ecevit’in koluna girmiş gibi. Öyle işte. Yalıkavak’ta. Ecevit’in koluna girmiş gibi, sıcak bir yaz gününde, güneş parıl parıldıyorken yürümek gibiydi bu. Kimden çekiniyordum bunları söylerken, kim bana kızacaktı bilmiyordum ama öyleydi işte. Çocukken hayalini kurduğum gibiydi her şey.


“Ecevit,” diye seslendim ona. Sırf ilgiyle dinlediğimi bilsin diye.


“Firuze,” diye karşılık verdi.


“Hani sen Cengiz’in ismini verince kadın çıkmama izin verdi ya, biz neden Cengiz üzerinden devam etmiyoruz. Demek ki kadın çekiniyor ondan. O şekilde halledelim. Belki kızının peşine düşmek zamanımızı alıyordur yok yere.”


Bu Cengiz kimdi bilmem ama Melike için işe yarayacak herkesi kullanırdık. “Tercihim o yönde değil?”


“Neden ki?”


Ecevit iç geçirdi ve bir süre sessiz kaldı. Söylemeyecekti sanırım. Belki de o adam, kendisinin kullanılmasına o kadar izin vermiyordu. Ecevit yeniden iç geçirdi. Ecevit de şansını zorlamıyordu. Sonuçta adam tehlikeliydi. Ama sonra o, “Kan dökülsün istemiyorum,” dedi. Bu cümle, tümüyle, büsbütün, Hüseyin ve Leyla Tarhan’ın oğlundan çıktı. Saf değildi, tertemizdi. Aptal değildi, insandı. “Ne olursa olsun, son noktaya kadar kan dökülsün istemiyorum,” dedi düşünceli bir sesle. Ona kaldırdım başımı. Bir cümle kurmalıydım. Ecevit’e bak sen kimin evladısın, bunu sakın unutma demek istiyordum. Tek bir cümleyle bunu yapmam lazımdı. İşin doğrusu çok zorlanmadım.


“Leyla teyze ve Hüseyin amca da öyle isterdi.”

Adlarını zikrettim diye çok kızacaktı belki ama umursamadım. Belki uyumadan önce bu cümlemi anımsar ve içini rahatlatırdı. Yeterdi bu bana. Ecevit’in adımları yavaşladı sonra da yavaşça durdu. Onun iki adım önünde duraksadım ve ona döndüm. Biraz çekinerek, biraz korkarak. Anne babasının adını söylemem çok zoruna gidiyordu ama ben ona hep içimden söylüyordum. Dudaklarını yaladı ve gökyüzüne baktı.


Bir zaman sonra kısık sesle, “İsterdi değil mi?” diye sordu. Çok kederliydi. O an anladım ikilemdeydi. Kirli olmakla temiz olmak konusunda ikilemdeydi.

“Çok isterdi Ecevit,” dedim hızla. “Hele Leyla teyze, asla istemezdi kızını bulmak pahasına bile senin kan dökmeni. Sen Hüseyin Tarhan’ın oğlusun Ecevit,” dedim. “Bunu sana şimdiye kadar kimse unutturmadı, bu saatten sonra da kimse unutturmasın tamam mı?”


Gözlerini bana indirdi. O parlaklık, çakmak çakmak hali içimi titretti. İç geçirdim. Saçlarını okşamak istedim. Keşke bana izin verseydi de ben içimden değil, hep dışımdan söyleseydim. İç çekti. “Ben Hüseyin Tarhan’ın oğluyum,” dedi. Kendisine hatırlattı bunu sonra derin bir nefes alıp öyle yeniden adımladı. Güç topladı sanki. Bir sigara daha yaktı.


Yeniden sessizce yürümeye başladık. Ecevit’e ne şanslıydı diyemiyordum elbet ama benim babamın sesiyle kendimi harap ettiğim ve yola devam etmek istemediğim yerde, Ecevit babasının adından güç alıyordu. Onu asla kıskanmadım, bu kadar yüzsüz ve kıskanç değildim ama gıptayla baktım. “Ecevit biliyor musun?” dedim sonra bir cesaretle. Çenemi açmıştı beni azarlamayarak. “Küçükken, sen gittikten sonra ne düşünüyordum, ne istiyordum biliyor musun?”


Ne diye sormadı ama merak etmediğine dair bir şey de söylemedi. “Benim annem babam ölüyordu o doğum gününden önce sonra ben annesiz babasız kalıyordum ama Leyla teyze beni kimselere vermiyordu kendisi büyütüyordu. Seninle beraber büyüyorduk hem de. Çocuk aklı işte.”


Bu cümleleri yirmi beş yıllık ömrümde ilk kez sesli dile getirdim. Biraz korkunç, çok tuhaf ve garip geldi. Küçükken hiç öyle gelmiyordu halbuki. Ecevit de benim gibi kalıverdi olduğu yerde. Burnumu çektim ve gökyüzüne baktım. “Ne bileyim… Çocuktum işte. Benim ailem ölüyordu sonra ben sizinle yaşıyordum. Sana ve size bir şey olmuyordu. Bir çocuk olarak bunu düşünmem korkunç sanırım ama işte çocuk aklı da. Mutluluk benim için sizdiniz. Bizimkiler de mutluydular belki ama sizin gibi değildi. Bir de sen vardın işte. Sonra da gidince... Mutluluk da kayboldu. Annen beni alır ve bana bakar, sonra biz hiç ayrılmayız diye hayal kuruyordum. Hüseyin amca ve Leyla teyze bana o kadar güven veriyordu. Şimdi düşününce… Bilmiyorum işte. Bugün sen uyurken ben ağladım. Öyle işte. Babamın söyledikleri aklıma geliyor. Sonra sen, babanı hatırlayıp yola devam ediyorsun. Çocukken de bazı şeyleri farkındaymışım demek ki. Öyle işte… Aklıma geldi anlatmak istedim.”


Ellerimi çocuklar gibi ceplerime sakladım ve soluklandım. Sonra da önüme dönüp yürümeye başladım. Yaşlarım çok çabuk donuyordu yüzümde. Bunu niye Ecevit’e anlatmıştım ki? Ecevit peşimden gelmiyordu. Hayalimde anne ve babasını çalmıştım. Bir de yüzsüz gibi anlatıyordum. Arkamı dönemedim utançtan. “Firuze,” dedi aramızdaki mesafe artınca. Ona döndüm biraz.


“Efendim? Ecevit… Boş ver gerçekten. Öyle saçmaladım işte. Anlatasım geldi. Hadi yürümeye devam edelim. Dönmeyelim hemen. Hadi yürüyelim.” Arkamı dönüp gidecektim aslında ben. Aramıza çok mesafe açılınca gelmek zorunda kalacaktı.


Lakin Ecevit, “Firuze sen niye hayatına devam etmedin onlar gibi?” diye sorunca çakıldım kaldım olduğum yere. Omzum düştü önce, sonra başım eğildi. Bu soruyu bana Ecevit’in bile soruyor olması çok zoruma gitti. Onun sevinmesi gerekirdi. Üzülmüyordu ama sorgulamasın da isterdim. Omuzlarım sarsıldı ama başımı kaldırıp ona baktığımda gülümsüyordum.


“Etmemi mi isterdin?” diye sordum. İstemediğini biliyordum çünkü.


“Hepsi etmiş, en küçükleri de etseydi onu da kabul ettirirdim içime.”


Etmemiş halimden bile bu kadar nefret ediyorsa, etmiş halime ne yapardı? Söylemedim bunu ona. “Yaşasaydın sen de, onlardan ne eksiğin var? Benden daha fazlasını görürdün. Ben geleli kaç ay oldu, sen kaç yıl böyle yapmışsın. Değdi mi?”


Dudaklarım büzüldü. Aramızda bir sürü mesafe vardı. Hiç saymadım bile. “Değdi,” dedim.


“Neyine değdi Firuze?” diye bağırdı. “Aklımı kaçıracağım neyine değdi? Küçükken annem babam ölseydi de bana Leyla ve Hüseyin baksın demişsin. Neyine değdi?”


Çenem titriyordu ama yine de konuşmaya çalışıyordum. “Ben senin beş gram bile fazla nefretini kaldıramazmışım. Değdi o yüzden.”

En azından şimdi, benden yine nefret etse de beş gram az nefret ediyordu. Gözleri daha da küçüldü. “Seni beş gram mı yaşattı?”


Başımı salladım hemen. Bunu anlamasını beklemezdim. “Sana da yazık değil mi?” diye sordu. “Onlar seyr-ü sefa içinde gününü gün ederken kendine bunu yaşatmışsın. Dönüp bana da yazık değil mi?”


“Sana da yazıktı,” dedim açıkça. Ecevit mantıklı bulmuyordu dediklerimi. Ona beş gram nefret daha fazla gelmezdi ama bana gelirdi işte. “Bir kere, Hüseyin amca kapıya gelmişti,” dedim. Bunu anlatmak belki ona beş gram nefretten fazlasını verecekti ama… Anlatmak istedim işte. Nefreti hiç azalmasın istedim. “Sanırım evde kalan şeyleri almak için. Belki biraz para, ne bileyim fotoğraf, belki Melike’nin fotoğrafları… Ama babam izin vermemişti. İçeri almamıştı babanı. Baban bağırınca kapıda ben sesini duymuştum. Seni de getirdi sanıp hemen yanına koşmuştum kimse görmeden baban orada bana ne yapmıştı biliyor musun Ecevit?” dedim. O bilmiyordu ama ben hiç unutmuyordum. Ecevit elleri cebinde beni dinliyordu. İkimiz de kıpırdamıyorduk.

“Başımı okşadı.”


Nasıl bir şiddetle ağlamaya başladım, sokak inledi sesimle. Kendimi yerlere atmak istiyordum. Babamın sözlerinden sonra bunu anlatmak beni kör kuyulara attı. Nevrim döndü. Beni bu hayatta Ecevit’ten sonra yine Ecevit’in ailesi en çok sevmişti. “Babam gelip beni almayana kadar, baban benim başımı okşadı ve iyi olup olmadığımı sordu. Atilla Akın o sırada babanı yaka paça kapının önünden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ben babanı görünce seni görmüş kadar mutlu olmuştum. Hüseyin amca her şeye rağmen benim saçımı okşamıştı. Hayatıma devam etmem için senin babanın benim saçlarımı okşamaması, annenin de portakallı kekini hiç yememem lazımdı Ecevit. Belki o zaman…” Duraksadım. Düşünmem bile gerekmedi. Hayır… O zaman da devam edemezdim. Ecevit’i unutamazdım ben. Ecevit’e yaptığımı unutamazdım.


“Yine edemezdim,” dedim dürüstçe. “Bana bu soruyu herkes sordu. Neden hayatına devam etmedin. Bir sen bir ben kalmıştı sormayalı. Şimdi bir tek ben kaldım. Cevabım çok fazla, o yüzden cevap vermek istemiyorum. Vicdan diyebilirsin ama kısaca. En yalını o.”


Yaşlarımı sildim ve ters yöne doğru yürümeye başladım. Yürümek istemiyordum artık. Zaten tüm yol ağlayacaktım. En azından yanında ağlak biriyle yürümeseydi. “Ben uyuyacağım sen yürüyüp gel,” dedim yanından geçerken. Onu geçtikten sonra “Yine de edemez miydin?” diye sordu. Duraksadım. Omuzlarım çöküktü. Başımı iki yana salladım. Gökyüzüne baktım.


“İnanma istersen yıldızların yandığına,

Güneşin döndüğüne inanma.”


“Edemezdim Ecevit. İnanma istersen bana, sen inan diye bir şey yapmayacağım. Çünkü inansan da hiçbir şey değişmeyecek. Doğrunun ta kendisini yalan bil Ecevit,” dedim. Hakikat, tanığın diliyle ayakta dururdu. Ben hakikati deviren o tanıktım ama şimdi yemin ederim ki dilimden dökülenler yalan değildi. Bu soruya cevap vermek için yaşamam gerekmezdi.


“Etmez miydin edemez miydin?” diye yeniden sordu. Ecevit’e döndüm. Gözlerine baktım. Bir karartı vardı. Sanki inanç arıyordu.


“Edebildiğim yerde etmezdim,” dedim. Yutkundum.


“İnanma istersen yıldızların yandığına,


Güneşin döndüğüne inanma.”


Ondan bir on saniye daha isteyebilmek için ömrümden on sene verebilirdim ve cümle abartı değildi. Yine de söylesem kimse inanmazdı bana. Ondan bir on saniye istemedim ama ona sarılmak istedim. Aynı anda konuştuk. Hava çok soğuktu ve kar atıyordu.


“Firuze,” dedi.


“Ecevit,” dedim.


Sonrası… İstenmeyen on saniye yüreğimde bir yara olarak kalır sandım ama çok cesurdum. Hüseyin amcadan bahsettiğim için bilmiyorum belki. Hüseyin amca olsaydı, git sarıl derdi. Öyle düşündüm belki de. Ve sanki Hüseyin amca Ecevit’i de itti. Çünkü ben hızlı birkaç adım attığımda, Ecevit de babasını dinledi. Ecevit’in boynuna sıkıca sarılmak istedim ama istediğim kadar sırı sarılamadım. Ecevit, babasını dinledi, ben ona kollarımı saramadan, Ecevit’in kolları, hani tren garında eşini savaşa göndermiş ve çaresizce bekleyen asker vardı ya, o askerin kolları gibi, vatanını düşmandan temizleyip dönmüş kadar büyük, ferah ve kocaman kucağı gibi, beni sardı. 



 

11 Yorum


gizemli 279
gizemli 279
3 gün önce
  1. Bölüm sitede neden yok?Ben mi bulamadım

Beğen
Elif TURAL
Elif TURAL
3 gün önce
Şu kişiye cevap veriliyor:

ana sayfada gözüküyor

Beğen

Medine Aykutlu
Medine Aykutlu
3 gün önce

Annesinin cımmisi part iki nerdedir bitonem

Beğen

Gül Bahçesi
Gül Bahçesi
4 gün önce

Part 2 gelmeyeck miydi?

Beğen
Elif TURAL
Elif TURAL
3 gün önce
Şu kişiye cevap veriliyor:

gelmedi...

Beğen

tavukhanim21
4 gün önce

EFT Ecevit Firuze Tarhan.(Yutkunamadım)

Beğen

Zeynep Altun
Zeynep Altun
4 gün önce

Ama ağlarım ki kıyamam bunlara

Beğen

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

  • Facebook
  • Twitter
bottom of page