XI- “ failin kimliği değil fiili önemlidir”
- Dilan Durmaz
- 15 May
- 29 dakikada okunur
Aralık 1992.
Sabah 9.50
Hüseyin Tarhan, giyilen kıyafetin gidilen yere verilen önemi gösterdiğini söyler. Oğluna derdi ki; yakan hep ilikli, gömleğin hep ütülü olsun. İnsanlar saygı duyduklarını bilsinler ki sana saygı duysunlar. Ecevit’in ütüsü yoktu, işin aslı Ecevit’in değil kaldığı tutukevinin ütüsü yoktu ve bugün hep gömlek, cüppe giymiş adamların karşısına çıkacaktı. Kıyafetlerinin arasında bir tane beyaz gömleği vardı, babası sıkıştırmıştı. Kısa kolluydu, mevsim de kıştı ama babasının söylediklerini uygulamak istiyordu.
Gömleği kırış kırış olmuştu, önü ilikliydi ama gömleği ütüsüzdü. Küçük dudakları büzülmüştü, ağlıyordu. Avuçlarını ıslatıyor, buruşuk olan yerlere sürüyordu. Kuruyunca tekrar kırışık duracağını bilmiyordu.
“Düzelsene,” dedi kısık sesle. “Düzelsene!”
“Ali Ecevit Tarhan!”
Adı seslenildiğinde ellerindeki ıslaklığı hızla saçlarına sürdü. Düzeltmeye çalıştı kuruyunca tane tane dökülecek saçlarını. Adı bir kez daha seslenildi. “Ali Ecevit Tarhan!” Ecevit parmak araları ıslak kalmış elleriyle çıktı lavabo kısmından. “Buradayım,” dedi. Ona seslenen gardiyana baktı. Şüphesiz onun burada tanıştığı en korkunç adamdı. Şüphesiz on yaşındaki çocuğun hayatında tanıdığı en korkutucu adamdı.
“Neredesin lan?” diye bağırdı, bir doksana yakın boyu, geniş omuzları, belinde taşıdığı copla suçsuz olanı bile korkutmaya yetecek adam. Yüzündeki her duygu en başta yersiz diye açıklanırdı. Öfkeliyse yersiz bir fazlalıkla olurdu. Gülüyorsa, insanı yersiz korkuturdu bu gülüş. Ağzı çok bozuktu. Suçu kesinleşmemiş çocukların olduğu bu tutukevi için olması gerekenden çok daha korkunçtu. Suçsuzu suçlu yapmazdı, suçsuzla suçluyu ayırt etmezdi. Bir de üstlerine yaranmayı pek severdi. Göz diktiği yerlere başka nasıl gelinir bilmezdi. Para yemeyi de çok severdi. Bunlar için yapmayacağı şeyler çok azdı. Ranzalardaki çocukların gözleri Ecevit’e kaydı. Korktular. Sadece Ecevit için değil, kendileri için de. Bu çocuk bir an önce gitsin istiyorlardı buradan. Gitsin de biz de kurtulalım.
“Gömleğimi abi,” diye geveledi Ecevit korkak bir sesle. Adama korkarak bir iki adım attı. Çok da yaklaşmasına gerek kalmadı varması için. Adam elini ensesine vurdu ve destursuzca öne doğru itti yanında daha da küçük kalan çocuğu. Ecevit düşecek de gömleği kirlenecek diye çok korktu ama tutundu kapı pervazına. “Gömlek giymiş bir de pezevenk!” diye bağırdı alayla. “Nereden buldun lan sen bu gömleği, çaldın mı yoksa?” Ecevit dik durmaya çalıştı, birkaç korkak adım attı geriye doğru. Kaçmaya çalışmadı, sadece uzaklaşmak istedi ama izin verilmedi.
Ensesinden yine tutuldu, baskı uygulandı, Ecevit’in boynu büküldü, adamın hızına yetişmeye çalıştı. Gerisinde kalınca, yalpalayınca ya da düşünce çok eziyet görüyordu. Buna kısa vakitte alışmıştı, olabildiğince hızlı yürüyordu.
Ecevit, kimsenin gerisinde kalmaması gereken bir yere düştüğünü anlamaya başlıyordu ama asıl mesele orada da bitmiyordu. Kimsenin önüne de düşmemeliydi. Hem önünü hem arkasını korumalıydı ama daha on yaşındaydı. Her şeyi ağır aksak öğreniyordu. Buralar ona çok yabancıydı, çocukluğunun ve gençliğinin burada tükeneceğinden bir haberdi. Çok umutluydu. Buradan kurtulacağına olan umudu çok yüksekti. Babası onu kurtarabilir sanıyordu.
“Abi babam da gelecek değil mi?” diye sordu, neredeyse koşar adım gidiyordu. Korkunç adamın adımları durdu. Ecevit’e baktı bir canavar gibi.
“Abi kim lan?” diye bağırdı. Ecevit’in korku dolu gözleri, söylediği yanlışı bile göremiyordu. Neyi yine yanlış söylemişti? “Oğlum beni senin şerefsiz baban mı doğurdu?” dedi. Ecevit’in gözlerindeki korku yavaş yavaş kendini kızgınlığa bıraktı. Küçük gözleri daha da küçüldü kaşları çatılınca.
“Benim babam şerefsiz değil!” dedi hırsla. Dokunsalar ağlayacaktı. Adam Ecevit’i bir köpek yavrusu gibi yine boynundan yakaladı.
“Konuşma lan!” diye bağırdı çocuğu savura savura götürürken. Defalarca kez hırpaladı Ecevit’i elinde, gömleğinin ilk düğmesini koptu. Ecevit sallanan düğmeyi sıkıca tuttu elinde. Bunu kaybetmemesi gerekiyordu. Babası dikiş tutabiliyordu, ona verecekti. Dikecekti babası çünkü Ecevit’in gömleği hep ilikli, yakası hep ütülü olmalıydı. Arabaya bindirildi, bacakları birbirine yapışık elleri dizlerinin arasındaydı ve beyaz düğme avucunun içine batıyordu. Adama öfkeyle bakmak isteyecek kadar babasını seviyor ama babasına şerefsiz diyecek bir adama bakmaya korkacak kadar da küçüktü. Gözlerini yerden çekmedi, yol bitene kadar sesi soluğu hiç çıkmadı. Soğuktan tüyleri diken diken olmuştu. Titriyordu biraz.
Araç adliyenin önünde durdu, Ecevit’i sanki kaçmasına imkan varmış gibi iki yandan tuttular. Bu kez kolundan ama ensesinden değil. Babası gelmiş miydi acaba? Gelmişti elbet. Kardeşi? Onu getirmemelerini isterdi. Burayı Ecevit hiç sevmemişti. Burayı da kaldığı yeri de. Kardeşi buralara hiç gelmesin istiyordu. Firuze gelmiş miydi acaba? Onun da gelmesini hiç istemezdi. Hiç sevmezdi Firuze buraları. Kendisi gitmeliydi evet evet, Ecevit gitmeliydi.
O kollarında ellerle yürürken çevresindeki bakışlar altında eziliyordu.
Hüseyin Tarhan’ın gözleri, avukatın kurduğu bir cümleyle merdivenlerin ve asansörün olduğu köşeden hiç ayrılmıyordu. Avukat demişti ki adama, arka kapıdan da alabilirler, ön kapıdan da alabilirler. Bu onun kafasını çevirmemesi için yeterliydi. Üzerinde beyaz bir gömlek vardı, düğününden kalmış tek takım ceketini iliştirmişti üzerine.
Düğününde giydiği ceketi, oğlunun cenazesinin kalkacağı yerde giymek demek uzun cümlelere ihtiyaç duymadan tek kelimeye sığmak demekti. Fakirlik. Yalnızca yamalı bir ceket parçası değildi. Bir babanın düğününde giydiği ceketi, oğlunun fermanının okunacağı yerde de bir umut giymekti. Fakirlik tam olarak buydu.
Adam ayakta olan avukata çevirdi gözlerini ve dayanamadı kalktı ayağa. “Hocam,” dedi. Saygı duyduğu her insana böyle seslenirdi.
“Getirmediler daha.”
“Yoldalar, varmak üzerelerdir.”
Avukat gözlerini eğdiği an babanın üzerindeki ceketten sallanan kahverengi düğmeyi gördü. İşaret etti. “Düğmeniz sallanıyor,” dedi öylesine. Aslında bu o kadar da öylesine bir durum değildi. Böyle bir durumda, böylesine yıkılmak üzere olan bir adam o düğmeyi umursamaz. Dönüp bakmaz bile. Hüseyin Tarhan, düğmeye baktı. Düşecek kadar sallanıyordu. Tuttu, kendisi kopardı ve aynı ceketin cebine koydu. Eve varınca dikerdi. Bu aralar çok giyiyordu bu ceketi. Üst makamdan çok insanın kapısına gidiyordu. Lazımdı bu ceket ona.
Hüseyin Tarhan, bir an sıkıştı durduğu yere, gömleğinin yakasına dokundu. “Hocam oğlumun yatağını geri almamışlardır değil mi?” diye sordu. Koca adam, nasıl oldu bilmeden avukat, ağlayacak kadar ezilip büzüldü karşısında. Yalvar deseler yalvaracaktı sanki. “Ha hocam?” dedi titrek bir sesle. Gözyaşını nasıl sildiğini anlamadı. Ağlamaktan utandı. “Almamışlardır değil mi? Yer bu mevsimde çivi gibi batar. Almamışlardır değil mi yatağı?”
Hüseyin Tarhan; oğlunu tutuklandıktan sonra ilk kez görüşünde, hiçbir cümlenin zoruna gitmediği kadar tek bir cümleyle yerle yeksan olmuştu. “Baba,” demişti Ecevit. “Bana yatak vermediler.” Anlamamıştı adam. Oğlunun bir başka çocukla aynı yatağı paylaştığını düşünmüştü. Olsun oğlum diyecekti, olsun. Az sık dişini. Çıkacaksın. Ama öyle değildi işte. “Baba,” demişti Ecevit. “Hiç yatak vermediler. Bir tane battaniye verdiler. Yerde yatacakmışım, yer yokmuş. Yere mi sereyim battaniyeyi üstüme mi alayım?”
Hüseyin Tarhan, eşini kaybettiğinde, kızı meme beklerken bu kadar çaresizdi en çok. Sonra oğlunu aldılar, oğluna yatak bile vermediler, kızının anne eksikliğini unuttu. Barbarlık yapamadı, sakin kalmak için sıktı dişlerini. Ecevit’in saçlarını okşadı. “Bir yanlışlık olmuştur oğlum,” dedi. Gerçeği kendisi bile bilmek istememişti. “Ben çıkayım hemen buradan konuşacağım. Meraklanma sen. Verirler yatağını, niye vermesinler?”
Canavarlar mı bunlar? Canavarlar…
Ecevit’i gönderdikten sonra gitmediği kapı kalmamıştı. Cebinde ne kadar para varsa insanların avucuna sıkıştırmıştı. “Bir yatak,” demişti. “Kurban olayım bir yatak, yine yerde kalsın ama bir tane yatak atsın yeter. Kurbanınız olayım… Ben gidip getireyim… Parası neyse vereyim. Kurban olayım… Bir tane yatak…”
Yaka paça dışarıya atılmıştı o gün. Tutukevinin önüne oturup çökmüş omuzlarıyla hiç çekinmeden ağlamıştı. Koca adam oluşundan, sırtını döndüğü devlet kurumundan, memurlardan… Zerre de utanmadan oturup ağlamıştı. O yatağı tam bir hafta sonra Ecevit’e ulaştırabilmişlerdi.
“Yok almamışlardır. Alamazlar. İçeride onu da söyleyeceğim. Dava sürecekse de tutuksuz yargılansın diyeceğim. Böyle muamele olur mu?”
Hüseyin Tarhan ellerini birbirine doladı. Minnetle karşısındaki adama baktı. Bir kuruş para vermediği bu adam, kökünden çürümüş bu sistemde onun umuduydu. Ansızın elini öpmek istedi. Bu da yapacağı bir şey değildi halbuki. Yaşları birbirine yakındı. “Allah senden razı olsun!” demekten alıkoyamadı kendini. Adam izin vermedi, iki büklüm oldular. O eli öptürmedi. Elini sıktı yalnızca.
“Görevini yapan kimseye minnet etme,” dedi Hüseyin Tarhan’ın koluna dokunurken. “Kimseye boyun eğme. Suçsuz senin oğlun, sen boyun eğersen o da eğer. Bunu istiyorlar. Kimseye boyun eğme.”
“Suçsuz benim oğlum,” dedi adam. Bu gerçeği koca adliyede haykırmak istiyordu.
“İçeride metaneti koru. O küçük kızın ifadesi elimizi güçlendirecek. Tillahı gelsin buraya, içeride tutamaz oğlunu.”
“Ya getirmezlerse Firuze’yi?”
“Tanık listesinde adı var.”
“Kandırmışlardır o kızı.”
“Devleti kandıramazlar,” dedi avukat. Söz konusu bir çocuk olmasa bu kadar iddialı konuşamazdı. Çocuk ele verirdi kendini. “Uzman alacak onun ifadesini. Bir çocuk uzmanı kandıramaz.”
“Firuze yalan söylemez zaten,” dedi Hüseyin Tarhan. Ant içerdi ki Melike’yi ondan az biraz fazla seviyordu. O kadar da olacaktı. Firuze onun da kızıydı. Melike’ye ne yaparsa ona da yapmazdı. Firuze’ye ne yaparsa ona da yapardı. Kilden tokaları vardı, o istiyor diye bahçeye çilek ekmişlerdi, küçük bir hamağı vardı. Hepsini Hüseyin amcasıyla yapmışlardı. “Hele de buraya getirseler, o Ecevit’ i gördü mü akan sular durur. Yalan söyleyemez o. Bilmez ki yalan nedir? Kurtaracak oğlumu,” diye sayıkladı. Annesi babası kandırsa da Ecevit’i görünce her şeyi unuturdu. Bilmezdi ki. Ecevit’ten başka bir şey bilmezdi ki. Oğlunu bir kurtarsın buradan, ona daha çok kilden toka yapacaktı.
Mübaşirin seslenişiyle kapıya baktılar. Hayır oğlu arka kapıdan girecekti. Koridorun başındaydılar Savcı ve eşi. Hüseyin Tarhan onları gördü kapı eşiğinde. Gitti bir köşeye oturdu yalnızca. Yapayalnızdı. Buradaki tek ahbabı oğluydu. O da suçlanıyordu.
Oturmasıyla oğlunun girmesi de bir oldu. Ecevit’in gözleri hızla babasını buldu. Nasıl baba diye haykırdığını anlamadı. Polislerin ellerinden kaçmaya çalıştı. Çok kuvvetlilerdi, kaçamadı. Hüseyin Tarhan gitmeye çalıştı, önüne engeller girdi. Avukat “Hüseyin Bey,” diye uyarana kadar çırpındı. Oğlunun nasıl hırpalandığını gördü.
“Ecevit tamam,” dedi. “Tamam oğlum. Dur.” Ecevit avucundaki düğmeyi son bir güçle babasına uzattı. “Baba düğmem koptu,” dedi. Düğme minicikti, elinden düştü ama Hüseyin Tarhan vardı da aldı. “Tut baba düğmemi, dikersin baba. Kaybetme.”
“Aldım babam,” dedi adam düğmeyi sıkıca tutarken. Artık dikmesi gereken iki düğme vardı. Köşede, kendisine göre bu dram pornosunu izleyen savcı sadece gözleriyle emir verdi, sessizliği sağladı. Atilla Akın ve Aylin Akın biraz daha arkada oturuyorlardı.
Ali Ecevit Tarhan’ın kaderi yeniden yazılıyordu.
Çiz üstünü.
Ali Ecevit Tarhan’ın kaderi geriye doğru kuru bir silgiyle siliniyor, fermanı yazılıyordu. Gömleği ütüsüz, yakası iliksiz ve kaderi katran karasıydı.
***
“Bundan sonrasını yürüyelim,” dedi Ecevit arabayı bulduğu yere tek hamlede fark ederken.
“Sokaklar çok dar, çocuklar çıkıyor aniden.”
Emniyet kemerimizi aynı anda çözdük ama o benden önce indi. Rüzgârda oradan buraya savrulmasın diye balıksırtı ördüğüm saçlarımdan fırlayan bebek saçlarım vardı. Onlar benim kendimde gördüğüm çok nadir bir ayrıntıydı. Kim bilir belki küçükken Ecevit de çok sevdiği için yirmi beş yaşına kadar sevgimi koruyabilmiştim. Bilmiyordum. Bebek saçlarımı olabildiğince kulağımın arkasına sıkıştırdım ve geldiğimiz mahalleye baktım. Ankara’nın belki de en ücra mahallelerinden biriydi. İlk defa görmem bir yana, yıl 2010 olsa da biz de biraz zor bulmuştuk.
Dar sokakları, duvarlardaki karmaşık, üst üste binmiş ve oldukça çirkin duran duvar yazıları vardı. Evler çok bakımsızdı, kapılar ve pencereler rastgele açık, sıvaları dökük ve çamaşırlar her bulunan boşluğa asılmıştı. Ayakkabım düz tabandı. Hızla Ecevit’in yanına vardım. Avucunda adresi tutuyordu. Bana bakmadan ilerledi. Sokaklardan geçtik, bir esnafa sordu, yol tarifi aldı. Yer yer dik yokuşlar vardı. Yokuşları bağlayan merdivenler çok uzundu. O benden az yoruluyor, o benden hızlı gidiyordu. Çok geride kalınca aradaki mesafeyi var gücümle koşarak kapatmaya çalışıyordum, koşunca da nefes nefese kalıyor tekrar mesafe açılıyordu.
Hiç beklemediğim anda bana döndüğünde, yokuş yukarı çıkıyorduk zaten, durmak dengemi kaybettirdi. Kollarım dengemi korumak için havalandı ve bir kuşun kanadı gibi süzüldü. Düşecektim. Ecevit’in çırpınışımı bitirmese, yokuş aşağı yuvarlanacaktım. Kolumdan sıkıca tuttu ve kolaylıkla dengemi korudu. “Firuze!” dedi onu bıktırmışım gibi.
“Sen aniden durdun!” diye kızdım ona. Arkasında olduğumu biliyordu. Sabır diler gibi başını salladı ve kolumu bırakmadan dört merdiven yürüttü bana. “Önümden yürü,” dedi. Sanırım böylesi daha makuldü, beni önünden yürütmek isterse benim önüme geçecek kadar hızlanmazdı. Yavaş yürüdüğüm için bana kızmasın diye elimden geleni yaptım.
Neredeyse kan ter içindeydim artık. Sonunda durabildik bir noktada, bir köşeye sindim ve ellerim bacaklarımda soluklandım. Bacaklarım zangır zangır titrerken Ecevit kapı numaralarına bakıyordu.
Ecevit’in arayışı son buldu. Tek bir noktaya bakakaldı. Nefesimi kontrol edebileceğim kadar vakit geçmişti. Duruşumu düzelttim ve baktığı yere baktım. Üç katlı bir ev vardı, bir yanında o eve benzer başka bir ev, diğer yanında da terk edilmiş küçük, yıkık dökük bir yapı. Kapısı penceresi kırıktı, içeride bir köpeğin yattığını görebiliyordum. Ecevit’e yaklaştım ve kapı numarasına baktım kâğıttan. O üç katlı binayı gösteriyordu. Hangi kat olduğu yazmıyordu. “Burası galiba,” dedim biraz heyecanla. Sanki gitsem kapıyı çalsam, karşıma Hüseyin amca çıkacaktı. Yan yana sıralanmış iki eve ve diğer köpeğin yaşadığı yere baktı. Ecevit başını salladı. Üç katın da ayrı ayrı balkonu vardı, üçünde de birbirinden farklı şeyler asılmıştı.
Ecevit eve doğru yaklaştı ve ilk katın zilini çaldı. İkimiz de balkondan görünecek şekilde geride durduk. Genç bir kız çıktığında balkona, “Kim o?” diye bağırdı bizi görmeden. Sebepsizce heyecanlandım. Belki kızın Melike’yle aynı yaşlarda olması, belki Hüseyin amcanın bir dönem burada yaşaması… İçimde komik bir umut parçası vardı. İmkansızı görmek istiyordu. Ecevit’e baktım. Gözlerinden titrek bir ifade varken kıza bakıyordu. Biz ikimiz ne sandık ne bekledik bilmiyorum ama tek bir ihtimal bile yetti sus pus olmamıza. Melike’nin bileğinde yuvarlak bir doğum izi vardı aklıma gelen ilk şey bu oldu. Ecevit’ten aldım gözlerimi ve kızın bileğine bakmaya çalıştım.
“Siz mi çaldınız zili?” dedi bize doğru. Dirseklerini balkonun demirliklerine yaslamıştı ve gözüküyordu. Doğum lekesi yoktu sanırım.
“Biz,” dedi Ecevit tutuk bir sesle. Ne diyeceğini ben de merakla bekliyordum. “Hüseyin Tarhan’a bakmıştık.” Kız anlayamadı sanırım biraz eğildi.
“Kim dediniz?”
“Hüseyin Tarhan,” dedi daha gür bir sesle. “Burada yaşıyordu. Bu binada. Eskiden.”
Kız başını balkonun içine doğru çevirdi ve “Anne!” diye seslendi. “Baksana bir.” Tekrardan bize baktığında, “Ben tanımıyorum öyle birini, binada öyle biri yaşamıyor ama anneme sorayım bir,” dedi. Annesi birkaç saniye sonra geldiğinde aralarında duyamadığımız bir konuşma geçti. Sanırım kız durumu açıkladı, kadın göründü bu kez.
“Buyurun,” dedi. Bir eşarbı son dakika başına sarmıştı. “Kime baktınız?”
“Biz Hüseyin Tarhan’a baktık. Çok eskiden burada oturuyormuş. Bir tane de kızı vardı. Tanıyor musunuz ya da duydunuz mu?”
Kadının Hüseyin amcayı tanıması için çok erken yaştan beri burada oturması gerekiyordu. “Ne kadar eskiden?” diye sordu.
“On sekiz yıl kadar,” diye yanıtladı Ecevit. Kadın başını hafifçe arkaya attı. Elini salladı, “Buradaki en eski kiracı benim, ben de yedi yıllığım. Kimler gelmiş kimler geçmiştir şimdiye kadar buradan.”
“Peki binanın sahibi kim?”
“O da iki kere el değiştirdi. Benim bildiğim iki kere bu bina komple satıldı. Benim ev sahibim de bilmez, iki yıl önce anca aldı binayı. Ucuza da aldı. Adam tek tek satsaydı, önceki sahibi yani, bu katı ben alırdım ama işte koca binaya param çıkışm…”
Kadının bir yerden sonra verdiği işimize yaramayacak bilgileri Ecevit böldü ve “Bu mahallenin en yaşlısı kim? Var mı 90 döneminden beri buralarda oturup yaşayan?” diye sordu. Olması mümkündü. Kadın kızına baktı. Birkaç isim kendi aralarında söylediler sonra teker teker elediler.
“Bilemedim ben şimdi. Bak şey var. Aşağı tarafta bir bakkal. Orası otuz yıllık. Ona soruverin siz. O birini söyler. Daha iyi de bilir,” dedi. İşaret ettiği yere baktık.
“Bu yol sonunda mı? Adı ne?” diye sordu Ecevit. Düz yoldu. Bu kez yokuş değildi.
“Bakkal,” dedi kadın. Kızı güldü. “Adı dümdüz bakkal. Başka bakkal yok zaten. Görün siz anlarsınız.”
Ecevit’le göz göze geldik. Evet bir esnaf bizi kesinlikle daha iyi yönlendirebilirdi. Kadına ve kızına teşekkür ettik. Söyledikleri yere doğru yürümeye başladık. “Esnaf lokantası var mıdır acaba?” diye sordum. “Orada çalışan ustalar hep yaşlı oluyor. Onlara da sorabiliriz.”
“Nereden geldi bu bilgi sana?”
“Ben giderim ki esnaf lokantasına. Sen gitmez misin?” diye sordum. Bir adım önümdeydi yine, gerisinde kalmamak için hızlandım yine. Cevap vermedi bana. Gözleri hızla ortalığı tarıyordu. Çok uzak mesafede değildik zaten. Küçük, kırmızı bir tabela gördük. Evet üzerinde dümdüz bakkal yazıyordu sadece. Altında italik yazıyla 1982’den beri eklemişlerdi. Ecevit’e dokundum hemen. “Bak,” dedim. “1982 yazıyor. Baban buraya taşındığında en az on senelikti. Elbet gelip bir şeyler alıyordur buradan.”
Bakkalın camına, köy yumurtası gelmiştir, manda yoğurdu vardır, kredi kartı geçer gibi beşten fazla cümle yazılmış ve asılmıştı. Önünde bir cips standı vardı. Üst üste sular konulmuş ve iki tane tabure vardı. Bizden önce bir adam girdi. Üzerinde bir takım elbise vardı. Ecevit’in adımlarıyla ben de girdim. İçeride orta yaşlarda bir adam vardı. Bizden önce giren adama uzata uzata bir karşılama yaparken bize daha usturuplu davranıp sadece “Hoş geldiniz,” dedi. Bizden önceki adamın yakasına dokundu kasanın önünden uzanıp.
“Sen de iyice fiyakalı oldun başımıza, buldun tabi parayı. Kaç milyon verdin buna?” dedi. Kelimeleri sinir bozucu bir şekilde ağzında geveliyordu ve sık sık göz ucuyla bana bakıyordu.
“Şirket verdi, ne parası daha maaş yüzü mü gördüm?”
“Ya hadi hadi! Borç istemeyeceğim merak etme,” Adam söylemeden döndü bir paket sigara aldı arkadan. Adamın cebinden kart çıktı. Dikkatle onları izliyordum. Adam şifreyi girdi, aldı sigarasını birkaç rahatsız edici cümleye daha maruz kaldı ve çıktı. Bize baktı tekrardan.
“Selamın aleyküm,” dedi Ecevit.
“Aleykümselam. Buyur abi, ne istemiştiniz?”
“Buranın sahibi kim? Onunla görüşmek için gelmiştim ben.”
Sigaralara baktım bir an. Nedensizce Ecevit’in içtiğini aradı gözlerim ama bulamadım. “Siz kimsiniz?” diye sordu adam biraz daha ciddi bir sesle.
“Biz birini arıyoruz. On sekiz yıl önce burada oturmuş bir adamı. Burası o zamanlar varmış. Mahalleli söyledi. Buranın sahibi kim?”
Bu adam olamazdı. Ancak ikinci kuşaktı. Bizi süzdü. “Polis misiniz siz?” diye sordu. Varlığımızdan huzursuzdu.
“Değiliz. Sadece birkaç soru soracağız o dönem bu mahallede yaşamış bir büyüğe. Baban mı buranın sahibi?”
Adam bir kez daha süzdü bizi, bende biraz oyalandı. “Ben sizin polis olmadığınıza hiç inanmadım,” dedi açıkça.
“Birader polis olsam senden mi gizleyeceğim? Çıkarır kimliği gösterirdim elli kere.”
“Babamla ne işiniz var o zaman?”
Fark etmeden bizi doğruladı. Ecevit’i dürttüm. “Babanla bir işimiz yok, adam burada esnafmış. Birini soracağız sonra gideceğiz.”
“Borcu mu var babamın size?” dedi bu kez paranoyakça. “Bak birader benim babam yaşlı başlı adam. Bende de bir kuruş para yok. Hadi çıkın dışarı.”
Ecevit’in sabrının sonuna geliyordu. Birkaç adım attı Ecevit’e doğru. Kolundan tuttum ama durduramadım. “Ben anlatamıyor muyum kendimi? Borç harç yok, polis de değiliz. On sekiz sene önce burada oturan bir adamı tanıyıp tanımadığını soracağım. Bu kadar.”
“Kim soracağınız adam? Bak burada ne kadar it kopuk var yaşadı zamanında, biz tanımayız hepsini. Git başkasına sor hadi, babam yaşlı başlı hatırlamaz.”
Ecevit avuçlarını adamla arasındaki masaya bastırdı ve başını eğdi hafifçe. Sabır diledi. “Bak güzel kardeşim,” dedi tane tane. “İt kopuk aramıyorum. Kendi halinde yaşayan bir adamı soracağım. Babana bir alo de gelsin, bir çay içeceğim. Bir şey yapmayacağım. Sonra da siktir olup gideceğim. Yürümekte zorlanıyorsa ben gideyim ayağına. Hadi. İnsanlık yap, benim için önemli bir mevzu.”
Adam da celallendi. “Ben sana niye insanlık yapayım abicim? Sen kimsin ki?”
“Ulan b…” Ecevit’in önüne geçtim. “Bir saniye bir saniye,” dedim. “Sen az önceki adamdan neden komisyon aldın?” dedim hızla.
“Ablacım siz bela mısınız?”
“Hayır avukatım,” dedim ve bakkaldaki iki adam da bana baktı. “Bir lira fazla aldın. Gördüm. Altı liralık sigaradan yedi lira aldın. Bu yasal değil, hakkın yok böyle bir şeye. Suç bu. Hemen şimdi vergi numaranı veriyorsun bana,” Vergi numarası bir işe yarar mıydı? Bilmiyordum. Bildiğim bir terimdi sadece. “Göz göre göre vergi kaçırıyorsun.”
“Öyle bir şey yapmadım,” dediği an az önce kestiği fişi sıkıştırdığı yere el atmaya çalıştım ama adam üzerime doğru atıldı. Ecevit “Hey hey,” diye bağırdı ve hızla önüne geçti, adamın bana uzanan elini büktü ve masaya yatırdı. “Hayırdır lan sen?” dedi adama baskı uygularken. Hızla aldım en üstteki fişi ve bir adım geriye gittim. Ecevit’e gösterdim.
“Ben anlamam,” dedi. “Avukat olan sensin. Neyse cezası çeksin. Biz vatandaşlık görevimizi yapalım.”
“Arıyorum hemen Ticaret Bakanlığı’nı.”
Elim telefonuma gitti rastgele bir numara sallamaya başladım. “Para cezası, gelsinler denetlesinler, başka usulsüzlük çıkarsa dükkân kapatmaya kadar gider. Uğraşsın dursun.”
“Ablam dur tamam, dur!” diye bağırdı. “Dur gözünü seveyim. Borcum var benim, dur. Ailem buradan ekmek yiyor. Dur.” Ecevit öyle bir bükmüştü ki elini, iki büklüm olmuştu, ayakta duramıyordu, elini kurtarmaya çalışıyordu.
“Babanı ara o zaman,” dedim. “Ara hadi. Birini soracakmış iki misafir de bekliyoruz. Ecevit bırak elini, arasın babasını.”
“Yok diğer elini kullansın,” dedi. Alık alık ona baktım. Bir an gerçek sandım. Adamın eline son bir kez baskı uygulayıp bıraktı ve geri çekildi, bir adım önümde durdu. “Ara çabuk ara, bakanlık makanlık herkesi buraya dökecek şimdi.
Kafadan kırık bu kadın,” Adam telefonu çıkardı ve birkaç tuşa bastı. Telefonu kulağına dayarken ezilmiş elini açıp kapatmaya çalışıyordu.
“Selamın aleyküm baba,” dedi adam. “Sana iki misafir getireceğim şimdi. Sormak istedikleri birkaç soru varmış.” Bize bakmadan babasını dinledi. “Bilmiyorum ki. Birini soracaklarmış. Eskiden burada oturuyormuş soracakları kişi. Önemli bir mevzuymuş seni söylemiş mahalledekiler tanırsın diye.” Karşıdaki adam yine konuştu. Ecevit keşfe çıktı bakkalda. Bir kiloluk zeytinler tartılmıştı. Aldı birkaçını eline, tarttı tek tek. Bir tanesi bile bir kiloya denk gelmiyordu ve aradaki fark 5 gram değildi.
“Şerefini sikeyim senin,” dedi ağzının içinde. Telefondaki adama işaret etti zeytinleri. Evet zabıta gelse buraya, bu adam temize çıkmazdı.
“Tamam baba geliyoruz,” dedi adam ve kapattı telefonu. Telefonu cebine sıkıştırdı ve anahtarı aldı çekmeceden. “Buyursunlar gelsin içsinler çayımı dedi.” Ecevit ortalığa bakındı, gidip bir paket çay aldı raftan. Bir poşet çekiştirdi kendisi istemeden torbaladı. “Bundan da komisyon kesecek misin çakal?” Adam duymamazlıktan geldi ve Ecevit cebinden çıkardığı nakit parayı kasanın önüne bıraktı. “Hadi abi,” dedi. Kapı önüne geldi bizim çıkmamızı bekledi. Önden ben, arkamdan Ecevit çıktı. Adam dükkânı kilitledi ve “Bu taraftan,” dedi yürürken. Ecevit’le yan yana yürüdük.
“Ben kafadan kırık değilim,” değilim dedim ona bakmadan. Tüm derdim bu değildi ama sanki o cümle sahici bir cümleydi.
“Doğru avukatsın.”
“Ecevit insanlara saldırarak işimizi çözdüremeyiz.”
“Herkesin usulü farklı tabi,” dedi yalnızca. Yaşlı bir adama zaten oğluna davrandığı gibi davranmazdı biliyordum ama yürüyeceğimiz yolda kimse bize yardımcı olmak istemeyecekti. İnsanoğlu korkak olmalıydı zira korkusuz olmak, hayatta kalmayı da zorlaştırırdı. Dört beş dakika kadar yürüdük. Adam bir evin önünde durdu. “Burası,” dedi ve zili çaldı. Ecevit’in elinde bir kilo çay vardı, benimse elim boştu. Elim dolu olmalı mıydı, buna gerek var mıydı? Bilmiyordum ama onun eli dolu olunca bir an eksik hissetim. Dar merdivenlerden çıktık, bizi yaşlı bir teyze karşıladı. Sanırım güvenilir geldik ona, yüzündeki ifade biz içeri girene kadar biraz daha düzeldi. Tedirgindi kapıyı ilk açtığında.
“Merhaba,” dedim ve ayakkabımı çıkardım.
“Kusura bakmayın rahatsız ettik, şunu şöyle uzatayım,” dedi ve çayı uzattı.
“Niye zahmet ettiniz evladım?” dedi kadın.
“Ne zahmeti estağfurullah.”
Bizi etnik desenleri olan kırmızı bir halı karşıladı. Bizi burada bırakan adam geveledi ağzının içinde bir şeyler geri döndü. Onun olmaması daha iyiydi zaten. Bir koltuk takımı, bir orta sehpa ve gri bir televizyonun olduğu bir odaya girdik. Karısından biraz daha yaşlı bir adam ayaklanmış bizi bekliyordu.
“Selamın aleyküm,” dedi Ecevit ve adamın elini sıktı. Hemen ardından da ben. “Aleyküm selam,” dedi ve boşta olan koltuğu gösterdi. Hepimiz oturduk, usulca Ecevit’in yanına kıvrıldım.
“Mahmut’un arkadaşları mısınız siz?” diye sordu adam. Üzerinde yer yer tülermiş siyah bir kazak vardı. Ben anlamadım ama Ecevit için zor olmadı. “Yok hayır. Biz bir adrese geldik. Orada on sekiz sene önce benim için çok önemli bir adam yaşıyordu. Birinci kattaki kadın dedi ki ben o kadar eski değilim ama ilerideki bakkalın sahibi bilir. Otuz yıllık galiba sizin bakkal.” Ecevit cebindeki kâğıdı çıkardı ve adama uzattı. “Adres bu.”
Adam “Gözlüğüm,” dediğinde ben de onunla beraber bakınmaya başladım. Eşi gelmemişti henüz. Orta sehpada bir gözlük duruyordu. Hızla kalktım ve adama uzattım. Adam gözlüğünü takarken “Sağ ol kızım,” dedi. Adrese baktı bir süre. “Ben böyle çıkaramam ki,” dedi.
“Üç katlı bir binaydı,” dedi Ecevit. “Yanında aynısından bir bina daha vardı. Diğer yanında da böyle küçük kulübe gibi bir yer. Kırık dökük terk edilmişti. O mahallede başka ev yoktu zaten öyle.”
“Ha hatırladım tamam tamam dur,” dedi adam. “Anladım hangi ev olduğunu. Kaç senesinde oturuyordu ahbabın o evde?”
“Doksanların başında. Net bir tarih yok ama 92’den sonra. 93 olur, belki 94. Kaçıncı katta oturduğunu bilmiyorum. Bir tane baba kız. Fotoğrafını göstereyim size. Belki anımsarsınız. Kızı küçüktü, bebekti. Bir saniye.”
“Beyhude Hanım,” diye seslendi kapıya doğru. Kadının elinde bir tepsi vardı, tepside de dört bardak çay. Doğruldum yerinden. Bana çay uzatması utandırdı beni ama izin vermedi kadın. Ecevit’le hızla çaylarımızı aldık ve kadın tepsiyi bırakana kadar oturmadım ben. Ecevit elini cebine atarken adam karısına “Benim veresiye defterlerimi getirir misin?” dedi. Ecevit cüzdanını açtı, bir vesikalık fotoğraf çıkardı.
Kadın kalktı yerinden Ecevit tam o sırada “Hüseyin Tarhan’dı adı,” dedi. Adamın adresin üzerindeki düşünceli bakışları tek hamleyle Ecevit’e döndü. Bir kıpırtı oluştu hepimizde, aşina olduğu bir isimdi sanki bu. “Tanıyor musunuz?” diye sordum titrek bir sesle. İçimde derin bir korku vardı ve bu korku adam tanıyınca da tanımayınca da bitmeyecekti. Ecevit bedenini koltukta ileriye doğru itti. Adama biraz daha yaklaştı ve elinde Hüseyin amcanın vardı. Belki de Hüseyin amcaya ait elindeki tek fotoğraftı. Uzattı ve almasını bekledi.
“Mutlaka tanıyorsundur, denk gelmişsinizdir. Hatırlarsınız. Bir tane kızı var. Küçüktü. Bir iki yaşlarındaydı. Adı Melike’ydi. İnşatta çalışıyordu.” Kadın elinde dört kalın defterle geldi. Bakkal amcanın sesi çıkmadı Ecevit’in söylediklerine. Adam defterlerin üzerindeki tarihlere bakarak üçünü bıraktı birini aldı kucağına. Bir kurumun ajandası gibiydi.
Parmaklarıyla harfleri takip etti, H harfine kadar geldiğinde Ecevit daha fazla duramadı, oturduğu yerden kalktı. Adamın parmağının yanına iliştirdi parmağını, beraber takip ettiler satırlardı. İlk Ecevit’in parmağı durdu ve ben de doğrulacak kadar heyecanlandım. Yaklaşmaya çalıştım yazıya.
“Hüseyin amcanın ismi mi var?” dedim.
“Hüseyin Tarhan, evet bu. Bak. Tanıyorsun sen,” deftere baktı adam uzun uzun. Ne Ecevit ne de o çekti gözlerini defterden. “Hatırlıyor musun?”
Adam kendini defterden çektikçe Ecevit aldı hakimiyeti, defterle oturdu koltuğa. Ben de baktım. Evet Hüseyin Tarhan yazıyordu. Ev adresi vardı altında. Altta yazılan yazılarak baktım.
Süt.
Ekmek.
Şeker.
Her yiyeceğin yanında çarpılar karalamalar, tarihler vardı. Adam elindeki kâğıdı kaldırdı. “Bu adreste mi yaşıyordu?” diye sordu. Defterde yazan adresi okudum. Mahalle ve sokak ismi doğruydu ama kapı numarasını hatırlamıyordum.
“Evet bana bu adresi verdiler. Yanlış mı? Başka bir evde mi kalıyordu? Hatırlıyor musun?”
Öylesine tez canlıydı ki adam sorularına yetişemiyordu ya da adamın yaşadığı tümüyle şoktu. Ecevit’in bacağına ufak bir temasta bulundum. “Sakin ol,” diye fısıldadım. Adamın hem karısına hem kendisine baktım.
“Hatırlıyorsunuz galiba, eğer ki aklınıza gelenleri söylerseniz doğru olup olmadığına beraber karar verebiliriz. Ne hatırladınız şimdiye kadar?”
Adam elindeki vesikalık resmi eşine gösterdi. Kadın uzun uzun baktı resme. “Bebesi vardı,” dedi. “Özlem’in küçülmüşlerini verirdin,”
Hatırlıyorlardı…
Kadın uzun uzun baktı fotoğrafa “Anası yoktu,” dedi sonra aniden. Yanan ampulü gözlerimle gördüm. “O harabede yaşıyorlardı,” dedi sonrasında. Gözlerimi kırpıştırdım. Harabede mi? Parmaklarımı halıya bastırdım ve nefes bile almadan baktım onlara.
“Bana verilen adresteki ev harabe gibi değildi,” Ecevit’in sesini korku sindi. Duyacakları duymak isteyecekleri değildi. “Karıştırıyor olmayasınız? Bu adresi güvenilir birinden al-”
“Bu adresin yanındaki harabede kalıyorlardı.”
Sabah gördüğümde içindeki köpeğe bile üzülmüştüm. Dönüp bakmamıştık bile. “Emin misiniz?” diye sorabildim. Orası bir insanın yaşamasına yirmi sene önce de uygun bir yer değildi. Çok küçüktü. Ecevit az önce orası için kulübe demişti.
“Senin neyin oluyor Hüseyin?”
“Babam,” dedi Ecevit. İki ihtiyarda da taşlar birer birer oturmaya başladı. “Babamdı, Hüseyin Tarhan.”
Ecevit’e olan bakışları değişti ikisinin de. Onu da tanıdıklarını hissettim. Çok korktum ona kötü bir şey söyleyecekler diye. Kemal amca, gittikleri yerlerde istenmediklerini söylüyordu. Bunun sebebi apaçıktı.
“Hapiste olan oğlu musun sen?” dedi adam. Bu Ecevit’in tüm temizliğini kamçılıyordu. Nasıl bir lekeydi, çıkmıyordu, onu ötekileştiriyordu ama lekenin sahibi de değildi. Ecevit gözlerini kaçırdı birkaç saniye ama başını sallarken gözünün içine bakıyordu. “Bahsetti mi benden hiç?”
“Başta bahsetmedi,” dedi. “Sonra senin hapiste olduğun duyuldu. O zaman bahsetti. Suçu yoktu benim oğlumun derdi. Kimse inanmazdı, yüzüne bakmazdı.”
Ecevit’in dişleri birbirine sürtündü. Çenesi belirginleşti. Ellerini birbirine kenetlemişti. Kucağında hâlâ defter vardı. “Siz de mi bakmazdınız?” diye sordu yalnızca. Bunu sertçe sormuyordu. Evet derlerse bir şey demeyecekti. Biliyordum.
“Bakmasam babanın ismi defterimde sayfa sayfa olur muydu?” diye sordu adam. Hüseyin amca böyle bir adamdı işte. Onunla oturan, iki çift laf eden, bir bardak çay içen nasıl bir adamla konuştuğunu anlardı. Yüreğinin temizliğini görürdü. Bazı yüce gönüllü insanlar da bu gerçeği her ne duyarsa duysun unutmazdı.
“Yavrucağı vardı onun,” dedi yaşlı kadın. “Bebekti daha. Hastalanınca beni çağırırdı.”
Melike’den bahsediyor olmaları, onun adının geçmesi, varlığının bazı insanlar tarafından hatırlanması… Bu öyle mutlu etti ki beni. Melike çok küçükken çıkmıştı hayatımızdan. Onu anımsayamıyordum. Hatırlayamıyordum. “Kardeşimdi o benim. Kim bakardı ona? Babam çalışıyordu.”
Kadın elini salladı. Ecevit’e bir katil olduğunu söylemediler. Tepki göstermediler. Evden çıkmamızı istemediler. Belki de Hüseyin amcanın ikna ettiği nadir insanlardandı. “Bir o, bir bu,” dedi kadın. Bu nasıl laftı öyle? Kızsam kızılmıyordu, ağlansa ağlanmıyordu. “Baban tek ayakla kendisi baktı sonra, bazen yemek götürürdüm onlara. Sütün için ekmekle şeker koyardık, yerdi yavrucak.”
Ekmek, şeker, süt. Gözlerimi yumdum, soluklandım. Yaşadığım her varlığa lanet ettim. O kurulan sofralara, envai çeşit meyveye, sebzeye, her gece çıkan ete. Ne Allah’ın belası bir düzendi. Melike anne sütü bile almazdı. Annem bizim için kullandığı mama markasından mama aldırırdı babama. Ben de çocuklarıma bundan kullandım, en iyisi bu derdi. Kendisi mi alırdı bilmem ama Hüseyin amcanın çalışırken gücü yeterdi onlara. Sonra? Ekmek, şeker, süt. Bu düzen yıkılmalıydı ve biz zenginler altında kalmalıydık.
Ekmek, şeker ve süt. Veresiye defterine yazılmış üç yiyecek. Küçücüğün bebeğin anne sütünün yerini tutmaya çalışmıştı.
“Sen aklandın mı?” diye sordu adam Ecevit’e.
“Yok,” dedi Ecevit açıkça. “On altı yıl yattım. Çok olmadı tahliye olalı.”
“Suçsuzdun ama,” dedi adam Ecevit’e bakarken. Kendisini savunmasını istedi belki de. Ecevit yutkundu, defalarca kez.
“Suçsuz olmak yetmedi.”
“Öyle iş mi olur?”
“Oldu. Yaş otuza vardı, bak,” dedi ve kendisini gösterdi. Yüzünü sıvazladı, eğildiği yerden biraz dikleşti. Kendi kendine bir şeyler fısıldadı. “Siz şimdi belki koltuğunuzda oturmamı istemezsiniz. Korkarsınız. Haksız da değilsiniz. Bunca yıl içeride yatmış adama bir bardak çay vermek istemezsiniz. Haklısınız ama niyetim kötü değil. Çok da durmayacağım zaten. Birkaç soru soracağım, hemen sorayım, cevaplarımı alıp gideyim. Sizi de huzursuz etmeyeyim.”
Adam uzun uzun Ecevit’in yüzüne baktı. “Babana ne çok benziyorsun,” dedi. Bunu diyene kadar kadar Ecevit biraz olsun doğrulmuştu çöktüğü yerden. Yine sıkıntıyla soluklandı. Küçük gözleri daha da küçüldü. Küçük gözlü büyük adamın adım adım çöküşüne bakmaya yüzüm tutmadı. “O da gelip mahalleli böyle yapıyor, sen de zarar görme, borcumu kapatayım, bir daha da gelmem merak etme demişti. Allah razı olsun şimdiye kadarkiler için demişti. Ona ne çok benziyorsun sen,” Elindeki vesikalığa baktı. “Ne çok benziyorsun babana,” diye tekrar etti.
“Gelmedi mi bir daha?”
“Kabul etmedim. Ne diye suçu olmayan adamı dışlayacaktık? Cuma günü namaza gidip cumartesi küçük bebeğe bez mi satmayacaktım? Hangi vicdana sığar bu? Hangi dine sığar? Ceza, insanın kimliğine mi verilir yoksa fiiline mi? Öyle bir babanın oğlundan katil mi çıkardı ya?”
Ceza, insanın kimliğine mi verilirdi yoksa fiiline mi? Ecevit’in kimliğine verilmişti. Babam gibi alçak güçlüler vardı bu dünyada. Kimliği güçlü insanlığı güçsüz adamlar. Bizim gibi aileler vardı. Soyu güçlü, sopu güçsüz. Kendimizden güçsüz bir kimlik görmeyelim ensesine yapışırdık.
“Bana ne kadar inanırsınız bilmiyorum ama,” dedi Ecevit. Bir adama bir kadına baktı. Dudaklarını ıslattı. “Ben katil değilim,” dedi. Sonra babasını ne diye dışladıklarını duymadan tahmin etti. “Vatan haini hiç değilim.”
“Baban da değildi.”
“Değildi. O bu dünya üzerindeki en şerefli adamdı.”
Hüseyin Tarhan. Onu son kez doğum günümde görmüştüm. Bana olan öfkesi şimdi oğlunun gözlerinde zuhur ediyordu. Her gün can çekişen bir hasta gibi adım adım dinliyordum.
“Kurtaramadan ölüp gitti baban seni. Kurtaracağım derdi oğlumu. Gözü arkada kaldı, on altı sene… Bir ömür,” dedi. Elini dizine vurdu. “Yazık günah.”
“Babam o evde mi öldü?”
Adam başını salladı. Bir boşluğa dalmıştı, eski bir dostunu anımsıyordu o boşlukta. “Peki kardeşim? Ben buraya onun için geldim. Kardeşimi bulmak için. Öldü diyorlar. Ne bir mezar var ne bir mezar taşı. Yaşıyor diyorum, bulamıyorum. Siz babamla iyiydiniz madem, biliyorsunuzdur. Babam ölünce ne oldu Melike’ye? Babam evdeyken mi öldü? Nasıl fark edildi? Melike evde miydi?”
Bacağı ritmik hareketlerle sallanıyordu. Elimizdeki tek ölüm belgesinde Hüseyin amcanın kalp kriziyle öldüğü söyleniyordu. Nasıl öldüğünü bile bilmiyorduk. Eşine döndü adam. “Kimdi?” dedi. “Kim evine gidince gördü?” Kadın elini kaldırdı. Bilmiyordu galiba. Onun gözleri yaşarmıştı ve sanırım Melike’yi hatırlamaktı onu ağlatan.
“Melahat mıydı yemek götüren?” dedi kısık bir sesle. “O zaman anladık öldüğünü adamcağızın?”
“Yalnız mı öldü?” diye sordu Ecevit kırgın bir sesle. Bir hastanede bile ölmemişti. Kaç gün bedeni birinin gelip onu bulmasını beklemişti?
“Bilemedik ki oğlum. Sakatlıktan sonra çok çıkmazdı dışarı. Bir senin için çıkardı, onu bilirdim. Ben birkaç günde bir erzak hazırlar götürürdüm. Mahallenin hanımları bazen yemek götürürdü. Gidip Melike’yi, bazen bebeğin kirlilerini temiz kıyafeti olsun diye yıkarlardı, elimizden geleni yapardık. Baban da çok istemezdi. Mahcup olurdu.”
“Verdiğimiz tabağı boş koymazdı,” dedi kadın. Ecevit dayandı ama ben elimi yüzüme örttüm. Ecevit bunları duymasın istiyordum. Melike’yi bulalım ve onlara dünyanın en güzel hayatını verelim istiyordum. Gözyaşlarım avucumun içini ıslattı. Her gittiğimiz kapı bize Hüseyin amcanın güzel kalbini anlatıyordu. Benim elimde onun kanı vardı, ona ağlıyordum, kanlı ellerimle yüzümü siliyordum. Göğsümde bir taş vardı. Bir bebeğin ve adamın mezar taşıydı.
“Melike orada mıydı?” diye sordu tutuk bir sesle. Her şeye rağmen durmuyor, benim gibi yüzünü kapatmıyordu. Biliyordum ki ağlamak istiyordu, kendini yerden yere vurmak istiyordu, benim kalbimi yerden yere vurmak istiyordu ama hedefine bakıyordu sadece. Koca bir iradeyle sadece Melike diyordu.
“Polisler geldi, ambulans geldi. Biz onlar aldı sandık.”
“Hayır,” dedi Ecevit hızla. Başını iki yana salladı. “Ne polis ne ambulans. Kimse almadı kardeşimi. Kimliği belliydi. Hiçbir kayıt yok. Muayene kaydı bile yok.”
“Biz de sorduk,” dedi adam. “Almamışlar. Ben gittim bizzat görüştüm, polis tanıdıklarım vardı sordurdum. Onlar almamışlar, oraya gelenlerin hiçbiri de görmemiş Melike’yi.”
“Melahat dediğiniz kadın peki? Siz sonra komşular kendi aranızda konuşmadınız mı, sormadınız mı? O eve girdiğinde bebek orada mıymış?”
İkisi de birbirine baktı. Çok yaşlılardı. Bazı şeyleri eksik, yanlış ya da hiç hatırlamayabilirlerdi. Sabredemedim, “Yaşıyor mu o kadın? Ona gidelim,” dedim.
“Beş sene önce vefat etti,” dedi kadın. Yumruğumu sıktım. Kirpiklerim batıyordu gözlerime.
“Bakın lütfen hatırlamaya çalışın. Kendiniz söylüyorsunuz. Gidip yıkadığınız bir bebekmiş. Aklınıza gelmemiş olabilir. Melahat Hanım hiç mi bir şey söylemedi? Lütfen, biraz zorlayın kendinizi.”
Kadını elini sallana sallana bacağına sürttü. “Biz gittik haberi alınca. Melahat da kapının önündeydi. Hatırlıyor musun?” dedi eşini dürterken. “Sen hemen gelmiştin dükkândan. Arabayla götürmüştün beni de, Mahmut bacağını kırmıştı o dönem.”
Adam varla yok arasında kafasını salladı. “Tamam arabayla gittiniz. Melahat Hanım neredeydi kapının önünde miydi? Ev zaten küçük, içeride durmamıştır. Tek oda gibi. Neredeydi?”
“Dışarıdaydı dışarıda,” dedi adam. “Kaldırıma çökmüştü.”
“Kucağında bir bebek var mıydı?
“Yoktu, olsa ben alırdım. Melahat da ilk defa ölü görmüştü. Nasıl atmış kendini dışarı bilmemiş. Çığlığına kıyametine gelmişler. Bebek yoktu. Bebek görmemişti. Biz sorduk ya. Sormaz olur muyuz? Sen girmeye çalıştın ya içeri? Ben de geldim. Bir tane genç bir kız vardı. Hemşire gibi ona bebek demiştik. Bebek yok demişlerdi.”
“Polislere bildirmediniz mi?” dedi Ecevit. Çok zordu. Hatırlayamıyorlardı. Melahat ölmüştü. O kadın girdiğinde bebek orada değil miydi? Ağlamaktan helak olurdu bir kere. Ağlama sesi duyulmaz mıydı? Kaç gün ölmüş babasının yanında durmuştu? Bir bebek yemeden içmeden kaç gün dururdu?
“Bildirdik oğlum,” dedi yaşlı adam. “Bildirdik. Kayıp dedik. Bir tane kızı vardı bu adamın dedik. Bulamadılar, o dönem çocuk kaçırma çok fazlaydı. Biz çocuklarımızı çıkarmaya korkardık oynasınlar diye. Resul’ün torununu kaçırmışlardı,” Karısına baktı. “Resul’ün torununu kaçırmışlardı. Ekmek almaya bile göndermiyorduk bizim kızı korkudan. Aynı dönemdi doğru! Aynı dönemdi. Arka arkaya kayboldu Melike’yle Resul’ün torunu. Polislere söyledim ben,” dedi Ecevit’ görüp. İp söküğü gibi geliyordu. Hatırlamaya başlıyorlardı. “Dedim bu sokağa dadandılar alçaklar dedim. Organ mafyası diyen vardı, çocuk kaçakçısı diyen oldu. Melike’yi de aradılar.”
“Kaybolan diğer çocuğa ne oldu?”
“Buldular onu,” dedi. Hatırlıyordum. Türkiye’de bu durumun patlak verdiği bir dönem vardı. Annem televizyonda izlemeye bile tahammül edemezdi, bir dolu güvenliğe rağmen bizden yine de korkardı. “Kıl payı buldular hem de. Çeteydi bunlar. Resul’ün ahbabı vardı. Emniyet müdürüydü. Ankara’nın altını üstüne getirdiler. O çocuğu kıl payı kurtardılar. Şehirden çıkarsalardı bir daha öldürseler bulamazlardı. Yine de o çeteyi çökertemediler. O gün bir kadın çıkmıştı on beş sene önceki oğlunu arıyordu bir kanalda. Ankaralıydı o da. O Emniyet Müdürü var ya…”
“Kardeşimi arayan oldu mu peki o kadar?” Bahsi geçen torun çocukça Melike de çocuktu. Bu soru tam olarak bunun içindi. Tamam Ankara’nın altı üstüne getirilmişti. Ama ya Melike?
“Aradılar da…”
“Sonra? Bulamayınca ne oldu?” diye sordu bastıra bastıra. İki ihtiyardan da ses çıkmadı. “Ne oldu? Sorup sormadınız mı? Hiç kimse peşine düşmedi mi? O da çocuktu. Kimsesi yoktu.”
“Ben elimden geleni yaptım,” dedi adam çaresizce. “Yemin ederim yaptım ama kapılar insanın yüzüne kapanırsa insan ne yapsın oğlum? Babanın bir dostu vardı. Neydi adı? Ekip biçerdi,”
“Kemal mi?” dedim.
“Kemal galiba. O da benim gibi aradı bir süre. Babanın öldüğünü o da gömüldükten sonra öğrendi ama aradı. Gittik geldik. Söyledik. Uğraştık. Arıyoruz dediler. Başka da bir şey demediler. Allah şahidim ki elimden geleni yaptım. Bu kadarı geldi elimden. Ben kimseyi tanımam etmem ki,” dedi yaşlı ellerini öne doğru açtı. Elleri titriyordu. “İnsanlar bana babana iki ekmek veriyorum diye gün geldi sırtını çevirdi, baban öldü arkasından tek laf ettirmedim. Yemin ederim, ben aradım kardeşini. Benim hanım yakamı bırakmadı ama yoktu. Kayıptı. Çocukları kaçırıyorlardı. Devletin gücü yetmemiş benim nasıl gücüm yetsin o çeteye?”
Suçlu olan o değildi. Suçlu olan kimsesize sahip çıkmayan bu düzen bile değildi. Suçlu olan onları kimsesiz bırakanlardı. “Kızma kurban olayım bana. Ben ne yapsaydım oğlum?”
Ecevit defalarca kez boğazındaki düğümü çözmeye çalıştı. Konuşmaya çalıştı. Konuşamadı. Elini ağır aksak dizine vurdu birkaç kez. “Ben sana kızmıyorum,” dedi. “Allah razı olsun, babama ekmeğini aşını vermişsin. Sırtını dönmemişsin.”
“Keşke daha fazlasını yapabilseydim. Çok dua ettik biz hanımla. Sana da, babanın ahiretine de o küçük çocuğa da. Çok dua ettik. Gün geldik unuttuk işte. Önce Allah affetsin sonra sen.”
“Estağfurullah,” dedi Ecevit ve babasının vesikalığına uzandı. Parmaklarının arasına sıkıştırdı. “Bana Resul’ün torununun adını sanını yazar mısınız?” dedi. Adam ayaklandı, bir kâğıda yazdı ismi. Ecevit babasının isminin yazılı olduğu sayfayı kopardı yavaşça ayaklandı. Yine defter karıştırdı isim için.
“Babamın borcu ne kadardı? Şimdiki fiyattan hesaplarsa-”
“Duymamış olayım,” dedi adam kâğıt parçasını Ecevit’e uzatırken. “Onun bende vardır, benim onda hakkım falan yoktur. Varsa da helali hoş olsun. Borç yok, bir daha gel çayımı iç bana yeter. Babana her şey helal olsun.”
“Olmadı böyle,” dedi. Küçük bir çocuk gibi mahcuptu. “Bir şey verseydim, babamın içi rahat ederdi.”
“Babanın içi rahattı. Bir verdiysek on verdi bize o. Gönlü bol bir adamdı. Gelip sıva atardı bazen dükkâna. Elinden her iş gelirdi. Benim ona borcum var.”
Ecevit adamın elini öpmeye çalıştı ama izin verilmedi. Adam Ecevit’i başından öptü bir baba gibi. “Size bunları yaşatanlar kendi çocuklarının etine muhtaç kalsınlar,” dedi. İrkildim ama sesim soluğum çıkmadı. “Allah onları öyle bir helak etsin ki, akıllarından çıkmayın.”
Ne kadarını biliyordu, Hüseyin amca ne kadarını anlatmıştı bilmiyordum ama adam kötüyü biliyordu. Namazında niyazında olan adam bile ağız dolusu beddua ediyordu. Başka türlü nasıl baş edilir bu nefretle bilemiyorlardı. Oturduğum yerden kalkamadım Ecevit “Hadi Firuze,” diyene kadar. Benden önce çıktı, peşinden hızla gittim. Ayakkabılarımı giymem ondan biraz daha uzun sürdü. Aramızdaki mesafe biraz daha açıldı. Son kez insanlara iki güzel söz ettim. Hızlı hızlı indim merdivenleri. Ecevit arkasını dönmeden kâğıdı kaldırdı. “Bu çocuğun kayıp dosyasıyla alakalı bir şeyler bulabilir misin? Elin kolun uzanır mı oraya?” diye sordu. Çok hızlı yürüyordu. Yetişemiyordum.
“Uzanır,” dedim. Elbet tanıdık bulurdum.
“Yasin Acar,” diye bağırdı. “Bir şey bulunca ara beni.”
“Ecevit nereye gidiyorsun?” diye seslendim. Yetişemiyordum. Lanet olsun ki yağmur yine çiseliyordu. Gökyüzü gurulduyordu.
“Firuze taksi çağır git.”
“Ecevit,” diye bağırdım bu kez. Artık koşuyordum neredeyse. Ayaklarının yönü, yer yönüm pek kuvvetsizdi benim ama hislerim de bir o kadar güçlü, babasının kaldığı eve mi gidiyordu? Oraya gitsin istemiyordum. Oraya girsin de istemiyordum. Bu isteğim çok hadsizceydi ama istemiyordum işte. Ona varabildim, kolundan tutacak oldum ama izin vermedi. Onun da yer yönü bir o kadar kuvvetliydi. Geldiğimiz yolu doğruca geri yürüttü bize. Sonra o evi gördüm. Ecevit yine benim önümdeydi, ne zamanki durdu öyle tamamen vardım. İki adım önümdeydi, eve çok yakındı. O ne zaman bu kadar yıkılsa gökyüzü ona ağlamaya başlıyordu.
Eve baktı. Elleri iki yana açıldı. “Ecevit,” dedim acıyla. İki yana açılan elleri başını iki yandan tuttu. Eve doğru ilerledi. “Ecevit yapma bunu kendine,” dedim. Babasının bir dönem yaşadığı bu yere o girmesin istiyordum.
“Of,” dedi yine içli içli. O kaç adım giderse o kadar yaklaşıyordum. Evin pencereleri yoktu zaten, pervazları vardı sadece. Oralara dokunduğu an içeriden bir köpek havladı. Ecevit köpeği gördü. Acıyla inledi. Kafasında oturttuğu şeyi görebiliyordum. Bu ev 18 sene önce de bu halinden çok farklı değildi. Camları takılıydı belki. Boyası yine biraz daha yeniydi. Bir hayvan barınırdı ama ancak yine. Bir insana layık görülmemeliydi.
Ecevit içeri girmeye çalıştı ama kolundan tuttum. “Ecevit yapma,” dedim, yüzünü ilk kez bana çevirdi. Gözleri kızarmıştı. Küçücüktü ama adeta kan toplamıştı. “Git Firuze,” dedi sadece. “Git! Allah aşkına git!”
Gitmedim.
Elimden kurtuldu ve kapıyı eliyle itti. Açıktı zaten. Bir yeri başka yere bağlayan bir şey yoktu. Tek bir alandı. Tezgâhı gördüm, sonra alaturka tuvaleti. Tuvalet de, yattıkları yer de, mutfakta aynı yerdi. Köpek varlığımıza havlıyordu ama saldırmıyordu. Çünkü ona zarar verecek gibi durmuyorduk. Ecevit tezgâhtan sonra tuvaleti görünce ağzından korkunç bir ses yükseldi. “Baba,” diye inledi adeta. “Of baba,” Başını bir sağa çeviriyordu, bir sola çeviriyordu. Gördüğü her görüntü onu kahrediyordu. İçeride pek eşya yoktu. Hepsi alınmıştı. Evin çıplaklığı daha çok ortada kalmıştı. “Baba, baba!” dedi ardı ardına. Konduramadı. Bir yerlere dokunmaya çalıştı. Nereye dokunmak istese elinde pislik kalıyordu. Tuvalet pislik içindeydi. Belki burası artık sarhoşların da ortak noktasıydı.
Dokunamadıkça duvarlara kaldı. Çökeceği bir yer bile yoktu. Bir duvara yaklaştı. Sırtını yaslayacak sandım ama alnını yasladı. Sonra vurdu. “Baba,” dedi. Bu çok fazlaydı.
“Ecevit hayır,” dedim. Başını daha sert vurmak istedi. İzin vermedim. Ben ona, o benim ona dokunmama. “Yıkanacak yer bile yok!” diye haykırdı. Kirpikleri ıslaktı. Ali Ecevit Tarhan ağlıyordu. Öyle bir bağırıyordu ki bedeni de savruluyordu. “Hadi Melike’yi leğende yıkadı! Kendisi nerede yıkandı? Yıkanacak yer bile yok. Baba,” dedi, dudakları büzüldü, omuzları çöktü. Köpek artık havlamıyordu. “Baba ne yaptılar sana?” Duvara vurdu elini. “Kışın burası ısınır mı lan?” diye haykırdı. Yüzümü eğdim. Keşfettiği her şey ayrı ayrı haklıydı. Tek bir yanlış dahi yoktu. Hepsi doğruydu.
Git sor Firuze o alçak babana, burası ısınır mı kışın? Git sor.
“Burada yemek mi yapılır, uyunur mu? Kuru ekmek lan! Kuru ekmek, sütle, şeker. Köpeğe vermeye gönlüm razı gelmez!”
Elini bir kez daha vurdu, defalarca kez ofladı. “Nerede benim kardeşim? Aramamışlar!” dedi. “Aramamışlar benim kardeşimi!” Yırtık bir örtü vardı yerde, gitti oturdu oraya. “Aramamışlar benim kardeşimi!” dedi. Tavandan su damlıyordu, yağmur şiddetini arttırıyordu. Ecevit’in telefonu çalıyordu. Birkaç defa çaldı. Dönüp bakmadı. Sonra sesine tahammül edemedi belki çıkardı cebinden. Açmadı, meşgule attı gelişi güzel attı önüne. Saçlarını çekiştirdi ortalığı izlerken. Telefon bir daha çaldı.
Farah arıyor.
Yine meşgule atmasını bekledim ama bu kez açtı. “Müsait değilim,” dedi. Sesi bile zor çıkıyordu az önce haykırmıyormuş gibi. Onu izliyordum. “İyiyim,” dedi. “Çekmeyen bir yerdeyim,” dedi. “Seni sonra ararım,” dedi. Karnıma kramplar girmeye başladı. İki büklümdüm, bunun sonucuydu. Yanaklarım yanıyordu. Ecevit daha fazla orada otursun istemiyordum.
“Akşam,” dedi. Kramplarım daha çok arttı. Farah kimdi? Marangozda duymuştum bu ismi. “Akşam geleyim seninle konuşacağım bir mevzu var,” dedi. “Yok şimdi gelecek durumda değilim,” dedi. “İyiyim. Eminim. Akşam… Bilmiyorum saati,” Alnını dizlerine yasladı. Kalkıp gitmiyordu çünkü iyi hissetmiyordu kendini. “On, on biri bulur… Hayır yemem… Gelince konuşuruz… Yok değil. Tamam Farah.”
On… On bir… Neredeyse geceydi. Yanaklarımda kan baloncukları patladı. Yumruklarımı sıktım. Farah. Marangoz? Ecevit’e gönderilen yemekler. Boğazıma hızla düğümler atılmaya başlandı. Ecevit’in ben uyurken gece uyanıp yediği yemeklerdi. Bir titreme geçti hem içinden hem dışımdan. Miden bulanıyordu ama kokudan değildi.
“Ecevit,” derken ona birkaç adım atmaya çalıştım. “Yaklaşma Firuze,” dedi. Yine de yaklaştım. Yanına çömeldim. Dudaklarım bir ip gibi incelmişti. “Hadi gel atölyeye geçelim, şu ismi araştıralım.”
Ona ilk kez bu teklifi yapıyordum. Neden? Çünkü Melike’yi bulmalıydık. Saçlarına dokunmak istedim ama dokunamadım.
“Sen git.”
“Sen de gel. Benim bağlantılarım var. Adım adım gideriz. En hızlı şekilde bulur…”
Başını kaldırdı ve bana baktı. Sadece baktı. Bu yetti. Bana böylesine bakması bile yetti. Tüm kelimelerimi yuttum ve midem kanamaya başladı. Hiçbir şey söylemedi, hiçbir şey söyleyemedim. “Git,” dedi sadece.
“Seni burada bırakıp gitmeyeceğim.”
“Firuze,” dedi göğsü inip kalkıyordu. “Babamın canına saygınız olmadı, hatırasına saygın olsun,” dedi. Burada kalmak istiyordu. O kadına 10-11 demişti. Daha o saate çok vardı. Burada mı oturacaktı? Kimdi ki o kadın? İçimde korkunç bir ağlama isteği vardı. “Bırak beni git, babamın hatırasına saygınız olsun.” Evin içine baktı. Hatıra diye neyden bahsettiğini fark etti. Gözleri küçüldü. “Hatırasına saygınız olsun,” diye sayıkladı. “Hatırası,” dedi yarım nefeste. Kalkmıyordum yerimden. “Anlaştık seninle. Git. Bırak git beni. Git,” dedi. Sonra yine evin içine baktı. “Hatırası,” diye sayıkladı. Acıyla inledi. “Aramamışlar bile kardeşimi. GİT FİRUZE! Kardeşimi aramamışlar…” dedi bitik bir sesle. Defalarca kez bağırarak çıkardı beni evden. Çıkmak zorunda kaldım. Ben kaldıkça acısı artıyordu sanki. Çıktım. Kapının önündeki kaldırıma çöktüm ben de. Dakikalarca. Yağmur hunharca yağıyordu. İçeride bir köpek ve bir Ecevit vardı. Zaman zaman ses duyuyordum. Bu bir havlama değildi. Bu bir ağlamaydı sanırım. Sonra taksi geldi tam önüme. Ben çağırmadım. Ecevit gitmediğimi tahmin etti galiba. Taksici benim adımı verdi.
***
Da Vinci; sanat asla bitmez, terk edilir der. Ben de iddia ederim ki insan sanatı terk etmez, insan kendini terk eder.
Atölyenin sıcaklığı o kadar yüksekti ki sıcak beynime bile baskı yapıyordu. İki şarap şişesi vardı önümde. Biri boştu, diğeri yarımdı ve ben yanıyordum. Kussam, ateş kusacaktım, sonra o ateşte kendimi yakacak, insanlar elim bir kaza diyecek bense zehirlenme.
Sanatımın başındayım, insan sanatını terk etmez. Midem bulanıyor çizmekten, insan kendini terk eder çünkü. Kulak zarıma zarar verecek bir gürültüde çalıyor müzik. Ne saate bakmak istiyorum ne de kafamın içini duymak istiyorum. Saat gece yarısına geliyor.
Onu da, on biri de geçti.
Zihnimde yaşattığım bazı ihtimaller mi şimdi beni zehirleyen?
Hayal kurmak çocuklukta kaldı halbuki? Düşünmek hayal kurmaktan daha farklı. Daha yüce değil, hayal kurmak daha üstün ama düşünmek… Engellenemez ve tükenemez. Midem çok bulanıyor. İçimde hüngür hüngür bir çocuk ağlıyor, sanki en sevdiği oyun arkadaşının yeni bir oyun oyun arkadaşı olmuş. O bu hissi hiç bilmiyor. Çünkü onun en sevdiği oyun arkadaşının da en sevdiği oyun arkadaşı hep kendisiydi. Bu senelerdir böyle sürüp gidiyor. En azından benim içimde. Şarabı kadehe koymaktan ikinci kadehte vazgeçtim.
Yedi yaşındaki Firuze’yi susturamıyorum. İçimde kendini yerden yere vuruyordu adeta şımarık bir çocuk gibi. Ne yapacağım nasıl susturacağım? Yirmi beş yıl sonra yeni bir hisle tanıştı. Ecevit onun en sevdiği oyun arkadaşı, Ecevit’in en sevdiği oyun arkadaşı kim diyor cevap vermiyorum. Cevap vermedikçe yerleri yumruklamıyor, kalbimi yumrukluyor. Müziğin sesi açık onu duymuyorum ama kalbimi hissediyorum. Firuze devamlı yumrukluyor, elleri küçük ama acıtabiliyor. Ne istediğini biliyorum ama onu veremem. Çünkü o benim de değil.
Ayağa kalktım. Şarap şişemi aldım. Yanlışlıkla boş olanı. O mesafeden bırakırsam kırılmaz sandım, kırıldı. Bu tıpkı Firuze’nin küçük ellerinin acıtmayacağını düşünmek gibiydi.
Fail kimliğe göre değil, fiile göre belirlenir. İçimdeki Firuze fail. Kimliği yedi olabilir ama şimdi suç işliyor. Mızıkçılık yapıyor. Eğilip toplamaya çalıştım cam parçalarını. Ellerim bilmem kaç yerden kesildi. Sonra paletime bulaştı. Bu başta isteyerek olmadı. Ayaklarıma batmasın diye topladım, ellerim kanadı. Kanamam gerekiyordu, Tanrının mesajıydı bu. Kan damlaları hızla paletin üzerine akıyordu ve ben bu görüntüyü bir yerden hatırlıyordum. İnce bir fırça aldım, akan kana buladım. İnce fırçalar kanı daha iyi tutardı. Hatırlıyordum.
Kırmızı renge ihtiyacım vardı. Resimde bir hançer vardı, kalp de çizdim. Küçük bir kalpti. Yedi yaşındaki bir çocuğun kadar ancak vardı. Hançer büyüktü ama. Şarabım bitti. Elim kanıyordu. Üzerimdeki kıyafete bastırdım. Peçete nerede bilmiyordum. Başım dönüyordu, midem bulanıyordu. Ben hayatımın hiçbir yerinde iki kadehten fazlasını içebilen biri değildim zaten. Elime telefonu aldım. Ecevit’i aradım. Açarsa elimin kanadığını ne yapmam gerektiğini soracaktım. Bana daha önce pansuman yapmıştı. Açmadı.
Saat on biri geçmişti. Neredeydi?
En sevdiği oyun arkadaşı artık başkası. Sus. Yalvarırım sus. Kalbimi yumrukluyor Firuze. Sus. Bunca yıldan sonra buna nasıl katlanılır?
Kalktım yerimden. Avucuma bir tomar peçete sıkıştırdım. Arabanın anahtarını aldım. Bu saatte evi olan herkes evinde olmalıydı. Ecevit de evinde olmalıydı. Yolu karıştırmadım. Emniyet kemerimi de bağladım. Olabildiğince hızlı gittim. Elim kanıyordu. Arabadan inince bir daha aradım. O güvenlikten geçmem imkansızdı. Açmadı. Bir daha aradım. Açmadı.
Güvenlik beni fark etti. O bana soru sormadan ben gittim yanına. “Ali Ecevit Tarhan’a gelmiştim.”
“Haberi var mı?”
“Var,” dedim. Açsaydı telefonumu söylerdim. Adam bir numara tuşladı ve aradı. “Ecevit Bey iyi akşamlar,” dedi. “Bir hanımefendi geldi. İsminiz?”
“Firuze,” dedim.
“Haberiniz olduğunu söyledi.”
Adam uzun uzun karşıdan gelen cevabı dinledi. “Ne yapayım Ecevit Bey?” dedi. Yüzüm buruştu. İzin vermeyecekti çıkmama. “Kendi aracıyla ama pek iyi görünmüyor…”
Geri geri birkaç adım gittim. İstemeyecekti. Belki evde en sevdiği oyun arkadaşı vardı. Kim bilir? İçimdeki çocuk durmadan dövünüyor, kendini yerden yere vuruyor, kalbimi dövüyor diye kapısına mı dayanacaktım? İstemiyordu işte! Elim mi kanıyordu? Kanar kanar dururdu. Ne saçma sebeplerdi bunlar. Hiç tanımadığım bir adamın ağzından Ecevit’in cümlelerini duymak istemedim. Böyle de çabuk pes ederdim işte ben. Küçükken de böyleydim. Yirmi beş yaşında koca kadın olmuştum yine öyleydi. Geri geri gittim. Arabaya baktım. Binmedim. Taksiye binerdim. Yürürdüm ya da. Evet evet yürürdüm. Bir çocuğu uyutmanın en makul yolu onu gündüz çok yormaktı. İçimizdeki için de aynı taktik geçerli olamaz mıydı? O da yorulursa uykuya dalardı.
Kulaklığım da vardı zaten. Çıkardım ve kabloyu çekiştirdim. Bir düğüm çözüldü ama geriye kalan onlarca düğüm kaldı. Kalsın. Ne yapabilirdim? Nefes alamıyordu. Almasaydı. Ne yapabilirdim? Kulaklığı taktım, müziğin sesini sona kadar açtım. Eve kadar yürüyecektim. Hangi ev? Belki atölyeye.
Hiçbir amacım yoktu. Ecevit çıkageldiği gün o havuzun dibine kendimi çekerken nasıl bir amacım yoksa yine yoktu. Yemin edebilirdim. Sadece şarap midemi çok bulandırıyordu ve müziğin sesini biraz daha duymak istiyordum. Düz yolda yürüyordum. Bana göre dakikalarca yürüdüm. Sonra bir kornanın sesi müziğin bile sesini bastırdı ama bedenim arkadan kuvvetle ileriye doğru itildi. Korktum ve sanırım biri de benimle beraber çok korktu. Gülümsedim o gözlere bakarken. Ali Ecevit Tarhan üzerime devrilmişti.
İnstagram; dilanduurmaz
Uzumbugusuofficial
Dilan sen ne yapıyorsun ya... Ne yapıyorsun sen? kelimelerin neşter olmuş, cümlelerinle açık kalp ameliyatı yapıyorsun! böyle iş olur mu Dilan? Bir insan sadece yazdıkları ile başka bir insanın kalbini bu kadar acıtabilir mi Dilan?! Ne yapacağım ben şimdi nasıl bekleyeceğim devamını okumak için? Offf... Off!