top of page

XIX- "suçlunun beraat ettiği yerde hakim hüküm giyer."

  • Yazarın fotoğrafı: Dilan Durmaz
    Dilan Durmaz
  • 1 Ağu
  • 59 dakikada okunur

Ben geldim! 

Biraz zor bir dönemden geçiyorum ama bölümleri de aksatmak istemiyorum. Yapacağınız yorumlar yazacağım bölümün içeriğini değiştirmez elbet ama yazılma hızını birinci dereceden değiştiriyor. bilin olur mu? 

twitterdan, tiktoktan, instagramdan yaptığınız her bir paylaşımı kocaman bir heyecanla takip ediyorum ve her ürettiğiniz çalışmaya hayran hayran bakıyorum. bilin istedim bunu da. var olun. 

Yıldıza basıp bol bol yorum yapalım mı? Yapalım yapalım... 

Keyifle okuyun.




1993 Şubat


Köylü milletin efendisi mi yoksa köylüleri öldürmeli mi?


Hüseyin Tarhan, Ankara’nın köşe bucak köylerinin birinde, suyu olan, elektriği olmayan, okuyanı yazanı çok çıkmayan ama yan köye göre azımsanmayan bir yerde yaşıyordu. Annesi o daha bebekken hastalıktan ölüp gitmiş, babası bu küçük oğlan çocuğuna bir taraftan tarlası varken bakamayacağını anlayınca, aynı köyün içinden, karısının daha kırkı çıkmadan bir kadın almıştı nikahına. İşin doğrusu hiç ayıplanmamıştı. Erkekti, pek tabi kadınsız kalmayacaktı. Biraz elinin kiri, biraz alnının akı, biraz erkekliğin şanıydı. Öyle derlerdi. Kırkını beklemeye de bu evdeki öksüzle pek fırsatı yoktu. Kim bakacaktı bu sabiye? Daha okula yeni başlamıştı. Yıkayanı, önüne bir tas çorba koyanı, evi çevirip çevireni lazımdı. Ölen ölmüştü, giden gitmişti. Ölenle ölünmüyordu ya. Nikahına aldığı kadın da dul değildi üstelik. Hüseyin’in babası daha gençti. Köye göre hali vakti de kötü değildi. Kendi ekip kendi biçiyordu. Karısı öldü diye hakkına dul düşmüyordu ya. Kadın olsa, işler değişirdi demişti konu komşu ama o erkekti işte. Kimse de çıkıp yanında dul bir kadın beklemiyordu.


Genç kadın, başka bir kadının üstüne geldiği evde, bir de oğlan çocuğu görünce durmamış hemen bir çocuk doğurmuştu. Yerini sağlamlaştırmak lazımdı. Hüseyin’i hor görmezdi ama evladı gibi de pek yaklaşmazdı. Fazladan bir kaşık yemek kaldıysa tereddütsüz onu kendi evladının tabağına eklerdi. Kötü değildi. Yalnızca başka bir kadının çocuğuna annelik yapacak kadar büyük bir yüreği yoktu. Olmak zorunda mıydı? Pek değildi. Hüseyin Tarhan da onu hiç anası olarak görmemişti. Anne de dememişti. Yalnızca öksüzlüğü hissederek büyümüştü. O bir kaşık yemeğin kendi tabağına eklenmeyeceğini, banyo sırasında daima sonda olduğunu, yırtık elbisesinin hep en son dikileceğini bilirdi. Nefret etmezdi o kadından. Öksüze öksüzlüğünü hissettirmek suç muydu? Değildi Hüseyin’e göre.


Bu küçük çocuk büyümüş, koca adam olmuş, babasının sırtında bir kaban gibi dolanıyordu. İşlere pek hakimdi, tarlalarını artık o çeviriyordu. Tohumdan anlıyordu, ekini biliyordu, toprakla dost olmuştu. Çalışıp duruyordu işte. Başka çaresi mi vardı? Ortaokulu da bitirince lise için ilçeye gitmesi lazım görmüş, babası ‘sen gidersen ben bir başına nasıl yetişirim?’ deyince o da pek gerek görmemişti. Gitseydi ne olacaktı ki? Çiftçinin oğlu da çiftçi olurdu elbet. Hem bu ülkeye öğretmen doktor kadar topraktan anlayan adam da lazımdı. Herkes yerini yurdunu bilmeliydi. Köylü köyünde kalmalı toprağına sahip çıkmalı, şehirli de kalemi elinden bırakmamalıydı. Babası böyle demişti. Haksız da gelmemişti Hüseyin’e.


Köylü milletin efendisi mi yoksa köylüleri öldürmeli mi?


Gel zaman git zaman, Hüseyin’in dostu ancak toprağıyken, gönlünün kapısından bihaberken, çalışıp duruyorken yan köyün çeşmesinin başında genç bir kız görmüştü. Tövbe estağfurullah aklından çıkaramıyordu. Eline çapa alıyordu, hortum alıyordu, tohum alıyordu, toprakta dolanıp duruyordu ama yok bu kızı gözünün önünden çekemiyordu. Sabır çekiyordu, destur çekiyordu, suratına su çarpıyordu, yarına kadar unuturum diyordu, sabahın köründe kalkıp tarlaya çıkıyordu, eli iş tutuyordu, yoruyordu kendini, deli gibi yoruyordu da olmuyordu. O ipince kızın suları taşıyan güçlü bileklerini, yürürken sırtına çarpan uzun, siyah, örgülü saçlarını unutamıyordu. Tövbe estağfurullah, tövbe estağfurullah, tövbe estağfurullah…


Terslenmek zoruna gitti sanmıştı Hüseyin. O genç kızın, görüntüsünün aksine olan haşin tavrı, hırçın davranışları Hüseyin’i pek fena yapmıştı. Bir şey yapmamıştı ki. Neden ona öyle davranmıştı o kız? Pek de güzeldi. Tövbe estağfurullah… Kötü bir niyeti yoktu, Allah rızası için yardım edecekti o kızcağıza. Nasıl da tepki göstermişti. Sapık gibi. Hüseyin karşılık da verememişti. O kız, bu genç adama kötü muamele yapmıştı. Ağzını açıp da bir kelime edememişti. Pek de güzeldi. Tövbe estağfurullah. Aklını kaçıracaktı. Yerinde duramıyordu. Kendisine öfkeleniyordu. Kıza niye o da kızmamıştı? Sen ne kabasın öyle, insanlık da yaramıyor diyememişti. Kudurdukça kudurmuştu.

Toprağına dert yanıyordu Hüseyin Tarhan. Senelerdir dostu olmuş toprağına, ilk kez annesinden başka bir kadını anlatıyordu. Sitem ediyordu, dert yanıyordu… Toprağın dili olsaydı da konuşsaydı.

Öyle ya da böyle, bin bir bahaneyle çeşme başına gider olmuştu. Su sıkıntıları yoktu. Çeşmeden su almaya gidip geliyordu olur da karşılaşırlar diye. Karşılaşırlarsa yeniden yardım etmeye kalkacak, olur da yine terlenirse o da tersleyecekti. Evet evet kesinlikle tersleyecekti… Kafasında belli etmişti bu cümleleri. Hanım hanım sen utanmıyor musun tanımadığın adama bunca laf etmeye diyecekti. Kesinlikle diyecekti de işte denk gelemiyordu bir türlü. Gel zaman git zaman, umudunu kaybettiği günün birinde yine denk gelmişlerdi. Ne o yardım etmeye kalkışmıştı ne de o genç kız haşinlik yapmıştı. İkisi de birbirini tanımıştı. Tam üç kere göz göze gelmişlerdi. Hüseyin önce gelse de sırayı kıza vermişti. Kız suyunu doldururken yüzünü incelemişti öylece.


İçinde bir dert büyüyordu, toprağına anlatacak, toprağı kuruyacaktı. Ekinleri solacaktı. Öyle bir dertti bu. Toprağı kurutacak olan Hüseyin’i yaşatır mıydı?


Bir değil iki değil üç hiç değil… Hüseyin git gellerle o köyden ahbaplar edinmişti. Ne yapmış etmiş adını öğrenmişti. Leyla. Leyla… Leyla. Dünya üzerinde daha güzel isim yoktu artık onun için. Bu genç kızın yazısının pek güzel olduğunu, kalem kitap işlerinin ona yaptırıldığını da öğrenmişti. Biraz morali bozulmuştu o vakit. Mektepli mi demişti kendi kendine. Mektepliyse kendinde hiç şans görmüyordu. Mektepli ne yapsaydı köylüyü artık?


Köylü milletin efendisi mi yoksa köylüleri öldürmeli mi?


Köylüleri öldürmeli diyordu artık Hüseyin. İçinde kendine karşı bir kin büyüyordu. Keşke babasını dinlemeseydi de gidip devam etseydi okula. O da pek niyetli değildi. Okulu çok sevmezdi. İşine gelmişti. Ya şimdi? İşin rengi değişmişti. Bu genç kız yoksa bir muallime adayı mıydı? Köylü ‘kalem defter Leyla’ diyordu ona. Hüseyin’in içinde korkunç bir yetersizlik oluşuyordu.


Köylüleri öldürmeliydi. İlk kendinden başlamalıydı.


Gel zaman git zaman, yerli tohumlar için Tarım Bakanlığına bir dilekçe yazması gerekti. Kendi köyünün muhtarıyla halledilecek işti aslında ama yok… ‘Kalem defter Leyla’ vardı. Onu son kez görmek istedi. Son kez görmek ve ondan vazgeçmek belki. Bilmiyordu. Ekinleri kurumuştu. Toprağı kurumadan vazgeçmeliydi bu kalp ağrısından. Leyla Leyla diye sayıklıyordu artık toprağa bakarken. Bu mektepli kızdan vazgeçmeliydi.


Gitmişti muhtarın yanına. Yardım istemişti. Biraz da yalan söylemişti. Muhtar da inanmıştı. Bekle evlat, bir hanım kızımız var, o hemen halleder, az bekle, demişti. Hüseyin o hanım kızı beklerken muhtarın odasında dört dönmüştü. Gömlek giyip gelmişti. Pek yakışıklıydı. Bu köyden olmadığı belliydi. Düzgün saçları, tıraşlı yüzü, ütülü gömleğiyle bu muhtarın yerine gelene kadar kaç kız dönüp bakmıştı yağız delikanlıya. Hüseyin birini bile fark etmemişti. Fark etse de bir şey değişmezdi gerçi. Dili damağı kurumuştu genç adamın. Leyla’yı bekliyordu. İlk kez böylesine bir ortamda, konuşabilecekleri bir yerde, ona bakacağı, teşekkür edeceği, belki gülümseyeceği bir an bulmuştu. Belki bugün ondan vazgeçecekti. Ama yine de, gülümseyerek, teşekkür ederek, minnet duyarak ve yüzüne bakarak bunu yapacaktı.


Kalem defter Leyla. Güzel Leyla.


O bunları hayal ederken içeri girmesini beklediği genç kız; o çeşmenin başında, siyah saçları, beyaz teniyle boy vermiş arpalarını anımsatan haliydi. Gözleri kızarık, şiş, yanağında bu mesafeden seçilen beş parmak izi, üzerinde bedenine bol gelen bir fistanla, ayağında terliklerle boy vermiş değil güneşte kurumuş arpa tarlasına anımsatan genç kız olmuştu ama payına düşen. Hüseyin’in tüm heyecanı gömülü kalmıştı içinde. Tutuluvermişti.


“Efendim muhtar emmi,” demişti çatlak bir sesle. “Acil demişsin. Hemen söyle de yapıp gideyim. İşim var.”


Hüseyin’i fark etmemişti bile. Onu buraya gönderen de onu bu hale sokan babasıydı. Yerden yere vurduğu kızı kolundan kaldırıp kapı önüne itmişti. “Kalk git, gör işlerini,” demişti. Şerefin namusun noksan olduğu o adam, kızını okutmasa da ekmeğini yiyordu. Gelirdi arada muhtarın önüne, kalem parası derdi. Boşuna mı okuttum ben bu kızı? İki kalem parası at yoksa başbakan gelsin bir kelime yazdırmam size benim kızdan bundan böyle. Yok öyle bedava. Kalem defter Leyla’nın da elbet bir bedeli vardı.


Hüseyin’i göstermişti muhtar. “Yan köyden. Bakanlığa dilekçe yazılacak. Hadi yazalım kızım. Komşu komşunun külüne muhtaçtır. Geri çeviremedim bu genç delikanlıyı.”

O dakika fark etmişti. Ne utanmıştı Leyla. Artık neredeyse her gece uyumadan önce düşündüğü, bazen rüyasına giren- kendine çok kızıyor, çok utanıyordu- genci bu kılıkta görmek istemezdi. Saçı başı, yüzü gözü, fistanı… Çok utanmıştı. Çeşmenin başına giderken, en güzel elbisesini giyiyor, saçlarını da muhakkak düzeltiyordu. Ama şimdi? Utancından kendini yerden yere bu kez kendisi vuracak, zırıl zırıl ağlayacaktı. Kaçırdı gözlerini, masanın en arkasına geçti, sakladı bedenini ve yüzünü. “Yazayım muhtar emmi, ver hemen yazayım. Gitmem lazım.”


Kaçmam lazım, demeliydi işin doğrusu. Kendini değil bu köyün bu şehrin en çirkini hissediyordu. Hayal gücünü biraz daha zorlasa, bu köyden bile çıkmadığından büyüklük algısı Ankara’dan ibaret olan genç kız bilseydi bu cennet vatanın diğer beldelerini ülkenin en çirkin kızı olduğunu hissederdi.

Hüseyin, Leyla’nın şiş gözlerine, yüzündeki izlere bakmaktan iki cümleyi zor yan yana getirmişti. İçinde korkunç bir öfke büyüdü. Aklını kaçıracak gibi oldu. Kim yapmıştı bunu? Hangi haysiyetsiz, hangi müsvedde, hangi alçak? Gidip ensesine çökmek, boğazına sarılmak, kan revan içinde bırakmak istedi yüzünü. Leyla’yı bazen toprağına anlatırken bile haddini aştığını düşünüp susuveriyordu. Bu kadar fazla diyordu. Aklını kaçıracaktı. Kimdi bunu yapan? Öldürmek istedi onu. İlk kez birini öldürmek istedi. Bu öfkesine kendisi bile hayret ediyordu.


Kendini zorlukla toparladı. Derdini zor anlattı. Kelimeler tükendi, unutuldu, telaffuz edilemedi. Neyse ki Leyla bu haline rağmen bile olayı çabucak anlamış yazıvermişti. “Tamam bu. Gönderin. Hadi ben gidiyorum,” dedi hızla. Genç adamın yüzüne bile bakmıyordu.


Alel acele çıkmıştı muhtarlıktan. Utançtan koşarak gidecekti. Çıplakken avluya çıkmış ve başkalarına yakalanmış çocuk gibi hissediyordu kendini. Hüseyin’de biraz cesaret, öfke, o izlerin sebebini düşünerek çok öfke, biraz merak olmasa bu Leyla’yı belki de son görüşüydü. Kendini dışarı atmıştı genç kızdan hemen sonra. “Leyla,” demişti sönük bir sesle. Koşar adım gitmişti peşinden. “Leyla,” diye seslenmişti. Aralarındaki mesafe az kalmıştı. “Leyla,” diye bağırmıştı biraz. O vakit Leyla onu duymuştu da dönmüştü. Nefes nefese genç adama bakmıştı kız. Hüseyin iki karış mesafede durmuştu. Biraz gözlerine sonra yanağındaki ize bakmıştı ama utandırmak istememişti. Yeniden gözlerine dikmişti gözlerini. Aydın’ın zeytin bahçeleri gibi gözleri vardı Leyla’nın.


“Yarın, sabah vaktinde çeşmeye su almaya geleceğim. Gelmeni rica ediyorum,” dedi nazikçe. Hali hazırda kibar bir adamdı zaten ama yine de daha fazlası için çabaladı. “Gelmezsen ertesi sabah da geleceğim. Gelmezsen sonraki sabah da geleceğim.”


“Sizin köyde su var!” demişti genç kız hiddetle, korkuyla ve telaşla. Leyla çok korkuyordu. Yaşar Kemal demişti ya hani; korkuya dağ dayanmaz diye… İşte tam öylesine bir korkuydu bu. Dağ dayanmazdı.


“Bizim köyde Leyla yok ama.”


Hüseyin berisini gerisini düşünmeden, nasıl hissediyorsa, diline nasıl vardıysa öyle söylemişti. Leyla tek kelime etmemişti. Arkasını dönüp gitmişti, ertesi sabah da çeşmeye varmamıştı. Cesaret edememişti. Ertesi sabah da, ertesi sabah da… Lakin ondan sonraki sabah… Leyla pek hayırsız babasından gördüğü erkeklikle sanmıyordu ki bunca sabahtan sonra o genç adamı yine orada görsün. Leyla bir o kadar daha sabah gelmeyedursun, Hüseyin bir o kadar sabah daha gider dururdu. Çünkü onların köyünde su vardı ama Leyla yoktu. Leyla… Toprağa anlatsa toprak ekin kusar, gökyüzüne baksa yağmur kusar, ağaca söylese meyve…


Köylü milletin efendisi mi yoksa köylüleri öldürmeli mi?


Köylü ne efendi olmalı ne de öldürülmeli. Köylü ekmeli biçmeli ama kalem de tutmalı. Bir de sevebilmeli. Leylalar Hüseyinleri. Hüseyinler Leylaları. Mutlaka sevebilmeli. Yoksa toprak kurur, yoksa insanlar çürür.


Hüseyin’in toprağı kuruyor, kalbi çürüyordu. Hüseyin ne efendi olmuştu ne de ölmüştü. Hüseyin Leylasız kalmıştı. Hüseyin keşke ölseydi de Leylasız kalmasaydı. Ne zordu. Kalemin kurşunsuz, mektebin talebesiz, toprağın tohumsuz, defterin sayfasız kalmasından beter. Hüseyin bu yaşında fark ediyor. Babası annesini hiç sevmemiş.


“Fadime abla ben elimden geldiğince geçe kalmayacağım ama belli de olmaz. Sen ne olur bekle olur mu?”


Hüseyin Tarhan, akşamları açlıktan ağlamasın diye yedirdiği mamayı çıkardı ve tezgâhın üzerine koydu. Gündüzleri mama vermiyordu. Süt veriyordu, ekmekle şekeri sütün içinde ıslatıyordu, bazen çorba yapıyordu onları veriyordu. Mamayı akşama saklıyordu. Akşamları pek zahmetli geçiyordu. Doğduğundan beri bu mamayı yiyordu Melike ama Hüseyin Tarhan’ın gücü artık bu mamaya yetmiyordu. Çok pahalıydı. Kısıyordu alıyordu bir şekilde ama artık yetmiyordu. Çareyi akşama saklamakla bulmuştu. Kızı açlıktan uyanmasın ağlamasın diye akşam yediriyor, kızını tok uyutuyordu.

Şimdi Ali Ecevit’i görmeye giderken bu yaşlı kadın yeter ki baksaydı kızına. Mamaysa mama… Yeter ki baksaydı. “Beklemez olur muyum? Bırakacak gidecek halim yok ya bebeyi. Sen git hallet işini. Sabaha kadar ben yine beklerim. Bırakmam. Oy Melike,” dedi ve kucağındaki bebeği öpüp kokladı. “Oy güzel Melike.”


Kadersiz Melike. Öksüz Melike. Yakın vakitte yetim kalacak Melike.


“Allah senden bin kez razı olsun.”


“Allah hepimizden razı olsun,” dedi kadın. Adam kızına yaklaştı. Kucakladı. Öpüp kokladı. Çok küçüktü. Onu götüremiyordu her yere. Bırakırken gözü hep arkada kalıyordu ama elinden de bir şey gelmiyordu. Bebeğini geri bıraktı kucağına. Dua okudu öyle çıktı evden. Minibüse binmeden avukatı aradı. Bu şerefli adam, hâlâ çabalıyordu. İleride başına gelecekleri tahmin ediyor ama yine de pes etmiyordu. Kararı temyize göndermişti. Cevap bekliyordu. İçinde bir umut, bu ülkede hâlâ görevini şerefiyle namusuyla yapan insanlar olduğunu söylüyordu. Peşinden gidiyordu. O gariban çocuğu bırakmak istemiyordu oralarda.


“Hocam,” dedi Hüseyin Tarhan.


“Gidiyor musun?”


“Gidiyorum hocam. Aldım evrakların kopyasını da. Dün gece gözüme uyku girmedi.”


“Git de oğlunla özlem gider,” dedi avukat. Bunca kötülüğün arasında bir adama çocuğunu göstermiyorlardı. Avukat açık açık söylemiyordu ama artık tüm sunulan sebepler ona bahane gibi geliyordu. Bir değildi, iki değildi, üç değildi… Kaçtır adam gittiği kapıdan geri döndürülüyordu. Görüş günleri iptal ediliyordu, Disiplin sebep gösteriliyordu. Eksik evrak çıkarılıyordu.


“Ödüm kopuyor yine bir şey çıkacak diye…” Korkusunu dillendirdi. Dayanamadı.

“Çıkmayacak. Her şey tamam. Git de gör oğlunu. Ben en son yanına gittiğimde dedim baban gelecek diye. Seni bekliyor.”


Hüseyin, defalarca kez teşekkür etti, Allah razı olsun dedi de öyle kapattı telefonu. Eliyle durdurduğu minibüse bindi, oturmadı köşede ayakta bekledi. Eli sık sık cebinde tuttuğu evrakların üzerine gidiyor, varlığını kontrol ediyordu. Düşmesi pek mümkün değildi ama bu korkusu… Her şeyi mümkün kılıyordu kafasında. Ecevit’in özlemi göğsünde demleniyordu. Koyu bir özlem adamın kalbini sarmıştı. Bazen oğlum diye sayıklıyordu. Bir başınaydı, yapayalnızdı, bazen aç bazen toktu, Ali Ecevit’im diyordu. Defalarca kez bu yoldan geçip gitmişti, defalarca kez dönmüştü. O bu yoldan dönerken oğlu nasıl hayal kırıklığı yaşamıştı kim bilir.


Ali Ecevit hor görüldüğü, bir annenin evladı değilmiş gibi muamele edildiği, bir çocuk değilmiş gibi davranılan bu yere henüz alışmamıştı. Kolundan tutulup sarsılıyor, itilip kakılıyor, alay ediliyor, henüz ne olduğunu anlamasa da taciz ediliyordu. İnsanlar burada müstehcen kavramından uzaktı. İsteyen istediğine, istediği gibi dokunuyordu. Pantolonunu indirmeye çalışan oluyordu, banyoda rahat vermiyorlardı, tuvalette rahat ettirmiyorlardı. Yemek yerken rahat vermiyorlardı, kendini en olmadık kavgaların arasında buluyordu, yattığı yerde hiç bulaşmadığı kargaşaların içine itiliyordu, büyük abilerine söylemek istiyordu ama burada herkes ona düşmandı. Hatta en çok büyükler düşmandı. Bu piç var ya savcının oğlunu öldürmüş diyorlardı. O da yetmiyor bu piç bir de vatan haini diyorlardı. İçeri tıkılmasa, siki az daha büyüsün bölücülerin arasına kaynar gider. Ecevit hiç anlamıyordu. Okulda teneffüste edepsiz çocuklardan duyduğu ve yüzünü kızartan her ayıplı kelime burada tereddüde düşülmeden telaffuz ediliyordu. Hem de Ecevit’e karşı.


Orospunun doğurduğu diyorlardı. Piç diyorlardı. Böylelerinin başını küçükken ezeceksin diyorlardı. Hain büyür daha büyük hain olur diyorlardı. Bu yaşta katil olan az daha büyüsün canlı bomba olur diyorlardı. Herhalde bunları orada en hak etmeyen çocuktu Ecevit. Ecevit artık o büyük abilerden de yardım istemiyordu. Onlardan da dayak yiyordu zaten. Başrolü olmadığı kavgaların sahibi gibi davranılıyor, döve döve Ecevit’i çekip alıyor, bir deliğe kapatıyorlardı. İşini namusuyla yapan adamlardan biri çıkagelmeyene, Ecevit’i ellerinden almayana kadar, Ecevit’i bir kum torbası gibi kullanıyorlardı.


Yine de, her şeye rağmen, görüş gününden bir gün önce kalkıp en temiz kıyafetini yamacına koyuyordu. Sabah erkenden kalkıyor, üstünü başını giyiyor, saçlarını parmaklarıyla tarıyor, babasını bekliyordu. O günler Ecevit için çok zordu. Umut… Umut denilen lanet olası şey ne zordu öyle. Ecevit umudu, umutsuzlukla öğrenmişti. Babasını görme umuduyla kalkıyor, babasını göremeyişinin yarasıyla ağlaya ağlaya uyuyakalıyordu. Babası bile varamıyordu Ecevit’e. İçindeki durumun çaresizliğini buradan anlıyordu. Babam bile yetişemiyorsa bana, kimse bir şey yapamaz diyordu. Sonra kızıyordu kendine. Baban seni burada bırakır mı Ecevit diyordu. Senin baban Hüseyin Tarhan. Senin baban seni burada bırakmaz. Baban olduğu sürece korkma. Sabret Ali Ecevit. Annen sana dua ediyor. Baban da çabalıyor. Annen öldü de kimsesiz kalmadın baban sayesinde. Baban yaşadığı sürece kimsesiz bırakamaz kimse seni. Senin baban en büyük Ali Ecevit. Senin baban çok büyük. Kocaman. Korkma. Senin baban var.


Bir de bir mevzu daha vardı… İçinde dallanıp budaklanıyordu. Bazen adı özlem oluyordu, bazen öfke, bazen… Bazen nefrete dönüşüyordu. Bir mevzu vardı… Ecevit başını her yastığa koyduğunda bir kez olsun düşünmeden duramıyordu. Ağlıyor, özlüyor, kızıyor, anlamıyor, gözyaşı döküyordu. Bir mevzu vardı… Ah bir mevzu vardı!


Yine öyle umutlu uyandığı bir günün sabahındayken erkenden kalkmış, üstünü başını giymişti. Görüş iptal edilecek olsa şimdiye kadar haber gelirdi. Hücreye de atılmamıştı. Kavga oldu mu doğruca en uzağa gitmişti. İnanıyordu. Bugün babasını görecekti. O avukat amca da öyle söylemişti. Ecevit de avukat amcasına demişti ki, ben de avukat olacağım senin gibi. Bana da cübbe verecekler mi? Avukat acıyla gülümsemişti de Ecevit acıyı görmemişti. “Ben hediye edeceğim,” demişti. “Sen avukat olunca cübbeni ben hediye edeceğim.”


Hüseyin minibüsten indi, on dakikalık mesafeyi beş dakikaya indirecek kadar hızlıca, koşar adım gitti. Ali Ecevit’in hapis yoluna ayakkabı eskitiyordu. Bunu düşünmek bile onu o an duraksatmadı. Daha da hızlandı. Umurunda değildi. Neyse neydi, umurunda değildi. Oğlunu görmek istiyordu. Kokusunu çekmek, saçlarını okşamak, bağrına basmak istiyordu. Şu bağrında yükselene özlem değil ağıt derdi. Yedi farklı dilde, yedi kültürde, yedi ölüye yakılan ağıttan beterdi.


Cezaevine vardı, gelen aileler sıraya girmişti. Birkaç aşamadan geçiyorlardı. Hüseyin Tarhan da kimliğini verdi, ilk aşamayı geçti, bahçeden girdi. İki yer kalmıştı. Birini daha geçerse içeride üstü taranacak öyle alınacaktı salona. Sabırla, çok heyecanla bekledi sırasını. İnsanları inceledi, içinden dua okudu bir sorun çıkmasın diye. Sıra eksile eksile ona vardı. Elindeki kâğıdı uzattı kimliğiyle beraber. Memur baktı, baktı, baktı… Hüseyin Tarhan genç yaşında kalp krizi geçirecekti adeta. Daha otuzlarının başındaydı halbuki. Gören kırklarını yarılamış derdi. Saçlarına aklar düşmüştü, yüzü çökmüştü. Gençlik… Ah gençlik ne nankördü. O çakı gibi delikanlıdan hiçbir şey kalmamıştı geriye. Ailesi bile.


“Sen şöyle köşede bekle,” dedi memur. Kâğıdı geri vermedi.


“Ne oldu?” diye sordu telaşla. “Bir sıkıntı mı var?”


“Sen şöyle geç, bekle şurada.” Hüseyin Tarhan yumruklarını sıktı. Israrcı olmadı. Tamam belki de ilk kez alacakları için bir usul vardı, belki atması gereken iki imza, belki para. Her neyse. Sakin olmalı, memurların laflarına itaat etmeliydi. Ne gerekiyorsa yapmalı ama içeri girmeliydi. Geçti söylenilen köşeye bekledi. Ellerini birbirine doladı, durdu olduğu yerde. Ondan sonra pek çok kişi alındı. Bir kişiyi daha bekledi yanına. İlk kez girecek bir kişiyi daha… Bu ona müthiş bir teselli olurdu. Sıra bitti neredeyse, içeriden başka bir adam yaklaştı Hüseyin Tarhan’a doğru.


“Senin oğlun kavgaya karışmış, hücreye alınmış. Cezalı.”


Hüseyin Tarhan dehşete kapıldı. Can çekildi tüm bedeninden. Parmak uçlarında zerresi kalmadı, tırnaklarından döküldü. “Yapma Allah aşkına,” dedi. Yüzü ezilip büzüldü. “Benim oğlum kavga edecek çocuk değil. Kurban olayım izin verin artık evladımı göreyim.” Adamın ellerine kapanmak istedi. Dizlerine sarılmak, alnını eğmek, yalvarmak, yakarmak, “Yalvarıyorum sana. Senin de evladın vardır, sen de babasındır. Bak daha on yaşında benim oğlum. Öksüz,” dedi. Ecevit’e ilk kez öksüz dedi. Leyla içinde ah etti. “Kurban olayım. Oğlumu göreyim. İzin ver. Oğlumu göreyim. Yalvarıyorum sana. Ne isterseniz yapacağım. Oğlumu gösterin artık. Kardeşi daha bebek. Bıraktım geldim. Yalvarıyorum, oğlumu gösterin bana. Daha on yaşın…”


“Ne anlatıyorsun bey amca sen bana?” diye kesilip atıldı yakarışları. “On yaşında suç işlemeyi biliyor oğlun. Bir kanat takıp melek demediğin kaldı. Hadi. Sonraki görüşe gelirsin. Cezalı. Dışarıda yediği boklar yetmiyor içeriyi de karıştırıyor. Bir de ödül diye görüşe mi çağıralım?”


Hüseyin Tarhan tereddüt etmedi, adamın ayaklarına kapanmaya çalıştı. “Kurban olayım oğlumu gösterin. Oğlumu gösterin bana.” Adam bir un çuvalı gibi itti ayaklarına kapanmaya çalışan bu adamı. Anında birkaç görevli daha sardı çevrelerini. Hüseyin’in yalvarmasına bile izin vermediler. Adeta tuttular yakasından. “Gitmeyeceğim,” dedi çıkarıldığı kapı önümden. “Burada bekleyeceğim. Beni alacaksınız içeri. Oğlumu göstereceksiniz bana. Gitmeyeceğim. Kıyamet kopsun gitmeyeceğim. Göreceğim oğlumu.”


“Siktir git belanı benden bulma,” dendi itile kakıla da Hüseyin Tarhan bir adım uzaklaşmadı. Gitti çöktü bir köşeye. Başını ellerinin arasına sıkıştırdı. Bu kapıdan saat elbet beş olacak da takım elbiseli bir yetkili çıkacaktı. Bedeni titriyordu, gözlerinden yaşlar akıyordu. Sırtını bayrağa dönmüştü. Al yıldızlı bayrak dalgalanıyordu tepesinde. Hüseyin Tarhan bir zaman kaldırdı başını, dalgalanan bayrağı izledi. Kendisi bile bu kadar kimsesiz hissediyorsa, dört duvar arasında kalmış Ali Ecevit ne hissediyordu? Daha çok ağlamaya başladı. “Kimsesiz bırakma oğlumu,” dedi bayrağa bakarak. Bu Allah’tan istediği bir şey değildi. Allah’tan şüphe edilmezdi. Bu o kravatlı adamlarına, oturdukları devlet kurumlarına karşı bir istekti. Devleteydi, vatanaydı. “Kimsesiz bırakma benim oğlumu, o da senin evladın,” Dudakları kuru, kirpikleri ıslaktı. “Hain bellemeyin Ali Ecevit’imi.”


Nefes nefese ağlıyordu. Kendisinin yaşadığı hayal kırıklığının bin mislini oğlu yaşıyordu. Bunu düşünmek, için için ağlattı onu. Keşke gelmeseydi bu şehre. Köylerinde kalsalardı. Çiftçilik yapsaydı. Varsın Ali Ecevit de çiftçi olsaydı. Kalem tutmasaydı oğlu. Toprakla konuşsaydı onun gibi. Leyla varsın elektriksiz kalsaydı bazı geceler. Sular kesilseydi de çeşmeden su taşısalardı. Yine de getirmeseydi ailesini bu cehenneme. Köylü kalsaydı, çocukları da köylü doğsaydı. Bin kez daha hayırlıydı. Derin bir pişmanlık yakasına yapıştı, göğüs kafesini sarmaşık gibi sardı. “Leyla,” diye inim inim inledi. “Affetme beni Leyla, yaktım bizi. Leyla yaktım bizi.”


Onun neyineydi şehir hayatı? Onun neyineydi ilkokuldan sonrası? Onların neyineydi elektrikli ocak? Neyineydi mektep, kalem, kitap? Onun neyineydi Ankara? Köylüler köylerinde ölüp gitmeliydi. Köylerinden bir adım çıkmamalıydı. Bu şehirliler çok tehlikeliydi. Baş edememişti Hüseyin. Onun neyineydi her daim musluktan akan su? Neyineydi hiç kesilmeyen elektrik? Çok hata etmişti. Doğduğu, derdini anlattığı, onu doyuran toprağını beğenmemişti. Çok nankörleşmişti. Bedelini ödüyordu.


Saatler geçti, görüş saati bitti. İnsanların çıkışını izledi. Geçip gidenler bu gariban adama acıyarak bakıyordu. Hüseyin Tarhan biraz olsun doğrulmadı. Bekledi yerinden. Defalarca kalkması için uyarı yedi. Elindeki kâğıdı kaldırdı. “Göreceğim oğlumu,” dedi. “Göstereceksiniz oğlumu bana. Ölsem kalkmam. Görmeden ölsem kalkmam.”


Acıyan oldu, öfkelenen oldu, kaldırmaya çalışan oldu. İçeriye kadar taştı bu garibanın derdi. Kim oğlu dediler. Ne zamanki Ali Ecevit’in ismi söylendi, öfkeyle şişti göğüsler. Hele biri vardı ki, mal yemezdi, yalakaydı, pek fenaydı. Ecevit’in kabusuydu. Sık sık dışarıda ciğeri yanan, oğlunun katillerini başkalarında bulan bir adama haber gönderiyordu. İçini soğutuyordu. Paragözdü. Mesleğinin yüz karasıydı. Köylülerden de nefret ediyordu galiba. Bir hışım çıktı kapıya.

“Sen misin o içerideki hain piçin babası?” dedi başında dikilirken.


Hüseyin Tarhan doğruldu. Söylenileni görmezden geldi. Elindeki kağıtları uzattı. “Ben oğlumu görmeye geldim. Kaçtır kapıdan döndürüyorsunuz. Allah korkunuz varsa oğlumu gösterin bana. Evrağım her bir şeyim tam,” dedi. Adam çarparak savurdu kağıtları. Dişleri gıcırdadı adeta. Elleri kaşındı.


“Siktir ol git, oğluyla ayrı babasıyla ayrı mı uğraşacağız? Babanızın çiftliği mi burası? Hadi yol al.”

İtmeye kalktı Hüseyin Tarhan’ı. “Avukat göstereceksiniz dedi. Göreceğim ben oğlumu.”


“Lan sikerim senin oğlunun belasını. Vatan haini piç yetiştireceğine oğlunu adam etseydin de buralara düşmeseydi. Yedi sülalesini kazımak lazım böylelerinin. Hadi var git yoluna. Cezalı oğlun. Hadi.”


“Hain değil benim oğlum,” dedi Hüseyin tek nefeste. “Ben o çocuğa on kıta İstiklal Marşı’nı ezberlettim okula başlamadan, o çocuktan hain mi olur? Yapmayın etmeyin.” dedi. Bu nasıl bir haksızlıktı aklını kaçıracaktı. Yüreği dayanmıyordu. Katil diyorlardı. Vatan haini diyorlardı. Hangi birinden kurtaracaktı oğlunun yakasını? “Eti ne budu ne benim oğlumun da söylediğiniz suçları işleyecek? Yapmayın. Allah rızası için yapmayın. Gözünüzün önünde. Eti ne budu ne? Allah rızası için yapmayın.”


Suçlunun beraat ettiği yerde hâkim hüküm giyerdi. Peki ya suçsuzun hüküm giydiği yerde kim bedel ödeyecekti? Suçsuzlardan başka bedel ödeyen olmayacak mıydı?


Üniformasına tutunacak, yalvarıp yakaracaktı adama. Ne olduysa o vakit oldu. Adam niyetini anladı da kendi lehine çevirdi. Haykırdı. Bu ayakta durmaya mecali olmayan adam kendisine saldırmış gibi avaz avaz bağırdı. Sırtına yerleştirdiği cop çekinmeden çıktı yerinden, Hüseyin Tarhan’ın sırtına indi. Ne anası kaldı ne olmayan bacısı ne ölmüş karısı. Ağza alınmayacak küfürlerle yedi dayağını da öyle gitti bu kapı önünden.


Yaşar Kemal, "Karıncaları fil etme okulları açacağız. Karınca yavrularını daha yumurtadan çıkar çıkmaz alıp bu okullarda eğiteceğiz,” derken elbette çocuklara masal okumuyor. Köylülerden, işçilerden bahsediyor. “Onlar karınca olsalar da kendilerini fil sayacaklar. Onlar fil olacaklar ama, kendilerini fil sayacaklar ama, karınca kadar fil olduklarını hiçbir zaman unutmayacaklar.” Köylü dilediği kadar çıksın gelsin şehre, okusun, gelişsin, büyüsün, bu vatan için hayırlı evlat büyütsün. Bir filin gözüne bakınca, kendisinin karınca kadar fil olduğunu hiçbir zaman unutmayacak. Unutturulmayacak.


***

Öldürmeyen acının güçlendirdiği bir safsatadan ibaret. Acı, belki de insanı güçlendirmeyecek tek duygu bu dünya üzerinde. İnsanların intihar etmesini engellemek için bir kurnazdan ve bir hümanistten dökülmüş kötü ama başarılı bir yalan. Acı ancak ve ancak kalbin üzerine çimento döker.


Acı ancak ve ancak sahibinin ömründen kısar.


Karşımızda oturan adamdan duyduğumuz tek bir kelime belki de dakikalara sebep oldu. Derin bir sessizlik içinde hiç kimse birbirine bakmıyorken üçümüz de acı çekiyorduk ve ant içerdim ki bu acı burada tek bir kişiyi bile güçlendirmeyecekti. Benim ve Ecevit’in donduğunu biliyordum, bunun için gözlerine bakmama gerek yoktu. Titreyen ellerimi pantolonuma bastırdım ve adamla göz göze geldik. Dudaklarım yazın ortasında kalmışım gibi aralıktı. Terliyordum ve kalbim göğüs kafesimi tekmeliyordu.


Genelev.


Ecevit’in ağzından tek bir soru bile dökülmüyordu. Konuşacak halde mi değildi yoksa aklına soracak soru gelmeyecek kadar kendini mi kaybetmişti bilmiyordum. “Bu ne demek?” diye sorabildim zorlukla. Dilim damağım kurumuştu. Yüzümde korkunç bir uyuşukluk hissediyordum. Bu öyle bir ihtimaldi ki yalnızca akla getirmek, düşünmemek için direnmek ama yine de düşünmek, darağacına bağlanmış bir ipi hayatının en sağlıklı gününde izlemekten farksızdı. Adam Ecevit’e baktı ve yutkundu. Ellerimi sıkıyor, bacağıma yaslıyor ama bacaklarım ve kollarım da titriyordu.

“Bakın bu konu çok hassas ve yoruma kapalı,” dese de Ecevit’in yüzünde ne gördü bilmiyorum ama yorum kattı cümlesinin devamına. “Aklınıza ne geldiğini biliyorum ama aklınıza gelen gerçek olmayabilir.”


Metanetimi korumalı ve soru sormalıydım. Ecevit yapamıyorsa ve ben buradaysam, bu görev bana kalıyordu.


“Savcı aldığı ifadeyi hatırlıyor mu?” Adam bana baktı ve başını salladı varla yok arasında. “Hiç mi bir şey hatırlamıyor? Bu kadının yaptığı işi bile hatırlıyorsa elbet ifade hakkında bir şey kalmıştır aklında. İlişkisi var dediniz. Demek ki bunu da hatırlıyor. Elbet iki kelime de olsa hatırlıyordur…”

“Firuze miydi adın?” diye sordu adam. Başımı salladım hızla. Yüzüm her an ağlayacak kadar ezilip büzülmüştü. Konuşabilmek için, bir an bile Ecevit’e bakmıyordum.


“Bak Firuze,” dedi, bana doğru hafifçe eğildi. “Yaşlı başlı adamlarız, böyle hassas bir konuda aklımızda kalanları söyleyecek kadar meslek etiğini yemedik. Emekli olsak bile…”

Ellerimi dizlerime vurdum ben de adama eğildim. “Şu an bir bebekten daha mı önemli meslek etiğiniz?”


“Kaçırdıkları çocukların bazılarını o kadına mı veriyordu?” Ecevit kitabın orta yerinden, dolandırmadan, zihnindeki karmaşaya rağmen oldukça yalın, açık ve net sordu bu soruyu. Sesi titremiyordu, sadece tutuktu. Yutkundum duyduğum cümleyle ve adamın yüzüne bakarken gözlerim doldu.


“Bir bebeğin böyle bir şey için işlerine yarayacağını sanmam,” dediği an sırtımdan bir bıçak darbesi yedim. Depremin hemen ardından deniz de hırçınlaştı, kabardı, şehri yuttu. Dudaklarım acıyla aralandı gözlerimi kapattım ve başımı geriye doğru attım. Bizi teselli ederken bir başka gerçeği veriyordu avuçlarımıza. Ağzımdan bir inilti koptu. Melike ya da değil, bazı çocukların sürüklendiği bu noktayı, böylesine ikinci ağızdan duymak, varlıklarını duymak, onları bilmek kalbimi tekme tokat dövmeye başladı.


“Bakın yapmayın, böylelerinin istediği bebek yaşta çocuklar olmaz.”


“Bu kadın verdiği ifadeden sonra tutuklanmaz mı?” diye konuştu Ecevit. Halbuki bu görev benimdi.


“Genelevler yasaldır. İllegal olan bir şey yok ruhsatı varsa. Oradaki insanlar da çalışan olarak gözükür.”


“Ya ne yasalı?” diye adeta tepindim olduğum yerde. Gözlerimi açtım irice, adama baktım.


“Kaçırdıkları çocuklardan ayıklayıp o cehenneme atıyorlar ve bu yasal mı?”


“Kadın elbette bunu söylememiştir. Varsa eğer böyle bir şey, ki bu tahmin diyorum, kendini niye yaksın açıkça? Yalnızca o adam hakkında bildiklerini anlatmıştır. Ama genelev sahibi diye o suçlu olmaz. Seneler boyunca bu ülkenin vergi rekortmeni genelev sahibi bir kadındı. Bu insanlardan vergi alınacak kadar yasal her şey.”


Kadının böyle bir şeyi, kendisini yakmamak için söylememesi, olması ihtimalini çürütüyor muydu? Hiç çürütmüyordu. İki alçak insanın bir araya gelişi, bir ilişki içinde oluşu bir çocuk doğurmazdı belki ama binlerce kötülük doğururdu. Belki de ilişkileri buradan bile filiz vermişti.


“Adı?” diye sordu Ecevit.


“Bak sen benim oğlum yaşındasın,” demeye kalktı adam. O bile görüyordu Ecevit’in nasıl acı çektiğini. “Benim babam öldü,” dedi Ecevit tek nefeste. Ben kimsenin oğlu sayılmam demekti bunu. Gözlerimi bir cesaret ona çevirdim. Gözlerinde can çekişen o kadar çok şey gördüm ki…


Gözyaşlarım akmaya başladı. Azat buzat için bir kafesin içine sıkıştırılmış onlarca kus, doluya tutulmuş bir tahıl tarlası, suya susamış kuru bir toprak nasıl can çekişirse Ecevit’in gözleri de öyle can çekişiyordu.


Dudaklarım aşağı doğru büzüldü. Avucumu dizime sürttüm. Bunu düşünmek bile korkunçtu. Ne yapacaktık biz? “Adı neydi kadının?” diye tekrar etti Ecevit.


“Adını hatırlamıyoruz.”


“Yapma…” diye sayıkladı Ecevit. Gözlerini kapattı. Bedeni hafifçe sallanıyordu. Kaşları bükülmüştü.


“İşim zor, daha fazla zorlaştırmayın,” Gözlerini açmadı. Sayıkladı. İç çekti. “İşim çok zor, kolaylaştırın. İşim çok zor,” Başını salladı iki yana. Acıdan kendinden geçmekti bu. “Zorlaştırma, kolaylaştır. İşim çok zor.”


Adama baktım yalvaran gözlerle. Konuşmadım. Yalnızca baktım. Benim gördüğümü o da görüyordu. Ecevit’i izledi birkaç saniye. Bir yabancı için ne kadar hissedebilirse bu acıyı hissetti. Sıkıntılı bir nefes aldı, dudaklarını ıslattı. “Lakabı Madam’dı. İsmi yok hafızamızda. Lakabı daha çok işinizi görür.”


Ecevit yine açmadı gözlerini, ben de bir heyecan yarattı bu isim. Ben zaten hep böyleydim. Yeni duyduğum her bilgide, her yeni haberde az öncemi kısa zaman olsa da unutuyor heyecan duyuyordum. Utandım kendimden. Ecevit yine sayıkladı. “İşim zor, kolaylaştır,” dedi. Bedeni artık emindim sallanıyordu. Adam Ecevit’in dizine dokundu. “Kardeşim yapma böyle,” dese de duyulmuyordu.


“Kolaylaştır. İşim çok zor. Daha da zorlaştırma, kolaylaştır.”


Yaradan’a dua ediyordu. Bize söylemiyor, bizi duymuyordu. Ona sesleniyordu. Yardım dileniyordu. Bir süre ikimiz de sustuk ve Ecevit’in acısını izledik. Ben bir noktada toparlar da açar gözlerini diye bekledim ama hayır kıpırdamadı bile. “Ecevit,” dedim yerimden kalkarken. Belki de bizden çok uzak oluşunu kullandım, omzuna dokundum. “Ecevit hadi gidelim.” Adamın başka bir şey söylemeyeceğini biliyordum. Belki de en iyisini yapıyordu. Emin olmadan söyleyeceği her korkunç bilginin Ecevit’te tahribatı çok yüksek olacaktı. Kesin olmayan bir şeyi bilmemek, bilmekten daha iyiydi.


“Hadi Ecevit…”


Sert, kuvvetli bir nefes aldı. Can topladı bu solukla, gözlerini açtı. Küçücüktü zaten gözleri, açmak istemediğinde iyice kayboluyordu. Boşluğa baktı. Aldığı nefesi yavaşça bıraktı. Dudakları renk değiştirmişti. Oturduğu tabureye tutunarak kalktı yerinden. Adama elini uzattı. Eli titriyordu.


“Teşekkür ederim yardımlarınız için.”


“Ne demek,” dedi adam ve tuttuğu elin üzerine elini koyarak kalktı yerinden. Bırakmadı, Ecevit’in yüzüne baktı. “Sabırlı ol, metanetini koru. Eğer ki yargıya taşırsan gelip bana ulaş. İfade veririm.”


“Eyvallah.”


Adam elleri ayrıldığında Ecevit’in omzuna vurdu birkaç kez. “Çakı gibi delikanlısın,” dedi. “Adımın yere sağlam bassın. İnşallah bulursun kardeşini. Dua edeceğim sana.”


“Bana değil, kardeşime edin yeter.”


Adam başını salladı, elini avucunu çekti Ecevit’ten. Ecevit çarşının çıkışına doğru yürürken arkasından gittim. İkimiz de yavaş yürüyorduk. Önüne ya da yanına geçmedim. Arkadan elini uzattı bana. Arabanın anahtarına baktım. “Arabaya geç, yarım saate geleceğim ben.”


“Ecevit lütfen,” demeye kalmadı. Ecevit öylesine sert döndü ki bana, eğer ki ellerini yüzümün iki yanına geçirmese, avuçlarıyla çenemden yanağıma tüm yüzümü kavramasa geriye doğru sendeler ve düşerdim. Çünkü bu yollardan ben çok değil birkaç saat önce onun koluna tutunarak geçmiştim. Neredeyse dip dibe kaldı yüzlerimiz. Gözlerini gözlerime dikmişti bir düşman gibi. Sanki topraklarını işgal etmeye gelmiş, çocuk kadın yaşlı ayırmaksızın, alçakça saldıran, canına, vatanına, bayrağına göz dikmiş bir haindim ben. Elinde silahı yoktu, bana karşılık vermiyordu ama benim düşman olduğumu biliyordu. Nefretle, hınçla, öfkeyle bakıyordu. Kutlu vatanını benden kurtardığı an, gözlerimin içine yine bu hınçla bakarken bayrağını gökyüzünde dalgalandıracaktı ama o vakte kadar kinle dolacak ve gözleri bana bunu her fırsatta anlatacaktı.


Hızlı hızlı aldığı nefesler bir zehir gibi yüzüme bulaşıyor beni amansız bir hastalığın koynuna atıyordu. Yüzümü o kadar sıkı tutmuştu ki, gözlerimi bile kırpmıyordum. “Gel me!” diye heceledi. Düşmanı hanesinden uzak tutuyordu. “Gel me! Gelme! Gelme! Geç arabaya gelme! Gelme!” Yüzümdeki ellerini bıraktığı an avucumu yakaladı ve arasına sıkıştırdı anahtarı. “Arabaya geç.”


Başka da bir şey demedi döndü arkasını yürümeye başladı. Birkaç adımdan sonra için için öksürmeye başladı. Omuzları sarsılıyordu. İlk köşeden sağa saptı, görüş alanımdan çıktı. Kar tanelerinin attığının onun siyah kabanında taneleri görünce fark ettim. Başımı gökyüzüne kaldırdım. Dudaklarım bir bebek gibi büzüldü. Hiç engel olmadım, çevremden geçip giden insanları umursamadan için için ağlamaya başladım. İnci’yi düşündüm. Onu bizden küçükken alsalardı ve ben şimdi böyle bir ihtimalle karşı karşıya kalsaydım, sadece düşünmek, yalnızca hayal etmek saçlarımı yolduracaktı bana. Yerden yere vurmak, ağıt yakmak istedim. “Yalvarırım olmasın,” dedim. “Yalvarırım olmasın böyle bir şey. Yalvarırım olmasın. Tüm ömrümü al,” dedim bir karşılık vermek ister gibi. “Tüm ömrümü al ama yeter ki olmasın böyle bir şey.”


Yüzüme kaç tane kar tanesi düştü de eridi, yaşlarıma karıştı bilmiyordum. Ama elle tutulur bir vakit sonra döndüm de arabaya yürüdüm. Açtım anahtarla kapıyı, sürücü koltuğunun yanına oturdum. Başımı geriye yasladım, Ecevit’in parmak boğumlarını yanaklarımda hissediyordum hâlâ. Kural dört; gün gelecek ben bilmediğim şeyleri öğreneceğim, o zaman senin nefes almana bile tahammül edemeyeceğim, yanımda kalıp siktiri boktan teselliler vermeyeceksin, uzak duracaksın benden.

Nefes almama bile tahammül edemediği o anların birindeydik. Elbette kendisi bile zorla nefes alırken benim nefes almama tahammül edemeyecekti. Belki de bu dünya üzerinde Ecevit’e düşman olacak son kişiydim ve yine de belki de onun ölene kadar düşman göreceği o kişiydim de. “Melike,” dedim. Seslendim adeta. “Ne olur iyi ol Melike. Öyle güzel, öyle rahat bir hayat yaşamış ol ki gören imrenmiş olsun sana.”


Benim ve en çok Ecevit’in yaşayamadığı o çocukluğu dolu dolu, varlık ve mutluluk içinde, yanında olduğu insanların sevgisinden hiç şüphe etmeden, saçları hep okşanarak ve en önemlisi her gece karnı tok şekilde uyuyarak yaşayıp gidiyordu. Umarım biz her şeyiyle yanlış bir yoldaydık. Bir an bile vaktimize, Ecevit’in nefretine, öfkesine üzülmeyecek, ah etmeyecektim.


Yeter ki Melike, dünyanın en güzel yerinde olmasına da gerek yoktu, huzurlu bir evde, babası diye bildiği adamın helal lokmasını iştahla yerken, annesinin gece yatmadan üstünün açılıp açılmadığını kontrol ettiği, varsa kardeşinin ona oyun arkadaşı olduğu bir evde yaşıyordu. Varlık ve mutluluk buydu çünkü. Bunu ben çok iyi biliyordum. Çünkü bundan en çok ben mahrumdum. Önüme sınırsız yemek konuyordu ama tek bir lokması bile temiz değildi. Her kaşığında babamın aldığı ahlar vardı. Melike’yi o yüzden zihnim güzel bir yerde canlandırırken, çizdiği resimde yaşadığı ev kocaman değildi, masasında kuş sütü yoktu ama sıcacıktı evin içi. Babası eve muz aldığı için çok mutlu oluyordu ama babasının biricik kızıydı, annesi kuru fasulyeye az et koyuyordu ama yine de Melike’nin tabağını doldurabiliyordu, kardeşinin küçülenlerini giyiyordu ama birbirlerini çok seviyorlardı. Yalvarıyordum, Melike’yi başka bir hayatta bulmayalım. Ne bundan fazlası ne bundan eksiği. Sıcacık bir ailenin içinde büyümüş olsun. Ben ve Ecevit ona imrenelim, iç çekelim.

Bunları ve aksini düşüne düşüne ağladım. Bilmem kaç vakit sonra arabanın kapısı açıldı. Korktum başta. Onun arabasında da olsam onu beklemiyordum. Ecevit’ti ama gelen. Yola bakıyordu ama küçük gözlerinin nasıl kızardığını buradan da görebiliyordum. Ellerimin tersiyle yüzümü sildim. Hiçbir şey söylemedim kemerimi bağlarken klimayı çalıştırdım. İkimiz de birbirimizin yüzüne bakmıyorduk. Ecevit burnunu çekti. Bu soğukta kaldığı için miydi ağlamasından kalan bir şey miydi bilmiyordum. Kabanını çıkardı, gömleğinin kollarını kıvırdı. Dudakları bir aralanıyor, bir iniyor, göğsü bir şişiyor bir sönüyordu. Yutkunuyordu. Ağzının içi acıyla doluydu sanki. Arabayı çalıştırdı. Işığı açmadı. Karanlık çökmüştü aracın içine. Sessiz sedasız yola çıktık.


Yarım saat kadar gittik. Oldukça hızlı sürüyordu. Sonra camı açtı biraz. Klimayı kapatmadı. Ben de sessizce durdum. Çünkü biliyordum ki benim sesimi de duymak istemezdi. Direksiyonu avucunun içinde sıkıyor, serbest bırakıyordu. Camı açmak da yetmedi, gömleğinin iki düğmesini daha açtı. Tek eline aldı direksiyon hakimiyetini, diğer elini dirseğinden camın bitişine yasladı, işaret ve ortaparmağının uçlarını da şakağına. Öyle sürdü arabayı. Zorlanıyordu nefes alırken. Yine de sustum. Çok da devam etmedi o da. Renk atmıştı. Karanlık yolda bile fark edebiliyordum. Arabayı boş yolda köşeye çekti ve hızla açtı kapıyı. İki adım attıktan öğürdüğünü duydum. Hızla ben de indim arabadan. Ecevit sarsak birkaç adım atarak uzaklaştı ama kusmaya başladığı an yere çöktü. Başını eğdi, dizlerinin birini toprağa bastırdı. Bir adım gerisinde kaldım. Öyle öğürüyordu ki, kalbini de kusacak sandım. Yediğimiz yemekler değil, acı fazla geldi bedenine. Arabaya geri yürüdüm. Yolculuk için aldığımız su şişelerinden birini aldım ve yanına döndüm. Kustuğu yere bakmadım benim de midem bulanmasın diye. Sadece sırtını sıvazladım. Burada olduğumu bilmesi ona ne kadar iyi gelirdi bilmiyordum ama belki de sırtının sıvazlanmasını isterdi.


Durduğu yerde hareketsizce bekliyor, kısa zaman sonra yeniden kusmaya başlıyordu. Midesini boşaltana kadar kustu, artık kusacağı bir şey kalmasa da öğürmeye devam etti. Hızlı hızlı soluklanıyordu. Artık tamamen bittiğini düşündüğü yerde bedenini biraz geri çekti ve toprağın üzerine bıraktı. Oturdu. Gözleri kapalıydı. Suyu açtım, biraz ötede avucumun içine döktüm ellerimi ıslattım. Ecevit’in yüzüne sürdüm. Ne tepki vereceği umurumda değildi. Onun da tepki verecek hali yoktu zaten. Kirpikleri ıslanmıştı. Ağzından aldığı nefesler, gömleğini dolduruyordu. Gözlerini açacak gibi oldu ve kustuğu yere bakacaktı. “Hayır bakma,” dedim. Elimle yanağına baskı uyguladım. Zorlamadı. Başı avucuma doğru düştü. Çok bitkindi. Ağzının içinde bir şeyler mırıldandı. Sayıkladı ama anlamadım.


“Birkaç yudum su al ağzına da çalkala. Hadi Ecevit,” dedim. Şişeyi dudaklarına yaklaştırdım. Bir süre tepkisiz bekledi. Elini yanağından ayırdım ve ensesine koydum. Dikleştirdim başını. Bu destek ona yetti. Suyu aldı ağzına çalkaladı ve başını çevirebildiği kadar çevirip döktü. Yeniden yaptık aynısı. Su şişesinde kalan suyu avucuma döktüm ve Ecevit’in açık yakasına dokundu elim. Bağrı ateş gibi yanıyordu. Gözleri kapalıydı, zaman zaman acı yüzünü eziyordu. “Tamam,” dedim. Teselli bile edemiyordum.


“Allah’ım yardım et,” dedi kısık sesle. “Ya yardım et ya canımı al.” Kapalı gözlerinden yaşlar akıyordu. Aktıkça siliyordum. Yüzünde süzülmesine bile izin vermiyordum.


“Ecevit bulacağız.”


“Ya yardım et ya canımı al,” diye tekrar etti. “Ya yardım et ya canımı al.”

Soğuk toprağa oturmasına daha fazla izin veremezdim. O aynı cümleyi sayıklamaya devam edecekti. Biliyordum. Saatlerce bu toprakta oturacak ve bu cümleyi söyleyecekti. Kolunu sıkıca kavradım. “Kalk, hadi Ecevit.” Elini sıkıca tutmuş, kolunu sıkıca sarmıştım. O istemese belki kalkmazdı ama yapmadı bunu. Kalktı. Onu yan koltuğa oturttum. Kemerini bağladım. Başını yasladı koltuğa. Ölecek gibiydi adeta avucumun içinde. Yüzüne bakarak günlerce hüngür hüngür ağlamak istedim. Alnına dökülmüş saçlarına dokunmak için elim kalktı da nasıl kalktıysa öyle de indi. Kapısını kapattım. Hızla sürücü koltuğuna geçtim. Benim yer yön hafızam ne kadar kötüyse onun o kadar iyiydi. Bir yere kadar gidebilirdim ama bir yerden sonra nasıl devam ederdim emin değildim. Arabayla daha önce hiç şehirler arası yolculuk yapmamıştım.


Neyse ki o bir yerden sonra açtı gözlerini. Zaman zaman yolu tarif etti. Yeniden gözlerini yumdu, gerek gördüğü yerde açtı. Titremesi de hiç geçmedi. Bir su açtı, biraz içti. Baygın bakışlarla yolu izledi bazen. Ve biz yeni yıla girdiğimizi yolda fark ettik. Bugün yılbaşı olduğunu ikimiz de farkında bile değildik. Yeni yıla seneler sonra Ali Ecevit Tarhan’la girdik. Bu dünyanın en güzel cümlesi gibi hissettirdi. Her şeye rağmen.

***


Sessizliğimiz evin içine girene kadar, ben konuşana kadar saatlerce sürdü.


“Sen bu gece odada uyu,” dedim daha rahat bir uyku çekebilsin diye. Telefonunu ve cüzdanını çıkardı, orta sehpaya koydu. Kapının bir adım ötesinde duruyordum ben. Bana bakmadı. “Geç odaya uyu,” dedi yalnızca ve açıkça reddetti beni. Banyo kapısından geçti, kapıyı kapattı ve çok geçmeden suyu açtı. Bir süre olduğum yerde su sesini dinledim. İnadına gidip kanepede uyumayacaktım. O nasıl istiyorsa tam olarak öyle yapmalıydı. Ve belki de artık bu evden gitmeliydi. Belki bu gece bile girmemem gerekirdi bu eve ama artık amacım bu evde kalmak değildi, Ecevit’i bu halde bırakamamaktı. En azından bu gece daha yanında durmalıydım. Sabaha sapasağlam çıktığını kendi gözlerimle görmeliydim. Gittim, belki içmek ister diye çay suyu koydum. İçerideki dolaptan yastığını ve yorganını getirdim. Koltuğu açtım, örtüyü serdim, yastığını koydum ve yorganını bir yatağa örter gibi örttüm. Suyum kaynayınca onun bana öğrettiği gibi çayını demledim ama ne su kapanıyordu ne de Ecevit çıkıyordu. Normalde gözlemlediğim kadarıyla çok hızlı duş alırdı ama bu gece öyle olmadı. İçeriden minik de olsa, yapay sesler gelmese, sadece su sesini duysam bayılmasından bile korkacaktım. Ecevit zaman zaman öksürüyordu. Çayın altını kapattım ve iki arada bir derede dikildim ayakta.


Belki de geç çıkmasının sebeplerinden birazı da çıkana kadar benim ortadan kaybolmamdı. Eminim uyumamı istiyordu, beni görmek istemiyordu. Dolabından giyeceklerini çıkardım. Geçen gün yıkadıklarım da vardı. Onları kıyafetlerinin altına gizledim. Yatacağı yatağın üzerine koydum. Çayın altını da kıstım, öyle geçtim odaya. Kendi kıyafetlerimi çıkaracak takatim yoktu. Eğer ki bu yatak Ecevit’in değil de benim olsaydı asla da çıkarmazdım. Şimdi zorlana zorlana çıkardım, katladım koydum köşeye. Onun kıyafetlerini giydim. Banyo ve bu oda bitişikti. Su sesini buradan da duyabiliyordum. Başımı koyduğum yastıkta amacım o su sesi kesilmeyene kadar uyumamaktı ama o ses bir türlü kesilmedi. Beni de hipnoz etti ve uykuya daldırdı.


O kadar kısa bir dalma gibi geldi ki bu bana, duyduğum sesle uyanmam ve uyumam arasında birkaç dakika var sandım. İrkildim ve başımı kaldırdım hafifçe. Korktum biraz. Ne olmuştu ne zaman uyuyakalmıştım, bekleyecektim, banyodan çıktı mı, uyudu mu diye karman çorban şekilde düşünürken elim telefonuma gitti.


02.23.


Bir an algılayamadım. Sabah mı akşam mı onun ayrımını bile yapamadım ama ben uyuyakalalı birkaç saat olduğunu fark edince, eş zamanlı olarak içeriden beni uyandıran sesin bir benzerini daha duydum. Yeniden irkildim. Bir şey mi kırılmıştı? Ecevit bunca zamandır uykuya dalmamış mıydı? Yerimden kalktım korkarak. Hızla kapıyı açtım ve ilk gördüğüm altı kapatılmış çay oldu. “Ecevit,” diye seslendim. Başımı salona doğru uzattığımda, yattığı yerden sarkmış, yere koyduğu bira şişelerinden sanırım boş olanı bulmaya çalışan Ecevit’i görmeyi beklemiyordum. Başı yere doğru düşmüş, elleri şişelere dokundukça boş olanlar ya devriliyor ya da birbirine çarpıyordu. Yeniden bir şişeyi daha devirdi. Bu kez sanırım boş değildi tamamen, bira döküldü ve Ecevit ağız dolusu küfretti. Buranın sıcaklığını biraz düşürmüştü. Kesinlikle yattığım oda kadar sıcak değildi, hatta biraz soğuktu. “Bırak ne yapıyorsun?” dedim ama umursamadı. Devrilen şişeyi kaldırdı ve baktı. Salladı biraz, içindeki birkaç yuduma göz dikti. Biranın kokusundan durulmuyordu burada.


Ona yaklaştım ve bira şişelerini aldım yerden sehpaya koydum. Hızla kâğıt havlu sardım elime ve koltuğun altına sızmadan yere bastırdım. Ecevit omzunun üzerine doğruldu ve şişeyi başına dikti. Şişeyi çektim aldım elinden. “Bırak!” diye yükseldi ama bırakmadım. Zaten bana karşı gelecek halde değildi, itsem yatağa devrilirdi tamamen.


“Asıl sen bırak. Niye uyumadın sen?”


Saçları nemliydi. Ortalığa baktım. Siyah bir poşet vardı. Duştan çıktıktan sonra o halde çıkıp tekele gitmişti muhtemelen. Gözleri kızarıktı ve yerinde durmuyordu. O poşeti işaret etti. “İçinde var. Şişeyi ver,” Hareket etmediğimi fark edince kendisi uzanmaya kalkıştı ama elini tuttum. Engel olmak içindi bu ama avcu ateş gibi yanıyordu. Diğer elimi hızla alnına bastırdım, beni irkiltecek kadar sıcaktı yüzü.

“Ecevit ateş gibi yanıyorsun.”


Dediğimi umursamadı, tek amacı vardı, o da poşete uzanmak. Parmaklarını fark etmeden parmaklarıma sardı. Destek alarak kalkmaya çalıştı ama ters yönde güç uyguladım. Sarhoş olsa da sandığımın aksine gücü kuvveti yerindeydi. Bana direndi. Bilmiyordu ama elimi sıkıca tutmuştu. Bilmiyordu ama benim dengemle oynuyordu bu dengesiz haliyle. Yatağa geri devrildi ama beni de sağlam bırakmadı. Düşmedim ama dengemi kaybettim. Tuttuğu elini elimle beraber yatağa bastırdım yoksa düşecektim. Bir dizim kırıldı ve yataktan destek aldım. Saçlarım topluydu, iki uçtaki dalgalı perçemleri yere bakıyordu.


“Ateşin var,” dedim.


Firuze,” dedi. Bana, beni bedenimden tek damla kan akıtmadan ruhumu paramparça etmek ister gibi bakıyordu. Sarhoş gözlerindeki çıplak öfkeyi seçebiliyordum. Ansızın elini kaldırdı ve yüzüme uzattı. Ne yapacağını bilmiyordum ne kaçtım ne geri durdum. Parmaklarını iki yandan çeneme sardı. Sevmek için değildi bu ama baskı da uygulamıyordu. Gözleri kararmıştı. “Güzelliği beş para etmez Firuze,” dedi hınçla.


Ne ne yaptığını ne de ne söylediğini farkındaydı. Gülümsedim. Beni mahvetmek isteyen bir adama ne kadar güzel gülümseyebilirdim meçhuldü ama gülümsememe baktı. Daha da öfke duydu. Tekrar etti. “Güzelliği beş para etmeyen Firuze.”


“Varsın beş para etmesin,” dedim. Bu söylediği ant içerdim ki zoruma gitmedi. “Beş para etmiyorsa güzel denmez zaten.”


Çenemdeki parmakları sertleşti. Canım yanmadı ama varlığını daha çok hissediyordum artık. “Hayatımı siktin attın,” dedi açıkça. Bana uzun zamandır böyle açık, böyle net cümleler kurmuyordu. Hatta beni suçlamıyordu eskisi kadar. Kendimi onun yanında yine kötü hissediyordum ama bu benim kendimle olan savaşımdı. İlk kez beni suçlarken çoğul devam etti cümlelerine. “Hayatımızı siktin attın.” Belki de en çok böylesi doğruydu…


“Bundan sonraki hayatını güzelleştirmek için çabalıyorum.”


Buna inanıyordum. Geçmişi düzeltemeyecektim ama bundan sonrasında, Ecevit’e kardeşiyle güzel bir hayat vermek bu hayattaki tek amacımdı. Hayatım boyunca peşinden gittiğim ve tek olmadığım tek amacımdı hatta.


“Hayatımı mı düzelteceksin?” diye sordu. Duyguları değişmiyordu, takılı kalmıştı yüzünde.


“Son nefesime kadar uğraşacağım.”


“Hayatımızı siktin attın,” diye tekrar etti ama o. Belki hayatını güzelleştireceğime inanmadı, belki son nefesime kadar bu uğurda çabalayacağıma bilmiyordum. İç çekti. “Hayatımızı siktin attın,” dedi tekrar ve önce elimi sonra çenemi bıraktı. “Şişeyi ver,” dese de kalktım ve tamamını mutfağa taşıdım. Ateş gibi yanıyordu. Ateş ölçer baktım ama yoktu. İlaçlarını kurcaladım ama içki içmişti. Vermekten vazgeçtim. Bir bez buldum, bir de su hazırladım. Limonlu ballı su hazırlamak için ocağa su koydum. Yanına geri gittim. Yatağa geri sızmıştı. Koltuğun ucuna oturdum. Bezi ıslattım ve sıktım. Alnına yerleştirdiğimde gözleri irilerek açıldı ama yine geri kapandı.


“Midem bulanıyor.”


“Bira içtiğin için.”


“Çok biliyorsun,” dedi bu halde bile beni terslemekten alıkoymazken kendisini. Yalan değil, bu hoşuma gitti. Bir insanın, hangi anında olursa olsun, bir başka insana karşı bir duygusunu diri tutması, daima tetikte olması ve fırsatını bulduğu an kaçırmaması… Bunlar hoşuma gitti kısacık bir vakitte. Terslenmek iyi bir şey miydi? Elbette değildi. Bazen komik oluyordu ama bazen de acımasız. Varsın olsun dedim yine de. Bana karşı bir ölü olmasından iyiydi yine. Her an tetikteydi, her an fırsat arıyordu bana ters gitmek için. Kim bilir, dedim yine. Kim bilir böyle inatçı ve azimli bir adamın, böyle duygusunda diri bir adamın tutup da koparıverdiği ve hep yanında taşıdığı duygu, davranış terslemek gibi değil de daha güzel, daha hoş bir şey olsa… Kim bilir, dedim. Ne şanslı olurdu o kişi. Ne güzel hisseder, ne mutlu olurdu. Belki ondan iyisi olmazdı. Çünkü böyle inatçı ve azimli bir adamın, tutup kopardığı ve her yere götürdüğü güzel bir duygusunun öznesi olmak kim bilir ne güzel olurdu. Kim bilir… Kim bilecekti?


Yutkundum ve gülümsedim yalnızca. “Herbokoloğum ben, unuttun mu?”


Yanakları top peşinde koşmaktan al al olmuş küçük bir çocuğa benziyordu. Bezin üzerine düşen saçlarını parmak uçlarımla geriye doğru ittim. Dudakları aralıktı, eli karnının üzerine sabitlenmişti. Uyumuyordu, anlıyordum. Sessizce onu izliyordum. Bana cevap vermeyince, tekrar ettim. “Onu da mı unuttun?” Göğsü şişti bu sorumla. Sanırım yine cevap vermeyecekti.

Çoktan vazgeçtiğim ve bezini iki kez daha yıkadığım bir vakitten sonra “Unutmadım,” dedi ansızın. Kalbimin nasıl attığını herkese anlatmak isterdim. Nasıl çarptığını, nasıl utanmadan yerini yurdunu bağırdığını, nasıl beni kızdırdığını anlatmak isterdim. Ama Ecevit son nefesi bile olsa bu cümleyi tüm gayretiyle eminim ki tamamlardı. “Onu…”


Sadece onu unutmamıştı…


“Ne güzel…” dedim dedim titrek bir sesle ama tebessüm ben. Ben en çok ve bence ben en güzel, bir şey zoruma gidince tebessüm ediyordum. “Unuttuklarından hatırladıkların fazla.”


Başını iki yana salladı Ecevit. “Değil,” dedi. O hatırladıklarında ben yoktum öyleyse. Benim senelerim bomboş geçtiyse onun her bir saati doluydu belki de. Ben özgürlüğüme anılar sığdıramamıştım ama o gerek mecburiyetinden gerek esaretinden tonlarca yaşanmışlık sığdırmıştı. Ben kızmıyordum ona. Ben sadece sormak istiyordum ki, neden sadece benimle olanları unuttun? Ya da benimle olan her şeyi unuturken neden beni unutmadın? Bu sorunun cevabı da zor değildi gerçi. Düşmanın yaptıkları unutulsa da, düşmanın düşman olduğu unutulur muydu? İki ülke savaşırdı, üzerinden asırlar geçer, kuşaklar değişirdi, toprak değişirdi, baştakiler değişirdi, hatta belki yönetim şekli değişirdi ama iki ülke de zamanında düşman olduğunu unutmazdı.


“Bencilce ama isterdim birkaç tane anımızın hatırında kalmasını,” dedim. Gözlerim doldu ama o da görmedi, ben de umursamadım. Kaşları içe doğru çöktü, iki kaşının ortasında boşluk oluşturdu. Hiçbir şey söylemedi. Bezi alnından aldım bu kez gerdanının üzerine koydum. Elimi çekmedim. Boynuna dokunmuştum zaten. Bezi koymak için… Sonra ne oldu bilmiyorum, belki de herkesten uzak büyüdüğüm için, belki kimseye yaklaşmadığım ve kimsenin bana yaklaşmasına izin vermediğim için, bir erkeğin boynuna ilk kez dokunmak çok tuhaf geldi. İnce uzun parmaklarım ensesine kaydı, baş parmağım nabzına yakın bir yerde. Ateş gibi yanıyordu. Çok güçlü bir şeye dokunduğumu hissettim o an. Bunu nasıl anlatabilirim, bu gücü nereden hissettiğimi açıklayabilirim bilmiyorum. Belki nabzını hissettim diye, belki parmaklarım böyle bir yapboz gibi oturdu diye. Cevabı olan bir soru değildi sanırım bu. Zaten bu bir histi. Hisler sorulara kapalıydı.


Elimi çekmek için bezin ısınmasını bekledi. Bez ısındı, keşke biraz daha soğuk kalabilseydi. Yeniden doldurduğum su kabına batırdım. Sıktım ve alnına yaklaştırdım. “Melike’yi bulacağız Ecevit.”


“Biliyorum.”


“Bulduğumuz Melike’nin ikimizden yüz kat daha güzel hayatı olacak.”


“Benimkinin bin misli kadar güzel bir hayatı olsun.”


Bunu kardeşinin hayatını daha güzelleştirmek için değil, kendi hayatını bildiğinden söylüyordu. “Olsun,” dedim içine su serpiştirmek için. Başını salladı, “Olsun,” diye sayıkladı. “Olsun.” Gözleri kapalıydı bazen o kadar sessiz kalıyordu ki uyudu sanıyordum. Fısıldayınca anlıyordum gerçeği. “Anne…” dedi içli içli. “Anne sen korumuş ol kızını,” Bir ölüden yardım istiyordu. Bu benim katlanacağım bir şey değildi. Bu adamı bir mezardan medet umacak hale getirmiştik. “Ben koruyamadım sen korumuş ol anne. Sen Melike’yi korumuş ol.” Elimi alnıma örttüm, eğdim başımı. “Seni koruyabildim mi deme… Sen kızını korumuş ol benim gücüm yetmedi.” Helak olmuştu.


“Koruyamaya gücün yetmediyse, yanında olsun.”


“Deme onu,” diye fısıldadım.


“Öl Ecevit,” dediği an korkunç bir ürperti geçti bedenimden. Belki bu cümleye çok aşina olduğumdan belki de Ecevit’i ölümle aynı cümle içinde duyduğumdan. Hayır hayır… Başımı iki yana salladım. Kendime kurarken göz kırpmıyordum ama Ecevit kurunca iki gözümden olacağım sandım. “Niye yaşıyorsun ki? Öl!”



“Hayır hayır deme öyle,” Koltuğun üzerinden yere çöktüm. Ecevit’in yüzüne dokundum ve sarstım onu. Girdiği yerden çıksın istiyordum çünkü orası dünyadaki cehennemdi. Biliyordum. Elini elime dokundurduğunda ayıracağını sandım ama yapmadı. Elini elime kapattı. Kesik, sancı dolu bir nefes döküldü dudaklarından. “Firuze ben ne yapacağım?” dedi çaresizce. Çünkü hayat tam olarak buydu. Düşmandan bile medet umduruyordu. O ülkeler evet düşman olduklarını unutmuyorlardı ama bir doğal afette birbirlerinden yardım istiyor, yardımlarına koşuyorlardı. Hayat denen illet tam olarak bu noktada başlıyordu. “Firuze ben nasıl yaşayacağım kardeşime bu kötülüğü yaptılarsa?”


Yüzümü yüzüne yaklaştırdım, parmağım yanağını okşuyordu. O yarın belki bu anı hatırlamayacaktı ama bu teselli onu biraz olsun şu an iyi etsin istiyordum. “Melike iyi,” dedim. Bana ilk kez bu kadar inansın istiyordum. Neredeyse alnını alnıma yaslayacaktık. İkimizin de gözlerinden yaşlar akıyordu. “Biz onu bulacağız. Belki kıyamayacaksın bile onu o güzel hayattan almaya.”


“Annesi babası var mı?”


“Var.”


“Karnı tok mu?”


“Her gece.”


Ecevit acıyla inledi ve aniden alnını şakağıma yasladı. Feleğim şaştı, nevrim döndü, nefes bile almadım. Kaşlarım havalandı, olduğum gibi kaldım. Santim oynamadım yerimden. Ellerim uyuştu. Kulaklarım çınlamaya başladı. “Beni kandırma,” dedi. Nefes nefese değildi, ağlıyordu yalnızca. Sarhoştu, acı çekiyordu, hastaydı.


“Seni kandırmıyorum.”


“Değilse kimseyi yaşatmayacağım.”


“İlk beni öldür,” dedim açıkça, çekinmeden duraksamadan. Cevapsız bıraktı beni. Eğer ki değilse, hepimizin canını alacaktı ve ben biliyordum ki gücü buna yetecekti. İlk beni gözden çıkarsın istiyordum. İlk ben çıkmak istiyordum denklemden. “İlk beni öldür Ecevit, gözünü bile kırpma. Kardeşinin canına karşılık ilk beni feda et.”


Şakağımdaki alnıyla baskı uyguladı yüzüme. Haşindi bu tavrı. Karadeniz gibiydi. Kıyıya vuruyor, her şeyi yutacak gibi geliyor, içine aldığını geri vermiyordu. “Firuze,” dedi sızıp kalmadan önce. “Güzelliğin beş para etmez.”


Tüm gece Ecevit’in alnında soğuk bezler koyarak geçti. İçkinin de etkisiyle, ateşi çok zor ve geç düştü ama düştü. Uykuya daldı, bir yerden sonra derinleşti de tamamen. Uyuyup uyanmadı. Onu izledim, ateşini düşürdüm ve onu izledim. Buzluktan tavuk çıkarıp haşladım. Tavuk suyundan çorba yapacaktım. Uyandığında içerdi. Gittim geldim, bir karşısına oturdum, bir yanına, bir dibine. Gözlerim gidiyordu zaman zaman ama ateşi beni korkuttuğu için uyumuyordum. Kalktım çorbayı da yaptım. Onu da internetten baktım. Çorba pişerken bize lakabı söylenen kadını arattım internette. Rastgele reklam niyetine çıkan haberlerde Akın ailesinin fertleri vardı. Gecenin bir vakti babamı ve Bülent’i, ağızları bir karış açık, tam bağırırken çekilmiş fotoğraflarla görmek içimi hiç açmadı. Tek bir haberi bile bakmadım. Kendi aradığımı taradım.


Adam doğru söylüyordu, genelevler hakkında bilgiler vardı. Patroniçeler, kraliçeler ve daha fazla bir sürü lakap… Her şey fazlasıyla resmiydi. Yasal bir durumdu. Hatta bir Patroniçe’nin hayatı filme çevrilmişti. Kadının belgeseli yapılmıştı ve daha da garibi o adamın söylediği gibi bu kadın senelerce vergi rekortmeni olmuştu. Dünyaya açılmış iş adamlarının arasından vergi rekortmeni olacak kadar ne dönüyordu burada? Sayfa sayfayı açtı. Genelevde çalışan bir kadının kitabına bile ulaştım. Okumak aklımda yoktu ama içimde beni dürten bir merak da vardı. Ecevit’e Melike iyi demek gibi değildi ki bu. Bambaşkaydı. Sadece yirmi beş saniye dayanabildim. Ev daraldı, duvarlar üzerime çökmeye başladı. Sekmeyi kapattım ve bilgisayar ekranını kendimden uzaklaştırdım. Ecevit bunlara çok bakmadan ben onu itelemeliydim. Bir an önce bu ihtimal de bize yeni bir kapı açmalı ve biz o kapıdan geçmeliydik. Dakikalarca okuduğum yirmi beş sayfanın etkisiyle oturdum.


Gün ağarmıştı. Tam olarak saat kaçtı bilmiyordum ama çorbam pişmişti. Sabahın ilk ışıklarında bir kez annem, bir kez babam ve bir kez İnci aradı beni. Hiçbirini açmadım. İnci’yi açacak oldum ama anne ya da babamın hattın diğer ucunda olma şansı çok yüksekti. Bir kepçe çorba koydum da içtim. Ecevit benimle yemeyince, benim de çok yiyesim gelmedi. Gittim yine yanına oturdum. Ateşi çok az yükselmişti. Çorba yaparken mutfakta sirke bulmuştum. Sirkeli yeni bir su hazırladım. Suyu da buzlukta biraz soğuttum. Yeniden Ecevit’in alnına, gerdanına, hatta bu kez ensesine de koydum. Sızlandı durdu ama açmadı gözlerini. Koltuk açılınca kocaman olmuştu. Amacım uyumak değildi zaten, Ecevit’in alnında daha koyduğum bez duruyordu. Isınana kadar koltuğun ucuna kıvrıldım. Cenin pozisyonu aldım. Bir dakika ya vardı ya yoktu. Gözlerim nasıl bu kadar kısa vakitte kapandı da uyuyakaldım bilmiyordum.


Ağır, derin bir uykuya daldım. Bir ara bedenim hareket ettirildi bunu hissettim ama yattığım yerden koparılmadım. O kadar çok uykum geliyordu ki bu koşullarda uyanmam imkansızdı. Bulduğum yumuşak, yastık olmalıydı, bir cisme sarıldım. Çok huzurlu bir uykuya daldım. Sıcacık, tertemiz, açık bir gökyüzü gibi bir uykuydu bu. Bu sıcaklık ne bana aitti ne de bir kalorifere. Kokusu vardı. Bir Ege kasabasında, turunçgil tarlasının orta yerinde yürüyor, bir kış güneşi tepemden vuruyor beni ayazdan koruyordu, kemiklerimi ısıtıyordu. Öyle tatlı, öyle doyumsuz… Çok lezzetli bir yemeğin yanında yenilen fırından yeni çıkmış bir bütün ekmek kadar tadı damakta, soğuk bir ayran kadar boğazdan akıp giden, ilk kazandığın parayla ailene aldığın tatlı kadar mutlu hissettiren, büsbütün huzuru ve huzuru barındıran çoğu anda hatırlanacak bir uykuydu bu. Sebebini saatler sonra uyanınca anladım. Ecevit’in kalktığı yatağa ben yatırılmış, onun yastığında, onun yorganında ve onun sıcaklığında uyuyuvermiştim.


Ecevit’in sıcaklığında uyumak; kendi halinde bir ailenin, annenin babayı, babanın anneyi sevdiği, her gece sofralarına helal lokma konan, tertemiz bir evde, tertemiz insanların içinde, gurbette değil kendi toprağında yaşamak gibiydi. O evin bir evladı olmaktı. Huzuru normali saymaktı. Herkesi kendi gibi bir hayatta sanacak kadar kötülükten uzakta büyümekti. Ne güzeldi… Ah ne keyifliydi. Ecevit’in yatağında, temiz çarşaflarla uyumaktan bile güzeldi. Ecevit’in koltuğunda, bir öğlen vakti şekerleme yapmaktan da güzeldi. Bir üstü gelemez dediğim noktanın üstüydü. Günlerce uyumasam da Ecevit’in sıcaklığında bir saat uyusam yine tüm yorgunluğum beni terk ederdi zaten. Bu nasıl bir büyüklüktü. Aklım almadı.


Sebep o ya gözlerimi açsam da bu hissi bırakmamak için direndim. Yastığa, yorgana daha çok sarıldım. Gözlerimi kapalı tuttum. Ecevit’in kokusu daha duruyordu. Beyaz sabun temizlik değildi, en nihayetinde Ecevit’ti artık benim için. Duştan çıkar çıkmaz buraya girmişti ve saatlerce uyumuştu. Dün gece… Birer birer hafızamdaydı. Ecevit’in alnının izi şakağımdaydı sanki. Parmak uçlarımda yanağının hissi geçmemişti. Güzelliğim beş para etmezdi.


Ancak sokak kapısı aralanınca açtım da gözlerimi kapıya baktım. Ecevit’le göz göze geldik. O da girer girmez bana bakmıştı. Uyandığımı görünce sanırım sessiz olma çabası son buldu. Daha seri girdi içeri. Elinde ekmek ve biraz sebze vardı. Hiçbir şey söylemedim başımı yastığa geri bıraktım. Kendimi küçültmek istiyordum. Olmak ve olmamak istiyordum. Aynı anda ikisi de… Ecevit de bir şey demedi. Mutfağa geçti. Gözlerim kapalıydı. Yeniden uyur muydu bilmiyordum.


“Leş gibi kokuyor içerisi, uyuyacaksan odaya geç. Havalandıracağım,” dedi. Benim burnum alışmıştı ama hem bira içilen hem tavuk haşlanan, sigara içilen ve çorba yapılan bir alan ne kadar iyi kokabilirdi ki? “Açabilirsin camları,” dedim. Önce mutfaktan başladı sonra geldi dizini koltuğa bastırdı ve üstümden camlara yöneldi birini açtı. Soğuk havanın yüzüme çarpması iyi hissettirdi. Zaten yorgan beni sıcak tutuyordu.


“Ateşin var mı?”


“Eczaneden geliyorum. Yok.”


“İlaç aldın mı?”


“Verdi bir iki bir şey.”


“Dün gece birkaç şişe bira içtiğini söyledin mi?”


“Sorun yokmuş,” dedi.

“Bol su iç.”


“Emrin olur.”


“Eczacıya da böyle mi söyledin?”


Sessiz kaldı. Bu tavsiyeyi eczanenin de verdiğini biliyordum zaten. Salona girdiğini konuşmasa, ses çıkarmasa da hissettim. Gözlerimi açtım. Karşı koltuğumda oturuyordu. “Ağrın var mı? Dün gece zor geçti senin için.”


“Kemiklerim ağrıyor.”


Soğuk almıştı. Sinir, stres, banyodan sonra ıslak saçla dışarı çıkması, içki içmesi… Bunca şeyin yanında bu sabah ayağa kalkması bile çok iyiydi. Ben onun yerinde olsam, kalkıp tuvalete bile gitmezdim. “Miden?”


“Bulanıyor,” dedi. Midesinde kusacak ne kalmıştı bilinmezdi tabi. Rengi solmuştu biraz. Dudakları kurumuş, gözleri yorgun ve hastalıklıydı.


“Çorba yaptım sana,” dedim. Başını salladı yalnızca. Geriye yaslandı. Sigarasını yaktı ve başını tavana kaldırdı. Ademelması güzel bir çiçeğin dikeni gibi çıkıntı oluşturdu boğazında. Sigarayı her içtiğinde o duman batıp çıkıyordu olduğu yere. Şimdi kanatmıyordu belki ama vardı, o çiçeği elime alıp dokunmaya kalksam benim avucumu parçalardı biliyordum. Tek bir dikenle hem de. Evet.


“Bugün yat dinlen.”


“Böyle bir vaktimiz yok, devam etmemiz lazım.”


Sigarayı öylesine şevkle içiyordu ki, sigarayla değil belki ama dumanla seviştiğini hissediyordum adeta. Sakalları uzamaya başlamıştı. Saçları yine Trakya’nın kurumuş kanola tarlaları gibi dağınıktı, dökülüyordu. Sigaranın dumanı genzinden her aktığında ve ciğerleriyle her denk geldiğinde duruyor, o buluşmayı uzatıyordu. Bir ağacın altında buluşmuş iki aşık rolü biçiyordu sigaranın dumanına. Ne kadar uzun süre tutarsa o kadar memnun oluyordu. Sonra açıyordu dudaklarını ve biraz oradan biraz burnundan geri veriyordu.


“Hastalığını ağırlaştırırsan, bir gün değil beş gün kaybederiz.”


“İlaç alacağım,” dedi kısaca. Belki de canını sevdiği için kalkıp eczaneye gitmemişti. Tek sebebi ayakta kalmaktı.


“Ben biraz araştırma yaptım sen uyurken,” İşaret ve ortaparmağının arasına aldı sigarasını, başını kaldırdı, dumandan buğulanmış gözleriyle bana baktı. “Adam doğru söylüyor. Her şey yasal. Patroniçe mahlası, Kraliçe mahlası… Türlü türlü isim var. Biri var senelerce vergi rekortmeni olmuş, hayatı film olmuş. Tamam çok kazanabilirler ama bu denli olması aklımı hayalimi durdurdu benim. Bu noktada da işin içine üst kesim giriyor. Oraya gidenler sadece halk değil. Bu gibi vergi rekortmeni olacak kadar çok kazananların özellikle müşterileri, ünlüler, siyasetçiler, iş adamları gibi isimler oluyormuş. Muhtemelen korkunç paraları da bu gidenler sağlıyor. Çünkü bu gidenler gittikleri yerde, diğer gidenlerin yanında bir de gizlilik, hatta korkunç bir gizlilik istiyor ve bu da sağlanıyor. Elbette ki bedeli ucuz olmayacak. Ben taradım hatta, o kadar iyi gizlemişler ki tek bir isim bile haber olmamış.”


Yorganı üzerimden çektim ve oturur vaziyete geçtim. Ellerimi önümde birleştirdim. Ecevit’le birbirimize bakıyorduk. Beni dinliyordu. Bunun sebebini tam olarak bilmiyordum. Belki yanında akıl alacağı bir başkası olmadığından belki söylediklerimi mantıklı bulduğundan ya da çaresizliğinden. Her sebepten olursa olsun söylediklerim ona varıyordu.


“Ecevit ben düşündüm. Dürüstçe, kendimi kandırmadan. Melike kaybolduğunda on yaşını geçmiş olsaydı şimdi tek inandığım korktuğumuz ihtimal olurdu. Ama iki yaşına bile gelmemiş bir bebeği böyle bir yer için büyütmek… Nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Ne kadar mantıklı bir argüman? Bu zaman demek, emek demek. Emek harcayacak insanlar mı bunlar? Aksine kısa zamanda maksimum kâr peşinde olmalılar. Hali hazırda o yaşlarda çocuklar da kaçırılıyordu o dönem. Hatırla tanık ifadelerini. Makalede kaçırılan çocukların yarısının kız çocuğu olduğu yazıyordu. Ki özellikle hedefleri sokakta oyun oynama çağları. Bu da en fazla 14 15’e kadar ulaşıyor, 5 6’ya kadar geriliyor ama asla bebeklere kadar varmıyor. Bu pislik için ellerinde kullanacakları daha uygun yaşlar var ve Melike ortadan kaybolduğunda belki tuvalet eğitimini bile almamıştı. O yaşlara çok uzak.”


Cümlelerimi pür dikkat dinledi. Dirseğini koltuğuna yaslamış parmaklarını kaşlarına yerleştirmişti. “Yine de asla böyle bir şey olmamıştır diyebiliyor muyuz?” dedi. Belki o da bu ihtimalin düşük olduğunu biliyordu ama onu kahreden zaten o küçük ihtimaldi.


“Melike’nin ölmediğine de asla diyemiyoruz ki biz. Her ihtimal eşit derecede. Ölmesi gibi.”


“Ölmedi.”


“Bunu bilmiyoruz, buna inanıyoruz,” dedim açıkça. Hoşuna gitmediğini biliyordum ama gerçek buydu. “Geneleve gelen orospu çocuklarından biri belki de bebek sordu. Para bok gibi.”


“O bebeği belki de kendi çocuğu olmadığı için sordu? Melike’nin varlıklı bir ailenin çocuğu olarak yaşadığı ihtimal ne kadar kötü?”


“Belki de kendi çocuğu hastaydı, bir organ için, ilik için sordu. Ya da…” duraksadı, gözlerini kısa bir an kapatarak soluklandı. “Geneleve gidecek kadar alçak bir adamın ne yapacağının bir garantisi var mı Firuze?” dedi burnundan solurken. Açıkça söylemedi o ihtimali ama düşündüğü şeyi algılayınca ürperdim. Suratıma yumruk yedi adeta. “Ecevit,” dedim tutuk bir sesle. Dün ölmek isteyen Ecevit’i anlayabiliyordum artık. Bu ihtimalde ölüm, en iyi ihtimaldi. Tırnaklarımı ellerime geçirdim. Titredi içim. Bunu düşünerek nasıl sabah etmişti. “Yalvarıyorum düşünme bunu.”


“Ben düşünmeyince yaşanma ihtimali mi kalkıyor ortadan?” Melike’nin öldüğünü düşünmesi, bin kat daha hayırlıydı. Melike bunları yaşayacağına, umuyordum ki yaşamıyordu. Bunu belki de ilk kez istiyordum. Belki başka bir ihtimal bana bunu söyletemezdi ama bu… Ensemde ucu ateş almak üzere olan bir silah vardı. Patlayacak sandım. “Ne zor değil mi kanından canından olmayan biri için bile bunu düşünmek? Ben ne yapayım?” diye sordu. Şimdi söz konusu İnci olsa böyle uzun uzun cümleler kuramaz, mantıklı argümanlardan bahsedemezdim biliyordum. Bu yatakta bir verem hastası gibi belki haftalarca yatardım, sırtımda yaralar açılırdı.


“Melike’yi canımdan kanımdan birini arar gibi arıyorum,” dedim. Bu onu ikna eder mi bilmezdim ama Ecevit’e karşı bir inanç peşinde değildim. “Sadece kolum kanadım kırılmıyor senin kadar. Daha dirayetliyim. Duygularıma değil mantığıma öncelik veriyorum ama kanımdan canımdan birini arar gibi arıyorum. Sana yemin ederim. Beni görmeye bile tahammül edemiyorsun biliyorum,” dedim alnını ovalıyorken. “Kural dördün içindeyiz bunu da biliyorum. Gidebilirim. Boş ver dikişlerimi. Ne önemi var ki? Hemen şu an çıkıp gidebilirim. Benimle her sabah aynı sofraya oturmak zorunda değilsin. Benim nefes almama bile tahammül edemiyorsun. Bunu da biliyorum. Gideyim sen bugün dinlen. İki ayrı araştırma yapalım. Bu kadın kim, gerçek adı ne, hala aynı yeri mi işletiyor, ülkede mi… Kadına ulaşmamız lazım. Kim ne bulurs…” Ecevit kalktı yerinden. Mutfağa doğru adımladı. Mutfak kapısını kapattı önce, ardından çorbanın altını yaktı. Sonra geldi hiçbir şey söylemeden arkamdaki camı kapattı. Yorganı çekti aldı katladı. Yatak odasına götürdü.


Bana git demiyordu, kal da diyemiyordu.


Benim çabaladığımı görüyordu ama bana öfke duymamak da elinde değildi. Yüzüme her baktığında belki Bülent’i belki babamı görüyordu. Anneme benzerdim. Annemi de görüyordu. Ne zordu. Kardeşi için bu ihtimalleri doğuran aileyi bir kadının yüzünde görmek, her an o yüze bakmak, onunla oturmak, onunla kalkmak. Benim bile kendime tahammülüm kalmadı.


Koltuğun geriye kalanını ben topladım. Kapattım. Sanırım gece yaptığım çorba, bu sabahımızın kahvaltısıydı. Kahvaltıda çorba mı içilir diye sormadım. Açıkçası yadırgamadım sadece biraz garipsedim. Belki de içilirdi, ben bilmiyordum. Dünden kalan bayat ekmekleri tavada küçük parçalara ayırıp kızarttı iki tarafını. Yine biraz kahvaltılık da koydu masaya. Limon ve yeşillikle doldurdu geniş bir tabağı. Banyoya girdim, saçlarımı düzelttim, suyu açtım ve işimi hallettim. Elimi yüzümü yıkadım. Başım ağrıyordu. Muhtemelen sabaha doğru uyuyup uyandığım içindi. Yine Ecevit’in nemlendiricisi kendi malımmış gibi bol bol kullandım. Kullandığım o pahalı, annemin yurt dışından getirttiği losyonların yapmadığı etkiyi yaratıyordu. Tüm vücudumdaki kuruluklar geçmişti, tek bir krem hem yüzüme hem bedenime etki ediyordu. Ecevit’in öylesine evinde tuttuğu krem bile bana iyi geliyordu.


Banyodan geri çıktığımda Ecevit tabaklara çorba koyuyordu ve çayın altını da yakmıştı. Masaya oturdum ve usluca bekledim. Çorbayı önce benim önüme sonra kendi önüne koydu. Dumanı tütüyordu. Sanırım gece fark etmemiştim ama tavukları biraz iri tiftiklemiştim. Ona hiç sormadan çorbasına limon koydum. Zaten limonlu içmek zorundaydı. Kendi kaşığımla limonun içini oya oya limonun suyunu akıttım. Kendime de onun kadar olmasın limon ekledim. Elim yeşilliklere uzandı. Birkaç dal roka aldım elimle, çatal mı kullanmalıydım? Göz ucuyla Ecevit’e baktım o nasıl yiyecek diye. Çok iriydi yapraklar. Ecevit de çok geçmeden uzandı ve eliyle aldığında elimdeki rokaları yedim. Ecevit’in kızarttığı minik ekmekleri bandırmak istesem de düşüyordu çorbanın içine. Çok küçüklerdi. Ama o da zaten çorbasının içine koymaya başladı. Belki de zaten böyle küçük doğramasının sebebi buydu. Ben de koydum ve ekmekleri altta bırakacak kadar karıştırdım. Her kaşığıma bir ekmek parçası gelecek şekilde içtim. Biraz peynir ve domates de yedim. Çatalımı olabildiğince dikkatli kullanıyordum. Önümüzde başka tabak yoktu, tabağıma almak istemiyordum, Ecevit’in tiksinmesini de istemiyordum. Sadece yediğim kısma dokunuyordu çatalım.


Ecevit hızlıca içti çorbasını. Sonra kalktı ikinci tabağını da doldurdu. Sanırım sevmişti tadını. Başka kahvaltılıklardan yemiyordu sadece çorba içiyordu. Kalan ekmeklerden biraz bıraktı, gerişini tabağa ekledi. “Ben yemem başka, bunları da koy ziyan olmasın.”


Uzattığım ekmeklere baktı. “Ye bir tabak daha,” dedi çorbayı işaret edip. Başımı iki yana salladım. “Ben kahvaltıda çorba içmem zaten, bunu zor bitiririm.”


Kalan ekmekleri aldı. Kendi tabağına koydu. Karıştırdı. O ikinci tabağını bitirirken, ben de birinci tabağımı bitirdim. Yeşillikleri biraz daha önüme çektim. Üzerine biraz limon sıktım ve çoğunu yedim. Kendi çapımda bir söğüş tabağıydı bu. Ecevit kalktı ve bir bardak çay koyup geçti gitti yanımdan. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Yemek bir temel ihtiyaçtı, elbette esirgemezdi ama çay oldukça keyfe kederdi. Elbette ki artık bana o çayı koyacak kadar yakın hissetmiyordu. Biliyordum. Burada kalmamı da istemiyordu. Git demiyordu ama kalmamı da asla istemiyordu. Kahvaltı masasında oturdum kaldım. Hep böyle olacaktı. Ecevit’e yarım adım yaklaşsam da bir adım uzaklaşacağı yeni bir şey öğrenecektik. Sonra yine birbirimizden daha da uzaklaşmış olacaktık sadece. Ev sessizdi, ikimiz de birbirimizle konuşmuyorduk.


Bugün muhakkak artık doktora gitmeli ve dikişlerimi aldırmalıydık.


Kalktım, masayı topladım. Kendime çay koymadım. İlaç torbası buradaydı. İçmiş olamazdı. Bir bardak suyla sehpaya koydum ve geri çekildim. Gözleri bilgisayar ekranındaydı. Katran karasıydı çayı. Dönüp bakmadı ilaç poşetine. “Bugün akşam hastaneye gideceğim,” dedim. “Kendi kendine düşüyorlar galiba.”


Cevap vermedi.


Yutkundum ve eve baktım. Duvarlarına, kitaplığına, plaklarına, mutfağına, masasına, ocağına. İçimde daha gitmeden bir özlem boy verdi. Yağmur yağmaya başladı göğüs kafesime. Sanki senelerdir yaşadığım, tüm derdini tasasını çektiğim ama tüm mutluluğunu da gördüğüm, güldüğüm eğlendiğim, hayatımı yaşadığım, ağladığım üzüldüğüm bir baba ocağını diyemem belki ama hatırası bende büyük bir evi bırakıp gidiyordum. Çocukluktan toprağına, vatanına, ülkesine bağlı büyütülmüş bir evladı gurbete uğurluyordum sanki. Ben gurbet nedir bilmezdim ama ben ev nedir de bilmezdim. Sanki ev nedir bunu öğrenmiştim bu iki artı bir evde. Gerçek bir ev, sahiden, dört duvardan hallice olmayan, insanın tüm gün gitmek için ip çektiği, en kötü halini bile aradığı bir ev. Bulduğumu hiç sanmadım ama kaybettiğimi hissediyordum. İçimde derin bir çukur oluştu.


Sonra Ecevit’e baktım. O bana tahammül etmişti ama ben onunla yaşamayı sevmiştim sanırım. Daracık alanlar da bıraksam kendime, daima diken üstünde de yürüsem, yıkadığım bir bardağın temiz olmamasından da endişe etsem, banyoda tek bir saç teli bırakmak gibi insani durumlar için korkular da duysam yine de çok sevmiştim işte. Kapıyı açtığımda bir Ecevit vardı biliyordum. Mutlaka ama mutlaka sabah ve akşam sofra kuracaktık biliyordum. Çay demlenecekti. Dolabında meyve bulunacaktı ve tüm bunların hepsi lezzetli olacaktı. Her güzel şeyin mutlaka bir sonu vardı. Nankörlük etmemeliydim. Bu kez bu güzelliği ölüp gitmeden tattım diye muhakkak mutlu olmalıydım. Bununla avunmalıydım. Ecevit’le bir hafta da olsa aynı evi paylaşmıştım. Ona çay demlemiştim, pilav, çorba, sandviç yapmıştım. O benim için bugüne kadar çayımı ılıtmıştı, ekmeklerimi doğramıştı, sofra kurmuştu. Bunlar bir zamanlar uzak birer hayaldi. Elimden çay içmeyen adamın öfkesi biraz azalmıştı. Yine öfkeleniyordu ama bu kez bana çay koymuyordu sadece. O kadar da olurdu. Değil mi?


Yüzünü izliyorken, değişen ifadesiyle fark ettim bir şey bulduğunu. “Ne buldun?” diye sordum. Kalktım yerimden bilgisayara yürüdüm. Eğildim baktım ekrana. 2004’te yapılmış eski bir gazete haberiydi. Manşeti okudum.


“Genelevde ‘tipini beğenmedim’ diyen kadın bıçaklandı!”

Ankara’nın Altındağ ilçesinde, şehrin en çok bilinen genelevlerinden birinde dün gece yaşanan olay emniyet güçlerini harekete geçirdi. “Madam” lakabıyla tanınan ve uzun yıllardır sektörün en etkili olduğu bilinen bir kadın işletmecinin işlettiği mekânda çıkan tartışma kısa sürede şiddete dönüştü. Geneleve gelen bir adam, genelevde çalışan hayat kadını N.K tarafından reddedilince olay patlak verdi. Polis birimleri hızla olay yerine intikal etti.


“Altındağ’da yani kadının genelevi.” Yavaşça yere doğru çöktüm ve haberin devamını okudum. Kadının yaralandığı adamınsa tutuklandığı yazıyordu. Patrondan yeniden bahsedilmiyordu. Haber başlığını kopyaladım ve arama motoruna yazdım. Diğer kaynakları da taramaya başladık. Hemen hemen hepsi aynıydı, bazılarında Madam ismi bile geçmiyordu. Ecevit eline telefonu aldı. İsmini göremediğim bir numarayı aradı. “Altındağ’da bir genelevin patronunu arıyorum. Onu bulabilir miyiz?” Dilini üst dudağına sürttü ve ekrana bakarken karşı tarafı dinledi. “Lakabı Madam. Şimdi aynı yerin patronu mu, devam ediyor mu etmiyor mu bilmiyorum. Ama alemin içinde muhtemelen tanınan bir kadın… Hayır adını bilmiyorum. Sadece lakabı var. Tamam… Ne öğrenirsen bana dön tamam mı? Evet evet kadını bulmam lazım. Evini bulamaz mısınız? Tamam… Tamam olmadı gideceğim. Siz bir bakın. Hangi genelev, hâlâ orada mı değil mi? Orada değilse nereye gitmiş, onun yerine kim gelmiş? Tamam… Haber bekliyorum. Hadi eyvallah.”


“Geneleve mi gideceğiz?” dedim şaşkınlıkla. Yüzünü bana çevirdi.


“Ben gideceğim.”


“Ben neden gelmeyeceğim?”


Bu soruyu gerçekten sorup sormadığımı anlamak için galiba gözlerini bana dikti. “Adliyeye gitmiyoruz farkındasın değil mi? Boşanacağım senden diye çıngar çıkaramazsın.”

Gözlerimi kırpıştırdım ve Ecevit’ten kaçırdım bakışlarımı. Bana yine baskı kurmaya başlamıştı. Geneleve gitmek isteyip istemediğimden emin değildim. Bilmiyordum. Biraz korku, bolca dehşet hissettim ama Ecevit tek mi gidecekti? Hayır olmazdı böyle bir şey. “Sen daha önce gittin mi?” diye sordum.


“Ne işim var benim Firuze orada?” dedi. Evet tam olarak bu cevabı beklemiştim zaten. Tuttuğum nefesi usulca geri verdim. Evet çok onursuzcaydı. Oradaki kadınların çok çok büyük bir kısmı istemediği hayatın bir parçasıydı. Ve yine emindim ki başka bir şansları olsa o hayatın içinde bulunmazlardı. Bir erkeğin de böyle bir çaresizlikten faydalanması, gitmesi, para karşılığı bir bedene bir süre istediği gibi dokunması… Midemi bulandırdı bu. Kesinlikle onursuzcaydı. Oraya giden her erkek ifşalanmalıydı orada.


“Bence de,” dedim açıkça. “Ben de daha önce gitmedim,” diye de sebepsizce bilgi verdim. “O yüzden ikimiz de tecrübesiziz. Beraber gideceğiz. Tek gidemezsin.”


“Benim asabımı bozma,” diye yükseldi. Yüzüne bakmadığımı anlıyordu, beni hakimiyeti altına almasına izin veremezdim. Ecevit’i oraya nasıl tek gönderecektim? “Kapıyı kilitlerim üzerine çıkar giderim. Bir ne dediğini bil ya. Yüzüme bak yüzüme.”


“Ya ben niye gelmiyorum?” diye sordum şaşkınca. “Sen de ilk defa gidiyorsun. Senin için de çok savunmasız bir ortam.”


“Firuze sus daha fazla saçmalama.”


“Ya ben neden gelmiyorum senin gittiğin yere?” diye inadına konuştum.


“Allah’ım hesap soruyor,” dedi zerre sabredemeden. Kendisi kalktı yerinden. Sigarasını aldı. “Hesap soruyor kafayı yiyeceğim, hesap soruyor!”


“Hesap sormuyorum soru soruyorum. Bak aksine benim gelmem çok daha mantıklı. Sen bir erkek olarak oraya tek başına gidersen, müşteri konumundasın,” İkimizin de yüzünde bir tiksinti oluştu.

“Ama benimle gidersen, başka bir niyetl…”


“Sus dedim sana daha fazla saçmalama.”


“Geleceğim,” dedim ve geriye yaslandım.


“Gelmeyeceksin. Ha bu kapıyı da kilitleyip çıkacağım. Gel gelebiliyorsan.”


“Geleceğim.” Tek gidemezdi oraya? Ben gerekirse orada da bir kargaşa çıkarır, iki yalan söyler ve bizi kurtarırdım. Nasıl bunu göze alıyordu?


“Gelmeyeceksin.”


“Geleceğim.”


“Firuze beni çıldırtma.”


“Lütfen geleyim Ecevit, sen bensiz nasıl gideceksin oraya?”

Avucunu şak diye ses çıkararak alnına vurdu. Sigarasının külü döküldü. “Aklımı kaçıracağım. Orası dediğin kerhane farkında mısın sen?”


“Ya bana kerhane de sana kerhane değil mi?” Ecevit’i o ortama tek başına asla göndermeyecektim.

“Tamam ben geleyim ama arabada kalayım. Tamam mı? Geleyim arabada bekleyeyim seni. Ne olur ne olmaz. Arabanın kapısını kilitlersin inince. Öyle yapalım. Ne olacağını bilmiyoruz. Tek başına gitmen çok saçma. Hem belki orada işini yaracağım? Konuşmayacak birini konuşturacağım, biriyle soh…”


“Bana öyle iş lazım değil. İstemiyorum yardımını. Geç odaya uyu.”


“Tamam evden beraber çıkalım sen oraya git ben hastaneye.” Tamamen yalan söylüyordum. Kapıyı üstüme kilitlememesi içindi bu. Aniden yüzünü bana doğru eğdi ve alnına dokundu. “Enayi mi yazıyor?” diye sordu. Tamam inanmasını beklemiyordum ama yalanımdan da hemen vazgeçecek halim yoktu


“Ne alakası var daha az önce bugün hastaneye gideceğim demedim mi?”


“Hayır,” dedi benden uzaklaşırken. “Kerhane muhabbeti bitene kadar gitmiyorsun.”


“Arabada bekleyeceğim diyorum.”


“Gelmeyeceksin. Sen çok basit bir şey sanıyorsun herhalde, bir sürü pezevenk erkeği…”


“Ya sana ne?” diye bağırdım. Bağırışımla bedeni bana döndü. Ayağa kalktım. “Sana ne? Benim zaten amacım sana yardım etmek değil mi? Sen niye benim yararımı düşünüyorsun? Oradaki ihtimaller mi daha önemli yoksa birinin ağzından alacağım, işimize yarayacak bir şey mi? Ecevit ben senin yanında tam olarak niye varım?” diye sordum. Aylar önce madde madde kural saymayı biliyordu. “Boş ver. Ne olacaksa bana boş ver. O an bana sırtını dönersen işine yarayacak bir şey bulacaksan sırtını dön. Genelev olsun, adliye olsun. Ufacık bir ihtimalden daha mı önemliyim?”


“Hain değilim ben,” diye karşılık verdi. Bana bir genelevde sırtını dönmeyeceğini biliyordum ama ben dönsün istiyordum. Melike için işe yarayacaksa tereddüt bile etmesin istiyordum. “İtin önüne atacak halim yok kimseyi. Ben hain değilim. Bugün seni feda etsem yarın yine bana lazım olacaksın. Yarınımı düşünmeyecek miyim ben?”


“Laf salatası yapıyorsun,” dedim açıkça. Bunlar tamamen altı boş cümlelerdi. Ben araştırmıştım, biz kapısında polis olan bir yere gidecektik. Tamam bir adliye değildi ama benim Ecevit’in yanında gidişimle kimsenin bana bir şey yapacak halim yoktu. Yerin yedi kat dibi de değildi. Ki en fazla iki erkeğin iğrenç bakışlarına maruz kalırdım. Onu da görmezden gelecektim. Yapacak bir şey mi vardı? Biz dünden beri ne konuşuyorduk ne düşünüyorduk bunun lafı mı olurdu? “Sen beni oraya sokmak istemiyorsun.”


Çok şey söylemek istedi de hiçbir şey söyleyemedi. Çok kelime birikti dilinin ucunda, tek bir cümle bile kuramadı. “Her ne zıkkımsa. Gelmeyeceksin. Götürmeyeceğim.”


“Beni bu evde bırakıp gidersen ambulansı çağırırım, bayılmış gibi yaparım, açtırırım. Ben de geleceğim. Arabada seni beklerim.” İçmeden kül ettiği sigarasını küllüğe bıraktı. Elini sakallarına vura vura volta atmaya başladı evin içinde. Sabır çekti durdu. Kalktığım yere geri oturdum.

“Canımı riske atman gerekirse atacaksın, güvenmediğin ortama kendinden önce beni sokacaksın. Ben sana dur diyeceğim. Ben kendim gitmeyeceğim ama sen daima ilk beni ortaya süreceksin. Oyunu kuralları böyleydi. Madde madde saydın ya unuttun mu? Ben bu oyunda korunması gereken konumda değilim. Gerekirse ilk harcanacak kişiyim. Bu böyle. Melike için ben bunu kabul ettiysem, sen de edeceksin.”


Bana o kadar sinir oldu ki mutfak tarafına geçti. Bacak bacak üstüne attım. “Ben seni başıma bela diye aldım,” diye bağırdı.


“Umurumda bile değil.”


Yine tüm öfkemizi kustuk da öyle durulduk. Ecevit çarpa çarpa ilaçlarını içti ve salona geri dönmedi. Gözüm kulağım ondaydı. Her an gizlice evden çıkıp beni kandırabilirdi. Üstüm başım dışarı çıkmaya hiç müsait değildi. Kalktım gittim değiştirdim. Odadan çıktığımda gözlerini bana diktiğini, beni ve kıyafetimi izlediğini biliyordum ama yokmuş gibi davrandım. Geçtim koltukta oturdum. Bir şeye baktığımdan da değil oyalanmak için bilgisayarda sekmeden sekmeye atladım. Böyle oturdukça uykum da geliyordu. Gözlerim gitmeye başladığında uyuyakalmamak için kalktım da ortalıkta dolanmaya başladım. Yüzümü yıkadım açılayım diye ama yok olmuyordu. Dünün yorgunluğu vardı üstümde.


“Evde kahve var mı?” diye sordum mutfağa girerken. Bu yüze su çarparak olacak iş değildi. “Bak çayı koyduğum çekmecenin altına. Uykun geliyorsa da git uyu. Niye kahve içiyorsun? Bugün arayacakları bile belli değil.”


Çayın yedeğini taşıyan adamın çekmecesinden zorlukla buldum kahveyi. Kayı boyuna kadar inmişti. Bir paket, ağzı hiç açılmamış Türk kahvesi vardı. Ezilip büzülmüştü paket. Çok eskiden alındığı belliydi.


“İçecek misin sen de?”


“Çay içiyorum ben.”


Göz devirdim. Küçük bir cezvenin içine kahveyi ve suyu koydum. Ocağa koymadan karıştırdım. Kahve fincanı yoktu evinde. Ben de çay bardağına döktüm pişmiş kahveyi. Telefonunu iyice görebilmek için masanın diğer ucuna oturdum ve şekersiz kahvemi içmeye başladım. Beni eve kilitlersem ne yapacaktım? Polis çağıramazdım. Ecevit’in evine polis sokamazdım. Ambulanstan başkası gelmiyordu aklıma. Evde tekim ve başım dönüyor derdim. Ya da ne bileyim düştüm derdim. Yetişin derdim. Öyle ya da böyle bu kapıyı açtırır giderdim. Kaç tane genelev vardı ki zaten Altındağ çevresinde?


Ecevit telefonuna dikkat kesildiğimi görünce aldı avucuna ve ritmik şekilde avucunda çevirmeye başladı. Çok da geçmeden kalktı zaten yanımdan. Salona geçti, ben de peşinden gittim. “Ya sabır,” dedi ağzının içinden. Kesin telefonunu sessize almıştı. Benden gizli konuşacaktı. Göz açtırmadım ona.

Neredeyse iki saat geçti biz o telefon konuşmasını yapalı. O kadar sıkıcı olmaya başladı ki bu süreç, kahve içsem de uykum geliyordu. Ecevit’in de uykusu geliyordu ama o da uyumuyordu. Acaba bugün aramayacaklar mıydı? Bu gece ben de salonda yatmalıydım. Umudumu gelecek olan telefondan artık kesmiştim ki Ecevit yerinden kalktı. Gözlerim onu takip etti. Çay doldurdu ve sigarasını yaktı. Balkonun kapısını da açtı. Bundan sonraki adım sandalye sesiydi ama gelmedi. En köşedeki sandalyeye de otursa o sesi duymuş olmalıydım.


Hemen kalktım da mutfağa gittim. Bir üçkağıtçı olduğunu kanıtladı. Balkona çıkmıştı. Koşar adım gittim de kapı koluna asıldım ama açılmıyordu. Arkadan tutmuştu. Hemen pencereyi açtım ve Ecevit’in koluna asıldım. Beni itti ama çok sıkı tutunmuştum. Hırçınlığım da üstümdeydi. Kene gibi yapıştım koluna. “Yaşıyor mu?” diye sordu burnundan solurken. Beni itiyor, telefonu omzuyla kulağı arkasına sıkıştırıyor, diğer elini bana uzatıyor ve hiç tereddütsüz ısırıyordum. Kısık sesle konuşuyordu. Balkonun en ötesine giderse duyamayabilirdim. Diğer kolumu da ikinci sarman yaptım. Artık beni istese de itemezdi. “Yerine gelen kişi kadın mı erkek mi? Tamam. Ne alaka? Cengiz’in bunlarla işi ne de selamını söyleyeceğim? Kendisi mi söyledi? Ne alaka anasını satayım. Tanıyorlar mı onu?”


“Lan bırak!” dedi telefonu kendinden uzaklaştırıp.


“Sen üçkağıtçısın.”


“Tamam… Tamam açık adresi at bana yarın gideceğim ben. Yetecek değil mi? Önden haberim gidecek mi? Tamam… Anladım. Eyvallah. Ben sabah bir şey olursa ararım seni. Eyvallah.”

Telefonu kapattığı an ben de kolunu bıraktım ve hızla kapıya doğru gittim. Kabanıma sarıldım. Sabah gideceğim dememiş gibi kapının önünde bittim. “Kızım sen manyak mısın?” diye bağırarak girdi eve.


“Ben miyim manyak? Gitmişsin balkonda konuşuyorsun ya! Pes sana!”

Ecevit’in sol elinde ısırık izlerim vardı. O telaşla nasıl ısırdım bilmiyordum. “Nereye?” diye bağırdı bana.


“Ben de geleceğim.”


“Duymadın mı yarın geleceğim dedim?”


“Yarın götürecek misin beni?”


“Hani akşam hastaneye gidiyordun dikiş aldırmaya?”


“Hani bu genelevden sonra gidecektik?”


İkimiz de çok kızgındık. “Ne halin varsa gör,” dedi ve beni bıraktı gitti kapı önünde. “Başıma ağrılar soktun. Ne halin varsa gör.”


Doğru mu söylemişti? Gitmeyecek miydi? O içeri geçince ve beni görmediğine emin olunca ben, öksürmeye başladım ve o gürültüden faydalanarak kapıyı bir kez üstten bir kez alttan kilitledim yavaşça. Olur da açıp çıkmaya kalkışırsa anahtarla uğraşsın ve bana vakit kalsın diye. Kabanımla geri döndüm salona. Yatmıştı koltuğa. Gözleri de kapalıydı. Beni hiç sevmiyordu.

Gitmeyecek miydi?


Kabanımı yastık yaptım ve başımın altına koydum bir zaman sonra ben de. Çünkü Ecevit uyumuştu. Düzenli nefesler alıp veriyordu. Sanırım gerçekten gitmeyecekti. Yarın sabah gidecekti. Sabah erkenden alarm kurar ve uyanırdım. Ondan önce hazırda beklerdim. Akşam da gideceğim demiştim hastaneye ama şimdi nasıl gidecektim ki? Ben akşam gidersem o yarın her şeyi tek başına yapacaktı. Ecevit’i öylesine güvensiz bir yere tek başına gönderemezdi. O belki beni işine yaradığım için göndermezdi ama tümüyle Ecevit’i göndermezdim. Hem de öyle bir yere… Kızdırdı beni bu biraz. Bu konuya sıcak bakmadığını, öyle bir yere kendini yakıştırmadığını da söylemişti ama yine de kızdırdı beni bu. Ecevit’in bir başına oralarda ne işi vardı Allah aşkına? Ben ne yapacaktım o oradayken?


Onun yüzünü izleyerek, bazen kızarak, bazen üzülerek, bu bahsettiğimiz kötü yerde Melike’yi düşünerek, kötü hissederek dakikalarımı harcadım. Ecevit uyumuştu. Benim de çok uykum vardı. Başım çok ağrıyacaktı biliyordum ama yaklaşık on beş dakika sonra gözlerim gide gide içim geçti.

Ecevit, üçkağıtçı olduğu kadar kandırıkçıydı da. Ve hatta dolandırıcı.


İyi ki o kapıyı hem üstten hem alttan kilitledim. İyi ki ona güvenmedim. Hep güvenirdim. İyi ki bu

kez diğer yüzünü de gördüm. Tam olarak hangi noktasında çıkan sese uyandım bilmiyordum. Bir ipin üzerinde uyuyordum zaten. Bir ağaçtan düşer gibi uyandım. Zaten bedenim bu ihaneti bekliyor olacak ki kaptım da kabanımı koşar adım kapıya doğru attım bedenimi. Kapının yavaş yavaş açılmasına denk geldim. Kendimi bir kedi gibi, aralık olan kapının altından, Ecevit’in bacaklarına sürtünerek nasıl attım bilmiyordum. Hiç beklemedim asansöre doğru koştum.


“Firuze içeri gir!” dedi. Şanslıydım asansör bu kattaydı. Kendimi içeri attım, Ecevit üzerime atladı ama iki şansı vardı. Ya o da asansöre binecekti ya da dönüp evinin kapısını kapatacaktı. Mantıklı olanı yaptı. Çünkü ben yuvadan bir daha uçmuştum. Otoparka indim, Ecevit arabasını hep aynı noktaya park ediyordu. Sanırım otoparkın düzeni vardı. Gelmez gideri hiç düşünmedim. Çünkü o biliyordu atlardım giderdim Altındağ’a, bulurdum o geneleve. Paşa paşa gelecekti. Kabanımı giydim, üstümü başımı silktim. Kedi gibi sürümüştüm kendimi yerlerde. Açık renkti üstüm kirlenmişti. Arabasının önünde dururken kollarım önümde bağlı, az önce evden kaçmamış gibiydim. Ecevit’in gelişimi ayak seslerinden tanıyordum.


“Allah da bana sabır versin. Bana gani gani sabır versin!” Otoparkta bunları haykıra haykıra yürüyordu. Hiç üstüme alınmadım. Arabasını açtığı an ondan önce bindim. Kollarımı önümde bağladım bacak bacak üstüne attım. O eğer ki zerre hatırlıyorsa beni, bu Firuze’ye çok aşinaydı. Ezelden tanıyordu beni. Çirkinleşirdim. Hiç de çekinmez utanmazdım. Kalın kafalıydım.


“Allah da bana gani gani sabır versin.”


“Geleceğim dersem gelirim.”


“Hâlâ konuşuyor,” dedi direksiyona vururken. Neredeyse ağlayacaktı sinirden. “Aklımı kaçıracağım hâlâ konuşuyor.”


Arabayı beni bir kez öne bir kez arkaya savuracak şekilde ters bir sürüşle başlattı. Umurumda da olmadı. Yapar yapar dururdu. “Sen bu arabadan in,” direksiyona vuruyordu avucunu bağırarak. “Bak sen bu arabadan in ben sana ne yapıyorum.”


İnecektim. O yüzden meydan okuyup kendimi arabaya kilitletmedim. Sustum. Yolu izledim. Yol boyunca içinde kurt var gibi söylendi. Benden nefret ediyordu. Saçlarına aklar düşürmüşüm gibi ah çekiyordu. Elini direksiyona vuruyordu, sigara içiyordu, kızıyordu, azarlıyordu ve ben bunların birini bile üstüme alınmıyordu.


Kızarsa kızsaydı. Ben bir şey yapmamıştım ki? Ne yapmıştım ben?


Dere tepe düz gittik. Arabayı olabildiğince uzağa park edebileceğini tahmin ediyordum zaten ama ona rağmen bile girdiğimiz konumun tekinsizliği bir koku gibi, bir renk gibi ve aldığımız nefes gibi yayıldı. Çok fazla kadın yoktu ama yer yer, kaldırımlara çökmüş, elinde sigara ve biralarla oturmuş, sarhoş oldukları her hallerinden belli olan erkekler vardı. Midemi bulandırdı bu görüntü. Ecevit de benimle aynı bölgelere bakıyordu. Bu görüntü onu da rahatsız etti, yüzünü ellerinin arasına aldı ve bir şeyler mırıldandı.


“Ecevit anahtarı alma,” dedim korkmuş bir sesle. “Eğer ki bir şey olursa sürüp gideyim.” Bu tamamen blöftü ama ya ben rolümü çok iyi oynadım ya da Ecevit hali hazırda benimle aynı şeyi düşündüğü için bir alev topu gibi döndü bana. Beni kıracağını o saniye anladım. Engel olamadım.

“Ben sana gelme dedim değil mi?” Avucunu direksiyona vurdu. “Dünden beri sabrediyorum. Dünden beri, ağzımı kapalı tutuyorum senin o pezevenk babanın, şerefsiz abinin hıncını senden çıkarmayayım diye. Ama sen,” İşaretparmağımı yüzüme doğru salladı. “Ecevit yok gel tüm hırsını, acını benden çıkar diye diye dolanıyorsun peşimden. Senin o babanın belasını sikeyim kardeşimi kerhanede arıyorum.” Yumruk oldu eli kornaya vurdu ardı ardına. “Ulan diyorum bak yapma yapma yapma. Seninle kardeşini arıyor. Çabalıyor ulan çabalıyor. Avuçlarının içinde ezip büzüyorlar, mahvediyorlar bari sen yapma. Ama yok. Benim canım burnumdayken ensemden nefesini üflüyorsun. Ne işin var senin şimdi burada?”


Bir iki beden çöktükleri kaldırımdan kalkmış arabanın içini izliyordu. Belki de Ecevit’in sesini duyuyorlardı. Bilmiyordum. “Ağlama,” dedi. “Ağlama bak ağlama. Ağlama!”


“Sana bunu yapan adamın kızını şuraya sokmak senin içini soğutsun o zaman.”

Ben gelmek için yalvarmamalıydım. O gelmemi şart koşmalıydı. Dünden beri pasif şekilde gösterdiği öfkeyi bu noktada sırf ben de oraya gireceğim diye bana kusuyordu. Dudaklarım büzüldü ama ağlamıyordum. Karşımdaki yola baktım. Burada olmak beni de mutlu etmiyordu ama burada olmayı hak ettiğimi de hissediyordum. “Senin içinde Melike için nasıl korkunç şüpheler varken benimle ne diye buranın tartışmasını yaşıyorsun? Kolumdan tutup kendin getirseydin o zaman. Hak ettiğim bu değil mi? Seni ne zorluyor Ecevit?”


Vicdanı mıydı? İlk günlerde hiç sızlamıyordu vicdanı bana. Öyle kalması onun için daha iyi değil miydi? Ecevit yoldan bana çevirdi gözlerini. Yüzü sinirden titriyordu. Çenesi seğiriyordu. “Beni zorlayan şeyin evveliyatını sikeyim,” dedi tek nefeste. “Duydun mu? Ensemden üflemeye devam etme. Durmak bil artık.”


Öfkesi onu nefes nefese bırakmıştı. Yine çevreye baktı. Onun daha fazla ensesine üflememek için konuştum. Dürüst oldum. “Planım sen anahtarı bana bırakınca biraz ilerledikten sonra arabadan inip yanına gelmek. Yalan söyledim. Kim gelirse gelsin arabanın kapısına, sen gelmeden gitmem. Beni de yanında kendi iradenle götür.”


Güldü sinirden. “Burada kalmam seninle gelmekten daha az tehlikeli değil. Baksana sarhoş çoğu. Sen arabadan inip uzaklaşınca arabaya yaklaşacaklar. Seni bırakıp gidemem. Kapıları kilitlerim ama yine de…” Özellikle biri vardı ki Ecevit’in görüş alanında değildi ama arabada biri olduğunu bile bile yüzüme baka baka birasını yudumluyordu. Hatta sırıtıyordu. “Korkutucu. İstersen götürme git, arabayı da ben içindeyken kilitle. Tamam söz seni bekleyeceğim. Gelmeyeceğim ama sen gelmeden gitmeyeceğim de.”


Ecevit beni korurdu. Ve belki ona komik gelecekti ama ben de Ecevit’i korurdum. Alnını direksiyona

bastırdı ve sessizce bekledi. Beni bırakıp gideceğini söylüyordu içimden bir ses. Daha fazla bir şey söylemedim. Ne istiyorsa onu uygulayacaktım. En azından buraya kadar gelmiştim. Daha bu sabah bir bıçaklanma haberi okumuştum. Yakınındaydım. “Kimseyle göz bağı kurma.”


“Asla.”


“Kimseye cevap verme.”


“Asla.”


“Kimseye soru sorma.”


Cevap vermedim.


“Asla de.”


“Hiç kimseye mi?”


“Hiç kimseye.”


“Tamam.”


“Yanımdan bir adım bile uzaklaşma.”


“Asla.”


“Ne durumda olursam olayım, olay çıkarmaya çalışma.”


Cevap vermedim. “Asla de,” diye tekrarladı. Bu çok kapsayıcıydı. Bilmiyordum. Gerekebilirdi ama sonuçta asla da bir yemin değildi.


“Asla.”


“Ben şimdi arabadan ineceğim, ben açmadan kapını açma.”


“Tamam,” dedim yalnızca. Beni kandırıyor da olabilirdi ama yapacak bir şeyim yoktu. Kabanımın kuşağını bağladım. Ecevit başını kaldırdı ve yüzünü sıvazladı. İndi arabadan. Arabayı üstüme kilitlemesini bekledim ama yapmadı. Geldi benim kapımı açtı ve elini uzattı. Bu beni o kadar rahatlattı ki, onun koluna tutunmak, kabanına sarılmak istemiyordum ben. Ayrı yürümek hiç istemiyordum. Korkuyordum ben. Buradaydım. İnat ediyordum ama korkuyordum. Biri bana bir şey derse, laf atarsa, elini uzatırsa donup kalırdım. Ben toplumdan soyut büyümüştüm, bir de böylesi bir ortamın daha da yabansıydım.


Ecevit’in elini tuttum. İlk kez. Kocaman elleri vardı. Avuçları sıcak, çok tutucuydu. Bir fikir gibi, bir inanç gibi ve bir kültür gibi. Baskıcı, tutucu ve hatta belki despot. Karşısındakinin fikrine önem vermiyordu, kendisi tüm üstünlüğü alıyordu. Ben Ecevit’in elini tutmayayım, yalnızca o tutsun, parmaklarını dolasın parmaklarıma, avucunu avucumla birleştirsin benim etkisiz tutuşumdan bir şey eksiltmezdi. Yine böyle hissettirirdi. Yine böyle emin, yine böyle sahiplenici, yine ben buradayım diye konuşurdu eli tuttuğu yerde. Bir savaş meydanında yürütebilirdi insanı. İçimdeki korku dağıldı gitti. Sığınakta ülkemdeki savaşın sonlanmasını beklerken, kendi ülkemin marşı duyuldu sanki sokaklarımda. Sığınağın tek göz havalandırmasından doluştu içeri, tüm halk birbirine baktı ve savaşı kazandığımızı anladı. Ağlayarak marşa eşlik etti ve yüreğinde kendi askerine hissettiği güveni taçlandırdı. Ecevit’in elini tutmak o marşı duymak gibiydi. O marşa eşlik etmek gibiydi.

Sıkıca tutundum eline. O marşı gür bir sesle söyler gibi. Kapımı kapattı ve arabayı kilitledi. “Yola bak, kimseyle göz göze gelme,” diye tekrar etti. Bir yokuştan iniyorduk birkaç adım sonra. Yola baktım söylediği gibi. Geneleve yaklaştıkça insan kalabalığı artıyordu. Hava tam kararmasa da çok değil yarım saate kararmış olacaktı. “Kimliğimi göstereceğim girişte, sen çıkarma.”


“Tamam.”


Gerçekten bir polis memuru vardı kapıda. Birden fazla sanırım memur olmayan güvenlik. Ecevit telefonu kulağına dayadı. “Geldim ben, yanımda biri daha var onun kimliğini göstermeden girmem lazım.” Yutkundum. Polis memuruna yaklaştıkça stres yapıyordum. Ya beni almazsa içeri? Kimliğimi gösteremezdim. Koca harflerle Atilla yazıyordu.

“İçerideki patronun haberi var,” dedi Ecevit. Çünkü biz yetişene kadar içeriden çıkan olmamıştı kapya. Dudaklarımı ıslattım ve memura bakmadım.


“Çıkar kimliğini.”


Ecevit kimliğini çıkardı elimi bırakmadan. Memurun gözleri benim üzerimdeydi. “Vesikası var mı?” diye sorduğunda Ecevit’e vesikalık fotoğraf istiyor sandım ben ve Ecevit’e baktım. Onun yüzündeki dehşet beni de korkuttu. Polis memuruna baktım ben de. Ecevit’in elimdeki eli sıklaştı ve beni neredeyse bir adım kadar arkasına çekti.


“Öyle bir şey yok,” dedi çok sert bir sesle. “Yok öyle bir şey. O niyetle burada değiliz.”


“Ya ne niyetle buradasınız birader?”


“Oğlum bıraksana!” büyük, geniş, mavi ve demir bir kapının ötesinden bir kadın göründü.


“Misafirlerim gelecek diye telefon gönderdim ya!”


Ellilerinde bir kadın, saçları doksanlar modeliyle şekillenmiş, gözlerinde siyah yoğun bir göz kalemi, dudaklarında metalik renkte bir parlatıcı varken bize bakıyordu. “Kimse haber göndermedi bana,” Beni işaret etti gözleriyle. “Yeni mi? Sen nereden buluyorsun böyle fıst…”

“Senin ağzını patlatırım.” Ecevit polis memurunun bir adım üzerine yürüdüğünde aniden etrafımızı insanlar sardı. Gelen kadın bağırmasa Ecevit’e saldıracaklardı. Polis kimliğini çıkardı ve Ecevit’e kaldırdığında hamlelerinin önüne yine kadın geçti.


“Yok lan yok,” dedi kabaca. “Öyle bir şey yok öyle denir mi? Bunlar öyle değil. O işe gelmediler. Yanlış anladın sen.”

Polis bize baktı. Ne sandıysa bunun yanlış olduğunu anlayınca en azından bana bakarak “Pardon,” dedi. “Pardon hanımefendi. Ben şey sandım. Kusura bakmayın.”

Kadın gür bir kahkaha attığında “Hadi geçelim, hadi!” dedi ve önümüzden yürümeye başladı. Tam o noktada kadınları görmeye başladım. Kış olmasına rağmen açıktı kıyafetleri. Üşüyorlardı biliyordum. U şeklinde geniş büyük bir binaydı. Alt tarafta balkonlar vardı, demirlikler vardı. Üstteyse bir sürü küçük pencereler. Kadınlar o demir parmaklıklardan kollarını sarkıtmış sigara içiyorlardı, sohbet ediyorlardı ve artık bize bakıyorlardı. Ecevit bana bakma demiş olsa da bakmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Benden genç olduğunu düşündüklerim de vardı, bu kadın yaşlarında olanlar da. Hepsi bakımlı sayılırdı ama çoğunluğu zayıftı. Kendimi o kadar kötü hissettim ki yere çöküp ağlamak istedim.


Bir hapishaneydi burası ve buradaki kadınlar çok acımasız bir hayatın içindeydiler. Kiminle göz göze gelsem utancımdan kaçıyordum. Benim suçum var mıydı? Belki herkes kadar. Ama tüm suç benimmiş gibi vicdan azabı çektim. Her yer çok pisti, hava çok soğuktu ve burası çok korkutucuydu. Sol tarafımızdan “Pişt pişt yakışıklı!” Cümlesini duydum. Ecevit’e söyledi. Ecevit dönüp bakmadan yürümeye devam etse de ben kızı izledim. Öyle edepsiz bir şey söyledi ki, çok açık, sansürsüz ve tüylerimi ürperten bir teklif yaptı. Kalbim sıkıştı. Ne düşüneceğimi ve hissedeceğimi bilmiyordum.

Ecevit’i saklamak istedim.

Melike’nin böyle bir hayatın içinde olma ihtimaliyle öldürmek istedim kendimi.


Ve oturup ağlamak istedim. Nefes alamıyordum. Ecevit’e atılan laflar arttı, iki kadın birbirine laf atmaya, küfürleşmeye başladı. Erkekler de vardı ama onlara hiç bakmıyordum. Önümüzdeki kadın aniden durdu ve avlunun orta yerinde birbirinden ağır küfürlerle bağırıp çağırdı, bunu yapmayana kadar susmadılar. Öyle kızdı ve rencide etti ki herkesi titriyordum artık onun söyledikleriyle. Çok berbat cümlelerdi bunlar. Böyle söylemesin istedim. Ecevit’i buraya gelen bir müşteri sanmışlardı sanırım. Okuduğum kitabın yirmi beşinci sayfasına kadar bir yerde, müşteri kapmadıklarında eziyet gördüklerinden bahsediyorlardı. Onlara bu zorbalık yapılırken şimdi böyle davrandıkları için kızılıyordu. Ecevit’i katlayıp cebime koymak istiyor sonra ağlamak istiyordum.


Kadın ansızın cümlelerinin ucunu bana dokundurmaya çalıştı, “Görmüyor musunuz almış koynuna

güzeller güze…” O kadar sansürsüz konuşuluyordu ki bundan sonra nasıl bir şey gelirdi bilmiyordum. Tansiyonum düştü adeta. “Hanımefendi,” diye girdi araya Ecevit. “Biz artık hızlıca gidebilir miyiz?” Sesi kadının sesini bastıracak kadar yüksekti. İyi ki izin vermemişti bu cümlesini tamamlamaya. Yoksa ne yapardım bilmiyordum.


Kadın kahkaha attı ve ilerlemeye başladı. Peşinden giderken bedenimi biraz Ecevit’e yaslamıştım artık sadece yere bakıyordum. Küfür o kadar normaldi ki sanırım ben de yedim bir noktada. Küçük bir odaya geçtik, belki karşılıklı oturmak daha doğruydu ama Ecevit’in yanından ayrılmadım o da beni bırakmadı. Bacaklarımız ve bedenlerimizin bir yanı birbirine temas ediyordu. Ancak sığmıştık zaten koltuğa. “Bir şey içmek ister misiniz çocuklar?” diye sordu.


“Ağzı kapalı şişede su varsa bir tane alabilir miyiz?” dedi Ecevit. Kadın buna da o çirkin kahkahasını bastı.


“Nuri Alço muyuz biz?” bağırarak bir kadına seslendi ve bir şişe su istedi. Yüzüm ateş topu gibi yanıyordu. Melike’nin tek bir günü bile burada geçtiyse Bülent’i kendi ellerimle öldürecektim. Gözlerimi bile kırpmadan, onu boğarak, kendi ellerimle öldürecektim. Ecevit babama ne yaparsa başımı çevirip gidecektim ama özellikle Bülent’i, o seneler önce nasıl can aldıysa aynı şekilde öldürecektim. Ecevit’in öfkesiydi adeta bedenimi titreten. Ondan bana bulaşmıştı. Ben onun kadar alışık değildim. Titriyordum.


Malikaneyi yakmak ve içinde ben de yanmak istiyordum. Bir kadın bize su getirdiğinde göz göze geldik. Yaşlı sayılırdı. Gülümsemeye çalıştım. Sanırım bu onu mutlu etti o da bana gülümsedi. Ecevit suyu açtığında bana uzattı. Eli hâlâ elimdeydi, o çekmiyordu ben de bırakmıyordum. Titrek birkaç yudum aldım ve ona geri verdim. Sanırım onun da ihtiyacı vardı. O da içti. Kapağı kapatmak için elini çekerken, elimden koparmak çok zor oldu. Şişeyi sehpaya bıraktı, elini tutmadım ama bacağına dokundum. Bana ne derse desin, ne kadar öfkeli olursa olsun; güvenebileceğim tek limandı.


“Valla Cengiz abinin selamını da böyle tırsak bir kadınla İstanbul beyefendisi bir adamdan beklemiyordum açıkçası. Hadi bir sigara yakın da kendinize gelin. Adam yemiyoruz burada.”


“Teşekkür ederiz, kullanmıyoruz,” dedi Ecevit. Kadın yine kahkaha attı. Dönüp kapıya bakmak istedim. İzleme dürtüsünden kurtulamıyordum. Ecevit elime dokundu uyarmak için onlara baktım.


“Sen bizim kızların kusuruna bakma. Görmemişler ki buraya gelen eli yüzü düzgün herif. Nerede kartlaşmış, dişleri sararmış herif onlar geliyor. Seni görünce kudurdular tabi. Onlarınki de can, elin bunağının sikini kaldırmak yerine kara çak…”


“Çok açık sözlüsünüz, bu bize fazla,” dedi Ecevit ve yine cümlesini böldü. Kadın susmak bilmiyordu.

“Biz buraya bir şey konuşmaya geldik. Hemen konuşup çıkacağız. Cengiz abi sağ olsun aracı oldu ama acelemiz de var.”


“Senin hatunun rengi sarardı. Keşke getirmeseydin onu. Kız burada herkes mutlu. Bakma öyle küfürleştiğimize. Yoksa senin herife laf attılar diye mi bozuldun?”

Kendimi tutamadım, zaten öfkeliydim, kaldırdım başımı ve “Burada tek mutlu siz gözüküyorsunuz,” dedim. İnsan muamelesi göstermediği kadınlar hakkında burada atıp tutuyordu.


“Biz burada kimseyi zorla tutmuyoruz.”


“Çıkıp, gelmek isteyen var mı diye sorsam isteyenin çıkmasına izin verecek misiniz?”


“Parasını ödeyip borcunu kapatırsanız niye olmasın? Bana hava hoş. Ben burada namusumla iş yapıyorum.” Sinirlerim o kadar bozuldu ki titremem arttı gülerken. Kadın çok pişkindi. Buradaki herkese namussuz yaftası yapıştırılıyordu, bu kadın mı namusuyla iş yapıyordu. “Bana bak kızım, kapıda sıraya giren heriflere sar önce. Onların hiç mi suçu günahı yok? Ben buradakileri çalıştırmasam açlıktan ölürler bu kadınlar.”


Ağız dolusu küfretmen istedim. Bunu çok nadir yaşardım. Şu an o anlardan biriydi ama Ecevit, “Buranın eski patronu, lakabı Madam. Onu arıyoruz biz,” diye girdi araya. Bana kızıyordu biliyordum. Kimseye soru sorma demişti. Gözlerimi çevirdim ve sehpaya baktım. Kulaklarım yanıyordu, midem bulanıyordu.


“Ne yapacaksınız Seher ablayı?”


“Kendisi seneler önce bir davada şahitlik yapmış. Soru soracağız o konuyla alakalı.”


“Ben size niye güveneyim? Alemde öyle oradan oraya isim taşınmaz. Hele eskiler için hiç taşınmaz.”

Ecevit derin bir nefes aldı. “Sen bize değil zaten, Cengiz abiye güveneceksin. Çok yakın ahbabım o benim. Onun lafıyla bizi kabul ettin. Demek ki senin için de mühim biri.”

Kadın başını salladı. “Mühim,” dedi. “İşin doğrusu ben Cengiz’i çok tanımam etmem de aradaki tanıdık çok önemli. Onun için de Cengiz abi. Seher abla emekli oldu dört sene önce.”


“Şu an nerede ne yapıyor?”


“Şimdi bak, isim neydi?” dedi kadın ve masaya yasladı birleştirdiği ellerini.


“Ecevit.”


“Ecevit seneler önce bu Cengiz abiyle ortak olan ahbap beni kurtardı bu çukurdan. Borcumu harcımı ödedi. Ben ne yaptım, para buldum, biriktirdim geldim yine böyle bir yere ortak oldum. Bu sefer patron olarak. Yani bu iş ha deyince vazgeçilen bir iş değil. Bağlıyor adamı kendini. Uyuşturucudan beter. Emekli oldu da yerinde duramadı. Şimdi bir pavyon işletiyor diye biliyorum ben Seher ablam. Pavyon buranın daha eğlenceli, keyifli halidir. Buranın derdi kederi bitmez. Tabi belki ondan da sıkıldı, bıraktı. Bilmiyorum. İki sene olmuştur yüz yüze görüşmeyeli.”


“Yakın mıydınız onunla?”


“O bizim anamızdır.”


Her cevabı öncekini aratıyordu. “Peki ulaşıp sorabilir misin?”


“Neyin karşılığında?” diye sordu ve bir bana bir Ecevit’e baktı. Ecevit gözleri bana kayınca öylesine gerildi ki yerinde, dikleşti öne doğru çıktı. Kadın artık beni göremiyordu.


“Ne kadar istiyorsun?”

Kadın kıs kıs güldü. “Keşke az daha genç olsaydım da daha esaslı bir şey isteseydim.” O dışarıdaki kadınlara öfke duymadım ama bu kadını kalkıp sarsmak, tokat atmak istedim. Yumruklarımı sıktım. Ne mide bulandırıcıydı.


“Değilsin ama olsaydın da işim olmazdı.”


“Karıdan mı utanıyorsun?”


“Onu karıştırmadan konuş benimle,” diye uyardı hiç uzatmadan. “Dediğim gibi ne istiyorsun? Benim ulaşmam lazım o kadına.”

O kahkaha atmadan, duyacağım sesi tahmin ettim zaten. “Şaka yahu! Cengiz abiye seni usulüyle ağırladığımı söyle bana yeter. Dur bakalım şimdi arayalım Seher ablamızı.” Kadını göremiyordum. Ecevit bulduğu ilk boşlukta bana döndü. Göz göze geldiğimizde bana kızgın bakacak sandım ama hayır değildi. Bak gördün mü ben sana gelme dedim, der gibi bakmıyordu.


“Seher ablam. Özlettin be kendini! İyi misin, keyfin yerinde mi? Çok şükür… Çok şükür. Valla her şey yolunda. Nasıl bıraktıysan öyle gidiyoruz. Çok şükür. İyi iyi. Bu işin kötüsü mü olur? Sen hâlâ bildiğim yerde misin? Süper! Valla belki sıkıldın da bıraktın dedim. Doğrusun ablam doğrusun. Ben şimdi senin mekanına iki misafir göndereceğim. Seninle konuşmak istedikleri bir mevzu varmış. Ne zaman oralarda olursun, misafir ağırlarsın?.. Tamam ablam. Hafta sonu olur yani. Tamamdır ablacığım. Hadi seni öpüyorum. Bir ara gel de çayımı iç. Olur ablam tamam. Öpüyorum.”

Kadın telefonu keyifle kapattı. “Aynı yerdeymiş,” dedi. Öne doğru çıktım ve kadını gördüm. Kâğıt kalem çıkardı ve bir yerin adını yazdı. “Cumartesi gidin, Leman ablanın selamı var deyin. O bekliyor size. Burası.”


Ecevit ona uzatılan kâğıdı aldı ve ayağa kalktı. “Teşekkür ederiz,” dedi “Son bir şey daha soracağım en küçük kaç yaşında insan var burada?”


“On sekiz. Ruhsatlı burası.”


“Peki ruhsatsız yerlerde bu yaş kaça kadar düşüyor?”


“O patronun vicdanına kalmış. On altı on beş… On dört de duydum ben.”

Ecevit sadece başını salladı. Elini uzattı bana. Önümden yürümesinden kısa bir an korktum açıkçası ama hayır sıkıca tutuyordu elimden. Ellerimiz soğuktu. Hiçbir şey söylemedim kadına. Odadan çıkıp giderken avluda bir adam bize doğru yürümeye başladı. Görmezden gelip hızlıca geçecektik yanından ama önümüzü kesti adeta. Sallanıyordu bedeni hafif hafif. Orta yaşlarda uzun boylu bir adamdı.

“İki katını veririm sana,” dedi benim gözlerimin içine bakarken. Neye uğradığımı şaşırdım. Destursuzca elini bana uzatmaya kalktığında Ecevit bedenindeki öfke birikimini tek yumrukla boşalttı. Adamın burnundan kan fışkırdı adeta. “Sikik,” diye bağırdı. Kapıdakiler hızla bize doğru gelmeye başladığında Ecevit’in tekmesine engel olamadılar.


“Yolumuzu kesti saldırmaya çalıştı,” dedim elimi hızla Ecevit’in karnına koyarken. Döven ve ayakta olan oydu. Ona saldırırlardı.

“Erkek orospusu, pezevenk.” diye bağırdı Ecevit. O kadın gelmese peşimizden belki de bu üstümüze üşüşen adamlardan kurtulamayacaktık. Ecevit’i sürükleye sürükleye çıkardım oradan. Duvar yumruklayacak haldeyken o, ben de sadece ağlamak istiyordum. Arabaya binene kadar bırakmadı beni. Nasıl indirdiyse öyle bindirdi. Arabaya binince diyaframımda bir sancı hissettim. İki büklüm oldum arabanın içinde. Kendimi ne kadar sıktıysam Ecevit’in arabasına biner binmez bıraktım. O adam, uzanan eli, kadınlar, o kadının söyledikleri, Melike… Bülent’i yemin ederdim ki Ecevit’e bile bırakmayacaktım. Omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Müdahalesiz, çırılçıplak ağladım.

***

Ankara’da hava kararmış, 2011 yılının ilk gününde resmî tatilinde trafik çok yoğundu. Adım adım gidiyorduk. Ağlamam dinmişti. “Bana kızgınlığın geçti mi geldiğim için?” diye fısıldadım. Arabanın ışığı yanmıyordu. Trafik sesi vardı sadece.


“Sence geçti mi?”


“Bence geçmedi.”


“Aferin sana.”


Gülümsedim. Tatlı bir kızgınlığa evrilmişti birazcık. “Seni orada tek bırakamazdım.”


“Böyle bir ortama maruz kalmak zorunda değildin.”


“Bülent’i öldüreceğim,” dedim açıkça. Ecevit’in bana döndüğünü gölgesinden fark ettim. “Eğer ki Melike tek bir gün bile burada kaldıysa onu kendi ellerimle öldüreceğim. Gözümü bile kırpmayacağım. Önce boğacağım sonra başını duvardan duvara vuracağım. Onu öldüreceğim.”

“Sana bunu bırakmam,” dedi. Bu bir zevkti ve ondan çalıyordum ben.


“Ben de sana bırakmam. Kendi ellerimle yapacağım. Sana fırsat bile vermeyeceğim.” Bunu bilsin istedim. Bülent’in kanı öylesine beş para etmezdi ki, Ecevit’in eline bulaşmaması gerekiyordu. Bizzat benim elime bulaşacaktı. Bülent bu yaşına kadar bile yaşamayı hak etmiyordu. Keşke o kavgada ölen savcının oğlu değil, bin kere milyon kere Bülent olsaydı. Her şey çok farklı olurdu o zaman. Her şey…


“İnanmıyorsun değil mi yapabileceğime?”


Cevap vermedi.


“Onu öldüreceğim. Melike o kapının önünden geçtiyse de onu öldüreceğim. Yaşamayı hak etmiyor. Hiçbir zaman hak etmedi. Herkesin hayatını mahvetti.”


“Firuze tamam…”


“Onu öldüreceğim…” diye sayıkladım. Gözümün önünde öldüresiye dövülmeliydi şimdi içimin biraz olsun soğuması için. Gözlerim kapandı. Uyumak istedim. Başım çok ağrıyordu. Eve varınca uyanmadım ansızın yoğun bir korno sesi duymaya başladık. O kadar fazlalaştı ki bu, iki arabayla başlayan korna sesi arttı tüm trafiği kapladı adeta. “Ne oluyor?” diye sordum.


“Bilmiyorum ki.”


Ecevit camı açtı. Kornaların şiddeti korkunç bir şekilde artıyordu. Telefonumun sesini zor duydum. Alparslan arıyordu. Ecevit’in eli teybe gitti. Bazı arabalardan Türk bayrağı çıkarıldı ve açıldı gökyüzüne doğru. Etraftaki uyaranları izlemekten Alparslan’ın telefonunu açamadım. Ecevit teybin sesini arttırdı, telefonum yeniden çaldı. “Efendim Alparslan.”


“Firuze neredesin?”


Arkadaki korna sesi yeterince açıklayıcıydı sanırım. Ecevit kanal değiştiriyordu, haber duymak. “Dışarıda mısın? Firuze hemen halkın içinden çık, güvenli bir yere geç. Hemen güvenli bir alana geç. Sakın insanların arasına çıkma.”


“Ne oluyor?” dedim korkuyla. Bir kadın sesi duydum.


“Gecenin sıcak gelişmesini son dakika olarak geçiyoruz sevgili dinleyenler. Yolsuzluk soruşturmasında gözaltına alınan UMP Grup Başkanvekili Atilla Akın’ın oğlu Bülent Akın serbest bırakıldı. Savcılık, mevcut delillerin yetersiz olduğu gerekçesiyle Akın’ı serbest bıraktı. Adliye çıkışında kısa bir açıklama yapan Akın, ‘Siyasi hesaplar için hedef gösterildim, gerçekler er ya da geç ortaya çıkacak’ dedi. Yeni gelenler için tekrar etmek istiyorum; yolsuzluk soruşturmasında gözaltına alınan…”


Bu senfoniye içinde bulunduğumuz araç da katıldı. Ecevit radyoyu elini çarparak kapattı ve var gücüyle kornanın üzerine abandı. Ağzından bir dolu küfür döküldü. Öyle öfkeli, öyle kızgındı ki her dokunduğu şeye çarpıyordu. Yan arabaya doğru bağırdı ve bir şey söyledi. Adam arabadan bir Türk bayrağı da Ecevit’e uzatırken Ecevit direksiyon kontrolünü tamamen bıraktı ve bayrağı açtı. Kendi camının arasına sıkıştırdı ucunu, camı kapattı ve bayrak onun camından dalgalandı. Ecevit hınçla kornaya bastı. Bana sormuştu. Adalet mülkün temeli mi yoksa babanın tekeli mi diye. Dakikalar önce öldürmek istediğimiz adam, işlediği tüm suçlara rağmen, on günü bile tamamlayamadı dört duvar arasında ve bu en çok senelerini, o adamın işlediği suçu dört duvar arasında ödeyen adamı çılgına çevirdi. 

***

instagram; dilanduurmaz 

uzumbugusuofficial 


8 Comments


Miray Özer
Miray Özer
Aug 12

Bu üzüm buğulu kitabının ilk bölümünü yani direk hikayeye yenimi başlanıyor yoksa bir yerin devamı kafam çok karıştı

Like
Ebrar
Ebrar
5 gün önce
Replying to

Yanlis anlamqdiysam bunu ilk bolum sanmissiiz son yüklenen bölümler bunlar ilk bölümleri daha aşağılarda bulabilirsiniz

Like

Sena
Sena
Aug 09

of ecevitin kardeşi sanki inciymis gibi geliyor en başından beri anlamadığım şekilde öyleyse en azından o ortamların önünden bile geçmemiş olacak

Like

Balım Ezo
Balım Ezo
Aug 01

Bu bölümleri okurken fetih gibi kolum uyuşuyor yaaa üzüntüden gerçekten kolum uyuşuyor.

Like

Balım Ezo
Balım Ezo
Aug 01

Lütfen dilan lütfen melike tamda firuzenin dediği gibi bir hayat yaşıyor olsun lütfen dilan

Like

Merve Özbayındır
Merve Özbayındır
Aug 01

Allahım nasıl bi bölüm

Allah belanı versin Bülent,Atilla eğer Melike bir dakika bile öyle bi yerde zaman geçirdiyse eğer düşünmek bile istemiyorum.

Ecevit ah Ecevit kim bilir nasıl yanıyo içi

Like

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

  • Facebook
  • Twitter
bottom of page