XIV- "yük taşıyamayacak olana borç yüklenmez"
- Dilan Durmaz
- 7 Haz
- 33 dakikada okunur
Ben geldim!
Önce yıldıza basalım mı? Basalım basalım... Her yorumun beş yıldıza bedel olduğunu bilerek bol bol yorum yapalım mı? Yapalım yapalım... Twitter'da ve tiktokta #ÜzümBuğusu etiketiyle paylaştığınız her şeyi görüp okuyorum. Teşekkür ediyorum ve bölümle baş başa bırakıyorum sizi.
Keyifle okuyun.
***
Aralık 1992
Saat 10.48
İnsan tek bir duyguyla ölür. Korku. Ölüm korkusu. Geriye kalan her duygu; ölümden önce bedeni hiç yaşanmamış gibi terk eder ve insan yalnızca ölüm korkusuyla savaşır. Bu savaşı verebilmek için on yaş erken bir yaştır. İnsan büyümeli, onlarca duyguyla tanışmalı, onlarcasını yaşamalı ve ölmeden önce tek bir duyguyla kalmalı. Ve bu süreç on yaşı birden fazla kez katlamalı.
Ecevit’in sanık kürsüsündeki varlığı, dünyadaki varlığını anımsatıyordu. Milyarlarca insanın yaşadığı bu dünyada bir toz zerreciği kadarız demişti bir kez öğretmeni. Ecevit günlerce bu cümleyi düşünmüştü. Bu kadar küçük olabileceğini kabullenmemişti ama şimdi bulunduğu noktada hissettiği tam olarak bir toz zerreciğiydi. Kalbinde ona kalan tek duyguysa korku. Ölecekmiş gibi, onu öldüreceklermiş gibi ve insanlar onu ölümle suçluyorlarken; o yalnızca korku hissediyordu. Dili damağı kurumuştu ve bacakları titriyordu. Ayakta durmak istemiyor değildi, ayakta duracak gücü yoktu sanki. Gözyaşlarını durduramıyor babasına dönemiyordu. Avucu şakağına gidiyor, bir aşağı bir yukarı sürtüyordu derisini derisine.
O bıçağı neden istediğini anlatmıştı ama sanki kimse ikna olmamıştı. Ne yapacaktı? Ne korkunçtu bu çaresizlik. Küçük kalbi içine sığdıramıyordu. Kopan bir kolyenin boncukları gibi süzülüyordu yaşları. Karşısında oturan hâkim, onunla konuşurken ona hâkim amca diyecek gibi oluyordu ama korkup vazgeçiyordu, avukatlara döndü ve Kadir abisine sorup sormayacakları bir şey olup olmadığını sordu. Ecevit’in avukatı söz aldı ve yerinden kalktı.
“Ben tanığa şunu sormak istiyorum; tanık bir çocuğa bıçak vermemesi gerektiğini biliyor ve bıçağı vermiyor. Peki aynı çocuğa bıçağı ya da makası neden istediğini sordu mu?”
“Sordum,” dedi adam. “Ama cevap vermedi. Alel acele çıktı yanımdan ben vermeyince.”
Ecevit daha fazla duramadı, dizlerinden destek aldı ve biraz eğildi. Kime sesleneceğini şaşırdı. Aklı başında bir çocuktu. Buradaki herkesin o bıçağı neden istediğini düşündüklerini biliyordu. Hâkime baktı “Ben,” dedi dudaklarının arasında. Anlatamıyordu kendini. Avukatına baktı. Hiç kimsede bulamıyordu aradığını. Kimsesizdi. Babasına döndü. “Baba,” dedi. Hüseyin Tarhan oturduğu yere yığılmıştı adeta. Göğsü daralıyor, çok şey söylemek istiyor ama ağzını açamıyordu. Başı bükülmüştü. Oğlu çökmüştü, gidip doğrultamıyordu bile. Ecevit babasıyla göz göze geldi. O ana kadar Hüseyin Tarhan’ın gıkı çıkmamıştı. Oğlunun yaşlı gözleriyle buluştu gözleri, ikisinin de aynı anda kaşları büküldü. Ecevit baba diye fısıldadı, Hüseyin Tarhan oğlum diye. İkisinin de dudağından kimsenin duymadığı bir hıçkırık döküldü.
“Dik dur,” dedi Hüseyin Tarhan son bir kuvvet. “Dik dur, Ali Ecevit.”
Yığıldığı yerde oturuşunu düzeltirken adam, Ecevit zorlukla ellerini dizlerinden ayırdı ve dik durdu. Önüne döndü. O babasına baktıkça ölen çocuğun annesinin sesi acıyla yükseliyordu.
“Peki tanığa soruyorum,” diye yineledi avukat. “O eve girip çıkan biri. Ecevit’te evin çalışanının oğlu. Bu sık sık denk geldiklerini gösterir. Ecevit nasıl bir çocuktu? Uysal mıydı? Kavgacı mıydı? Çocuklar kendini belli eder, saldırgan anlaşılmaz bir çocuk muydu Ecevit yoksa yardımsever uslu bir çocuk muydu?
Aşçı başını asla başka bir yere çevirmiyordu. Ecevit, “Kadir amca,” demiş bulundu. Adam bir refleksle Ecevit’e baktı. Yüreğine kalın bir yorgan iğnesi battı adeta. Yumruğunu sıktı. Gözlerini hızla çevirdi ama Hüseyin Tarhan’ın oğluyla üç saniye göz göze gelmek yetti. Dürüst oldu, yalan yanlış konuşamadı.
“Uysal bir çocuktu. Saldırgan değildi. Efendi uslu bir çocuktu.”
Avukat başını salladı. Beklediği tam olarak bu cevaptı. “Arkadaş gibi miydi diğerleriyle yoksa evden dışlanır mıydı? Kin gütmesine sebep olacak bir dışlanma var mıydı?”
Aşçı başını salladı. Yüreğine batan iğne izin vermiyordu. Bu soruların başka cevapları yoktu adeta. “Arkadaş gibilerdi. Atilla Bey ve ailesi de daima iyi davranırlardı ona. Akşam yemeklerini beraber yerlerdi. Dışlanmazdı.”
Avukatın soruları, adamın dürüst cevaplarıyla açılmaya başlandı. Düğmesi ilikli bir çocuğu katil çıkarıyorlardı, herkes destek oluyordu. Gözünün içine bakmak bile yeterdi bu çocuğun. Suç suçlunun üstünde böylesine eğreti duran bir olgu olmamıştı. Bunu bilir bunu söylerdi. Bu çocuk masumdu. Nefesi bile temizdi.
“Peki vefat eden çocukla şimdiye kadar aralarında bir münakaşa olduğunu gördünüz mü?”
Aşçı bu noktada avucunu daha çok sıktı, dişlerini birbirine sapladı. Beyazlamaya başlamış saçları, yüzünde yer yer göçükleri vardı. Orta boylu, biraz kiloluydu. Bazen bazı gerçekler, çıplak halde yanlış ve suçlayıcı gözükür. O yüzden onları giydirip öyle söylemek gerekirdi. Ama şimdi tam olarak onları giydirmeden söylemek zorundaydı. Vicdanıyla dili arasında değildi. Vicdanıyla hayatı arasındaydı. Ailesinin hayatı, çocuklarının rızkı…
“Pek iyi değildi,” dedi adam hâkime bakarken. Hâkim gözlerini kıstı ve tanığa daha dikkatli baktı. “Kavga ettiklerine şahit olmuştum bir kez.”
Ecevit ölmeden önce hissettiği tek korkuyla boğuşmaya başladı. Boğazına bir değil onlarca el çöktü. Ne olduğunu anlayamadı, hatırlayamadı, konuşamadı. Önündeki ahşap trabzanlara tutundu. Soruyu soran avukatın avucunda patladı cümleleri. Adam içinden okkalı bir küfür savurdu. Hâkim “Kavganın sebebi neydi?” diye sordu.
“Bilmiyorum,” dedi aşçı. “Sadece Ecevit pek sevmezdi çocuğu.”
Kavga denebilir miydi? Ecevit’in zihnine düşen anlar kavga kelimesi kadar kuvvetli değildi. Son günlerde yaşadıkları öylesine kötüydü ki bazı anlar zihninin kuytu köşesine çekilmişti. Çok az uyuyor, çok az yemek yiyor, çok az yıkanıyordu. “Biz kavga etmedik ki!” diye savundu kendini. Kavga nedir biliyordu. Okulda etmişliği vardı herkesten gizli. O kesinlikle kavga değildi. Hem o çocuk ondan büyüktü, Ecevit’in gücü yetmezdi ona.
“Firuze’yi itti o,” dedi. Firuze’yi artık burada istiyordu. Sabah ilk geldiğinde kesinlikle hayır derdi ama artık istiyordu. Ona sormalılardı bunları. Sonra hemen götürselerdi ama birkaç dakikalık da olsa getirmelilerdi. Buradaki kimse ona inanmıyordu ama Firuze’ye elbet inanırlardı. Firuze’yi sevip inanırlardı. Ecevit’i sevmiyorlardı ve inanmıyorlardı. “Yok yok. Biz kavga etmedik. Hâkim amca,” dedi telaşla. Amca dediğini bile anlamadı. “Ben uçak yaptım Firuze’ye, Firuze de boyadı sonra uçurdu,” dedi. Ödü kopuyordu küçük bir şeyi bile eksik anlatacak diye. “Onların bahçesine uçtu. Sonra o çocuk da attı Firuze’nin uçağını. Firuze ona kızmaya gitti. İtti Firuze’yi. Ben kızdım sadece. Kavga etmedik ki biz,” dedi. Nefes nefese kalmıştı. Unuttuğu bir şey var mıydı? “Ağlattı Firuze’yi.”
“Yalancı!” diye bağırdılar arkadan ona. Halbuki oğulları, Bülent yüzünden Firuze’ye bile düşmanlık besleyecek kadar kendini kaybetmiş, savunduğu görüşe adamıştı tüm benliğini. Bir davanın peşinde, küçük bir çocuğa bile kin güdebilirdi.
Ecevit bu kez başını Aylin Akın’a çevirdi. Firuze ona da anlatmıştı uçağını nasıl attığını. Aylin Akın bu beklenmeyen dönüşle göz göze geldi. “Aylin teyze Firuze’yi itmişti ya,” dedi titreyen ve yalvaran o ses. Aylin Akın hızla gözlerini kaçırdı, başını tavana kaldırdı dudaklarını birbirine bastırdı. Ecevit’in küçük gözleri yalnızca kendi yaşlarını görüyordu artık. Küçük bir okyanus gibi doluyordu küçük gözleri, o okyanus sanıyordu, birkaç damla yetiyordu küçük gözlerine. Parmak uçlarını gözkapaklarına bastırdı önüne döndü.
Hâkim avukata başka sorusu olup olmadığını sordu. Yok dedi adam, aşçı kimsenin yüzüne bakmadan çıktı gitti. Mahkeme salonu daraldı, Ecevit’in durduğu sanık kürsüsü büyüdü, Ali Ecevit küçüldü. Anne derken buldu kendini. Annesinin öldüğünü unuttu adeta. Anne diye seslendi çaresizce. Kendisi zor duyuyordu sesini, nerde gökyüzündeki annesi duyacaktı? Daha da kıstı sesini. Annesi duymasın istedi. Annesi burada görmesin istedi onu. Gömleğini böyle ütüsüz, gözlerini yaşlı, omuzlarını çökük görmesin istedi. Ne çok üzülürdü. Ecevit mahcupça küçüldü. Babası annen seni hep görüyor oğlum demişti. Ecevit’i, annesi görüyordu. Ne çok utandı… Ne çok utandı o suçsuz küçük kalbi.
“Sıradaki tanığa geçiyoruz. Firuze Akın,” dediğinde hâkim Ecevit’in kimseyi görmeyen gözleri,
duymayan kulakları açıldı ve başını eğdiği yerden kaldırdı. Hâkime baktı. Firuze mi gelmişti?
“Firuze’yi getirdiniz mi?” diye sordu. İçinde bir duygu vardı. Bunu şimdiye değin bir tek annesine hissetmişti. Adına özlem deniyordu. Ecevit tam olarak nedir bilmiyordu. Şimdi anladı. Annesi öldüğünden beri onu nasıl özlediyse, şimdi bu dünyadaki tek oyun arkadaşını da özlemişti. Bulunduğu konumu unuttu da heyecanlandı Firuze’yi göreceği için. Gözyaşlarını sildi. Onu ağlarken görürse Firuze de ağlardı biliyordu. Hem de epey çirkin ağlardı. Kimse de susturamazdı. Belki Ecevit yapardı bunu ama Ecevit’in yanına gitmesine de izin vermezlerdi. Çok kısa vakitte bunları düşündü küçük çocuk. Bir kapıya bir hâkime bakıyordu.
“Mahkemeye sunulan raporda pedagog görüşü ve tanığın yaşı göz önünde bulundurularak çocuğun üstün yararı neticesinde mahkemeye çıkmamasının daha uygun olacağına karar verilmiştir ve tanığın ifadesi alınmıştır.”
“Firuze geldi mi?” diye sordu yeniden Ecevit. Ne deniyor hiç bilmiyordu. Yalnızca kapıya mekik dokuyordu. Şimdi kesin çok korkmuştu o. Kendisi de çocuk değilmiş gibi bunu düşündü. Firuze yabancı insanları pek sevmezdi. Firuze ailesini, resim çizmeyi ve Ecevit’i severdi. Yabancılardan da rahatsız olurdu. Buna babasının siyasetçi oluşuyla insanlardan uzak ve kopuk büyütülmesi de sebep olmuştu.
Babasına baktı “Baba Firuze’yi getirdiler mi?” diye sordu. Hüseyin Tarhan işaret parmağını dudaklarına yasladı ve hâkimi işaret etti. Oğlunu bile duyamıyordu artık o. Firuze getirilmemişti. Avukatla göz göze geldi. Bir şey yapamazlar mıydı? Tamam o da istemezdi o küçük kızın buraya getirilmesini ama kendi oğlu da çocuktu. Aralarında üç yıl vardı. Avukat babanın çaresiz bakışlarına sadece başını sallayarak yanıt verdi. Yapılacak hiçbir şey yoktu. Çocuğun yararı gözetiliyorsa çıkıp tek bir itiraz bile edemezdi.
“Pedagog tarafından belirtilen görüşte, çocuğa sorulan sorular neticesinde çocuğun iyi kötü ayrımının, mekân zaman algısının yerinde olduğu tespit edilmiş olup ifade vermesinde hiçbir sakınca tespit edilmemiştir. Tanığın ifadesinde,” dedi ve gözlüğünü geriye doğru itti. Sesini biraz daha gürleştirdi.
“Pedagog tarafından tanığa Ali Ecevit Tarhan’ın fotoğrafı gösterildi ve tanıyıp tanımadığı soruldu. Tanık; Tanıyorum, Ecevit o. Benim arkadaşım. Oyun oynuyoruz hep biz onunla, diye yanıtladı. Pedagog tarafından bu kez ölen Yaman Tekin’in fotoğrafı gösterildi ve tanıyıp tanımadığı soruldu. Tanık; Tanıyorum. Yaman abi bu. Komşumuz, diye yanıt verdi.”
Hâkimin önünde kağıtlar vardı. Firuze’den uzun bir süreyle alınan bu ifade en yalın cümlelerle elinin altındaydı. Buradaki tek bir kişi dahi bilmiyordu bu cümlelerin onlarca cümle arasından nasıl seçildiğinde. Bir hâkimin duygudan yoksun sesinde can buluyordu Firuze’nin cümleleri. “Tanığa soruldu; Doğum günü partini hatırlıyor musun? O gün nasıldı, bahsetmek ister misin? Tanık cevap verdi; Hatırlıyorum. Güzeldi. Ecevit’in de doğum günüydü o gün.”
Ecevit artık tümüyle hâkimi dinliyordu. Sanki bu cümleler hiç Firuze’nin değildi. Firuze farklı farklı bir sürü ayrıntı verirdi. Onlar niye yoktu? Firuze gelmeyecek miydi?
“Tanığa soruldu; Ecevit’ten bahsetmek ister misin? Arkadaş mısınız? Tanık yanıt verdi; Ecevit benim en sevdiğim arkadaşım, biz beraber oyun oynarız. O hep oyun bulur, biz de oynarız.” Ecevit’in aşağı doğru büzülmüş dudakları yukarı doğru kalktı. Ağlıyordu ama tebessüm de edebiliyordu.
Ali Ecevit Tarhan, oyun arkadaşını çok özlemişti.
“Pedagog tarafından tanığa soruldu, parti günü Ali Ecevit Tarhan’ı ne zaman gördün? Tanık cevap verdi; pasta kesmeden önce bahçede gördüm. Bana kolyemi hediye etti. Tanığa soruldu; hediyeni verirken yalnız mıydınız? Hediyeni aldıktan sonra ne yaptınız? Tanık; yalnızdık. Sonra ben kendi hediyemi almak için eve gittim, diye yanıt verdi.”
Ecevit’in o vakte kadar gülümsemekle ağlamak arasında giden ifadesi sarsıldı. Çoğu ayrıntıyı zihni kuytu köşeye itmişti. Zor hatırlıyorlardı ama o gün? Ecevit’in kalem kalem aklındaydı. Yine de Firuze’nin sözlerine daha çok güvendi, kendini sorguladı. Kendi hediyesini verdikten sonra gitmiş miydi Firuze? Gitmeden o sesleri duymamışlar mıydı?
“Tanığa soruldu; Geri döndüğünde Ecevit bıraktığın yerde miydi? Tanık; değildi. Aradım seslendim ben. Yoktu sonra bir ses duydum bahçede, diye yanıt verdi,” Ecevit’in kuytu köşeye kaçışmayan anısı kalmadı. Merkezde iki kişi kaldı. Bir Firuze, bir Ecevit. Küçük çocuğun bedeni bir ölü gibi hareketsizlendi. Aldığı sönük nefesler bile hissedilmedi. Başını sallamaya çalıştı yapamadı.
“Yok yok,” demek istedi. “Firuze dememiştir öyle,” demek istedi. “Firuze yanlış mı hatırlıyor?” diye sormak istedi ama Firuze yalan söylüyordur demeyi düşünmedi bile.
Hâkim düz sesiyle okumayı sürdürdü. Mahkeme salonu yedi yaşında bir çocuğun ifadesiyle inim inim inliyordu. “Pedagog tarafından tanığa soruldu; nasıl bir sesti, kim bağırıyordu? Eve geri mi döndün? Tanık Firuze Akın; kötü bir sesti, bağırma sesiydi. Ecevit’in sesiydi. Çok korktum ben. Ecevit düştü sandım. Gittim hemen sesin geldiği yere, diye yanıt verdi. Tanığa yeniden soruldu; Gittiğinde ne gördün? Tanık yanıt verdi; Ecevit’le Yaman abi kavga ediyorlardı. Resmini gösterdin ya. O. Böyle üst üste çıkmışlardı, Ecevit yerdeydi. Bağırıyordu. Ben seslendim ona ama duymadı,”
“Yok yok!” diye girdi Ecevit cümlelerin ortasına. Olduğu yerden çıkmaya çalıştı. “Firuze öyle söylememiştir. Nereye götürdünüz onu?” Başkasına göre küçük, ona göre büyük olan kürsüde bir sağa bir sola gitmeye çalışıyordu. “Nereye götürdünüz? Getirin ben de sorayım. Öyle söylememiştir Firuze. Yalan söylemez o. Nerede o? Firuze de gelsin. Baba,” dedi ve babasına döndü. Annesini kaybetmiş bir yavru kedi gibi kutunun içinde çırpınıyordu. Nefes alamıyordu, ölecekti. Kalbi duracak gibi atıyordu. “Baba Firuze’yi getirin. Baba, Aylin teyze… Atilla amca… Firuze gelsin. Nerede o? Niye getirmiyorsunuz? Korkar diye mi? Beni götürün.” Hâkime döndü. Yine önünü göremiyordu. Çaresizlik ayaklarına zincir vurmuştu. Yalvaramıyordu bile. “Hâkim amca,” demeye kalmadı hâkimin tokmağı ahşaba vuruldu.
“Sessizlik!” Ecevit susana kadar tokmağı vurdu. Adeta küçük çocuğun kafasına vuruyordu. Ecevit sustu, haykırmayı bıraktı. Hüseyin Tarhan elden ayaktan düştü. İçinde koca bir keder, karısı ölürken bile çökmemişti böylesi, verimli bir toprağa tohum attı. Nefessiz kaldı. Gözleri kararıyordu. Gerçek ensesinden üflüyordu. “Yaktınız oğlumu,” dedi içine doğru. “Yaktılar oğlumu. Leyla,” dedi ve eşinin adı dudaklarından kanayarak döküldü. “Leyla yaktılar oğlumuzu,” Oturduğu sandalyenin kenarlarına dokundu. Eğdi başını yere doğru. Bir savaşın ortasında değil, bir savaşın sonundaydı. Ölü bedenler yatıyordu etrafında. Kucağında ailesinin cesedi vardı. Savaş bitmişti, bir tek o hayatta kalmıştı, ailesi ölmüştü. Düşman Hüseyin Tarhan’ın canını bile almamıştı.
“Leyla,” dedi yine. Bedeni bir ileri bir geri sallanmaya başladı. “Leyla yaktılar oğlumuzu. Leyla… Yaktılar Ali Ecevit’imizi.” Omuzları da yüzü gibi yere bakıyordu. Toprak olmak istedi Hüseyin Tarhan. Bu yaşına kadar tek bir insanın bile kalbini kırmamıştı. Kalp kırmayı Kâbe yıkmakla bir tutardı. Bir öne bir arkaya sallanıyordu bedeni. Kafasını sabit tutamıyordu. “Leyla,” dedi yine. Seslenecek başka kimsesi yoktu. “Leyla, Ali’mizi yaktılar, Leyla.”
Aylin Akın, Leyla ismini duyan tek kişi oldu. Nefes almıyordu, yüzü morarmıştı. “Atilla,” dedi kesik bir sesle. Atilla Akın eşine baktı ve elini tuttu. “Sus,” dedi yalnızca. Yüzünden tek bir duygunun esamesi bile yoktu eşinin aksine.
“Tanığa soruldu,” diye devam etti hâkim. “Sonra ne oldu? Tanık yanıt verdi; sonra Ecevit üstünden attı onu. Elleriyle böyle itti. Sonra yana düştü Yaman abi, sonra kalkamadan Ecevit başından itti. Böyle itti başından. Sonra denize düştü Yaman abi. Sonra annemler geldi.”
Bir vardı bir yoktu. İki oyun arkadaşı vardı. Her günlerini beraber geçireceklerini sanıyorlardı.
Bir vardı iki yoktu. İki oyun arkadaşı kayboldu. Beraber geçirecekleri bir günleri bile kalmadı.
Ecevit küçük bedeniyle delirmiş gibi dolandı durdu sanık kürsüsünde. Gören aklını kaçırdı sanırdı. Sorana aklını kaçırdığını söylerdi ama işin aslı bu değildi. Ali Ecevit Tarhan bazı geceler uyumadan önce en sevdiği kişiyi seçme oyunu oynardı. Öyle ki o oyunun galibi hep Firuze gelirdi. Oyun bitti, Ali Ecevit Tarhan annesinden büyük bir kaybı yaşadı. Annesi ölmüştü, Firuze öldürmüştü.
Oyun sonlandı.
Çiz üstünü.
Ali Ecevit Tarhan’ın sonu, Firuze Akın tarafından güzel el yazısıyla yazıldı.
***
“Babam size herhangi bir şey söyledi mi?”
Oturduğum arabanın arka koltuğunda, bacağım stresle sallanıyor, tırnaklarım avuçiçlerimi yarıyor ve ben soğuk terler döküyordum. İnci… İnci, babamın inci kızıydı. Babam onu evin tüm sorunların ayrı tutar, kabuğuna bile zarar vermeden severdi. İnci’ye kızdığını bile görmemiştim. İnci de tümüyle babamın yumuşak karnına dokunan bir çocuktu. Bir gün babamı üzmemiş, onunla ters düşmemiş ve tartışmamıştı.
“Hayır Firuze Hanım, yalnızca sizi alıp gelmemizi istedi.”
Adamın cümlesinin orta yerinde telefonu çalmaya başladı. Cümlesi bitince aldı telefonunu ve kulağına yasladı. “Efendim,” dedi, gözleri duyduklarıyla aynaya kaydı. Ben de onun baktığı yöne baktım. “Önünü kesin ve gelmesini engelleyin.”
“Kimden bahsediyorsunuz siz?”
Arka taraftan adamın telefonuna uzandım ve hışımla çektim. Direkt olarak arkaya döndüm ve araçlara baktım. Üç dört araç vardı, aralarında Ecevit var mıydı emin değildim. “Beni aldığınız araç bizi takip mi ediyor?” diye sordum. Adam benim sesimi duymayı beklemiyor olacak ki cevap veremedi.
“Size soruyorum!” diye yükseldiğim vakit, “Evet Firuze Hanım,” dedi telefonun diğer ucundaki adam. “Kesinlikle önünü kesmiyorsunuz ve gelmesini engellemiyorsunuz,” dedim açıkça. Ecevit gelmeyi aklına koyduysa gelecekti. Engel olamazlardı, bir şekilde oradan çıkar ve yine gelirdi. “Duyuyor musun beni?”
“Ama Firuze Hanım…”
“Emrediyorum,” dedim açıkça. Bana Atilla Akın’ın kızı gibi davranmalarına sebep oldukları her ana lanet ediyordum. İnsanlara emretmekten, büyüklük taslamaktan, babamı hatırlamaktan. “Aması yok. Sana emrediyorum. O aracın kılına bile zarar gelmeyecek. Kimseye zararı yok, yolunda. Karışmayacaksınız. Duydun mu beni?”
“Emredersiniz Firuze Hanım,” dedikleri an telefonu kapattım ve sahibine uzattım. Kendi telefonumu alırken hızla Ecevit’i aradım.
“Söyle.”
“Ne yapmaya çalışıyorsun sen?”
“Ne yapmaya çalışıyorum ben?” diye bu kez o bana sordu. Korkunç anlarda tutan, korkunç bir cesareti vardı. Üç araba vardı şimdi burada. Babamın tek emriyle haşat ederlerdi onun arabasını.
“Ecevit neden geliyorsun?”
“Baban seni yanımdan almak için üç araba gönderecek kadar korkuyor mu yoksa bu üç araba baban tarafından gönderilmedi mi onu öğrenmeye çalışıyorum.”
Yeniden arkamı dönüp aracını görmeye çalıştım. Hemen arkamdaki araç değildi. “Ecevit babam beni senin yanında aradı."
“Çok aptalsın Firuze,” dedi açıkça. “Bu yaşına kadar iyi bile gelmişsin. Çok aptalsın. Şimdi aniden direksiyonu kırsalar, başka yöne sapsalar ne bok yiyeceksin?”
“Şimdi üç araba sana bir şey yapsa sen ne yapacaksın?” diye sorusunu ona yönelttim. Burada dezavantajlı olan kesinlikle ben değildim.
“Seni ilgilendirmez.”
“Ben seni ilgilendiriyor muyum?” diye sordum. Bu sorunun cevabını biliyordum. Ecevit hangi ihtimalin yüksek olduğunu biliyordu. Sadece gelecek görecek ve babamın bu üç arabayı kendisini yenebilmek için gönderdiğini anlayıp bunun keyfini yaşayacaktı.
“İlgilendirmiyorsun, seni de baban düşünsün,” dedi açıkça. Bu kesinlikle zoruma giden bir ayrıntı olmadı. Bu böyle olmalıydı, böyle oldu. Ecevit yalnızca kendini düşünmeliydi. Canavarlar onun peşindeydi. “Ama işime yarıyorsun. Ben senin gibi on meslek değiştiremem. O kadar sabırlı değilim.”
“Ecevit yol bizim evin yolu. Lütfen ilk yerden geri dön.”
“Oldu o zaman, ocakta çayım var,” dedi umursamaz bir sesle. “Hadi ararsın beni. Hatta fırsat yarat ara beni,” Cümleleri biter bitmez bana fırsat vermedi ve öylece kapattı yüzüme. Ne laftan anlamaz bir adamdı öyle. Bir daha aramadım. Açmayacaktı biliyordum. Stresime, stres eklendi. Devamlı arkamı döndüm. Ecevit’in önünü keserlerse görürdüm. O kadar çok döndüm ki artık başım ağrıyor, midem bulanıyordu. Yol bu sancılarla geçip gitti. Araba eve vardığında bize kapı açıldı. Artık tamamen arkama baktım. Geçen arabalardan birini gördüm, Ecevit buraya kadar gelmişti. Kısa bir an bile olsa geçip giden arabanın içindeki siluet ona aitti. Sargılı olan elimin varlığını unuttum. Çantamı avuçlamaya çalıştım ama acıyla sızlanarak bıraktım. Diğer elime alıp neredeyse koşar adım indim araçtan. Birkaç büyük hızlı adımla eve vardım. Kapıyı çaldım arka arkaya. Annem evde değildi. Olsaydı bu kapı ben çalmadan açılırdı. Bu korkumu daha da arttırdı. Annem bile evde değildi.
“Babam ve İnci nerede?” dedim ve kapıyı kimin açtığına bakmadan içeri girdim. “İnci,” diye bağırdım. Salondan hemen sonra aklıma üst kata çıkmak geldi. “Aşağıdalar Firuze Hanım,” dendiğinde durdum yerimde ve Sevinç ablaya baktım.
“Aşağıdalar mı?” dedim şaşkınca. Evin yaşanılan yeri bu kat ve üstte kalan katıydı. Bir alt katın olduğunu biliyordum ama o alt katta ne olduğunu ne merak etmiştim ne de ilgimi çekmişti. Annemin ansızın değiştirdiği ev eşyalarının bazıları alt kata konurdu bunu bilirdim yalnızca.
“Evet Firuze Hanım,” dediğinde kadın adımlarım bir bilinmezliğe doğru hızla ilerlemeye hatta koşmaya başladı. İnce uzun bir holdü. Loş bir ışıkla aydınlanmışken “İnci!” diye bağırdım. Birkaç kapı vardı. İki tanesini açtım. Tam da söylediğim gibi annemin değiştirdiği eşyalar vardı. “Buradayız güzel kızım.”
Sesleniş koridorun sonundaki odadan geldi. Her şey öylesine korkutucuydu ki, başka bir anda hızla yukarıya çıkacağım bu anda sesin geldiği odaya varmam saniyelerimi aldı. Kapıyı gelişigüzel açtığımda nefes nefeseydim ve birkaç saniye neyin ne olduğunu algılayamadım. İlk gördüğüm ateş oldu.
Masada babamın önünde duran torç, küçük ama bu odada beni korkutan ilk şey oldu. Metal gövdesi, arka tarafında bağlı iki hortumu vardı. Ucundaki dar ağızdan çıkan alev kirpiklerimi titretti. İnce bir dille mavi-turuncu bir renkte yanıyordu. Yutkundum, babam “Hoş geldin kızım,” dediği an gözlerimi kırpıştırdım ve etrafa baktım. İnci bu odada o ateşten daha küçük kalmıştı. Bir köşeye kıvrılmış, ellerini bacaklarının arasını sıkıştırmıştı. Yaşlı gözlerine baktığımda “İnci,” diyebildim. Kapı benim bırakışımla duvara doğru çarptı ve bir koca adımım yetti İnci’nin önünde oturmama. Yüzünü avuçlarımın arasına aldım, taş kesilmiş teni buz gibi olmuştu. “Bana bak, geldim. İnci geldim, nefes al.” Gözlerinden yaşlar birer birer döküldü ve abla demeye kalktı ama yapamadı.
Babamın kalktığını duvara çarpan kapının kapatılmasıyla anladım. İnci bu sesten bile tetiklendi, bedenini daha da küçültmeye çalıştı ama yapamadı. Yerimden doğruldum, yüzünü gövdeme yasladım ve saçlarını okşadım. “Tamam hiçbir şey yok sakin ol,” dedim yalnızca. “Sakin ol İnci, nefes al.”
Babamın kapıya yaslanmış, kollarını önünde bağlamış ve bizi izleyen haline baktım. “Hadi ama kızlar,” dedi. İnci’yi böylesine ağlatan ve korkutan şey babamın gözleriydi. Ben, babam gibi değil diyemezdim ama İnci için babam bu adam değildi. Ben bu yüzüyle karşılaşmıştım, İnci’yse bir o kadar yabancıydı. “Babanıza ihanet ederken de bu kadar gözyaşı döktünüz mü?”
“Ne yapıyorsun sen?” Bu cümle ilkinde oldukça kısık çıktı dudaklarımdan. Bağırırsam İnci daha çok korkardı. İnci’den ayrıldığımda sesim daha çok arttı. “Ne yaptığını sanıyorsun sen? Aç kapıyı.”
“Otur Firuze.”
“Baba kapıyı aç! İnci’nin halini görmüyor musun?”
Babamın duygudan yoksun bakışları İnci’ye doğru kaydı ve bir süre onu izledi. Bomboştu gözleri. Ne bir sevgi kırıntısı ne de bir merhamet gördüm. “İlk ihaneti, senin kadar soğuk kanlı değil.”
“Saçmalama aç şu kapıyı!” Babamı aşıp kapıyı açmaya çalıştım aramızda bir boğuşma geçmesine bile izin vermedi, parmakları koluma saplandı ve geriye doğru itti beni. “Otur Firuze,” dedi. “Otur. Seni dışarı atarsam geri içeri almam. Otur.”
Beni açıkça İnci’yle tehdit ediyordu. “Kapıyı aç o çıksın. Ben kalacağım.”
“Hayır ikiniz de oturacaksınız.”
“Baba yapma.”
“Firuze çık dışarı,” dedi ve kapı koluna uzandı. Kapıyı da açtı ve gözlerimin içine baktı. “Allah kahretsin!” diye bağırdım. “Allah kahretsin!” Odanın içinde elim alnımdayken üç tur attım. Bahsettiği yere oturmaktan başka şans yaratamadım kendime. İnci’nin karşısında bir tekli koltuk daha vardı. Oraya oturdum. Bana yaklaşmak isterse İnci’ye de yaklaşmış olmasın diye. Bacağımı sallıyor, İnci’nin aksine babamın yüzüne bakıyordum. Babam ilelerdi torçun başına oturdu. Önünde bir tespihe ait olacağını düşündüğüm cam, oval boncuklar vardı. Odayı incelemedim sadece babama bakıyordum.
“Yukarıda bir kasa var,” dedi babam bir ince çubuğa cam parçası aldı ve ateşe yaklaştırdı. “Bugün kafam o kadar karışıktı ki şifresini hatırlayamadım. Yaşlanıyor muyum sence?” dedi ve gözlerini bana dikti. Tek bir iz bulamasın diye kendimi öylesine zorladım ki, çenem sızlamaya başladı. Kalp atışlarım yavaş değildi ama hızlanmaya da devam etti. Cevap vermedim. “Benim de aklıma inci kızım geldi,” dedi ve gülümsedi, İnci’ye baktı.
Atilla Akın’ın hafızası bir yılan gibiydi. Kıvrılır, sokar, zehirler ama asla unutmazdı. Yalnızca bu üç cümle yetti bana. İnci’ye baktım göz ucuyla. Babamın nasıl bir canavar olduğunu hiçbir zaman görmemişti. Bazen bana yapılanlara da şahit olmuştu ama o hep ona gösterilen melek yüze tamah etmişti. Babamın gelip ona şifre sormasında bir alt metin okumayacağını biliyordum. Babam bunu kullanmıştı.
“En çok odama gelen, küçüklüğünden beri ayağımın dibinde oyun oynayan, babasının biricik kızı olan İnci’ydi. Ablasının aksine babasının dibinden ayrılmazdı. Değil mi İnci?”
İnci’ye baktım. Gözlerini kapatmıştı, yaşları çenesinde büyük damlalara dönüşüyordu. “Baba laf salatası yapm…”
“Kes sesini!” diye bağırdığında ben de kardeşim gibi irkildim yerimden. Korku kalbime vurmuştu ama henüz bedenime yayılmamıştı. Bana ne yapabilirdi? Bana en fazla ne yapabilirdi ki?
İnci’yi bu odadan çıkarayım başka hiçbir şey istemiyordum. Belki korkumun ana nedeni de buydu.
“İnci bana bak,” diye emretti. İnci gözlerini bile açmadı. “İnci bana bak dedim!” Sesi bu ışığı loş odada öylesine korkunçtu ki, bir şeytanla konuşuyorduk sanki. İnci titreye titreye babama baktı.
“Elbette ki ben de İnci’ye sordum şifreyi. Belki o biliyordur diye. Yanılmadım, biliyor. Buraya kadar bir sorun yok çünkü İnci belki de bu evde bilmesinde en sakınca olmayan kişi benim için,” Duraksadı çatık kaşlarını aşağı doğru büktü ve tamamladı. “mi? Yoksa değil mi? Ne dersin İnci?”
“Baba…” Sesinde ona duyulan güvenin boşa çıkmasıyla yaşadığı o kırgınlık vardı. Onu tutup sarsmak istedim. Babanın gerçek yüzü bu, işine gelmeyen an sana bile bu.
“Beni polisler gelip aldığında günlerce ağladığını, üzüldüğünü düşünmüştüm.”
Manipüle ediyordu.
“Baba üzüldüm zaten.”
“Üzüntün bittiği ansa babanı oraya düşürenlere yardım yataklık mı ettin?” İnci’nin gözleri bana kaydı. Yüzümü izledi uzun uzun. Bir şeyler söylemek istedi ama söyleyemedi. Bana o şifreyi verdiğinde ne için kullandığımı bilmiyordu. Bilseydi, söylemezdi ama bunu biliyordum. Pişmanlık gördüm gözlerinde. Babasına ihanet ettiğini sanan sancılı bir pişmanlıktı bu. Hıçkırarak ağlamaya başladığında dirseklerini dizlerine bastırdı ve avuçiçlerini yüzüne örttü.
“Ağlama,” dedi babam. İnci kendini yerden yere de vursa ona sevgiyle bakmayacaktı. Avucunu masaya geçirdi ve ateş havada zikzak çizdi. “Ağlama! Sen de mi hain oldun?”
“Bağırma kardeşime!”
“Kes sesini!”
“Kesmiyorum bağırma kardeşime!”
“Kaldır kafanı İnci, kaldır! Yazıklar olsun sana! Üzerindeki emeklerime yazıklar olsun! Bir yılan daha mı besledim koynumda? Kaldır dedim sana kafanı!” İnci’nin ağlayışı şiddetlendi. Biraz cesareti olsa kalkacak ve babamdan özürler dileyecek ayağına kapanacaktı. Babamı hapse gönderenlerle iş birliği yaptığını sanıyordu. Babam adeta azarlıyor, psikolojik şiddet uyguluyordu. İnci kafasını kaldırdı ama babama bakamadı. “Şimdi size bir soru soracağım. Aynı anda cevap vereceksiniz. Yalan söyleyeni yanıma alacağım. Biraz ateşle oynasın.”
Başından beri üzerimde sabit tutabildiğim soğukkanlılığıma kuvvetli bir darbe indi ve yerle yeksan etti beni. Başımı hızla ona çevirdim. “Sen ne dediğini farkında mısın?” diye sordum. Dönüp bakmadı bile. Kuvvetle yanan ateşe baktım. Atilla Akın’ın gözü dönmüştü. Bir kaplumbağa terbiyecisi gibi değildi, elinde ney yoktu. Uzun bir sopa vardı. Bizi terbiye etmek için ateş kullanacak kadar gözleri kararmıştı.
“Üç deyince cevap vereceksiniz. Sakın ola ki yalan söylemeyin,” dedi açıkça. “Kasayı hanginiz açtı? Bir, iki, üç.”
İkimiz de sessizliğimizi koruduk. Kalbim taşikardi geçiriyordu. Ellerim buz gibiydi ama ihtiyacı olan o ateş değildi. “Son kez soracağım. Cevap vermezseniz, şifreyi bileni sorumlu sayacağım,” dedi ve İnci’ye baktım. Karnıma ardı ardına kramplar girdi. İnci’ye siper etmek üzereydim tüm bedenimi.
“Bir, iki, üç…”
“Ben açtım!” diye bağırdım. “Ben açtım! İnci çık odadan. Kalk. Kalk hadi, çık. Odana git.” Yerimden kalktım, İnci’yi de kaldırdım. Burada öleceğimi bilsem bile İnci’nin o ateşe değil dokunması yaklaşmasına bile izin vermeyecektim. Kaldı ki o masumdu. Hiçbir günahı yoktu. “Abla hayır,” dese de hızla kapıya yöneldim.
“Çıkmayı aklından bile geçirme Firuze,” dedi babam. Tek amacım İnci’yi çıkarmaktı. Beni bu odadan çıkarmayacağını zaten biliyordum.
“Annemi ara,” dedim kısık sesle. “Annemi ara, hemen eve gelsin. Odana çık. Kapıyı da kilitle.”
“Abla.”
“İnci çık!” diye bağırdım, ona fırsat vermeden kendim ittim kapının dışına. Yalvardı adeta gözlerime bakarken. Öyle ya da böyle yukarı çıktığını gördüm. “Sakın aşağı inmiyorsun!” diye bağırdım peşinden. O tümüyle görüş alanımdan çıktığında kapattım kapıyı. Babama döndüm.
“Annen önemli bir davette. Ulaşamayacak kendisine,” dedi.
“Nasıl bir canavar olduğunu görüyor musun?” O bağırmadan ben ona bağırmalı, o suçlamadan ben onu suçlamalıydım ve her şeyi ölesiye inkâr etmeliydim. Ne yapabilirdi ki bana? En fazla ne yapabilirdi? Öldürecek miydi? Güler geçerdim bu isteğine. Umurumda bile değildi.
“Nasıl bir hain olduğunu göremedim.”
“İnci’ye bile! İşine gelmediğinde İnci’ye bile nasıl canavarlaşıyorsun. Sen busun çünkü. İyi babacılık oynayan, aslında baba bile olamamış bir adamsın.”
“Sen evlat olabildin mi?”
Babam elindeki ince çubuğu masanın zeminine bıraktığında yüzüne doğru çekinmeden güldüm. “Olamadım değil, olmadım. Senin gibi bir adamın evladı olmak istemedim.”
Babam oturduğu yerden kalktı ve üzerime doğru yürümeye başladı. Bu kapıyı açıp kaçabilir miydim? Kaçardım ama yakalanacağım yerde kaçmak beni yalnızca küçük düşürürdü. Başımı dik tuttum, çenemi sivrilttim. “Benim gibi bir adamın evladı olmaktan hiçbir zaman kurtulamayacaksın ama. Ölene kadar, adın adımla anılacak.”
“Keşke hemen şimdi ölsem baba,” dedim açıkça. “Senin kızın olduğumu hissettiğim her an bunu istiyorum biliyor musun? Keşke hemen şimdi ölsem.”
Babamın eli havalandı. Ellerimi yüzüme siper etmek istedim ama hareket etmedim. Yanağımı okşadı. Sonra saçlarımı. Şefkat değildi bu. Yutkundum. Kararmış gözlerini gözlerime dikmişti, bir cellat gibi bakıyordu adeta. “Ölüm bu kadar mı tatlı geliyor?”
“Anlattığımdan daha tatlı geliyor,” dedim, yalan söylemedim. “Hem de çok küçük yaştan beri. Neden? Senin kızın olduğum için. Tek nedeni bu.”
“Evlat olamadım hain olayım dedin sen de.”
Dip dibeydik. Beni bu mesafeden elleriyle öldürebilirdi de sevebilirdi de. Ben ikisinin de babamın elinden olmasını istemezdim ama birini seçme şansım olsaydı hangisini seçeceğim çok açıktı.
“Bana hain demen çok hoşuma gidiyor biliyor musun baba?” dedim. Gülümsedim. Dişlerimi göstererek hem de. “Çünkü sen kendinden olmayana hain dersin, senden olmadığımı hissettirdiğin her an çok hoşuma gidiyor.” Cümlemin tamamlanmasını bekledi. Babamın bana uyguladığı psikolojik şiddetin haddi hesabı olmazdı ama el kaldırmazdı. Benim kendime zarar vereceğim kadar beni yıpratırdı ama kendisi elini sürmezdi. Fiziksel şiddetin ilkini Ecevit döndükten sonra uygulamıştı. İlk tokadımı Hüseyin amcayla alakalı cümlelerimden sonra yemiştim. İkinci kez eli bana kalktı, az önce okşadığı saçlarımı avucunun içine sıkıştırdı ve boynuma öylesine büktü ki nefesim de aynı anda kesildi. Nefes alamadığım yerde bağıramadım bile. Sabah kördüğüm olan, bir türlü açılmayan saçım avucunun içindeydi.
“Hain!” diye haykırdı. Dişlerimi sıktım. Ağlamayacaktım. Asla ağlamayacaktım. İçimden ritim tuttum. Sulayacak fasulyem yoktu artık ama ağlamayacaktım. Oyunu başlattım, içime hızla dolmaya başladı gözyaşlarım. “Hain! Utanmaz! Hain! Koynumda hain büyüttüm!”
Hareket etmeden gözlerinin içine bakıyordum. Gülümsedim. Bu bakışlarımı hiç unutmayacaktı. Bu dolmadan ona bakan gözlerimi hiç unutmayacaktı. “Hainin kızı hain olur.”
Benim zamanında kalbimi yerden yere vuran bu cümle babamı çılgına çevirdi. Saçlarımdaki baskısını arttırdı. Tellerim koptu avucuna yapıştı. Beni var gücüyle ileriye doğru ittiğinde, avuçlarımla yapıştığım yerden destek almak istedim. Sargılı olan avuçiçime keskin, tadı damağımı yakan bir acı doluştu, tam olarak nasıl ve nereden geldiğini anlamadığım bir darbe yedim yüzüme. Hayır bu babam değildi. Masanın ayağının sivrilen köşesi çenemle ağzım arasında bir noktaya çarptı. Dişlerim döküldü ya da çenem kırıldı. Gözlerim karardı ve avucumdaki acı çenemdeki acıdan daha ağır geldi. En azından o an için. Avucumu yerden çekmek istediğimde göğsüm yerle buluştu. Ağzımın içine kan dolduğunu hissetim, hızla ağzımı kapattım ve yutkundum.
Sakın ağlama Firuze. Sakın.
Babam bu kez saçlarımdan değil ama kolumdan tuttu beni. Nevrim döndü adeta. Bana; şimdi istemese bir santim bile oynatmamakla, bir uçurumun kıyısından itmek gibi iki hamleyi de kolaylıkla yapabilirdi. Kaldırdı beni ateşin başına oturttu. Donuk bakışlarım ateşe döküldü. Ağzımdaki kanı yuttum.
Bir küçücük aslancık varmış. Yaptıklarının bedelini ödüyorsun Firuze. Ödetenler yanlış da olsa bedel doğru. Yaşadığın bunca acı tek bir anın bedeli. Çöllerde koşar oynarmış. Ağlama Firuze. Sakın ağlama. Öl. Niye yaşıyorsun ki? Bitir bu zulmü. Abisi onu pek sevmezmiş. Tüm günahkarların bedeli tek kişiye kaldı. O kişi sensin. Ya diğerleri? Bu dünya bitince bir dünya daha varsa şayet onların bedeli o vakte kaldı. Sen bu dünyada çekeceksin. Daha iyi. En azından bazı insanların belki biraz yüreği ferahlar. Bir küçücük aslancık varmış.
Yutkundum.
“Kasamı niye açtın?”
Yutkundum.
“Ecevit’e evrak mı verdin?”
Yutkundum. Babam sargısız bileğimden tuttu ve elimi kaldırdı. Yutkundum. Kanım ılık ılık boğazımdan akıyordu. Parmaklarım arasına o ince camı tutuşturdu. “Bana cevap ver!” diye haykırdı yanı başımda. “Ecevit’e evrak mı taşıdın? Hain! Cevap ver bana!”
Tek verdiğim cevap başımı iki yana sallamak oldu. Bu cevap ona yetmediği gibi çenemi avucunun arasına aldığı an, bana dokunduğundan beri ilk kez tepki verdim. İnledim kısık sesle. Başımı geriye doğru çekti ama yatırmadı. Hâlâ ateşi görüyordum. Şekillendirmediğim cam parçası inceldiği yerden düştü, babam çubuğu biraz daha ileri itti. Bu çubuk elbette bitecekti ve uca gelecekti, elimi yakacaktı. O zaman da ağzımı açmayacaktım. Sadece gözlerine bakacaktım.
“Ali Ecevit Tarhan’ı öldüreceğim,” dedi. Dudağımın kenarında bir ıslaklık, aynı anda bir sızıntı hissettim. Biraz daha cam parçası inceldiği yerden koptu. Babama fırsat vermedim bu kez kendim elimi itti. Bu son parçaydı, bundan sonraki ateş elime çok yakın yere vuracaktı. “Onun canını seneler önce de alabilirdim, bir hapishane köşesinde de geberebilirdi ama öldürmedim. O adamı tam kurtuldum dediği an öldüreceğim. Fırsatını bulduğum ilk an öldüreceğim.”
“Sana o fırsatı hiçbir zaman vermeyecek,” demek istedim. Kelimelerden önce kan döküldü ağzımdan yudum yudum. Babamın eline doğru sızdı. Ateşi izliyordum. Birazdan elimi yakmaya başlayacaktı. Bu gece yazamazdım belki ama yarına kadar yaşarsam ben de günceme yazacaktım. Bu bir intihal değildi, bu bir nazire olarak kabul edilmeliydi. Ben ateşi sevmiyordum ama yazacaktım. Ateşten eli yanan kadının ateşi sevmediğini ama ondan kaçmadığını.
Babam sanırım elinde hissetti kanımı, hızla çekti çenemden elini ve eline baktı. Ateşe tutmaya çalıştığı elimi de bıraktı ama ben bırakmadım. Saçlarım yanağımın iki yanına dökülmüştü ateşi izliyordum. Elimi çekmeyecektim. Ateşi sevmemek yanmamak demek değildi. Başkasını yakan insanlar, gün gelince kendini de yakabilmeliydi ki dünya biraz olsun adil bir yer oldu.
“Firuze,” dedi babam. Adeta sesine bir sihirli değnek değdi. Ağlama Firuze. Kıpırdamıyordum. Son cam parçası da eriyip düşmek üzereydi. “Firuze bunu ben mi yaptım?”
Babamı kan durdurdu. Cevap vermedim. Aklıma Ecevit geldi. O da yarayı açabilmişti ama kanamasına, iyileşmemesine çok öfkelenmişti. Babam kanı akıtmamıştı ama kan akmasına sebep olmuştu. Bir farkı var mıydı? Bana göre yoktu ama onlara göre olmalıydı. “Tükür yutma!” diye bağırdı. Son cam parçası düştü ve ben elimi biraz daha itmek istediğimde ona da müdahale etti. “Bırak şunu!” Haykırıyordu adeta. Bu camı elime tutuşturan oydu. Beni tehdit eden oydu. Zarar göreceksem de onun istediği kadar zarar göreyim istiyordu. İzin vermeyecektim. O elimi çekmek istedi ben yaklaştırmak istedim. “Yutma kanını,” dedi. Elimi yaklaştırmama izin vermedi, sıkıca tuttu. Ateşi kapattı.
Bir süredir, kısa bir süredir, içime yeniden bir yaşama sevinci dolmamıştı ama sanırım oyun arkadaşımın yeniden gelişiyle -bana nasıl davranırsa davransın bu tamamıyla varlığıyla alakalıydı- içimdeki yedi yaşında çocuğun eline boya kalemleri vermiştim. Pek iç açıcı resimler çizmiyordu ama yine de çiziyordu. Yine halının üzerine yatıyordu, dirseklerini halıya bastırıyordu ve eğilebildiği kadar eğiliyordu. Ağlıyordu çizerken ama yine de çiziyordu. Bu biraz olsun Ecevit gelmeden önceki Firuze’den uzaklaşmak demekti. Bir adımlık mesafe de olsa, iki karışı aşmıyor olsa da çok mühimdi. O bir adım kapandı, karış eridi. Olduğum yere değil, hisse geri döndüm.
“Bırak!” dedim sadece. Elimi kurtarmak istedim. “Bırak!” diye daha yüksek sesle konuştum. Ben konuştukça ağzımdan kanlanmış tükürükler sıçrıyordu. Kendimi yerden yere attım neredeyse. Öyle kurtuldum elinden. Adımı söyledi birkaç kez. Ağzımı yine kapattım, yutkundum. Başım dönüyordu. Midem bulanıyordu ve parmak uçlarım karıncalanıyordu. Koşarak indiğim merdivenleri geri çıktım. Savsaklıyordum. Başım çok dönüyordu. “Atilla Bey neredeler?” Bu ses daha doğru bir an da duysam tanıdık gelebilirdi. Cebimde bir şey titriyordu.
“Siz salona geçin Alparslan B…”
“Firuze?”
Düşeceğimi anladığım an kendi irademle oturdum. Başımı eğdim ve bu karmaşanın sonlanmasını bekledim. Dudaklarımı bir an bile açmıyordum. Kanım dökülmeyecekti. İçime akacaktı gözyaşlarım gibi ve ben öleceksem de kendi yüzümden ölecektim. “Firuze,” İsmim daha yakından döküldü. Bir çift eli bedenimin üzerinde hissettim. “Firuze iyi misin?” dedi. Kim olduğunu seçebiliyordum.
“Odaya çıkmama yardım eder misin?” dedim. Tek başına bitireceğime inandığım bir yükseklik değildi. Söylediğimi anladı mı bilmiyordum ama onun ilgisini çeken ağzımdan damlayan kan oldu.
“Firuze!” dedi dehşetle. “Ne oldu, kaldır başını. Kaldır.” Başımı kendisi kaldırdı, gözlerime de kan çöktüğünü hissettim.
“Firuze,” Bu kesinlikle babamın sesiydi. Merdivende kendimi geriye doğru ittiğim an bir sessizlik çöktü. “Bunu sen mi yaptın?” diye bozdu Alparslan. Sesinden dehşet biraz olsun ayrılmıyordu.
“Hayır,” dedi babam. Ne dediğini o bile bilmiyordu. Gülmek istedim ama çenem acıyla oynuyordu yerinden. “Firuze hastaneye götüreceğim seni,” dedi bu kez babam. Donuktu sesi. Ağzımdan akan damlaları izliyordu biliyordum.
“Bana sakın dokunma!” dedim. Kalkan başımı ona daha fazla kaldırdım. Kanlanmış elimi ona kaldırdım. “Bana sakın dokunma!”
“Pamuk getirin!” Alparslan ileriye doğru bağırdı. İkisinin arasından da kalkıp yürümek istedim. Gözlerim kararıyordu. Bu şekilde araba kullanamazdım. Yukarı çıkmaktan başka çarem yoktu. Ecevit’i çağırmak istedim. Aklıma gelecek ondan başka biri yoktu. Buradan içeri bir adım atabilir miydi? İsterse atardı. Babam? Bana az önce Ecevit’in ölüm ömrünü fısıldamıştı. Kalk Firuze. Ölmedin ya. Kalk.
Alparslan kalkışımı engelledi. Avucuna bırakılan pamukla ağzımı silmeye çalıştı ama temizlenmiyordu. “Firuze ağzını aç, pamuk basalım.”
“Ben odama çıkmak istiyorum.”
“Hastane,” dediğinde babam ağzımdaki kanamayı arttıracağını bile bile “Kes sesini!” diye bağırdım.
“Kes sesini! Yaklaşma bana!”
“Ben götüreceğim,” dedi Alparslan.
Babamın, “Ben de geliyorum,” deyişine engel oldu.
“İstemiyor,” dedi benden önce.
“Ben onun babasıyım.”
“Babası gibi davranın o zaman!” Zonklayan başımın üstünde bağrışıyorlardı. Bu kez kalkmayı başardım. “Bak ben yanındayım,” dedi. “Ben yanındayım. İstemiyor. Ben götüreceğim.”
Odama çıkan merdivenlerin önü kesildi, Alparslan belimden tuttu. “Alpaslan bırak,” dedim ama onun adımları çok sağlamdı. Benim gibi sallanmıyordu. Hiçbir şey söylemedi. Evden çıktık, benimle beraber arka koltuğa oturdu. Hızla birini aradı, bir şeyler söyledi ve başımı eğdirdi. Bir şeyler söyledi durdu bana ama duymadım. Gözlerimi kapattım sadece. Araç durdu, hastanenin kokusunu aldım. Gözlerimi bir nebze güvenebileceğim ellere varınca kapattım. Artık çevremde doktorlar vardı.
***
“Bir yerde, bir sanatçı doğduysa, orada birden fazla ölüm gerçekleşir. Çünkü hiçbir sanatçı tek bir kez ölmeyi kendine yakıştırmaz. Toplum tek ölümü kabul eder ama sanatçı için ölüm birden fazla kez gerçekleşir ve sanatçı sonuncusunu ölümden saymaz.”
“Neden?” diye sordu profesör. “Neden sonuncusunu ölümden saymayacağını düşünüyorsun Firuze?”
“Sanatçı toplumun kabul görmediği her şeydir çünkü. Toplumsa sanatçının kabul görmediği tek şey. Toplumun göz yumduğu bir suçu sanatçı sindiremez, sanatçı için suç olmayan çoğu şeyi toplum için suçtur. Sanatçı küçük bir çocukken işlediği suç için tüm hayatını feda eder ama toplum onu çoktan affetmiştir. O yüzden sanatçının daima gerisinde kalır, eserlerini de yüzlerce yıl sonra anlar. O yüzden hiçbir sanatçı döneminde anlaşılmaz. Sanatçılar, defalarca kez eserlerini üretirken kendini öldürür. Toplum son ölümü kabul eder ve yüz yıl sonra fark etmeye başlar. O noktada sanatçının öldüğü gün değil, hayatı boyunca ürettikleri konuşulur. Yani diğer ölümleri.”
Gözlerim kapalıyken zihnimde bir anının renkleri birbirine bulaşmış portresi vardı. Gözlerimi açmayı reddediyordum ve yalnızca o anıyı düşünüyordum.
Aramızda geçen konuşmalar kısıtlıydı. Daima göz göze gelirdik, fikirlerimi duymak isterdi çoğunlukla ama konuşmak istediğim anlar çok az olurdu. Bazen tablolarımın arkasında beni izlerdi. Soru sormazdı, sadece çizgilerimi takip ederdi. Sanırım onu diğer hocalarımdan ayıran şey de buydu. Bana uzun uzun sorular sormazdı, konuşmak istemediğim anlarda zorlamazdı ve sessizce beni izlerdi. Bir kez yine sessizce çizgilerimi takip ediyorken- son dersimizdi- ‘Umarım günün birinde acıların diner Firuze,’ demişti. Donup kalmıştım. Ona dönüp bakmamıştım ama omzuma dokunmuştu. ‘Ve bu günün biri, toplumun kabul ettiği ölümünden önce olur. Böylece eserlerine yansıyacak bir vakit kadar acısız yaşamayı başarırsın. Yoksa yüz yıl sonra adın ölüm ressamı olarak anılacak. Bunu ustan olarak istemem.’
“Baygın değil uyuyor,” Bu ses kafamın içinden değildi.
“Emin miyiz?”
“Eminiz Alparslan Bey. Ağrı kesici bedenini hafifletti ve uykuya daldı. Hepsi bu.”
“Ağzındaki dikiş kaç gün içinde erir?”
“Tahmini bir hafta on güç içerisinde.”
Ağzımdaki dikiş. Dilimi değdirmek istedim ama yapamadım. Ağzımda çirkin bir ilaç tadı ve uyuşukluk vardı. Dikiş atıldığını hatırlıyordum. İğnenin girişini çıkışını hissetmiştim. Uyuşukluk hissi dikişten sonra artmıştı ama doktorun ‘Canınız yanmıyor mu Firuze Hanım?’ Sorusuna cevap vermemiştim. Tepkisizliğim onu belki şaşırtmış belki de bir sağlıkçı olarak korkutmuştu. Bilmiyordum.
“Firuze Hanım,” diye bana seslendi doktor. Ses biraz daha yakınımdan geldi. “Firuze Hanım sesimi duyabiliyor musun?” Gözlerimi açmadım ama başımı salladım.
“Gözlerinizi açabilecek misiniz?”
Dudaklarımı birkaç kez hareket ettirdim. Konuşmak çok zorladı beni. Dilime kadar uyuşukluk hissediyordum. “Açmasam?” diye fısıldadım kısık sesle.
“Açmanız benim için çok daha iyi olacak. Genel bir muayene yapmak istiyorum.”
Soluklandım ve birkaç saniye bekledim. Bir güç aradım ve bir yük gibi gözlerime binen gözkapaklarımı açtım. Beyaz bir önlük gördüm. Otuzlu yaşlarda bir adam, siyah çerçeveli gözlükleriyle bana bakıyordu. Gülümsedi. “Geçmiş olsun,” dedi. Yutkunmak istedim ama yutabileceğim bir şey yoktu ağzımın içinde.
“Teşekkür ederim.”
“Dinlenmiş hissediyor musunuz kendinizi?”
Başımı iki yana salladım. “Anlıyorum. Peki vücudunuzda hissettiğiniz baskın bir ağrı var mı?” Tansiyon aletini sol koluma takarken Alparslan bana yaklaştı, kazağımı benimle beraber çekiştirdi.
“Ağzım uyuşuk.”
“Olağan. O uyuşukluk geçince biraz dikiş ağrısı çekeceksiniz. Düştünüz mü?” diye sordu. Başımı salladım. Dönen imgeci takip ettim ve tansiyon ölçüsünün bitmesini bekledim. Kulağından çıkardı ve “Normal,” dedi. Ateşimi ölçtü, gözlerime ışık tuttu ve ağzımın içini kontrol etti. “Eliniz peki?” diye sordu ve sargısı değişmiş elimi işaret ettirdi.
“Şişe kırdım, yanlışlıkla kesildi.”
“Dikiş atmak daha uygun olurdu.”
“İstemedim.”
“Evet dikiş atmamak da bir tercih ama daha fazla korumanız gerekir. Yara açık. Enfeksiyona çok açık ve hiç güzel korumamışsınız.”
“Korudum,” dedim. Koruduğumu düşünüyordum en azından. “Ama düştüğümde ondan destek aldım istemeden.” Adam gözlerime baktı. Yalan söylemiyordum. Dudaklarını birbirine bastırdı ve “Anlıyorum ama daha dikkat edilmesi gerekiyor,” dedi yeniden. Başımı salladım. Doktor muayenesini bitirmiş olacak ki uzaklaştı benden. “İyi Firuze Hanım, taburcu edebiliriz. Bu gece burada kalmasına gerek yok.”
“Ağzındaki uyuşukluğun geçmesini bekleyelim,” dedi Alparslan. Odaya baktım. Hastane olduğuna şahit isteyecek bir lüks vardı odada. Bir an evdeyim sandım ama duvarlardan zorlukla kabullendim hastanede olduğumu. Doktor yanımızdan çıktığında uzanır konumdaydım. Alparslan yanındaki koltuğa oturdu ve bana baktı. Göz göze geldik.
“İyi misin?” diye sordu.
Başımı salladım ve başımı çevirdim pencereye baktım. Hava kararmıştı. Alparslan bir şey daha sordu ama zihnim tek bir cümleyle çalkalandı. “Telefonum nerede?” dedim. Alparslan’a yeniden baktığımda yüzündeki o iyi hal kendini ciddiyete bıraktı.
“Bir süreliğine imha ettim.”
“Anlamadım?” dedim. Kaşlarım çatıldı ve bedenim tümüyle ona döndü.
“Eğitimsiz barbarın teki durmadan arayınca ben açmak zorunda kaldım.”
“Alpaslan telefonumu verir misin?”
“Maalesef. Senin zarafetine yakışmayan bir adama nasıl kendini maruz bırakıyorsun? Her neyse, dinlen lütfen. Kendisi istese de bu hastaneye giremeyecek zaten. Barbarlıkla istediğini yapamayacağını anlamasını diliyorum ama böylesine eğitimsiz bir ad…”
“Alpaslan telefonumu ver! Ayrıca sen hastaneye kimsenin girişini engelleyemezsin.”
“Babam hastanenin ortağıysa elbette engellerim. Engelledim de. Ki babam hastanenin ortağı olmasa da engellerdim. Orası ayrı.”
Üzerimdeki pikeyi attım. Açık renk üstüm kan lekesiyle doluşmuştu. Kalkmak istedim ama sadece oturabildim. Başımı çok dönüyordu. “Firuze geri yatar mısın?”
“Telefonumu ver!”
“Şu an ona ihtiyacın yok inan.”
Kapımız yavaşça tıklatıldı ama aynı kibarlıkla açılmadı. “Beyefendi bu şekilde giremezsiniz!”
“Ya beni bırak!”
Kaskın altında boğuk gelen bu ses çıkarabileceğim şekilde değildi ama kaskın altında gözleri tanıdım. Başında kask, üstünde bir çiçekçinin logosu olan bir yelek ve elinde bir demet çiçekle bu adam Ecevit’ten başkası değildi. Kadının ellerinden kendini savurarak kurtuldu ve kaskı bir çırpıda çıkardı. Benden önce Alparslan’ı gördü. “Sen gelsene biraz benimle.”
“Alparslan Bey hemen güvenlikleri çağırıyorum.”
Alparslan oturduğu yerden elini kaldırdı ve sakin bir ifadeyle “Gerek yok tamam çık sen,” dedi yalnızca. Kadın bir an ne yapacağını bilemedi. Birkaç saniye Alparslan’a ve Ecevit’e baktı. Sonra çıktı odadan. Ecevit’in arka kısmında bir koltuk vardı kaskı da çiçekleri de üstüne fırlattı. Yeleğini de çıkardı oraya attı, bana baktı. Bana kızacak sandım, bana belki de kızacaktı ama üstümdeki kan lekelerine baktı. Alparslan ayağa kalktı ve ona doğru ilerledi.
“Usul nedir bilmiyor musun sen?”
“Ya usulünü de seni de sikerim benim tepemin tasını attırma. Kimsin lan sen?”
“Ben Alparslan Yiğit,” Ayakkabılarımı göremedim, çoraplarımın üzerine bastırdım.
“Otur Firuze,” dedi Ecevit. “Otur sen bir otur. Otur,” dedi Alparslan’ın gözünün içine bakıyor, bana doğru elini kaldırıyordu. “Bak Alp misin aslan mısın kaplan mısın her ne boksan ben senin bu kraliyet yakanı silkerim. Üstün başın kirlenir,” Alparslan’ın yakasına doğru vurdu. “Duydun mu beni? Elit elit konuşacağım diye götünden ter akıtma benim karşımda senin aklını alırım.”
Ecevit’in Alparslan’ın omzuna vurduğu eline dokundum. “Ecevit sakin ol, bağırma.”
“Sen bu medeniyetsize ne anlatıyorsun ki?” diye sordu Alparslan.
“Ulan başlatma medeniyetine. Gel sen gel,” Alparslan’ı kapıya doğru itmeye çalıştığında Alparslan karşılık vermedi ama geri çekildi. Kendisine temas etmesini engelledi. Onu aşağılıyordu görebiliyordum. “Çık dışarı. Çık konuşacağız. Kimsin nesin bana bir dışarıda anlat.”
“Senin bu hastaneye girişini engelleyen adamım işte.”
“Ulan ben köstebeğim, köstebek! Yeri kazar yine girerim istediğim yere. Senin okumaktan beynin sulanmış, bu işler böyle yürümüyor. Gel sen,” Yeniden Alparslan’ın yakasına ulaşmaya çalıştı. Tamamen önüne geçtim. Tepkilerim de, düşüncelerim de çok uyuşuktu.
“Bırak beni Firuze,”
“Ecevit dur diyorum sana.”
“Firuze daha ne kadar bu adama maruz bırakacaksın bizi? Çağırıyorum güvenlikleri. Çiçeğini verdi çıksın.”
Alparslan telefonunu eline aldığında ben ona engel olmak istedim, Ecevit fırsatını bulduğu ilk an yakasına yapıştı ve bir arbede yaşandı. Kısa sürdü bu, kimin eli bilmiyorum ama ağzıma değdi. Tam olarak bir çarpma bile sayılmazdı ama uyuşuk ağzımda bile dikişlerimi hissettirdi. İnim inim inledim. Ağzımı ne tamamen açabildim ne de kapatabildim. İki adam da durdu, arkamı döndüm ikisine de. Kan akacak korkusuyla bekledim, dudaklarıma değdi parmak uçlarım. Alparslan doktora bağırdı koridor boyu. Ecevit’in elini hissettim. Koluma dokundu.
“Ne oldu?” dedi. Bu üzerimdeki kanın çıkış noktası neresi onu bile bilmiyordu. Dudaklarıma dokunuyordum, dudaklarıma baktı. Neredeyse koştura koştura geldi doktor ve hemşire. “Firuze Hanım,” dedi adam. “Böyle geçin.”
Adam hızla eline eldiven geçirdi. Bana doğru eğilirken “Ağzınızı kendinizi çok zorlamadan açın.”
“Ne var ağzında?” diye sordu Ecevit. Ellerimde titreme hissediyordum. Bacaklarımın altına gizledim. Adam bir gazlı bezi, metal bir aletin ucuna tutturdu ve ağzımın içine doğru yasladı. Bastırmadı, “Kıpırdamayın,” diye tekrarladı.
“Dikiş mi var ağzında?” diye sordu bu kez Ecevit. Bana doğru eğildiğinde yüzündeki şaşkınlığı gördüm. Kıyafetimi işaret etti. “Ağzından mı aktı bu kan?” Doktor aynı aletle gazlı bezi aldı ağzımdan. “Bir şey yok,” dedi bana bakarak. “Ama çok fazla gülmemeniz,” Hiç gülmezdim zaten, “Ve esnememeniz lazım. Ne oldu az önce?”
“Elim çarptı,” dedi iki kişi aynı anda. Doktor şaşkınca yanındaki iki adama baktı ve “Anlamadım?” diye sordu. Hemşireye baktım. “Ayakkabılarımı görebiliyor musunuz?” diye sordum. Genç kız ortalığa bakındı. Hafifçe eğildi ve buldu. Bu kadarı yeterdi ama giymem için yardım etmek istedi. Buna gerek yoktu, işi de bu değildi zaten ama bir çırpıda yardım etti. “Çok teşekkür ederim,” dedim yalnızca.
“Çıkıyor musunuz?” diye sordu doktor.
“İmzalamam gereken herhangi bir şey var mı?”
“Hayır yatışınız yapılmadı. Yalnızca reçetenizi vereceğim.” Başımı salladım ve saçlarımı geriye doğru ittim. Başımdaki ağrı kopan saçlarımdandı belki de.
“Seni eve bırakayım Firuze,” dedi Alparslan ceketini alırken. Göz göze geldik. “Hangi eve Alparslan?” dedim. Bu bir soru değildi, ikimiz de farkındaydık. Derin bir nefes aldı ve bana yaklaştı. “Bu gece seni seve seve misafir ederim,” dedi bu kez. Gözlerimin içine bakıyordu. Evet demem için büyük bir ısrar vardı. Yutkundum.
“Teşekkür ederim Alparslan.”
Elime uzandı, parmaklarıma dokundu. “Teşekkür etmeni değil, gelmeni isterim Firuze.”
“Bugün yaptığın her şey için teşekkür ederim. Seni arayan olursa atölyede olduğumu söylersin.”
“O halde seni atölyeye bırakıyorum,” Sesinde yoğun bir ısrar verdi. Parmaklarımda olan elinin üzerine koydum elimi, dostça sıktım.
“Bu iyiliğini hiçbir zaman unutmayacağım ama lütfen ısrar etme.”
Elimi elinin üzerine koymamla elimi daha sıkı kavradı. Bunu istemedim. Onun kavrayışı ve benim kavrayışım bir değildi. Benimki minnetti. Onunkiyse bambaşka. Usulca çektim elimi. “Firuze ba…”
“Kafan mı kalın senin?” diye girdi araya Ecevit. “Şurada sana insan gibi laf anlatıyor. Ben mi anlatayım?” Alparslan gözünü benden çekmedi ama eliyle Ecevit’i işaret etti.
“Bu adam mı?” diye sordu. Gözlerimi kaçırdım. Yalnızca atölyeme gitmek ve perdelerimi kapatmak istiyordum. Parmak uçlarımı saç diplerime bastırdım. “Başım çok ağrıyor,” dedim. İkisini aynı yerde bırakma cesaretim olsa çıkıp gidecektim.
“Peki Firuze,” dedi ve geri çekildi. Yanıma telefonumu koydu. Ceketini giydi, yakasını düzeltti. İşaretparmağını Ecevit’e doğru salladı. “Devran dönünce yaka paça dışarı attıracağım seni,” dedi. Ecevit’e karşı içinde karşı konulamaz bir öfke vardı. “Değil aynı oda, aynı havayı bile solumayacaksın.”
“Devran dönünce haber et.”
Alparslan çekip gitmeden önce Ecevit’in getirdiği çiçek demetini aldı ve önce bir kez kapıya vurdu. Çiçeklerin yaprakları havada uçuştu, demeti yere fırlattı ve öyle çıktı kapıdan. Üzerime kadar geldi çiçeklerin yaprakları ve polenleri. Kaşlarım büküldü ve onlara baktım. O çiçekler benim değildi zaten ama yine de parçalanmasınlar isterdim. Biz çıktıktan sonra atılacağı çöpte kurusunlar ama un ufak olmasınlar. Parmaklarımla üzerime uçuşan yaprakları topladım. Ecevit ağız dolusu küfretti arkasından. Başım eğikti, tek bir yerde topladığım yapraklarla oynuyordum.
“Baban mı yaptı bunu?”
“Sen de hep benden kopya çekiyorsun,” dedim yapraklara bakarken. Boğazımda düğümler birikmeye mi başladı yoksa uyuşukluk geçtikçe onları hissetmeye mi başladım bilmiyordum. “Çiçekçi olmuşsun.”
“O aşağılık baban yaptı.”
“Bir de gitmişsin kostüm bulmuşsun.”
“Bak ben ona ne yapıyorum,” dedi yerinde durmadan. “Bak ben ona ne yapıyorum.” Bu cümleyi o kadar çok tekrar etti ki dizimde topladığım yaprakları aldım. Telefonumu cebime koydum ve ayaklandım. Elimdeki yapraklara baktım. Küçük olan birkaç çiçekten uçuşup üzerime konmuşlardı. Hepsi birbirinden farklıydı ve ben hiç anlamazdım çiçeklerden. Reçetemi uzattılar bana, aldım geçtim ve asansörün önüne geldim. Benimle aynı asansöre bindi. İkimiz de sessizce duruyorduk. Avucumu kapattım uçmasın çiçeklerim diye. Onları kitabımın arasına koymak istiyordum.
Çıktık hastaneden, o gitti, bense durdum kapı önünde. Güvenliğe döndüm. “Bana bir taksi çağırabilir misiniz?” diye sordum.
“Tabi,” dedi adam ve telefonunu çıkardı. Atölyede nakit para var mıydı? Kartım vardı. Alıp geri dönerek bir Atm’ye sürmesini isteyebilirdim. Hava çok soğuktu, üstüm inceydi. Kabanım en son Ecevit’e kalmıştı. Ağrım yediğim soğukla o kadar hissedilir oldu ki gözlerimi kapattım ve başımı yere eğdim rüzgâr çarpmasın diye. Cadde çok yakındı, arabaların vızır vızır sesi baskındı. O yüzden rahatça inledim. Sessizce çekmek istemedim acımı. Gözyaşlarım yanağıma düşmeden yere düşüyordu. Taksiyi ayakta beklemek için birkaç dakikam vardı. Gelmezse oturacak bir yer bulmam lazımdı.
Bir dakika doldu ya dolmadı, ansızın bedenim bir kumaş parçasıyla sarıldı. Bu benim parfümümdü yine de gözlerim kapalı öylesine kapatmıştım ki kendimi çevreye, korktum. “Benim,” dedi Ecevit. Kabanımı giydirmedi ama önden kuşağımı bağladı. “Gel,” dedi ama yerimden kıpırdamadım. Babamla yaşadığım hiçbir şey nasıl onun yüzünden değilse, böyle gecelerde sanırım yalnız kalmak da daha doğru sayılırdı. Kuğulu parkta kendini yerden yere vurmuştu ne istiyorsun benden diye. Doğru bir soruydu.
“Taksi çağırdılar bana,” dedim. Ne başımı kaldırıyor ne de gözlerimi açıyordum. Bu gece de elbet bitecekti ve benim için olmasa da güneş doğacaktı.
“Arayın taksiyi, geri dönsün ya da hiç çıkmasın.”
“Gelsin, aramayın.”
“Hadi Firuze.”
Gözlerimi açtım ve başımı ona kaldırdım. Yanaklarım değil ama kirpiklerim ıslaktı. “Gerçekten gerek yok gerek olsa ben söylerdim zaten. Biliyorsun. Çekinmezdim.”
Bu tümüyle doğruydu.
Beni kuşağımdan çekti. “Hadi, dondum. Hadi,” dedi. Artık üstünde sadece kazak olan oydu. “Ben de istemesem, söylerdim zaten. Biliyorsun. Çekinmezdim.”
Bu da tümüyle doğruydu.
Güvenliğe yeniden bir şeyler söyledi. Beni ilerletti ve açtığı kapıdan bindirdi. Kapıyı kapattıktan sonra sürücü koltuğuna bindi. Arabanın klimaları çalışıyordu ve ben birkaç dakikada titreyecek kadar çok üşümüştüm. Vücudum amansız bir hastalığın pençesinde gibi ağrı çektiriyordu bana. Gırtlağıma kadar doldum, gözlerimi kapattım. Evimdeki yataktan günlerce çıkmak istemiyordum. Öyle de yapacaktım. Bunu inmeden Ecevit’e söylemeliydim. Gerekirse bensiz devam etmeliydi birkaç gün ama ben ona birkaç günden önce katılamazdım. Avucumu sıkıca kapatmıştım gözlerim gibi. Başım koltuğun başlığına yaslıydı. Ben bağlamadım ama kemerimi çekiştirip bağladı öyle hareket etti.
İkimizden de ses seda çıkmıyordu. “Atölyenin ön kapısında ineceğim,” dedim. Cevap vermedi. Duyması yeterdi zaten. İçimdeki kova öyle bir taşıyordu ki midemin üzerinde bile yük vardı. “Ecevit biz küçükken fasulye sulardık hatırlıyor musun?”
Cevap vermedi.
Gülümsedim biraz. “Şimdi sulasak benim fasulyem senden önce büyürdü.”
Cevap vermedi.
“Hatırlamıyorsun değil mi?” diye sordum. Dişlerimi sıkmamam gerekiyordu. Ve esnememem. Cevap vermedi. “Hatırlamazsan hatırlama,” dedim kızgın bir sesle. Keşke yirmi beş yaşındaki bir kadın gibi kızsaydım. Hiç öyle olmadı ama. Hem de hiç. “Oyunu ben kazandım zaten.”
Gırtlağımdan patlayacaktım adeta. “Bu oyunu oynamak çok yorucu,” dedim. Omuzlarım öne doğru düştü. Çiçeklerim avucumda eziliyordu farkındaydım ama onları böyle paramparça eden ben değildim ki. Onları ezmek benim suçum olur muydu? “Artık oynayacak gücüm kalmadı. Küçükken de mızıkçının tekiydim ben. Ağladın mı diye sorardın. Hayır derdim hep. Yalancı Firuze,” Sustum, içimdeki Firuze’nin sesini dinledim. O çok şanslıydı. Her şeye sahipti. Ben çok şanssızdım. Tek bir şeyim bile yoktu onda olan. Hayır hayır… Tek bir şeyim vardı. Kolyeme dokundum.
“Bu oyunu oynamak çok yorucu,” diye tekrar ettim. Başımı bastırdım koltuğa. “Bu oyunu oynamak çok zor,” dedim yeniden. “Bugünlük bu kadar oyun yeter,” Bu cümle annemindi küçükken.
Büyümüştüm, benim olmuştu. “Bugünlük bu kadar oyun yeter Firuze,” diye konuştum. Bu bir komut gibiydi. Fasulyeler büyümüştü ve bir oyun daha ne kadar tek başına sürdürülebilirdi ki?
Komutlar işe yaradı. İp koptu, çiçeklerim ezildi, kutup yıldızının kolları parmağıma battı ve ben ağlamaya başladım. Saatler içimde körüklenen her şey bir bir döküldü dudağımdan ve ben huzurla ağladım. Öylesine bir huzurdu ki hem de bu, uzun zamandır bu kadar kana kana ağladığımı bile hatırlamıyordum. Hiçbir ilaç, bu oyuna ara vermek kadar bana iyi gelmezdi. Öyle bir dakika on dakika da değil. Hıçkırarak araba durana kadar ağladım hem de.
Şimdi inmem, birkaç merdiven çıkmam ve saksının altındaki anahtarımı alıp perdelerimi çekmem lazımdı. Bunlar sağlıklı bir insan için dünyanın en kolay işleri olmalıydı. Bir kapı açıldı ve kapandı. Bir kapı daha açıldı ve kapandı. Bir kapı açıldı ve rüzgâr yüzüme çarptı. Kemerim açıldı ben gözlerimi daha açamadım. Ecevit’in ellerini hissetim bacaklarımın altında ve bedenim havalandı. Sırtımdan ve bacaklarımdan kucaklamıştı beni. Ağlamaya devam ettim.
“Ağlama Firuze,” dedi. Sanki artık yeter gibiydi bu. Oyun oynamayı bıraksan da yetmedi mi? Gibi…
“Arabanın anahtarı üzerinde,” dedi. Bana söyledi sandım. Gözlerimi aralamaya çalıştım.
“Yardımcı olmamı ister misiniz Ecevit Bey?”
“Şu kapıyı açman yeterli.”
Bedenim Ecevit’in kucağında biraz daha havalandı. Gözlerimi açtım. Ortalığa bakındım. Burası Çayyolu değildi. Ecevit ilerlemeye başladı. Şifreli kapıdan geçtik. Ecevit beni evine getirmişti. Ağlamam durmadı. “Babam Ecevit’i öldüreceğim dedi,” dedim nefes nefese.
“Sen ne dedin?” diye sordu. Asansör mü bekliyorduk?
“Sana o fırsatı hiçbir zaman vermeyecek dedim.”
Asansör sesini duydum. “Aferin sana,” dedi. Bu kez alaydan uzaktı. On yaşındaki Ecevit söylemişti sanki. Asansörden indik. Beni yavaşça bıraktı ama vücudumun bir kısmı hâlâ ona yaslıydı. O vakit fark ettim elindeki torbayı. Sabah sandviçlerimizi koyduğum torbaydı. Kapıyı açtı ve “Geç,” dedi. Önden yürümemi bekledi. Ayakkabılarımı çıkarmak istedim ama “Bırak Firuze,” dedi yalnızca. Öyle yürüdüm evine. Üstüme başıma baktı, derince soluklandı. “Bir iki parça kıyafet bakacağım, üstündekileri de ver yıkayalım. Kan revan içindesin,” dedi. Geçti gitti yanımdan. Ayakta evin orta yerinde dikilmiştim. Gözlerim orta yerdeki sehpaya kaydı. Sehpanın ortasında beyaz bir şey gördüm. Başta seçemedim. Çünkü ben onun o halini pek görmezdim.
Kulaklığım çözülmüş halde sehpanın üzerindeydi. Ecevit geri döndü, baktığım yere baktı o da. “Düşürmüşsün burada,” dedi. Cebime sıkıştırmıştım, uyurken de yatağa düşmüştü hatırlıyordum. Banyoyu işaret etti. “Ayakta duracak halin var mı?” diye sordu. “Yoksa böyle yat sonra değiştirirsin.”
“Çok pisim,” dedim açıkça. Aldım elinden banyoya geçtim, kapıyı örttüm. Klozetin üzerine oturdum, öyle çıkardım üstümü. Eşofmanın ipini sıkıca bağlamak istedim ama sanırım kördüğüm ettim. Ellerimi yıkamak istedim ama çiçeklerim vardı, kirli kıyafetlerimi aldım. O kadar kirlilerdi ki gözümde, Ecevit’in sepetine bile atmak istemedim. Kapıyı geri açtığımda bıraktığım yerdeydi. Elimdeki kıyafetlere baktı. “Niye aldın onları?” diye sordu.
“Çok pisler, atalım.”
“Saçmalama Firuze,” dedi ve aldı elimden. Geri girdi banyoya. Kitaplığına baktım. İlerledim. En öndeki kitabı aldım. Yavaşça oturdum koltuğa ve Hamlet’in rastgele sayfasını açtım. Sayfa yetmiş dört ve yetmiş beşin arasına sıkıştırdım elimdeki ölü yaprakları. Kitabın kapağını kapattım ve koltuğa doğru uzandım. Cenin pozisyonu aldım, başımın altın yastık koymadım. Kitabı göğsümün altına sakladım. Gözlerimi kapattım. Derin derin nefes alıyordum, ağlamanın üzerimdeki tahribatının geçmesini bekliyordum. Bir süre daha içeriden sesler geldi. Uykuya dalmadım. Ecevit’in varlığını derin sessizliğiyle anladım.
“Firuze,” dedi. Yanıt vermedim. Uyudum sandı. Yeniden kucağına aldı beni, birkaç adımdan sonra yatağa yatırdı. Kitabı sıkıca elimde tutuyordum, sıkıca tuttuklarımın arasına elini de ekledim. Onu da kendime çektim, yanağımın altına yasladım.
“Nöbetçi eczaneye gidip ilaçlarını alacağım,” dedi. Umursamadım. İlaç içmek istemiyordum. Şayet yazılan ağrı kesiciyse buna şu an ihtiyacım yoktu. “Yemek yemeyecek misin?”
Başımı salladım sadece.
“İşine gelene mi cevap vereceksin?”
Başımı salladım.
“Beni niye evine getirdin?” diye sordum.
Cevap vermedi. “İşine gelene mi cevap vereceksin?” diye bu kez ben sordum.
“Babanın başına öreceğim çoraplardan vakit bulursa gelsin, seni alabiliyorsa alsın buradan, diye.”
Bu kez de ben cevap vermedim. “Kitabımı niye aldın?” diye sordu.
“İçine çiçeklerimi koydum,” dedim. Bu cümle içimde derin bir sızı yarattı. Parçalara ayrılmış çiçeği yetmiyormuş gibi avucumda da ezip ona hâlâ çiçeğim demek bana suçlu hissettirdi. O çiçek onu sevdiğimi hiç bilmeyecekti. Bu kez o cevap vermedi. Cevap vermeme oyunu oynuyorduk sanki. Kuralsız, saçma sapan bir oyundu ama Ecevit’le oynuyor olmak yine de güzeldi.
“Ağlama Firuze.”
“Ağlamıyorum ki.”
“O kadar ağlıyorsun ki ağladığını bile farkında değilsin artık.”
Dudaklarım büzüldü, bir çocuk gibi hissettim kendimi. Elimde değildi. Ağlamak kendime fırsat vermekti ve bana bazen acıyla da olsa yaşadığımı hissettiriyordu. “Kitaplarının altını çizer misin?”
“Çizmem.”
“Çok beğendiğin yer olursa?”
“Ezberlerim.”
“Yazın çirkin, ezberin kuvvetliydi,” dedim.
“Yazın güzel, ezberin kuvvetliydi,” dedi. Ezberimin kuvvetli olduğunu hatırlıyordu. Dilimi ısırdım. Öfkeyle doldum. “Keşke ezberim kuvvetli olmasaydı,” dedim. Bu yatak mezar olmalıydı ve yalnızca ben ölmeliydim. Başımı yastığa bastırdım. “Keşke ezberim kuvvetli olmasaydı. Aptal Firuze! Aptal! Öl Firuze! Öl!”
Boşta olan yaralı elimi yumruk yapmaya çalıştım ama yaram tamamen kıvırmama izin vermedi. Elimi şakağıma vurdum. “Keşke ezberim kuvvetli olmasaydı!” dedim. “Aptal Firuze!” Bir insana yapılabilecek en büyük kötülük kuvvetli bir hafızaydı. Unutmak için her şeyi verirdim. Bununla nefes bile alınmıyordu. “Ezberin kuvvetli olacağına ölseydin!” Elimi tutmaya çalıştı ama ben çok hordum. Kimseye izin vermedim. Ecevit bana dair tek bir şey hatırlıyorsa bu; ezberimin kuvvetli oluşuydu.
“Yapma,” dedi.
“Keşke ezberim kuvvetli olmasaydı! Unut unut unut! Unut her şeyi unut!”
Elime sahip çıktı, avucunun içine kapattı ve vurmamı engelledi. “Beni ölene kadar sakın affetme!” Başımı ona yaklaştırdım. Yanlışım yoksa tam kalbinin üzerine vurdum başımı. “Benim ezberim kuvvetli. Beni sakın affetme!”
Beni Ecevit de affederse, bu dünya üzerinde beni affetmeyen tek kişi ben kalacaktım. Bu olacak iş değildi. Bari burada yalnız kalmasaydım. Yapayalnızdım. Bu noktayı da yalnızlıkla paylaşırsam ne yapardım bilmiyordum. Ecevit o toplumun parçası olsun istemiyordum. Ecevit benimle beni hiç affetmesin istiyordum. Başım kalbine yakın bir yere yenik düştü. Küçük gözleri olan çocuklar, küçük gözlü büyük adamlara dönüşürdü ve ben o adamın yakınında uyuyakaldım.
instagram;
dilanduurmaz
uzumbugusuofficial
Bu bölümün gazete sayısı sonraki bölüm için önemli. Sizi o yüzden instagram hesaplarına alayım. Kendi hesabımdan da en yakın zamanda soru cevap yaparız. Oy vermediysek verelim mi?
Sevgilerimle,
Comentários