XII “adalet yalnızca çoğunluğun değil azınlığın da güvencesidir”
- Dilan Durmaz
- 24 May
- 29 dakikada okunur
Oy vermeyi, yorum yapmayı ve Twitter'da yazıp çizmeyi unutmayın efendim. Keyifle okuyun.
Bu hikayedeki, bütün kişi, kuruluş ve kurum isimleri hayal ürünüdür.
Aralık 1992.
Sabah, 10.30.
İnsan tek bir duyguyla doğar. Anne sevgisi. Geriye kalan her duyguyu yaşadıkça, gördükçe, deneyimledikçe keşfeder ve on yaş yeni duygular keşfetmek için uygun bir yaştır. On yaşında bir çocuğun bilmediği daha onlarca duygu var elbette.
Büyükçe bir mahkeme salonunun orta yerinde üç tarafı ahşap şeritlerle sarılmış bir alan var. Oraya girenler suçunu dışarıda bırakmak zorunda, yoksa sığmaz. Bir beden ve bir büyük suç sığmaz o alana ama Ali Ecevit Tarhan için bir ev kadar geniş. Sanık kürsüsü bir suçlu için dar, bir masum için çok geniş. Ali Ecevit, küçük bedeni ve suçsuzluğuyla bir nokta kadar yer kaplıyor orada. Koca koca adamlar görmüyor, işlediğini iddia ettikleri suçu da sığdıramıyorlar. Bu ikinci mahkemesi ve Ali Ecevit Tarhan bu noktada yeni bir duyguyla tanışıyor.
Kalabalık içindeki yalnızlık.
Babası arkasında, gömleğinin düşen düğmesini sıkıca tutuyor ama küçük çocuk öylesine korkuyor ki burada kalabalık içinde nasıl yalnızlıkla kıvrıldığını anlamaya çalışıyor. Halbuki duygular anlaşılmaz, duygulara alışılır. Bunu henüz bilmiyor. Çok korkuyor, çok yalnız hissediyor.
Ecevit'in sol ve sağ yanındaki masalarda oturmuş iki avukat var. Birini tanıyor. Kendi avukatı. Birinden korkuyor. Biliyor ki o adam onun söylediği her şeyin aksini kanıtlamak için burada. Ellerini nereye koyacağını pek bilmiyor. Sonra babasının bir öğretmeninin karşısında nasıl durması gerektiğini ona öğrettiği zaman geliyor. Burası okul değil, karşısındakiler de öğretmen değil ama yine de öyle durmak istiyor. Karşısındaki cübbe giymiş koca adamlara saygı duymak istiyor. Ellerini önünde bağlıyor. Bir suçlu gibi durmak istemiyor. Efendi bir çocuk gibi durmak istiyor, babasının oğlu gibi ama nafile. Kimsenin gözünde erişemiyor o konuma. Herkes ona katil gibi bakıyor. Hâlâ.
Hali hazırda cümlelerle mahkeme açılırken Ecevit babasına dönüyor. Babasına dönmek onu burada tutmak isteyenlere de dönmek demek. Savcı gözlerini dikmiş, savcının eşi öfkeyle bakıyor, Atilla Akın küçük çocuğu izliyor ve Aylin Akın, Ecevit'le göz göze gelmemek için başını çeviriyor. Ecevit'in babasına bakması bile bir zulüm, önüne dönmek zorunda kalıyor.
Karşısında babasından yaşlı, saçlarına ak düşmüş, gözlüklü bir adam var. Hâkim olmalı diyor kendi kendine. Geçen sefer de en çok bu adam konuşmuştu onunla. Hâkimin iki yanında ikişer adam var. Ecevit'in duymadığı cümlelerden sonra hâkimin konuşması duyuluyor. Buna kulak kesiliyor.
"Bir önceki celse sanık müdafiinin tevsi tahkikat talebi mahkememizce incelenmiş ancak 06.12.1992 tarihli bilgi alma tutanağında, cinayetin işlendiği evde misafir olarak bulunan Mazhar Arkan isimli şahsın beyanında Bülent Akın'ın, cinayet sırasında evin içinde olduğuna dair beyanın bulunması sebebiyle suç isnat etmeye yönelik yeterince şüphe oluşmaması ve iddiaların yargılamayı uzatmaya yönelik olduğu ve bu nedenlerle de talebin reddine karar verilmiştir," dedi hâkim. Ecevit çoğu cümleyi anlamadı. Bir önceki mahkemede ismini verdiği Bülent'in adını duydu ve bir şeyin reddedildiğini anladı. Avukatına baktı. Adamın yüzündeki çöküşü görmemek mümkün değildi. Mahkeme başlar başlamaz duymak istemediği şeyleri duymaya başladı. Ecevit'e baktı, sorgulayan çocuğu rahatlatmak için kafasını salladı yalnızca. Bir daha mı itiraz etmesi gerekiyordu? Edecekti.
Hâkim yeniden başladı, "Bir önceki celse sanık müdafiinin tevsi tahkikat talebi mahkememizce incelenmiş ve suça sürüklenen çocuğun kemik yaşına ve hastane kayıtlarına bakılmıştır. Suça sürüklenen çocuğun kemik yaşının on iki olduğu doğrulanmış ve talebin yargılamayı uzatmaya yönelik olduğu ve sunulan iddiaların gerekli delillerle gerekçelendirilmemiş olması nedeniyle talebin reddine karar verilmiştir."
İlgili çocuk. Ali Ecevit Tarhan. Konuşmaya çalıştı, "Ben daha dördüncü sınıfa gidiyorum," dedi. Bu bir delil olur sandı. "On iki yaşında olsaydım altıncı sınıfa giderdim. On yaşındayım ben, yemin ederim."
Arkasından yalancılığıyla alakalı sesler yükseldi. Babasına bakmak istedi, bakamadı. Bağıran insanları da görecekti. Biliyordu. "Yemin ederim," diye fısıldadı kendi kendine. "Yemin ederim on yaşındayım." Yaşını neden on iki yapmak istediklerini bile anlamıyordu. On iki yaparlarsa altıncı sınıftan mı devam edecekti? Nasıl yetişecekti altıncı sınıfa gidenlere? Yazısı bile pek çirkindi daha. Firuze öyle söylerdi. Matematiği pek kuvvetliydi. Sosyal Bilgileri pek sevmezdi ama Atatürk'le alakalı her şeyi bilirdi. Fen? Ona daha başlayalı iki ay ancak olmuştu. Bir suçlu olarak durduğu ve nokta kadar yer kapladığı sanık kürsüsünde, bir daha okul yüzü görmeyeceğini bilmeden derslerinin derdine düştü. Hayat buydu belki de. Hiç düşmeyeceğimiz anların telaşına kapılmak gibiydi. Annesinin ölmeden önce kışa yaptığı domates soslarına benziyordu bu hali. Annesi kışı görmemişti, Ecevit okulu görmeyecekti.
"Sessizlik," diye bağırdı yargıç. Önündeki ahşap parçasına birkaç kez vurdu. Ecevit'in avukatı söz hakkı istedi. Hâkimin izniyle ayağa kalktı.
"İlk celsede Ali Ecevit Tarhan'ın verdiği ifadede cinayeti Bülent Akın'ın işlediği ve iddia edilenin aksine yaşının kimliğinde de yazdığı gibi on olduğunu savunmamız üzerine kovuşturmanın genişletilmesi talebimiz hukuki dayanak olmaksızın reddedilmiştir. Mahkeme başkanlığının tarafsızlığına olan güvenimiz zedelenmiştir. Müvekkilim aleyhine olan önceki beyanlar ve dava dosyasına yansıyan bazı tutumlar, yargılamanın adil yürütülmesi konusunda ciddi şüphe uyandırmaktadır. Hâkimin reddini talep ediyoruz. Red gerekçelerimizin tutanağa geçirilmesini ve üst mahkemeye iletilmek üzere işleme alınmasını arz ediyoruz."
Hukuk, insanlığın terazisini taşırdı. Hukukçular bu teraziyi dengede tutmak için yetiştirilen insanlardı ve o terazi şaşarsa, yanlış insanların eline düşerse ne büyük dehşetti o insanlık, toplum ve halk için. Celal Yıldız, suçsuz olduğunu bildiği küçük bir çocuğu canavarların elinden kurtarmak için çırpınırken meslektaşlarının ihanetini görüyordu. El birliğiyle avuçlarının içine aldıkları çocuğu ezmek istiyorlardı. Ezdirmeyeceğim dedikçe tüm yollar tıkanıyordu.
Hâkimin avukatın üzerindeki bakışları boşluktu. Alayla gülecek gibi oldu ama yalnızca yanındaki savcıya baktı. Yeniden avukata döndüğünde hiç uzatmadan konuştu, "Reddi hâkim talebi reddedilmiştir. Mahkeme heyeti tarafsızca her şeyi araştırdı ve aldığımız kararların hepsi hukuka uygundur. Avukat Bey oturabilirsiniz, tanıkları dinlemeye geçebiliriz."
Avukatın ağzına dolan onlarca cümle buradaki diğer tüm hukukçular tarafından görüldü ama kimse tarafından duyulmadı. Celal Yıldız oturdu, Hüseyin Tarhan'a baktı, endişeli bakışlar altında ezildi ve soluklandı. Başını salladı yalnızca sorun yok der gibi. Sorunun olduğunu en çok o biliyordu. "Tanığı çağırın," dedi mübaşire. Mübaşir dış kapıyı açtı ve tanığın ismini seslendi. İçeri giren ellili yaşlardaki adamı buradaki çoğu kişi tanıyordu. Evin özel günlerde gelen aşçısıydı. Adam göz ucuyla Atilla Akın'a baktı geçerken. Ecevit'in durduğu yerin çaprazında hâkime biraz daha yakın bir bölgedeydi tanık kürsüsü. Ecevit, şimdiye kadar hep Kadir amca dediği adama baktı.
Adamın adı soyadı, TC kimlik numarası, adresi ve telefon numarası soruldu önce ve hâkim "Tanıklık etmek istiyor musun?" diye sordu. Ecevit meraklı ve korkak gözlerle adama bakıyordu. Severdi Kadir amcasını. Bazen giderdi yemek yaparken onu izlerdi. İzin verirse tadardı. Bazen bir şeyler araklardı önden, Firuze'nin yanına koşardı beraber yerlerdi. Bazen Firuze'yle beraber giderlerdi mutfağa. Firuze biraz meraklıydı, her şeye dokunmak isterdi. Kadir amcası biraz sinirlenirdi ama bir şey demezdi. Ecevit'in gözlerinin içine bakardı durdur arkadaşını der gibi. Ecevit anlar, Firuze'yi kontrol altında tutardı.
"Evet efendim," dedi Kadir amcası. Savcı ve Hâkim dahil herkes ayağa kalktı. Ecevit ortalığa bakındı, insanların neden kalktığını anlamadı. Avukatına baktı. Kendisi zaten ayaktaydı yeni bir şey yapması gerekiyor muydu bilmiyordu. Avukatın bakışlarıyla bir şey yapmayacağını anladı. Hâkim, "Bildiğini dosdoğru söyleyeceğine namusun ve vicdanın üzerine yemin eder misin?" dedi.
"Namusum ve şerefim üzerine yemin ederim," dedi aşçı.
Herkes bu yeminin sonuna kadar ayakta kaldı. Sonra bir yeminin sahibi bir de Ecevit oturmadı.
Hâkim, "Akın ailesiyle olan tanışıklığın nereden geliyor?" diye sorgusuna başladı.
"Aşçıyım ben evlerinde."
"Düzenli olarak mı çalışıyorsun? Devamlı çalışan mısın?"
"Hayır özel günlerde, özel davetlerde giderim. Devamlı çalışan değilim."
"Olay günü de orada mıydın?"
"Evet. O gün de bir davet vardı. Akın Bey'in küçük kızı Firuze'nin doğum günüydü," dediği an Ecevit'in bedeni irkildi adeta. Kafasını kaldırdı ve aşçıya baktı. Firuze'nin ismini duymayalı uzun vakit olmuştu galiba. Hep içten tekrar ediyordu, dışarıdan duymuyordu. Duymak, onun küçük kalbine iyi geldi.
"Ne oldu ne gördün o gün? Anlat,"
"O gün ben sabahtan geldim zaten. Hazırlıklar yapıldı. Davetliler gelmeye başladı. Firuze annesine Ecevit için meyveli pasta istediğini söyledi. Aylin Hanım'da benden istedi. Bir meyveli pasta yap ya da getirt hemen diye."
"Neden Ecevit için bir pasta daha istedi?"
"O gün Ecevit'in de doğum günüydü," dedi aşçı. Dışarıdan küçük kızla annesinin ne konuştuğuna şahit olmuştu.
"Beraber mi kutlarlar hep? Ya da Ecevit de kızla beraber mi pasta üfler?"
"Yok, bazen ona ayrı küçük pasta yaparız Aylin Hanım söylerse. Yoksa ayrı ayrı kutlanır. Çocuklar beraber kutlarlar." Ecevit'in meyveli pastası gelmeden olan olmuştu. Ecevit kısa bir an bulunduğu şartları unutup o meyveli pastayı yine yiyemediğinden yakındı. Çok kısa sürdü bu. Olsun, çıkınca yerim dedi kendi kendine. Kapattı mevzuyu.
"Devam et,"
"O konuşmadan sonra Firuze bahçenin kapısından çıktı Ecevit'in yanına gitmek için galiba. Ecevit zaten evde değildi. Onların evi bahçenin içinde, müştemilatta."
"Ecevit doğum gününe katılacak mıydı?"
"Katılacaktı," dedi adam. Katıldığını görmüştü en azından şimdiye kadar. "Yani hep katılır. Firuze çıkıp gidince biz de son ikramları içeri taşıdık. Zaten bir tek Firuze yoktu, o da gelince pastayı çıkacaktık."
"Firuze dışında herkes orada mıydı?"
Adam başını salladı. Yutkundu. Bunlar biraz ezberlenmiş cümlelerdi. Kimin orada olup olmadığını görmemişti. Bu tamamen miş gibi yapmaktı. "Evet. Sadece Firuze yoktu. Bir de Ecevit. Onun dışında davetliler, annesi, babası, abisi. Herkes oradaydı biz ikramları taşırken."
"Ecevit o gün eve hiç girmedi mi?" diye sordu Hâkim. Ecevit de bu sorunun cevabını düşündü. Girmiş miydi? Hatırlamıyordu ki. Firuze'ye vereceği hediyeye, paket ayarlamaya çalışıyordu. Aşçı cevap vermediğinde yeniden sordu hâkim. "Sana soruyorum. Ecevit o gün eve girdi mi hiç?"
"Davet başlamadan önce girdi, mutfağa yanıma geldi."
Adam yalan mı söylüyordu? Sayılmazdı ama söyleyeceklerinin nereye çekileceğini biliyordu. Göğsünde bir sıkıntı vardı. Ecevit'i severdi. Efendi çocuktu. Babası gibi. Öksüzdü bir de.
"Bir şey konuştu mu?" Adam cevap vermedi. "Sana soruyorum. Duymuyor musun?"
"Halimi hatırımı sordu. Firuze'nin pastasını sordu, bir de..."
"Ne?"
"Bıçak istedi benden,"
Tüm salon suratına soğuk bir kova su yedi. Herkes sarsıldı. Ölen çocuğun annesi adeta arkadan ayaklandı, feryat etti ve Ecevit'e saldırmak istedi. Ecevit korkuyla ona döndü. "Yok yok!" dedi. Ellerini kendine siper etmişti, gözleri hızla dolmuş ve titremeye başlamıştı. Babasına baktı. "Yok yok!" diye tekrar etti sonra.
"Sessizlik," diye bağırdı hâkim.
"Neden istediğini sordun mu?"
"Sordum, lazım dedi. Veremeyeceğimi söyledim. Çocuk sonuçta. Makas sordu bu kez,"
Ecevit'in elleri ayakları birbirine dolandı. Boncuk boncuk yaşlar akıyordu gözünden. Bu adam yalan konuşmuyordu ama pek fena anlaşılıyordu söyledikleri. Kulağı arkadan yükselen küfürleri duyuyordu.
Piç diyorlardı ona, şerefsiz ve haysiyetsiz diyorlardı. Katil diyorlardı bir de.
"Yok yok, ben... Ben abi... Kadir abi ben şey için istedim..." diye sayıkladı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Gerçeği bile toplayamıyordu ağzında.
Hâkim orta yere doğru konuştu ve Ecevit'e baktı. "Tanığın beyanıyla suça sürüklenen çocuktan soruldu. Bıçak istedin mi? İstediysen ne için istedin? Nerede kullanacaktın?"
"İstedim," dedi Ecevit korkuyla. Yalan söylemezdi. Ecevit yalan söylemeyi öğrenmemiş bir çocuktu. Söylediği birkaç yalan varsa o da ancak Firuze içindi. "Benim şeyim vardı," dedi. Neredeyse yere çöküp ağlayacaktı. "Firuze'nin doğum günüydü ya hediyem vardı,"
Duraksadı. Gömleğini sıkıştırmıştı avucunda. Kırış kırış olmuştu etekleri. "Hediye aldım ben ona. Kolye aldım. İpe bağlıydı. İpin ucu şeydi," Kelimeler birbirine girmişti. Ne neydi? Seçemiyordu. "Böyle kalkıktı. Onu kesecektim. Kolyenin ipini biraz kesecektim. Firuze aldı kolyeyi. Size göstersin. İpti. Ucunda böyle firuze taşı vardı. İp olunca kalkmıştı. Onu kesecektim ben. Elimle koparmak istedim, kolye kopar diye korktum. Yoksa elimle kesecektim. Firuze gösterir size kolyesini. Söyleyin ona."
Gözleri adeta Firuze'yi aradı. Olmadığını bile bile. Kolyeyi göstermek istedi herkese. O ipin ucunu göstermeliydi. Herkes ona kolyeyi görünce inanır sandı. Kemal amcasına baktı. Dudakları büzülmüştü. "Kemal amca," dedi bükük kaşlarla. "Kolyenin ipini kesecektim ben. Yemin ederim. O yüzden istedim. Söyle Kemal amca. Doğruyu söylüyorum ben. Senden hiç bıçak istemezdim ki ben. Kolye için istedim. Söyle Kemal amca."
Bir çocuk vardı. En sevdiği oyun arkadaşına bir hediye hazırlamıştı. O hediye en güzeli, en kusursuzu olsun istiyordu. Bir bıçak istemişti. İpin ucunu kesecekti. Bir çocuk vardı, buradaki insanların gözünde artık planlı bir cinayetin katiliydi.
***
Hiçbir amacım yoktu. Ecevit çıkageldiği gün o havuzun dibine kendimi çekerken nasıl bir amacım yoksa yine yoktu. Yemin edebilirdim. Sadece şarap midemi çok bulandırıyordu ve müziğin sesini biraz daha duymak istiyordum. Düz yolda yürüyordum ve bana göre dakikalarca yürüdüm. Sonra bir kornanın sesi müziğin bile sesini bastırdı ama bedenim arkadan kuvvetle ileriye doğru itildi. Korktum ve sanırım biri de benimle beraber çok korktu. Gülümsedim o gözlere bakarken. Ali Ecevit Tarhan üzerime devrilmişti.
Bedenimde, özellikle de sırtımda, keskin bir ağrı vardı. Arkamızda yarattığımız kaosu dinliyor ama duymuyordum. Benden kaynaklı olduğunu anlamıyordum. "Ne yapıyorsun sen?" diye bağırdı yüzüme doğru. Avucuyla destek almasa yerden tümüyle üzerime yığılacaktı. Yine aynı avuç desteğiyle bu kez üzerimden kalktı. "Sen manyak mısın? Hasta mısın sen?" O doğrulmuştu ben düştüğüm yerdeydim. Gözlerim artık hiç net görmüyordu. Hasta mısın sorusuna bir yanıt olarak elimi göstermek istedim. Kolumu kaldırmak istedim ama öylesine amansız bir acıydı ki, büyüklüğünü avucumu kaldırmak istediğimde anlıyordum. Kolum kopmuş kadar canım yanıyordu ama yerden biraz yükseldi. Ecevit dehşetle elime baktı. Arkamızdan arabalar geçiyordu vızır vızır.
Acı, sahibi için somut, geriye kalanlar için soyut bir olguydu. Elime bakarken yüzü neden böylesine ezildi anlayamadım. Elimden kıyafetime doğru damlayan kanı gördüm. İrkildim, onun yüzündeki dehşeti anladım ve sanki tüm sorun buymuş gibi kıyafetime akmasın diye avucumu daha çok sıkmak istediğimde acım daha çok arttı ve inledim.
"Ne var senin avucunun içinde?" dedi. Bağırıyor mu yoksa kendi kendine mi konuşuyor bilemedim. "Ecevit," dedim sadece beni kurtarsın diye. Neyden? Hiç bilmiyordum. "Şişe kırdım ben."
Kalktığı yere geri çömeldi ve elimi elinin arasına aldı. Yüzü çok berbat bir hal aldı, elime bakmaya korktum. Acı çekiyordum ama onun gördüğü kadar değildi sanki. O kadar acı çeksem ağlamaz mıydım hem? "Firuze," dedi. Sanki uçurumun kenarındaydım. "Avucunu sıkma," Sadece elime bakıyordu artık.
"Kan akmasın diye," demek istedim. Üstüme akan kan Ecevit'in eline bulaşmıştı. Bu bana öylesine kötü hissettirdi ki, ne yapacağımı, nasıl engelleyeceğimi bilemedim.
"Avucunu sıkma!" dedi dişlerinin arasında. Beni azarlıyordu ama sanki misafir bir evdeydik. Yeterince kızamıyordu. Boşta olan eli başımın altına gitti ve beni başımdan destek alarak oturur vaziyete getirdi. "Yavaş yavaş avucunu açacaksın tamam mı?"
Bunun bana derin bir acı vereceğini yapmadan hissedebiliyordum. İnim inim inledim ve başımı iki yana salladım. "Bana bak!" dedi. Adeta azarlıyor, parmak sallıyordu. Ona bakmadığımda, çenemi tutup başımı kaldırdı. Göz göze geldik. Ben ona nasıl baktım bilmem, "Sen içtin mi?" diye yükseldi. Korkuyla başımı iki yana salladım. Sandım ki içmek çok kötü bir şey ve Ecevit bana çok fena kızabilir bunun için. Bir çocuk gibi yakalanma hissiyle boğuştun.
"Yalancı," dedi açıkça. Elimi, kan daha fazla eline akmasın diye çekmek istedim. "Avucunun içinde cam var Firuze!" diye konuştu. Arabaların sesini bastırıyorsa sesi bu bağırıyor demekti. Serçeparmağımı kapattığım yerden çıkardı. Acımda bir değişiklik olmadı. Yüzük parmağımı çıkardı. Bu çok az arttırdı ama ne zamanki ortaparmağımı çıkarmak istedi başımı geriye atarak bağırmak istedim sesim çıkmadı. "Tamam yavaş," dedi ama sorun hızlı olmasında değildi. Sorun oradaki acının acıdan ayrılmasındaydı. Acı acıyı beslerdi, acıyı acıdan ayırmaksa acıyı azdırırdı. Parmağım da elim de çok ağrıyordu. Sonra işaretparmağımı çıkardı. Ortaparmağın acısı sürüyordu, diğer iki parmağı da anlayamadım. Ağzımdan kesik kesik nefesler dökülüyor, tiz mırıltılar akıyordu ve tepemizdeki gökyüzü acı olup üzerime yağıyordu. Diğer insanlar şemsiye tutarken ben yüzümü dönmüştüm gökyüzüne. Avucumun ortası bir deniz gibi yarılıyor sandım. Başımı gökyüzünden aşağı indirdim ve "Yapma," diye var gücümle bağırdım. Etimi koparıyordu adeta. Etimle bütün olmuş bir cam parçasını almaya çalışıyordu. "Yapma Ecevit, lütfen, yapma."
Önüme bir seçenek sunulsa o cam parçasının sonsuza kadar avucumda kalmasını tercih ederdim. Başını kaldırdı ama yüzüme bakmadı. Gerdanıma baktı. "İçinde atlet var mı?" diye sordu. Anlayamadım. Cevap da veremedim. Elimi yavaşça kucağıma bıraktı ve ceketimin fermuarına yöneldi. Gri bir ceketti. Kanlı elleriyle fermuarımı çekti ve ansızın yüzü boyun girintime yaklaştı. Ne olduğunu anlamadan teni ve nefesi boynumu yokladı ve içimdeki askılı üstün askısını dişiyle kopardı. Huylanıyor, yüzümü girdiği yere doğru bastırmak istiyordum ama yalnızca yanaklarım temas ediyordu. Hızlıca diğer tarafa geçti ve bu kez dişlerini de hissettim. Askıyı kopardı, geriye çekildi ve elini alttan ceketimin içine soktu. Atletin içimde olmadığını o an anladım. İki askısını kopardığı beyaz üstümü çıkardı, hızına yetişemedim, avucumdan cam parçasını ben geri çekilmek için çabalamadan tekte çıkardı ve çıkardığı üstümü hızla avucumun içine bastırdı.
O vakte kadar ağlamıyordum ama acıdan kendimi yere bırakıp başımı vurmak istiyordum artık. Dövünürcesine ağlıyor, tüm bedenimi bırakmak ve daha fazla ağlamak istiyordum. Korkunç bir güç uyguluyordu avuçiçime
ve nefes dahi alamıyordum. "Kalkıp yürümen lazım," dedi. Elini oradan çekmiyordu, var gücüyle bastırıyordu. Başımı iki yana salladım. Beni burada bırakıp gitmeliydi ve ben bu acıyla ölmeliydim. Yediğim kurşun dahi hafızamda daha az yer edinmişti. Bilincimi kaybetmiştim ama bu acı dipdiri tutuyordu algılarımı. Ecevit doğrulur gibi oldu, elini belime koydu ve beni de kaldırdı. Ayaklarım tutmayacak sandım. O avucumu tutarken ben onunla beraber yürüdüm. Işığın yanmasını bekliyorduk galiba. Yere çökmek istiyordum. Karşıya bakarken alelade yolun ortasına kulaklığım düştüğünü gördüm. Ağlaya ağlaya kulaklığa bakarken "Kulaklığım," diye sayıkladım.
"Ne?" dedi başını bana eğerken duymamıştı.
"Kulaklığım," dedim tek bir noktaya bakarken. Arabalar geçiyor ama henüz ezilmemişti. Burnumu çektim, "Kulaklığım düşmüş," dedim. Işık yandı ve Ecevit, "Bırak boş ver yenisini alırsın," dedi. Adımlarım yavaştı, o elinden geldiğince hızlı olmaya çalışıyordu ve belki de bu hızla gidersek ışık yeniden yanacaktı. Elini elimden çekemediği için de beni hızlandıramıyordu.
"Kulaklığımı alayım," dedim sersefil bir sesle. Tek bir amacım vardı onu burada arabaların arasında bırakmamak. Onu cansızlığından sıyırdım ve bir canlı gibi gördüm. Nefes alamıyordu, karman çorban olmuştu ama yine de arabaların altında ezilmesin istedim. Ecevit izin vermedi eğilmeme ama benim ağlayışım şiddetlendi. "Kulaklığım kaldı," dedim. "Kulaklığım kaldı."
Karşıdan karşıya geçtik ama gözyaşları içinde kulaklığıma dönüp baktım. Şimdi ardı ardına geçecek arabalar onu ezecek, birbiri içine geçmiş kablolar kopacaktı. Ecevit, boşta olan elimi yaralı avucumun içine bastırdı. "Bastır," dedi ve ışığa baktı. Bastırmaya kuvvetim olmadı ama kıpkırmızı olmuş bez parçasını tuttum. Üç büyük adımla caddeye atladı, kulaklığımı yerden aldı ve dönerken ışığa yakalandı. Ezilme tehlikesi yaşamadı ama onun için hareket etmeyen araçlar küfreder gibi kornaya abandı. Ecevit elini kaldırdı, bir özür mahiyetinde işaret yaptı ve hızla geçip yanıma geldi. O bastır dese de ben sadece tutmuştum ve elimin altından kan damlaları süzülüyordu. "Ya Firuze," dedi isyan eder gibi. Avucumu yine kendi himayesi altına aldı ve kulaklığımı ceketimin cebine sıkıştırdı.
"Teşekkür ederim," dedim. Elimi camdan kurtardığı için değil, kulaklığımın arabaların altında ezilmesine izin vermediği için. Benim tek başıma uzaklaştığımız mesafeyi beraber kapattık ve bana kapıyı açmayan adam bu kez bize kapıyı açtı.
"Yere kan damlıyor," dedim. Zemin çok temizdi, bu kirliliğe sebep olmak istemedim ama akan damlalar engel olunacak gibi değildi. Ecevit azaltıyordu ama bitiremiyordu. Cevap vermedi bana, asansöre bindiğimiz an. Elimi kaldırdı ve bezi daha büyük bir baskıyla tuttu. Canım daha çok yandı ama kan damlaları daha çok seyreldi. Elime bakarak için için ağlıyordum ve belki de şarap sayesinde acıyı çekiyor ama beynimde hissetmiyordum. Çok acıyordu ama acıyı düşünemiyordum. Bir an tüm kan bedenimden çekilir gibi oldu ve tüylerim dikenlendi. İçim bulandı ve titredim olduğum yerde. Gözlerimin kararacağını anladığım yerde kapattım ve başımı Ecevit'e yasladım. Bu çok uzun sürmedi çünkü asansör durdu. Geçen sefer titreyerek girdiğim eve bu kez kanayarak girdim.
Ecevit beni bıraktıktan sonra kapıyı kapattı, banyo diye hatırladığım yere girdi. Evin orta yerinde hissettim kendimi. Başım dönüyordu. Koltuklara oturmak istemedim kanlanmasın diye. Bir koltuğun dibine yere çöktüm. Gözlerimi kapattım. Dilimi damağıma bastırdım ve soluklandım. Neden buradasın Firuze? Elim kanıyor. Neden buradasın Firuze? Dışarıdan kapalı olan gözlerimi içten açtım ve ağlak Firuze'ye baktım. O kadar öfkelendim ki ona, ki bu görülmüş duyulmuş bir şey değildi, gözyaşlarını benden gizlemeye çalıştı. Ki bu da görülmüş duyulmuş bir şey değildi. Hüngür hüngür ağlıyordu içimde. Sussun istiyordum, onu duymak istemiyordum ama çektiği acıyı hissediyordum. O acının sebebini de anlıyordum ama yine de ağlamasın istiyordum. Yapacak bir şey mi vardı? Zaman değişmişti, insanlar değişmişti. O yerinde sayıyor diye kimse yerinde saymak, en sevdiği insanları değiştirmemek ve oyun arkadaşlarına sadık kalmak zorunda değildi. O tabi yetişkin olmadığı için, içimde daima şımarık bir çocuk gibi yaşadığı için şimdi inim inim acı çekiyordu. Ne yazık?
Gözlerimi açtım ve yerde aynı noktaya damlayan kana baktım. Diğer elime de kan bulaşmıştı. İşaretparmağımı sildim, kan daha kurumamıştı elimde. Islak ıslak duruyordu. Başımı eğdim akan kanı boya gibi kullandım. Gri parkeleri vardı evin. Parmak ucumu kana batırdım, temiz olan zemine ince bir çizgi çizdim. Amacım bir söğüt ağacı çizmekti. Kırmızı dalları ve gövdesi olan bir söğüt ağacı. Yaprakları yere dökülürken kırmızı renk ona kanıyormuş gibi gösterecekti. Bir an bu fikir bana öyle büyük bir tutku verdi ki sırtımı yasladığım koltuktan biraz öne doğru ittim kendimi. Avucumun içindeki bezi bıraktım ve kanın akması için biraz daha sıktım. Aynı yere damladı ve boyam arttı. "Firuze," dediğini duydum Ecevit'in. Bana kaç adım uzaktaydı bilmiyordum ama o gelene kadar söğüt ağacının gövdesini çizdim. "Ne yapıyorsun sen?" diye sordu. Yüzüne bakmadım, işaretparmağımı değil bu kez serçeparmağımı kana buladım. Daha ince bir çizgiye ihtiyacım vardı. İzlendiğimi biliyordum ama dönüp bakmadım. Bunu yapmayı özlediğimi düşünmüyordum ama yine de bu bana iyi hissettiriyordu. Bu bana, hayat bana ne yaparsa yapsın, benden ne koparırsa koparsın çizmek kavramını benden alamayacağını hatırlatıyordu. En azından bir şeye böylesine bağlı kalabilmek, bir şeye böylesine sahip olmak ve onun senden asla alınamayacağını bilmek benim için paha biçilemezdi.
"Firuze," diye tutuk bir ses duydum. Dönüp bakmadım ve kafamda inandığım gerçeği olmuş kabul ettim. Sanatıma hayran olmuştu.
"Resim çiziyorum. Söğüt ağacı," dedim. "Bizim söğüt ağacımız vardı ya," Avucumu yeniden sıkmak istediğimde bir el, bileğimden sertçe tuttu ve ben parmaklarımı bile oynatamadım. Sanatıma hayran olmasını umduğum adamın yüzüne bakmak zorunda kaldım. Hayır. Suratındaki ifade kesinlikle bir hayranlık değildi. Kaşları olabildiğine çatıktı, küçük gözleri mümkünmüş gibi daha da küçülmüştü ve dudakları şaşkınlığın emarelerini taşıdığı belli edercesine aralıktı. Getirdiği eşyalara baktım. Önüme dönüp resmime devam etmek istedim ama beni adeta azarladı. "Firuze kendine gel!" diye bağırdı. Başımdaki ağrı körükleniyordu. Yüksek ses bunu çok tetikledi. Ecevit hızla bir bez aldı ev avucuma bastırdı. Ben ilk o elimle ilgilenir sandım ama ıslak mendil aldı, fırça olarak kullandığım parmaklarımı sildi sertçe. Parmaklarım yerini elime bıraktı. Sol elime kesilmişti ama öncelik sağ elime verildi. Tertemiz oldu elim. Başımı usulca yaslandığım koltuğa bıraktım. Dik dursam işi kolaylaşırdı ama bu halime de kalk uyarısı yapmadı. Yarım kalan söğüt ağacına baktım. Atölyeye gidince bu fikrimi dökecektim tabloya. Tamam. Boyalarımla.
Avucumun içine etimden et koparacak, elimi hızla çekme isteği uyandıracak alkollü bir ürün sürüldü. Gıkım çıkmadı, elimi çekemedim ama Ecevit yavaşladı. Başımı kaldırmadım, söğüt ağacının gövdesini izliyordum. İnsanlara gömülecekleri yerleri seçme hakkı verselerdi ben söğüt ağacının altını tercih ederdim sanırım.
"Sen," dedi bir zaman sonra. Neden geldiğimi soracaktı. Ona ne söylemeliydim? İçimdeki bir çocuk alabildiğine ağlıyor, susmadı, onun yüzünden geldim desem beni anlar mıydı? Beni anlaması hiç sorun değildi ama onu anlamazsa ne yapardım hiç bilmiyordum. "Daha önce böyle resim çizdin mi?" diye sordu ama o.
"Nasıl?" diye sordum yapacağım resim önümdeyken.
"Kanınla," dedi. Bunu kendinden emin, gür bir sesle sormadı. Aksine bir o kadar sönüktü sesi. Soruyordu ama cevabını almak istemiyordu adeta.
"Bazen," dedim aynı sesle. Bizim Ecevit'le bazen seslerimiz de oyun arkadaşıydı.
"Neden?" diye sordu bu kez.
Derin bir nefes almak istedim, dört yandan patlamış dikiş gibi bana yalnızca acı verdi. "Boyalarımı ve fırçalarımı benden almışlardı," dedim. Hatırlamak istemediğim bir dönemdi ama diyordum ya içki beynimi uyuşturmuştu. Hatırlamak bana acı vermedi. "Onlara resim çizmek için boyalara ve fırçalarıma ihtiyacım olmadığını gösterdim."
Derin bir sessizlik oluştu. İkimiz nefes bile almadık sanki.
Sonra, çok sonra, dakikalar sonra belki "Gördüler mi?" diye sordu. Gülümsedim gözlerimi kapattım. O bu kadar fiziksel bir savaş vermiş olmasaydı ben ona psikolojik savaşımı anlatmak isterdim. Dinlemek istemezdi ama o. Ben de bu durumda anlatmazdım zaten. Süt, şeker ve ekmek bir kapta karıştırılmış; bir bebeğe bir öğün diye verildiyse zamanında, çıkıp benden boya kalemlerim ve fırçalarım alındı dememeliydim. Bu çok bencilceydi. Acı yarıştırılabilirdi bana göre.
"Gördüler," dedim. "Sonra bir sürü boyam ve fırçalarım oldu." Elime her temas eden şeyde inim inim inliyordum, dudaklarım gülümsüyor, gözlerim kapalı ve gözpınarım açıktı. Her cümleden sonra susuyordu o da benimle beraber. Hareketleri yavaşlıyordu ya da benim çektiğim acıyı azaltmak için çabalıyordu ama bu olsun istemezdim. İnsanlar bu hayatta yaptığı her şeyin bedelini hafifletilmeden ödemeliydi. Ödemeliydi ki suçsuzlara hiç bedel bulaşmasın.
"Şimdi neyi aldılar senden?" dedi. Boyalarım ve fırçalarım vardı. Kimse onları almamıştı ama onun aklına bu çizdiğim resmin başka bir sebebi gelmedi. "Fırçalarını ve boya kalemlerini mi aldılar yine?" Gözyaşlarım burnumun ucunda birikiyor öyle akıyordu. Gözlerimi araladım ve Ecevit'e baktım. Bir kez de ben sordum aynı soruyu kendime. Cevap içimde yankı buldu. Kulaklarımı çınlattı, kalbimi titretti ve bir bildiri gibi okundu.
"Seni aldılar," dedim açıkça. Bunu gülümseyerek söylemeye çalıştım aksine hıçkırdım. Bu kadar dürüst olmamı o da beklemedi ama bilmeliydi ki ben duygularında en yalın insandım. "Oyun arkadaşımı aldılar," dedim kısık sesle. Bunu böylesine çıplak bir sesle duymak, bu cümlenin hiçbir soyut anlamla denk gelmeyişi, tümüyle gerçek oluşu, bir beden gibi aramıza oturuşu tüm dengemi kaybettirdi bana. Yüzümü koltuğa gömdüm, açıkta olan yeri de temizlediği elimle kapattım. Ne gizlemeye çalıştım ne de azaltmaya çalıştım. Hıçkıra hıçkıra ağladım. Bir gerçek kalbimi körüklüyor, kanımı yakıyordu.
Ecevit'i benden almışlardı. Bunu, Ecevit çıkıp gelince tümüyle anlamıştım.
Bu öylesine bir gerçekti ki Ecevit bana ağlama bile demedi. İlk defa onun yanında uyarılmadan, istediğim kadar, istediğim şekilde ağladım. Elimi sardı, artık kan damlamıyordu sanırım. Yerdeki kanım kurumadan resmime devam etmek istedim ama engelledi. İzin vermediği gibi de hızla yeri sildi. Kanımı bırakmadı. Başımı koltuktan kaldırmak istemedim, yerden de kalkmak istemedim, cenin pozisyonu almak ve orada ağlamaya devam etmek istedim. Bu evde durmamı bile istemeyecekti. Kalkıp gitmem gerekiyordu ama bunu ne yapmak istiyordum ne de yapacak halim vardı. "Firuze tamam," dedi. Ağlamam için miydi bu tamam? Bilmeliydi kaybım bu kadar ağlamaya tamam olacağım kadar küçük değildi. Zaman biçmek istesem biçemezdim. Ecevit beni hiç anlamıyordu. "Tamam," dedi yine. "Gel," Gitmek istemiyordum. Git demediğini bile anlamıyordum. Kaldıramadı beni yerimden. Gözlerimi sıkıca yummuştum. Sonra, küçükken verdiği bir sözü tuttu.
"Atla Firuze!"
"Ecevit düşerim, düşerim!"
Küçük kız mahsur kaldığı ağaçta neredeyse ağlayacaktı. Nereye koysa ayağını dengesini kaybediyordu ve küçük boyu, ona aslında sandığı kadar yüksek olmayan bu yüksekliği gözünde büyütüyordu. "Ben seni taşıyabilirim!" dedi küçük çocuk. Bu bir soru işaretiydi. Kendine güveniyordu ama sandığı kadar büyük değildi. Firuze bazen gözünde o kadar küçülüyordu ki Ecevit'in, onu rahatlıkla taşıyabileceğini sanıyordu.
"Ya düşersem?" diye sordu Firuze.
"Ben senden önce düşerim yani sen benim üzerime düşersin. Hadi atla, ben tutacağım seni."
Ecevit'in planı; Firuze bir bacağını aşağı sarkıtacak, Ecevit onu tutacak, ikinci bacağını da sarkıtınca belinden tutacak sonra da beraber ağaçtan ineceklerdi. Bu dışarıdan izleyen bir büyük için çok tetikleyiciydi ama Ecevit ve Firuze için mümkün geldi. Firuze Ecevit'e güvendi ama son kez sordu. "Ama sen düşersen senin de canın acır."
"Acımaz," dedi bilmiş bilmiş. Ecevit söz konusu Firuze olunca ona bir şey olmaz sanıyordu. Bileğinde sonsuz bir güç hissediyordu. Firuze ilk ayağını uzattı. Boşluğa düştü ama Ecevit bacağına sarıldı. Firuze ikinci bacağını da indirince Ecevit belinden tutmak istedi. Tuttu da ama sandıkları gibi olmadı. Aynı yere sığmadılar. Ecevit Firuze'yi tutamadı ama bırakmadı da. Söylediği gibi oldu, ilk Ecevit düştü. Firuze onun üzerine düştü. İki çocuğun da bağırışı bahçede yankılandı. Asıl acıyı Ecevit çekse de en az ses ondan çıktı. Korkuyla Firuze'ye baktı. Kendisine karşı derin bir öfke duydu. Tutamamıştı. Düşürmüştü Firuze'yi. Ne beceriksizdi. Allah'ım kendisini yerden yere vurmak istiyordu. Ne beceriksizdi.
"Firuze Firuze," diye ikiledi. Firuze'nin biraz kolu acımıştı. Ağlamasını için yeterliydi. Firuze için kendi ifade etme yöntemlerinden biriydi çünkü bu. Ağlayarak hislerini belli ederdi. Ecevit için de bir o kadar uzak durduğu bir hal. "Kolun mu acıdı? Bakayım," dedi kızın koluna bakmak isterken.
Firuze daha çok ağlardı, nazlana nazlana kolunu da tutardı ama Firuze'yi de susturabilecek bazı ayrıntılar vardı. Mesela ağlamayan Ecevit'te kan görmesi. Avuçiçleri kanıyordu. Soyulmuştu hep. İlk gördüğü şey bu oldu. "Kan," dedi Firuze korkuyla. Ecevit ondan akıyor sandı.
"Yok yok," dedi hemen ve koluna daha dikkatli baktı. "Bak Firuze kan yok, ağlama. Bak."
"Ecevit senin elin kanıyor," dedi küçük kız. Kendi kolunun kanamadığını biliyordu. Kendi kolunun acısını da unuttu. Ecevit ellerine baktı ama "Acımıyor ki!" dedi. Acıyordu. Yalan söylüyordu.
"Ben sana taşıyamazsın dedim!" dedi Firuze çatık kaşlarıyla. Ecevit'in ellerine bakarken daha çok ağlayışı geliyordu.
"Taşırım, ayağım kaydı benim."
"Taşıyamazsın Ecevit, kocaman değilsin sen."
"Sen de kocaman değilsin!" diye kendini savundu çocuk. Hiç hoşuna gitmemişti bu durum. Dokundu verdiği sözü tutamamak. Çok zoruna gitti. "Büyüyünce taşıyacağım seni," dedi. Avuçlarındaki kanı pantolonuna sürdü. "Kucağıma alacağım, göreceksin. Ayağım da kaymayacak o zaman. Bak gör."
Yapışıp kaldığım yerden beni tekte kaldırdı. Bir eli diz kapaklarımın arkasına diğer eli belime konumlandı. Beni kaldırdı yerden. Ona tutundum, hem ayağı da kaymadı. Beni taşımakta zorlanmadı bile. İki Firuze'yi birden taşıyabilirdi sanki. Küçük ile fiziken büyümüşü aynı anda taşısa yeterdi. Taşıdı da. O hatırlamazdı ama verdiği sözü tuttu. Ağlıyordum. Sözünü tuttuğu için belki sevinçten. Seçemiyordum. Yumuşak bir yere yatırıldım. Gözlerimi hiç açmadım ama elini tuttum Ecevit'in. Bırakmadım. O bırakmak istedi biliyordum. Yarın bana çok kızacaktı bunu da biliyordum ama yarına çıkacağımız da belli değildi. Sonramı düşünmek istemeyecek kadar acı çekiyordum.
"Firuze ağlama," dedi sonunda. İyi bile dayanmıştı. Başımı salladım, elini yanağımın altına almaya çalıştım ama yetemiyordum.
"Seni benden aldılar," dedim yine. Bu gerçek bana her yeri yaktırabilirdi. Ecevit'ten her şeyini, benden Ecevit'i almışlardı. Amansız bir acıydı bu. Nasıl katlanacaktık biz? Üzerinde bulunduğumuz yatak cehennem çukuruydu adeta. İkimiz de acı çekiyorduk biliyordum. İkimiz de kayıpların acısını çekiyorduk. Ecevit'in elini bir şekilde yanağımın altına yasladım. Pansumanlı elim emanet gibi duruyordu köşede. Gözyaşlarım Ecevit'in avucuna yağıyordu ve o yine benim yükümü çekiyordu.
***
Ağrının vücudumun tek bir yerinde olmadığı sabahlara uyanacağıma günlerce uyumayı tercih ederdim. Başım, gözlerim ama en çok elim. Diğerleri ağrıysa, elimdeki kesinlikle keskin bir acıydı. İnleye inleye açtım gözlerimi ve bir çöl gibi kurumuş ağzımı oynattım. Midem çok bulanıyordu ve asit fokurduyordu adeta. "Of," dedim alnımı boylu boyunca ovalarken. Parmaklarım uyuşmuştu ama pansuman temizdi. Birkaç dakika hareketsizce ve düşüncesiz halde yattım. Nerede olduğumu, elimdeki acının, midemdeki bulantının nedenini bilmiyordum. Tavanı izliyordum, yorgana sarılmıştım ve yattığım yatağa kıvrılmıştım. İlk eylemim olduğum yeri incelemek oldu. Tanıyamadım. Çıkaramadım. Emin olduğum tek şey buraya yabancı olduğumdu, kesinlikle daha önce geldiğim bir yer değildi.
Akşam saat 10-11... Açtığım şarap şişesi... Kan... Fırçalar... Kulaklığım... Cam parçası... Söğüt ağacı... Boyalarım... Korna sesleri... Elimdeki pansuman... Her şey olabildiğince dağınıktı.
Kronolojik bir sıra yoktu. Karman çorbandı ama artık anlayabiliyordum. Ecevit'in evindeydim. Eğer ki ben uyuduktan sonra atmadıysa beni evden onun evindeydim. Dün akşam saat on, on biri geçtikten sonra gelmiştim. Üzerimde önü kapalı gri ceketim vardı. Saçlarım çok karışmıştı. Gözlerimdeki çapaklar batıyordu. Cebimdeki kulaklığım yatağa düşmüştü. Aldım ve cebime geri koydum. Mesanemde inanılmaz bir baskı vardı. Tuvalete gitmem lazımdı.
Oturur vaziyete geçtim ve ayaklarımı yataktan sarkıttım. Odadan çıkmaya çekineceğim kadar bile vaktim yoktu. Tuvalete gitmem gerekiyordu. Çoraplarımla yere bastım, kapalı kapıya ilerledim ve açtım. Amerikan mutfakta ocakta dumanı tüten çaydanlığı gördüm. Etrafta kimse yoktu ve evde ağır olmasa da sigara kokusu vardı. Başka bir yere de bakmadan hızla geçtim gittim ve hafızamda kalan kapıya gittim.
Geçen sefer kaldığımda Ecevit banyodan çıkmıştı ben uyanınca. Tuvalet de orada olmalıydı. Yeni uyandığımdan olacak şu an burada olmayan Ecevit'in gireceğim yerde olabileceğini düşünmedim. Çok sıkışmıştım ve hızlı hareket ediyordum. Kapıyı ben açtım, aynı anda arkadan biri tarafından çekildi. Öne doğru kapıyla beraber çekildim ve hızla kapı pervazına yaslandım. Ecevit bir adım geriye gitti ve göz göze geldik. "Yok artık," dedi bana bakarken. "Burada rahat ver bari."
Elimi kaldırdım ve gözlerimi kaçırdım. "Çok pardon," dedim yalnızca. Utandım yaptığımdan, bir görgüsüz gibi hissettim kendimi. "Lavaboyu kullanabilir miyim?" dedim. Kullanma derse ya zorla kullanacaktım ya da hemen yan komşunun kapısını çalacaktım. Mesanemdeki baskı gittikçe artıyordu.
"Dün yatağı kullandın," dedi banyodan çıkarken. "Bugün lavaboyu kullansan ne olur?" Hiç cevap vermedim ve hızla kapıyı kapattım. Kilitlemekle vakit bile kaybetmedim. Musluğu açtım ses olsun diye ve hızla oturdum klozete. En son ne zaman bu kadar sıkıştığımı hatırlamıyordum. Rahatlamış şekilde kalktım. Zaten açık olan muslukta tek elimi yıkadım uzun uzun. Gözkapaklarım şişmişti ve dudaklarım kurumuştu. Ağzımı çalkaladım. Bir diş fırçası ve macunu vardı. Macunundan kullansam bana kızar mıydı? Midem bulanıyordu. Kapı kapalıydı zaten, ben söylemesem anlamazdı bile.
Yıkadığım elimde parmağıma aldım macunu ve o şekilde fırçaladım dişlerimi. Ağzımı içini çalkaladım ve elimi tekrar yıkadım.
Gözlerimdeki çapakları aldım. Saçlarımı toplamak istedim ama tek elle yapamadım. Önlerini düzeltmeye çalıştım ama düzelmedi. Kaldı öyle. Rahatsız olur diye havlusunu kullanmadım, elimi üstümle sildim ve banyo kapısını açtım.
Ocağın başındaydı, kendisine çay koymuştu ve tavada bir şeyi karıştırıyordu. Sanırım soğanlı menemendi. Tavadaki domateslere baktım. Çıktığımı duydu ya da duymamazlıktan geldi. Dudaklarıma yaladım birkaç kez. "Günaydın," dedim kısık bir sesle. Tek kaşı çatık önüne bakıyordu.
"Su faturasını baban mı ödüyor?" dedi. Girer girmez musluğu açtığımı duymuştu. Daha çok utandım. "Pardon, biz babana ödüyoruz," dedi. Soğanları karıştırmayı bıraktı ve bana baktı. "Baban demişken, çatıma ne zaman helikopter indirir? Bu gelişinde mi yoksa bir sonrakinde mi?" Çayını aldı ve bir yudum içti. "Çayımı yeni demledim, helikopterle baban insin tepeme yine kılımı kıpırdatmam."
Masaya bir çay bardağı daha koydu. Kahvaltı masasına kendisi için koyduğu bardak mıydı o yoksa benim için miydi? Bilmiyordum. "Ecevit dün..."
"Burası otel değil Firuze," dedi oldukça net bir sesle. "Hastane hiç değil. Ben doktor zaten değilim." Çırpılmış yumurtayı tavanın içine bıraktı ve ufak kaşık darbeleriyle yumurtayı yedirdi menemene. Midemden öylesine ses geldi ki, menemenin pişme sesi olmasa duyardı. Menemeni bıraktı ve dolabı açtı. İki tabak çıkardı, heyecanla tabaklara baktım. İki tabağı da masaya koyana kadar ikna olmadım birinin benim için olduğuna. Bir çocuk gibi sevindim o tabak masaya konunca ama sesim soluğum çıkmadı. Bardağı da bana koymuştu o zaman. Menemenin altını kapattı ve bezle kulpundan tutup masanın ortasına koydu. Kendi bardağındaki çayı bitirdi, dibini döktü ve kendine çay koydu. Sonra benim bardağıma önce sıcak su koydu sonra çalkalayıp uzak mesafeden lavabonun içine fırlattı. Ardından vakit kaybetmeden bana da çay koydu ve masaya oturdu. Durduğum eşikteydim, hareket etmiyordum. Midem gurulduyordu, masada bana da tabak vardı ama yine de çekiniyordum gitmeye.
"Gelip yemen için yalvarmayacağım ya da ısrar etmeyeceğim. Yiyeceksen otur, yemeyeceksen de bakma öyle. Rahat rahat kahvaltı etmek istiyorum," dedi. Ondan ısrar ya da yalvarma beklemiyordum. Sadece tabak ve bardakla yaptığı daveti sözlü yaparsa daha rahat otururdum sofraya ama yapmadı. Olsun, davetin büyüğü küçüğü olmazdı. Seneler sonra Ecevit'le kahvaltı yapabilmek benim için yeterdi.
"Yiyeceğim," dedim masaya ilerlerken. Duraksar da bana yüzsüzmüşüm gibi bakar diye çok korktum. Söylediğim onda hiçbir etki yaratmadı. Tabağını doldurmaya devam etti. Salatalık domates, peynir zeytin, menemen ve çay vardı. Çatalımla biraz peynir aldım tabağıma, birkaç dilim de salatalık. "Bana ekmek uzatır mısın?" diye sordum. Menemenin dumanı tütüyordu ama sadece ondan yemek istiyordum. Ekmek dilimlenmemişti, eliyle koparacak gibi oldu ama sonra kalkmaya karar verdi. "Bıçakla kesmene gerek yok," dedim. "Elinle kesebilirsin, ben elimi kullanamıyorum. Çok acıyor," dedim. Göz ucuyla beni kontrol etti.
"Ne bileyim, sosyetesin ya sen. İnce ince dilimlenmiş ekmekten başka yemek istemezsin dedim."
"Sosyete değilim ben. İki türlü de yerim," dedim. Ekmeği koparıp bana verdi. Tek elimle yolmaya çalıştığımı görünce birkaç lokmaya böldü cıklayarak. Hep yapıyordu hem de kızıyordu.
"Menemene ekmek bansam tiksinir misin?" dedim. Tabağıma almak istemiyordum ama ayranımdan tiksineceğini belli etmişti bir kez. Benim yüzümden yemesin istemiyordum.
"Tiksinmem," dedi. Kendi köşemden, çok ortalara dalmadan ekmeğimi bandım. Biraz üfledim sonra yedim. Çok güzel menemen yapmayı öğrenmişti. Verdiği bütün ekmeği yedim. Yenisini istemedim, yer misin derse de yok diyecektim ama o sormadı, kendine alırken bana da verdi. Yine lokmalara böldü, çayını çok hızlı içiyordu iki kere tazeledi. Benimki daha dibi görmemişti.
"Ne kadar güzel yapmışsın menemeni," dedim sonra. Biberi acıydı biraz burnum akıyordu ama yine de karnım öylesine doymuştu ki iki gün yemek yemesem aramazdım.
"Biz de hapiste boş durmadık," dedi hiç beklemediğim şekilde. Belki biraz düşünsem bu aklıma gelirdi ama bir anlık boşlukta kurmuştum o cümleyi. Boğazıma dizildi yediklerim. Sessizce masaya baktım. Hiçbir şey söylemedim.
"Anlat şimdi tam olarak ne zaman kafana esince evime gelmeyi bırakacaksın?" dedi. Vermekten kaçtığım bir hesap vardı. Eninde sonunda verilecekti.
"Sadece iki kere geldim," diye kendimi savunmaya çalıştım.
"Alay mı ediyorsun benimle?"
"Sarhoştum."
"Biliyorum. Daha da kötü. Burası içip içip sızabileceğin bir yer de değil."
"Ama ben gidiyordum zaten sen kapıyı açmayınca. Sen geldin."
"Ölüyordun Firuze, farkında mısın? Haşat edecekti o araba seni ben gelmesem."
Cevap vermedim ve kahvaltı sofrasına baktım. Ekmek kırıntılarını toplamaya başladım. "Çay doldurmamı ister misin?" diye sordum.
"İstemem," dedi oldukça açıkça. "Dün niye geldin?"
Elimi gösterdim. "Elim kanıyordu."
"Ben doktor muyum Firuze?"
"Dün gittin mi?" diye sordum büyük bir cesaretle. Sorum araya kaynasın istedim.
"Nereye?"
"Biri aradı ya seni," dedim. Yüzüne bakmıyordum. Ekmek kırıntılarını topluyordum ona bakmadan. "Babanın evindeyken. Sana hastayken yemek gönderen kadındı galiba, marangozdayken duymu..."
"Sen bana bunları neden soruyorsun?" dedi. Eğer biraz daha soru sorarsam elini başına vura vura bir de hesap soruyor diye dellenecekti.
"Ben kaçta geldiğimi bilmiyorum. Kafam yerinde değildi. Eğer ki senin gidişini engellediysem özür dilerim. Saat kaçtı bilmiyordum. Yapabileceğim bir şey varsa yapayım diyecektim."
Alalen yalandı. Dün içimde kendini yerde yere vurarak ağlayan Firuze, yorgunluktan bitap düşmüş uyumuştu sadece. Kolayca yalan söyleyebiliyordum.
"Yapabileceğin tek şey benim evime kafana estiği zaman gelmemen."
"O kişiyle ilgili önemli bir şey mi vardı?" diye sordum bu kez. Şansımı çok zorluyordum.
Döktüğüm bütün kırıntıları toplamıştım.
"Tanımadığın insanlarla alakalı bu kadar soru sorma, sorunlarıyla da bu kadar ilgilenme," dedi açıkça ve tüm yollarımı kapattı. Ona baktım. Dikkatli gözlerle bana bakıyordu.
Söyleyebileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Soracağım her sorunun önü kapatılmıştı. "Zaten bizim çözmemiz gereken tonla soru var. Araştırdın mı verdiğim ismi?"
"Araştırdım."
"Ne buldun?"
"Kaybolmuş o adamın söylediği gibi. Sonra bulunmuş ama kaçıran kişiler bulunmamış. Çetelermiş zaten. Sen araştırabildin mi?"
"Araştırıyorum," dedi. "Aile Elmadağ'a taşınmış. Adreslerine ulaştım. Gidip konuşacağız."
"Konuşmak isterler mi bizimle?"
"Bizimle kimse konuşmak istemiyor zaten Firuze," dedi. Evet doğru söylüyordu. "Artık birimiz avukat mı oluruz, doktor mu oluruz, dolandırıcı mı oluruz. Ne olursak olacağız. Sen zaten hakimsin bu konulara."
"Ben dolandırıcı değilim," dedim.
"Şüpheli," dedi.
Çay bardağımı elime aldım ve geriye yaslandım. "Buz gibi oldu o çay," dedi. Ben küçükken de soğutup öyle içerdim demedim. Daha fazla sinirlerini bozmak istemiyordum.
"Ne zaman gideceğiz Elmadağ'a?"
"Yarın sabah."
"Neden bugün gitmiyoruz?"
"Allah'ım hesap soruyor," dedi. Hemen her şeye kızıyordu. "Hesap soruyor, kafayı yiyeceğim."
"Soru soruyorum, hesap sormuyorum."
"İşim var çünkü bugün."
Ona bir soru daha sormak isterdim ama hesap sorduğumu iddia ederdi. O yüzden sormamayı tercih ettim. İçime gömdüm, gece beni uyutmayacaktı belki ama yine de sustum. "Elin dikişlikti," dedi pansumanı işaret edip.
"Değildi."
"Muhtemelen iyileşmeyecek. Doktora gitmek zorunda kalacaksın."
"Kalmayacağım, eve gidince krem sürerim."
"Eve git," dedi ama beni kovduğunu hissetmedim bu kez. "Doğruca eve. Yarına kadar dinlen, yol uzak. İlaç içeceksen iç. Yarın dinç ol yanımda."
"Sen de işini mi yapacaksın?" diye sordum. Cevap vermedi, kalktı yerinden ve sofrayı toplamaya başladı. "Hadi Firuze," dedi. "Benim de çıkmam lazım. Hadi."
İlahi Bakış Açısı
"Geldim ben Farah, kapıdayım."
Ali Ecevit Tarhan, son zamanlarda daha nadir uğradığı bu semte iki gündür üst üste uğruyordu. "Hemen çıkıyorum," dedi kadın. İki katlı bir evin bahçesine çıktı. Ecevit'in aracını gördü. Adımlarını hızlandırdı ve kısa zamanda yan koltuğa geçti. Gülümsedi ve Ecevit'e baktı. "Hoş geldin," dedi. Ecevit gülümsemesine küçük bir tebessümle karşılık verdi ve "Hoş buldum. Tamamsan gidelim."
"Tamamım," dedi Farah. Emniyet kemerini bağladı ve parmaklarını birbirine bağlayıp yola baktı. "Abim seni gördüğüne çok sevinecek. Geçen sefer de gelmeyince açıkçası gönül koydu biraz."
"Abin bana gönül koymaz Farah," dedi Ecevit. Bunu söylerken kendinden çok emin konuşuyordu. Yanındaki kadın kadar olmasın, bahsi geçen adamla Ecevit de çok vakit geçirmişti.
"Artık insanlara gönül koyacak kadar yaşlandı Ecevit," dedi kadın. Dudaklarını birbirine bastırdı. Bu cümle kadını üzdü, yüzüne bir buhran çöktü, görmemeye çalıştığı gerçeği sindiremeden Ecevit'e söylediğini hissetti. Ecevit bu üzüntüyü hissetti ve yanındaki kadına baktı. Kadının yüzünü inceledi, bir teselli cümlesi kurmak istedi, ne diyeceğini pek beceremedi. Ecevit zaten anlamazdı bu teselli işlerinden.
"İnsanoğlu," dedi sonra yola bakarken. "Kaçınılmaz."
"Geçen sefer gittiğimde tahliye meselesini konuştum. Çok yaşlı, avukatı bir şeyler yapabileceğini söylüyor ama yine reddetti."
"Orada mutlu," dedi Ecevit. Farah sinirleri bozulmuş gibi güldü. "Yapma Allah aşkına, sen mutlu muydun?" diye sordu açıkça. Bu cevabı abisinden de kendisinden de duymaktan çok sıkılmıştı. Ecevit'ten iki üç yaş büyüktü ama Ecevit'ten daha gençti. Bir insanın dört duvar arasında mutlu olamayacağını biliyordu en azından.
"Benim mutlu olduğum herhangi bir yer yok," dedi Ecevit. Ecevit yola baksa da Farah yanındaki adama bakıyordu. İki yıldır yüz yüze tanışıyorlardı. Abisi olmasa da abisinin gölgesi üstündeydi. Kendini hep güvende hissediyordu ama bu adam abisinin yanından çıkıp geldiğinden beri arayacak biri olmuştu Farah için. Bu çok kıymetliydi.
"Herkesin mutlaka mutlu olabileceği bir yer vardır Ecevit," dedi oldukça eminken kendinden. "Ya bakmayı bilmiyordur ya da bakmaya cesaret edemiyordur. Seninki hangisi?"
"Sen mutlu musun?" diye sordu Ecevit yola bakarken. Farah onu izlese de Ecevit gözbağı kurmak istemiyordu. İnsanlarla böyle konular üzerinde de konuşmak istemiyordu.
"Henüz değilim. Bakmaya cesaret edemiyorum muhtemelen, bir gün mutlu olacağım ama sen benim soruma cevap ver. Kaçma."
"Benimki hiçbiri. Mutluluk arayışında da değilim zaten," dedi. Ecevit'in tek arayışı Melike'ydi. Onun dışında vardığı tek duygu da cehennem ateşini aratmayan bir nefretti. Bu dünya üzerinde nefesini kesmek istediği çok insan değildi.
"Bence sen bakmayı bilmiyorsun," dedi Farah.
"Ben felsefe hiç sevmem biliyor musun Farah? Beni de bugün abinle konuşmak için çağırdın ama ben konuşsam da ikna olmayacak. Kendim konuşacaklarım olmasa bunun için gelmezdim."
"Ecevit lütfen ısrar et," dedi. Bunun için yalvarabilirdi. Abisini ikna edebilecek tek kişi Ecevit'ti.
"Dün senden izin alırken, bunu neden karşılık olarak sunmadın?" diye sordu Ecevit. Bunu sahiden merak ediyordu. Kötülüğe o kadar alışmıştı ki iyilik görmeyedursun konduramıyordu. "Tehdit etseydin ya beni, sen abimi ikna et ben öyle izin vereyim sana diye. Niye yapmadın?"
"Ben çıkarcı bir kadın değilim," dedi Farah. Bunu yapmazdı. Bunu Ecevit'e yapmazdı. Abisinin ne çok sevdiğini biliyordu Ecevit'i. Ecevit'in yaşadıklarını da, az buçuk, duyduğu kadarıyla biliyordum. Üzerinden çıkar sağlamak isteyeceği bir adamdı değildi. Ne olursa olsun, Ecevit gökyüzünü gördüğü günden beri, ne zaman ararsa ararsın çıkar gelirdi.
"Bu çıkarcılık değil. Dün seni riske atacağım, rahatını kaçıracağım bir ihtimal söyledim. Karşılık bekleyebilirdin. Bu işin sonu sana da dokunabilir, risk alıyorsan karşılık beklemek de hakkın" dedi.
"Sen beni bir şekilde korursun Ecevit," dedi Farah. Bunu inanarak söyledi. Ecevit'in de bilmesini istedi. Ecevit korur muydu? Mutlaka. Başka da bir şey demesine gerek kalmadı. "Eyvallah," dedi Ecevit yalnızca. Cezaevine kadar da başka bir şey konuşmadılar. İçeri girdiler. Ecevit özel izin kağıdını gösterdi. Üstleri arandı. Ecevit her bir basamağına içinden söve söve bastı. Buranın kokusundan, duvarlarının renginden ve ışığından bile nefret ediyordu. Yıkılsa dönüp bakmazdı.
Geçtiler, karşı karşıya oturdular. İhtiyar adam artık daha yavaş yürüyordu. Belki son yıllarını burada geçirmese ve korkunç bir hastalıkla boğuşmasa dinç olurdu. Mutlaka onun yaşındakiler bu halde değildi. Gelmesi biraz gecikti. Farah'ın gözleri kapıdaydı. Uyarı yiyeceğini bile bile yine de kalktı ve ağabeyine sarıldı. Ağabeyi değil babası yaşındaydı. Aralarında ciddi bir yaş farkı vardı. Farah babasını bilmezdi zaten, abisi Cengiz'i bilirdi. İhtiyar adam, gardiyana eliyle engel oldu ve kardeşine sarıldı. Ecevit ayaklandı, yaklaşmalarını bekledi. Elini öptü, karşısına oturdu. Çok yaşlanmıştı. Hatalık adamı çöktürüyordu ve Farah böyle bir hastalıkla savaştığını bile bilmiyordu.
Ecevit'in karşısına ilk çıktığında, her sabah uyanan, tıraş olan, gömleğini giyen ve kitap okuyan o adam yoktu artık. Sayılı günleri kalmış bir adam vardı artık.
"Bak sana kimi getirdim," dedi Farah.
"Sen getirmesen gelmeyecek zaten," dedi ihtiyar. Ecevit güldü, Farah haklı çıkmanın gururuyla "Bak ben sana demedim mi?" dedi. Ecevit aralarına girmedi. Abi kardeş konuştular. Farah bu kez konuyu açmadı. Zaten Ecevit konuşacaktı. Etkisi düşsün istemedi. Çok da durmadı zaten.
"Ecevit seninle bir şey konuşacakmış abi," dedi. Yerinden kalktı. "Ben sizi yalnız bırakacağım," dedi. Abisine sarıldı son kez, Ecevit'e gülümsedi ve lütfen diye fısıldadı. İçinde kuvvetli bir umut vardı. Ecevit o çıkıp gidene kadar tek kelime etmedi. Çıkışını izledi sonra baktı adama.
"Bu yaptığın iş değil," dedi sonra.
"Bunun için mi getirdi seni?"
"O bunun için getirdi, ben başka bir şey için geldim."
"Tamam kendin için geldiğin sebepten bahset o zaman."
"Bu yaptığın iş değil ihtiyar," dedi Ecevit bastıra bastıra. Adam güldü. "İhtiyar deyince daha çok yaşlanmıyorum."
"Hastasın hasta!" dedi Ecevit. "Anlıyor musun? Kardeşin bunu bilmiyor bile. Hastasın. Çökmüşsün. Öleceksen de çık kardeşinin yanında öl,"
"Öleceksen kardeşinin yanında ölmeyi tercih eder miydin?" diye sordu ve Ecevit'i korkunç bir ikilemde bıraktı. İlk kez düşündü bunu. Kardeşini bulmamıştı bunu. Bulunca yanında öleceğini bilse bulur muydu? Bu acıyı yaşatır mıydı?
"Hata yapıyorsun," dedi yalnızca. "Ben söyleyeceğimi söyledim. Farah'a da söyledim. Israr etmem abine ama hata yapıyorsun. Başka da diyecek bir şeyim yok."
"Sen de en çok neyi seviyorum biliyor musun Ecevit?" dedi adam. Birkaç kez öksürdü, ağzına peçete kapattı. "Hiçbir zaman haddinden fazla soru sormadın. Haddinden fazla ısrar etmedin. İnsanların işine bile karışmadın. Beni abin gibi, affola baban gibi gördün ama yine de o sınırı aşmadın. Bir oğlum olsa, senin gibi olsun isterdim," dedi. Ecevit elinde büyümemişti ama Ecevit'i ellerinde büyütmüştü. Oymuştu, kazımıştı, çivilemişti, okutmuştu, yazdırmıştı, işle, aşla, kalemle Ali Ecevit Tarhan olmasını sağlamıştı. O yabani çocuğun içindeki cevheri çıkarmıştı.
"Eyvallah," dedi Ecevit. "Sen de bana yeri geldi öğretmenlik yaptın, yeri geldin babalık yaptın. O yüzden bu dediklerimi istersen evladın olarak, istersen taleben olarak al. Ölç tart," Sonucun değişmeyeceğini bile bile söylüyordu bunları.
"Eyvallah," diye karşılık verdi aynı şekilde adam. "Söyle bakalım şimdi, neredesin, ne yaptın? Kimi öldürdün, kimi dirilttin, kimi buldun?"
"Daha öldürdüğüm yok, bilek gücünü kırmayla başladım."
Adam kesin kesik güldü. Başını salladı. "Tam olarak bu cevabı bekledim," dedi. "Asıp kesen hesapsız kitapsız adam bir halt beceremez. Kırabildin mi bileklerini?"
"Gözlerinin önündeyim, ülke ayaklarının altında, kılıma bile dokunamıyorlar."
"Bunun sonu olur ama başka planın var mı?"
"Var, güç topladıkları an ikinci darbeyi de indireceğim. Bu beni bir süre götürür."
"Melike?"
"Arıyorum."
"Umut var mı?"
"Var," dedi Ecevit. Olmalı. Başka ihtimal bile yok. Olmalı. "Kardeşim ölmedi Cengiz amca. Kardeşim ölmedi. Gittim o alçak herife teklif sundum. Kardeşim neredeyse söyle siktir olup gideceğim hayatınızdan dedim. Söylemedi. Hayatının fırsatını sektirdi."
İhtiyar adam dikkatle Ecevit'i izliyordu. Yüzündeki öfkeyi okuyordu. Hiçbir şey kaybetmemişti. Bu çok iyiydi. Ölen yoktu, dirilen vardı. Bu pek iyiydi. "Siktir olup gidecek miydin hayatlarından?" diye sordu adam açıkça. Ecevit gözlerinin içine baktı ama cevap vermedi.
"Melike'yi arayan bile olmamış," dedi. Bu gerçekle bu şehri yakıp yıkmak istiyordu. "Babam ölmüş, bir bebek kaybolmuş ortalıktan ama dönüp de bakan bile olmamış. Arayıp soran olmamış. Kaybolmuş gitmiş. Böyle adalet mi olur?" diye sordu. Belki de bu sorular, ilk sorunun yanıtıydı.
"Adalet yalnızca çoğunluğun değil azınlığın da güvencesi olmalıdır," dedi adam. "Ama gel gör ki bu ülke adaleti çoğunluğun değil azınlığın güvencesi yaptı. Senin kardeşin o çoğunluğun çocuğuydu evlat, ararlar mı senin kardeşini sanıyorsun?" diye sordu. Ecevit gibi bir adamın adalet kelimesiyle işi bile olmamalıydı adama kalırsa ama söz konuş kendisi değilse yine arıyordu o güvenceyi. Ne yazıktı bu adama, ne yazıktı bu adamın ailesine.
"Bedel öteceğim," dedi Ecevit başını sallayarak. "O çoğunluğun bedelini tek başıma ödeteceğim hem de." Soluklandı. Yutkundu. "Bir çete var. O dönem sokak sokak çocuk kaçırıyorlar. Arkalarında büyük isimler var. Çete çökmemiş. Kurtulan çocuklar kurtulmuş ama çok fazla çocuk bulunmamış. Aynı dönem babamın yaşadığı mahallede bir çocuk daha kayboluyor. Melike de aynı dönem kayboluyor. O çocuğu buluyorlar ama Melike'den ses seda yok. Kimse de ses seda peşine tam düşmemiş. Ben araştırdım o çeteyi,"
"Ne buldun?" diye sordu ihtiyar.
"Adını kullanmam lazım," dedi Ecevit açıkça. İhtiyarın kaşları çatıldı. Bunu seneler önce kendisi teklif etmişti. Ecevit'in tek amacı vardı, kardeşini bulmak. Azılı bir mafyanın adıyla adım atmak, onun belalarıyla uğraşmak değildi. "Başka türlü zor. Dün gittim Farah'la konuştum. Olur da senin adın yeniden canlanırsa, ucu bucağı ona da dokunur diye. İzin vermezse gelip seninle konuşmayacaktım ama kabul etti. Kardeşini bulacaksan ne gerekiyorsa yap dedi. Ama sana da söylüyorum. Benim amacım seninki gibi saltanat değil. Para pul, güç de değil. Allah razı olsun, şimdi bir şeyler yapıyorsam senin sayende ama daha fazlasını istemedim. Şimdi istiyorum," dedi Ecevit. "Kardeşim için istiyorum."
"Kardeşimi koruyacak mısın?"
"Gözün arkada kalmasın. Farah'ı riske atacak tek bir şey bile yapmam."
"Sana hâlâ bir saltanat vaat ediyorum Ecevit," dedi ihtiyar. Bir kız kardeşi değil de bir erkek kardeşi olsaydı her şey daha farklı olurdu. Daha mı iyi olurdu? Buna hayır denebilirdi ama daha farklı olurdu.
"İstemiyorum. Benim işim olmaz öyle şeylerle. Ben bir daha hapis yüzü göstermem kendime. Ben sadece kardeşimi istiyorum," dedi. "Anlıyor musun? Sadece Melike. Bir de..." duraksadı. Boş verdi. "Melike'yi bulmam lazım."
İhtiyar adam başını salladı. Oraya girersen çıkmak zor demedi. Girsin istedi. O yonttuğu çocuk bir saltanat kursun istedi. İyi bir adam olmasın istedi. Ona iyilik yapılmamıştı, içinde biraz olsun iyilik kalmamalıydı. "Tamam," dedi. Sonra durdu ve Ecevit'e baktı. "Tek mi arıyorsun Melike'yi?" diye sordu. Şüphe duymak değildi bu. Sadece bir başına mıydı bunu öğrenmek istiyordu.
"Atilla Akın'ın kızıyla."
"Firuze Akın'la yani?"
Ecevit gözlerini kaçırdı ve dudaklarını ıslattı.
"Öyle," dedi sadece.
"Düşmanını dostundan yakın tutmak mı?"
"İşime yarayacak her şeyden faydalanmak," dedi Ecevit. "Başka bir anlam yok." Adam gözlerini dikti Ecevit'e. Uzun uzun baktı. Bin türlü şey düşündü. Birini bile dillendirmedi. Sadece izledi.
"Söyle söyle ne söyleyeceksin?" dedi Ecevit ters bir sesle. Şu ihtiyarların bakışları sinirlerini bozuyordu.
"Bir şey mi söylememi bekliyorsun?"
"Ben beklemiyorum, sen dilinin arkasında tutuyorsun. Ne söyleyeceksen söyle."
İhtiyar adam Ecevit'in yüzüne baka baka güldü. "Firuze taşların vardı, hatırlıyor musun?"
"Varsa vardı, ne olmuş?"
"Duvara harf kazıyordun o taşla hatırlıyor musun?" diye soruldu bu kez. "Taş yetmeyince tırnaklarını kullanıyordun, kan revan içindeydi hep tırnakların," Ecevit'in gözlerinin içine bakıyordu geçmiş. "Kazıdığın harfleri unutma evlat. Ben sana başka ne diyeceğim? Kazıdığın harfleri sakın ola ki unutma."
***
Instagram; dilanduurmaz
uzumbugusuofficial
Comentarios