top of page

XVIII- PART 2

  • Yazarın fotoğrafı: Dilan Durmaz
    Dilan Durmaz
  • 18 Tem
  • 33 dakikada okunur

***

“Bunu Fransız baget ekmeğinin içine yapınca daha güzel oluyor,” Mola verdiğimiz benzinlikte, somun ekmeğin içine yaptığım sandviçi ısırırken bu cümleyi tümüyle boşluğuma geldiği için kurmuştum. Ecevit koca ısırığı alırken yakalandı bu cümleye. Isıracağı ekmek parçası dişlerinin arasında kaldı bana baktı yandan yana. Mahcup hissettim, “Tabi bu ekmekle de güzel oldu. Ekmek ekmektir sonuçta. Öyle alternatif olsun diye söyledim ben.”  

Ecevit’le aramızdakine sınıf farkı diyemezdim. Sınıf farkına inanırdım ama Ecevit’le hep aynı sınıfta görürdüm kendimi. Bu çocukluktan oturan bir fikirdi, o ne derse, ne ima ederse etsin değiştirmeyecektim bunu ama bazı anlarda bir çıkıntı gibi durunca, onun da ağzına laf vermiş oluyordum. Bakışlarından kaçtım ve karşıya baktım. Ben portakal suyu içsem de Ecevit çay almıştı benzinlikten. Bankta, soğuktan titreye titreye sandviç yiyorduk. Eskişehir yoluna çıkalı neredeyse üç saat kadar olmuştu. Yollar kardan dolayı hızlı bitmiyordu.  


Bakışları sırtıma yük gibi binince açıklama açıklamayı doğuruyordu. “Evde de ekmek yapılır aslında. İki üç malzemeyle. Onunla da güzel olur. Sonuçta un ve su, bir de maya falan. Yani abartılacak bir şey değil. Ekmek sonuçta. Fransız falan gerek yok. Evde bile yapılır, zaten bununla da yapılır. Güzel olmuş. Öyle söyledim ben.”  

Isırığını aldı ama bakmayı kesmedi. Gözlerimi yumdum ve dudaklarımı öne doğru büzdüm. “Söyle söyle,” dedim dayanamadan. “Burjuvazi isteklerin var, zengin dertleri bunlar hep de. Hiçbir şey söylemeyeceğim.”  

Sessizliğini sürdürdü, ne zamanki ben ona baktım bu kez o kaçtı, nasıl baktığını bile göremeden ben önüne döndü. Sandviçini yemeye devam etti. Dizimi dizime değdirdim hafifçe, minicik dürtmek istedim onu. “Söylesene.”  


“Cık.”  


“Neden?”  



“Beğendim tadını, laf etmeyeceğim sana.”  


Burnumu kırıştırdım ve taklidini yaptım o görmeden. “Çok incesin ya…”  


“O günkü domuza bile incesin diyebildiysen ben her halükârda inceyim. Doğru.” Bunu o kadar beklemiyordum ki, kahkahayla başlayan sonra kıkırdaya kıkırdaya son bulan bir gülüş peydahladım. O da bu kahkahamı beklemedi ve gözlerini bana çevirip yüzüme baktı. Pür dikkat yüzüme bakıyordu.  


“Sen hâlâ orada mısın ya?” 


“Komik değil.”  


Omuz silktim ve bacak bacak üstüne attım. “Bence komik. Adam tam bir alıktı bu arada. İki dakika yan yana oturduğu kadına sigortasından, annesinden kalan evden ve arabasından bahsetti,” O an, o ortamda pek komik gelmemişti ama şimdi bahsedince gülesim geldi. Aslında tanıdık bir modeldi o. Davetlerde o ailelerinin onlara sağladığı ihtişamlı kariyerlerden bahseden adamlardan hiçbir farkı yoktu… Onlara da içten içe gülüyordum çünkü ben. Ecevit’in kaşları çatıldı ve bedenini de bana çevirdi. Dirseklerini yasladı dizlerine. “Bir de diyor ki şimdiye kadar buraya gelen hiçbir temizlik görevlisine böyle davranmadım… Çok inceydi.”  


“Sen ne dedin?” diye sordu ciddiyetle. Ne olurdu ki gülseydi? Ona komik gelmiyor muydu?  


“Sana yüz veren olmamıştır dedim. Sanki oraya gelen herkes de onun peşinde.”  


Ecevit’in çatılmış kaşları biraz yumuşadı. Sanırım verdiğim cevabı beğendi. “Aferin sana, iyi demişsin,” diye de tasdikledi. Dudaklarını yaladı ve çayına uzandı. Keyifle bir yudum aldı. Fransız baget ekmeği cümlemi unutturdu bu sohbet. Yeterliydi. Sessiz sessiz yemeye devam ederken o, “Başka?” diye sordu.  


“Ne başka?”  


“Başka ne dedi?” diye sordu. Adama o kadar kurulmuştu ki, hâlâ merak ediyordu. O gece de sormuştu da söylememiştim.  


“Boş ver zırvaladı bir şeyler.”  


“Buna ben karar vereyim. Ne zırvaladı?”  


“Boş ver…” diye geçiştirdim. Adamın bana yaklaşmaya çalıştığını, çarpıldım cümlelerini ve kahvaltı teklifini söylemek işime gelmedi. Çünkü o beni göndermek istememişti ve adamın sapık olma ihtimalini öne sürmüştü.  


“Söyle. Bir şey varsa bildirelim bir şekilde, başkasına yapmasın. Kovsunlar pezevengi. Söyle hadi. Ne söyledi başka?” ısrarı üstüme çullandı adeta. Bankta uca doğru kaymak istedim.  


“Ekmeğiyle oynamayalım Ecevit,” dedim her şeye rağmen. Sanırım ne olursa olsun bunu yapmak istemedim. Bir ısrar vardı ama zorlama yoktu. En azından ben izin vermemiştim. Devam etse olabilir miydi? Belki… Ama bir belkiyle yine de kimsenin ekmeğiyle oynamak, vicdanen yeni bir yük edinmek istemedim.  


“Oynayacağım,” dedi ama o basitçe.  


“Ecevit!”  


“Şimdi sen boş ver. Oynayacağım,” diye tekrarladı inadına ve iki koca lokmayla ekmeğini bitirdi. Kızdı yine bana.

Çayı yudumladı yine ve suratını ekşitti. “Bayat bu çay.”  


“Portakal suyu iç o zaman.”  


Ters ters bana baktı. Huysuzlandı yine. “Ye hadi ye, yolumuz var daha. Hızlı ye hadi.” Benim ekmeğim onun kadar büyük değildi. Ekmeğin en çoğunu ona, malzemenin en bolunu yine ona koymuştum. Sandviçimi onun baskısı altında yedim ve kalktık. Karda ayaklarım ıslanmasın diye spor değil topuklu giymek gibi bir akıllılık yapmıştım bu kez buzlanmış yerlerde yürümek çok zor oluyordu. Adımlarımı çok dikkatli atmak zorundaydım. Biraz geride kaldım. Ecevit yavaş adımlarımı izledi, arabaya binince de ayakkabılarıma baktı ama bir şey söylemedi. Bacak bacak üstüne attım, iyice küçüldüm ve başımı cama yasladım. Üzerimde pantolonum, üzerimde siyah badim ve siyah ceketim vardı. Birbiriyle kombinliyordum artık kıyafetlerimi. Kabanımsa benimle her yere geliyordu. Dipleri hep çamur olmuş, kirlenmişti.  


Uyumadım ama biraz daldım. Ecevit’in de başını şişirmek istemedim açıkçası. Sabrını yola harcasın istedim. Eskişehir yine daha önce geldiğim ama gezmediğim bir şehirdi. Ben bu ülkenin çoğu şehrine bir arabanın kapalı camından bakmıştım. O yüzden görmüş saymıyordum kendimi. Ankara’da da gittiğim yerler sınırlıydı. Bir kuğulu park vardı, bir de Anıtkabir. Başı boşu bir fırsatını bulduysam dolaştığım ağaçlı sokakları bir de. Bazen de Ecevit’le küçükken kaçtığımız söğüt ağacının altı. Başka yer bilmezdim. Bu dünya üzerinde bir nokta kadar bile yer kaplamadığımı düşünüyordum. Zamanında sebep olduğum olaylar olmasa zannettiğim kadar bile hacmim olmazdı hatta.  


Kulaklığımı çantamdan çıkardım. Karışmamışlardı. Takacakken Ecevit, “Şunu aç,” dedi. İstediğim ama beklemediğim bir teklifti bu. O yüzden söylemeden bireysel hareket etmiştim. Elim radyoya gitti ve açma tuşuna bastım. Radyodan bir kadının, şiir okur gibi ayarladığı sesini duydum. “Takvim bitiyor, yıl bitiyor…Kimi gönüller yeni umutlar arıyor, kimileri ise eski acıların koynunda. Dışarısı buz gibi ama biliyorum, bazı yürekler ondan da soğuk. İşte şimdi o yüreklere seslenmek istiyorum. Isıtmaya kimin gücü yeter bilinmez… Benim yetmez biliyorum ama şimdi çalacak şarkıyı yüreği üşümüşlere armağan ediyorum. Biraz kırgınlık, biraz iç yangını, biraz da kabulleniş ve bolca sorgulayış var sözlerinde. Nesrin Sipahi’den, İçin İçin Yanıyor Yüreğim şimdi sizlerle…”  


Nesrin Sipahi’nin sesini duymadan önce udun karakteristik sesi başladı. Ardından Klasik Türk Müziğinin ezgileri devam etti. Birkaç saniyenin arsından Sipahi’nin işlenmiş bir pamuk kadar yumuşak sesi başlıyordu.  

“İçin için yanıyor, yanıyor bu gönlüm   

Onu niçin anıyor, anıyor bu gönlüm?”  


Elimi yavaşça çektim radyodan. Ben değiştirmedim. O da değiştir demedi. Ellerimi üst üste attığım bacaklarımın arasına sıkıştırdım ve radyonun üzerinde kayan yazıyı izledim. “O bir vefasızdı, o bir hayırsızdı… Neden niçin yanıyor? Neden niçin arıyor?”  


Gözlerimi kapattım. Sima olarak anımsıyordum Sipahi’yi. Sözler ona ait miydi bilmiyordum ama yazılışını hayal ettim. Belki de işin mutfağında olduğum için, mutfağı merak ettim ben de. “Açık yeşildi gözü, güneş gibiydi yüzü,” derken kendini kaptırıp onu övdüğünü, sonra kalemini nasıl kırdığını ve “O çok güzeldi ama yalancının biriydi,” diye tamamlayışındaki öfkeyi hissettim. Dünya güzeli de olsa, yalancının tekiydi. Ne fark ederdi ki? Ne anlamı kalırdı gözlerinin yeşil olmasının? 


“Ah, unut onu gönlüm, unut onu sen de   

Unut onu gönlüm, unut onu sen de.”  


Yine de gönlüne laf geçiremiyor olacak ki durmaksızın ona sesleniyordu. Sorguluyordu, sitem ediyordu, kızıyordu ama iki sözden sonra yine güzelliğinden bahsediyordu. Vefasız, hayırsız, yalancı… Bu cümleleri defalarca kez duymak hoşuma gitmedi. Yaram varmışçasına gocundum. Rahatsız etti beni. Belki vefasız, hayırsız ve yalancı oluşumdandı bilmiyorum. Tahammül edemedim. Gözlerim kapalı radyoya uzandım. Kapatacaktım. Elim eliyle çarpıştı. Anlayamadım. İkimizden biri kapattı radyoyu. Hangimiz bilmiyordum.  


Sonra da kimse müzik demedi. Ne kulaklık taktım ne de radyoya uzandı. Sessiz sedasız bitirdik yolu. Ecevit Eskişehir sınırlarına girince bir iki yerde durup yol sordu. Odunpazarı’na gidiyorduk anladığım kadarıyla. Odun satan bir yer canlanıyordu kafamda ama az buçuk nasıl bir yerle karşılaşacağımı biliyordum. Arabayı park ettiğinde, “Burada bir yerde,” dedi Ecevit. Yaklaşık bir saattir hiç kıpırdamadan duruyordum, uyuşmuştum. Gözlerimi kırpıştırdım ve ortalığa bakındım. Kapımı aralarken uyuşmuş ayaklarımı salladım, biraz bekledim öyle yere ayak bastım. Ecevit benim kapımın önündeydi ortalığı gözlemliyordu.  


“Atlıhan El Sanatları Çarşısında dükkân,” dedi. Arabadan indim renkli evlere baktım. Ardı ardına dizilmiş ahşap evler rengarenk boyanmış, mimarisiyle nizam içindeydi. Evlerin altında dükkanlar vardı ve çok fazla takı ve hediyelik eşya üzerindeydi. Yerler küçük taşlardan oluşmuştu. Daha adım atmadan nasıl yürüyeceğim telaşesi sardı beni. Bu dikkat çekici yere bile daha fazla bakamadım. Ecevit hızlı yürürdü çünkü biliyordum.  


“Şu taraftan gitmemiz lazım,” dedi ve ilk adımı da attı zaten. Arabasını kilitledi, yürümeye başladı. Çevremizde sarı, yavruağzı, kırmızı renklerinde evler vardı. Kediler sakin sokaklarda dolanıyordu. İlk adımı attığım gibi buzlanmış noktaya bastım ve dengem şaştı. “Ecevit,” dedim hızla. Aklı yalnızca gideceği yerdeydi, gerisinde kalmamı beklemiyordu sanırım. Beni görmek için tamamen dönmesi gerekti. “Yerler buzlanmış.”  


Ayakkabılarıma baktı ve derin bir nefes aldı. Kızacaktı… Kim bilir belki de haklıydı. Ne olursa olsun spor ayakkabılarımı giymeliydim. “Tamam sen git ben arkandan yavaş yavaş geleceğim. Köşelere döndüğün yerde biraz yavaşla ama da seni gözd…”  


Aramızdaki mesafeyi hızla kapattı ve kolunu bana uzattı. “Tutun bana,” dedi kızmadan etmeden. Bana uzatılan kola baktım.  Elim bir yapboz parçası gibi koluna dokundu ve yerleşti. Kol kasının üzerinden sardım elimi, parmak boğumlarım renk değiştirircesine sıktım. Dengemi kaybedersem düşemezdim artık. Adımlarını yavaşlattı benimle beraber.  


“Kızdın mı Ecevit?”  


“Niye?”  


“Topuklu giydim diye?”  


“Spor giymemek için giymedin mi?”  


Neyse ki farkındaydı… Derin bir oh çektim adeta. “Evet. Ayaklarım ıslanırsa üşümesin diye. Keşke giyseydim ama nereden bileyim buradaki yerlerin de hep böyle taştan olduğunu.”  


“Belediyenin suçu ya,” dedi. Başta ciddi sandım. Henüz öğrenemedim tabii bazı şeyleri. “Arayalım hemen babanı kayyum atasın buraya. Sever böyle indirigandili şeyleri. Gerçi o bu aralar içeriden hain aklamaya çalışıyor sana sıra gelmez. Şansına küs, bana kaldın.”  


Artık babama bir şey söylediğinde direkt benim şahsıma da söylediğini hissetmiyordum. O yüzden eskisi gibi kalbim kırılmıyordu. Babama söylüyordu bunları. Atilla Akın maalesef ki benim babam olduğu için de Ecevit,

baban sıfatını kullanmaktan geri durmuyordu. Hiçbir karşılık vermedim söylediklerine ama tek bir şey söyleme şansım olsa söylemek isterdim; şansıma küsmek değil, ancak barışmak olur bu Ecevit… 


“Ama sen yine de ayaklarının üşümesi pahasına keşke giymeseydim deme. Ayak üşümesi zordur, adamı hasta eder. Keşke ayakkabı alsaydık de.”  


Ayaklarım beni hasta edecek kadar hiç üşümüş müydü? Hayır. Görünen o ki Ecevit’inki üşümüştü. Yerdeki taşlar söküldü de kalbim taşlandı sanki. Ecevit’in kolunu daha sıkı tuttum. Düşeceğimden değil, onu zamanında tutamadığım için. Başparmağım o hiç fark etmedi ama kolunu okşadı istemsizce. Saçlarını okşayamazdım ama o hissetmeden kolunu okşayabilirdim. İçimden defalarca kez özür dileyebilirdim ve ağzımdan tek kelime bile çıkarmayabilirdim.  


“Benim de aklıma gelmedi. Sen de biraz istemeyi bil. Bak abine. Aksırıncaya tıksırıncaya kadar yiyor. Yetmiyor çalıyor çırpıyor yiyor. Sana bir ayakkabı mı alamayacaktık?” Yine cevap vermedim. Tek düşündüğüm Ecevit’in onu hasta edecek kadar üşüten ayaklarıydı. Keşke dedim. Keşke spor ayakkabı giyseydim de benim de ayaklarım üşüseydi. Keşke beni de hasta etseydi. Keşke Aylin ve Atilla Akın’ın sebep olduğu şeyler kendi çocuklarının da başına gelseydi.  


“Çarşı burası galiba,” dedi çenesiyle ileriyi işaret edip. Gözlerimin buğulandığını söylediği yere bakmaya çalışırken fark ettim. Çarşının iç kısmındaki taşlar daha da küçüktü. Yutkundum. Düşeceksem de düşseydim.


“Taşların arası boşluk dikkatli adım at.”  


Daha dikkatli adım atmadım, Ecevit’e daha sıkı tutundum. Kızana kadar da devam edecektim. Çarşı denilen yer küçücük üst katı da olan bir alandı. Küçük bir handı. Orta yerinde mermerden yapılmış, üç katlı ve her kat çıkıldığında çapı küçülen ve su akıtan küçük bir yapı vardı. Altta ve üsteyse dükkanlar. Kiminin kapısı açık kiminin kapalıydı. “Üstte muhtemelen,” dedi Ecevit ve bizi merdivenlere yönlendirdi. Merdivenleri tırmanırken artık Ecevit’in koluna tutunmuyordum, sarılıyordum. 


 Tek bir kol, bu nasıl anlatılır, nasıl izah edilir bilmiyorum. Onu izlerken güvenli bir liman demiştim ya hani. Bir düşman ülkenin yabancı sularındayken ufuktan gözüken ay yıldızlı bayrak. Kaptanın sana gönderdiği bir selam. O düşman elinde nasıl güveni hissettirirse bunlar, yalnızca bir kol da aynısını yapıyordu. Ben Türkiye’nin en güçlü adamlarından birinin kızıyım sözde. Babamın beni yirmi beş yıldır bihaber büyüttüğü bir güven duygusunun boşluğu var içimde, şimdi tek bir kol, bir el, varlık, bazen nefes yirmi beş yıldır kör kalmış bölgeyi zedeliyor adeta. Ben sanki on sekiz yıldır bir düşmanın kıyısında esir düşmüşüm, o bayrağı hiç görmeyecek, selamı hiç almayacak gibi yaşamamışım. Varlığından bile haberdar değilmişim. Sonra o gemi gözükmüş, bayrağın dalgalanışını izlemişim. Bana gelmemiş belki o gemi ama yine de güven duymuşum, korkum azalmış. Ecevit beni böylesine iterken bile bunu hissettiriyordu bana. Kim bilir dedim… Kim bilir itmediğine, yanında durduğuna, belki sevdiğine, değer verdiğine nasıl hissettiriyor. Kim bilir?  


Allah’ım güven ne büyük bir nimet böyle. Ölecek olanı bile birkaç saniye fazladan yaşatır. Öyle coşkulu, öyle kıvançlı bir duygu.  


Merdivenler bitince yapıştığım kolundan biraz uzaklaştım ama tamamen bırakmadım. Dikkatle yürümeye başladık. U harfini çiziyordu han. Biz harfin kavisine gelince durduk. Üstünde bir tabela yoktu. No 22 yazıyordu yalnızca.  


“Dükkânın adı no 22 değil miydi? Buranın numarası 22 sadece.”  


Ecevit geriye kalan dükkanlara da baktı ama bulamadı. Öyle bir tabela yoktu. “Demek ki burası,” dedi ve ilk o başını uzattı. Sanırım artık kolunu bırakmam gerekiyordu. “Selamın aleyküm, kolay gelsin.”  


Usulca elim kolundan ayrıldı ve arka arkaya girdik dükkâna. Beyaz fayanslarla kaplanmış dükkânda. Kapının tam karşısında bir masa varken bu dükkân hakkında çok şey anlatabilirdim ama masanın üzerinde olan torç tüm dengemi alt üst etti. Yeşil kazaklı bir adam, başına gri bir bere takmış, gözlükleriyle elinde uzun ince bir çubuk tutuyordu. Torcun ateşini gördüm yalnızca. Dükkânın devamını, kimin olup olmadığını, geriye kalan her şey toz bulutu şeklinde dağıldı. Ateşi izledim ve sanki elimde ben çubuk tuttum. Adam çok dikkatli, temkinliydi. Oturuşu bile mesafeliydi. Benim kör cesaretim mi yoksa gözümü karartışım mı bilmiyorum ama nasıl da dibine girmiştim ateşin. O çubuğu elimden atacağıma nasıl da sıkıca tutmuştum, eritmiştim elimde. Şimdi o ateş ne korkunç geliyordu, ne tehlikeli, bir adım bile yaklaşmak istemeyeceğim kadar tedirgin ediciydi.  


“Aleyküm selam hoş geldiniz,” dedi adam ve elindeki çubuğu, ucunda işlediği camı hiçbir yere temas ettirmeden içi kum dolu bir çömleğin içine bıraktı. Ayağa kalktı ve başıyla selam verdi ama Ecevit elini uzattı. “Ecevit,” dedi.  

“Koray,” diye tanıttı adam kendini. Sanırım müşteri olmadığımızı anladı. “Buyurun.”  


“Biz Yakup Bey’e bakmıştık. Buranın ortağıymış sanırım.”  


Adam bana da baktığında uzaktan bir baş selamı verdik birbirimize. O torç dışında başka bir şeye bakmak çok zordu. Alev gözlerimi alıyordu ve kulaklarım uğulduyordu. Elimi yakabilir, saçlarımı tutuşturabilirdi. Ne yakın durmuştum öyle. Sıcaklığını anımsamaya çalıştım ama anımsayamıyordum. O an hissetmemiştim.  

“Yakup abi torununu okuldan almaya gitti. Geleceğinizi biliyor muydu?”  


“Yok hayır. Tanışmıyoruz henüz. Kendisiyle önemli bir konu hakkında konuşmaya geldik. Ne zaman gelir?”  

Adam gözlerini saate çevirdi. Arkamızda kalıyordu. “Yani yeni çıktı sayılır. Gelir yarım saate. Siz geçin oturun isterseniz böyle. Çok acil bir durumsa arayayım ama kendisini.”  


Ecevit, “Yok, gerek yok. Biz şöyle oturup bekleriz kendisini. Sizi de işinizden alıkoymayalım. Şurada bekleriz biz,” dedi ve yan tarafta kalan koltuğu gösterdi. Torcu izliyordum ben.  


“Kerem iki tane çay getirir misin buraya?” diye seslendi ileriye doğru. Belki de geldiğimden beri ilk kez başımı o yanan ateşten alıp çevirdim başka yere. Yer yer raflar, cam bölmeler vardı. Oturduğum için yarım yamalak gördüm ama dükkânın diğer ucunda da küçük pembe bir masa, etrafında da yine küçük pembe sandalyeler vardı. Biraz eğildim ve görmeye çalıştım. Çaylarla beraber genç bir çocuğun çıktığı yerden küçük de bir kız çocuğu çıktı ve masanın sahibi belli oldu. Elinde küçük pembe çaydanlık vardı ve yanlış görmüyorsam su damlıyordu. Geldi küçük bir bölmeye koydu çaydanlığını ve masanın altından teker teker küçük oyuncak, aynı renkte kulplu bardaklarını çıkardı bu kez. Sanırım çay saati vardı…  


Kız çocuğunun üzerinde önü pullu, gri bir kazak varken alt üst takımdı ve altı da griydi. Buradan yün gibi gözüküyordu. Kumral saçları salık ama önden arkaya doğru tokalarla sabitlenmişti. Oyun hamurlarını çıkardı bu kez, sandalyelerden birine oturdu, tıpkı bir yetişkin gibi kollarını sıvadı ve hamurlarını yoğurmaya başladı. Kek mi yapacaktı acaba? Gözlerim küçülmüş, dudaklarım varla yok arasında kıvrılmış dikkatle çocuğu izliyordum. Önündekiler dışında hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Meşguliyetini çok iyi anlıyordum… Beş çayına yetişmeye

çalışıyordu saati umursamadan.  


Bizim önümüze konulan çaylar hiç dikkatimi çekmedi, benim aklım küçük pembe bardaklara konulacak çaydaydı. “Geçenlerde ben de böyle camdan bir satranç takımı aldım. Ne kadara satıyorsunuz siz?”  

“Bu set beş yüz,” dedi adam. Neredeyse bir asgari ücret kadardı sanırım. “Siz ne kadar verdiniz?”  


“Ben de o civarlardı. İyi kazıklanmamışım. Hiç de sevmediğim birine verdim, üzülürdüm öyle bir şey olsaydı.”  


Adam güldü ve çubuğun ucundaki camı işlemeye devam etti. “Yok öyle demeyelim tabi. Herkesin işçiliği, sanatı farklı. O kendininkine o kadar değer biçmiş olurdu,” dedi. Uzun boylu yapılı bir adamdı ve çok nazik konuşuyordu. Kızı mıydı acaba arkadaki? Gözlerimi adama çevirdim ve ateşten kaçtım, masaya baktım bu kez. Önünde ondan fazla renkli seramiklerden yapılmış küçük kaseler vardı. O minik kaselerin içindeyse sanırım o cama rengini veren, parlak tozlar. Sim değildi ama yansıyordu. Cımbıza benzer ama daha büyük bir parça vardı onun dışında masada ve aynı zamanda büyük bir çömlek. Çömleğin içinde camdan satranç taşları vardı. Evet Ecevit’in getirdiklerine çok benziyordu.  


“Olsun,” dedi Ecevit. “Gönülden olmayınca üçün beşin hesabını yapıyor insan.” Adamın önünde yüzükler de vardı. Onların da taşları camdandı sanırım onlar da işlemeydi. Arkamızda ve masanın önünde de aynı şekilde takı rafları vardı. Üç ayrı bölüm ahşap bir tasarımla çevrelenmiş ve birbiriyle ayrılmıştı sırtımızın dönük olduğu yerde. İnce dörtgensel parmaklıkların ucuna belli mesafelerle ince çıkıntılar yapılmış ve iki bölüme kolyeler, bir bölüme tespihler konulmuştu. Masanın önündeki raftaysa bileklikler vardı. Gözlerim bunları tararken sık sık hamur açan kız çocuğuna kayıyordu.  


“Şimdi bu iş çok şahsa münhasır,” dedi Koray Bey. “Yapılan ürünün benzeri yapılacak ama aynısı asla yapılmayacak. Kişi bile kendini tekrarlayamaz. O yüzden biçilen değer de ona göre şekilleniyor.”  

Adam açık ateşten çekti camı ve bir parçayı henüz ateşin etkisiyle kıvrak bir hareketle şekillendirdi. Son kurduğu cümleler bana çizdiğim resimleri hatırlattı. Adamın hareketlerini izledim bir süre. “Sanat olduğunu mu düşünüyorsunuz?” diye sordum merakla. Adam gözlerini camdan ayırmıyordu.  


“Siz düşünmüyor musunuz?”  


Dudaklarımı büzdüm, Ecevit’le adamı izliyorduk. Yanlış bir şey söyleyip adamın emeğini küçümsediğimi hissettirmek istemedim. Ben doğru kelimeyi seçene kadar, Ecevit, “Bence zanaat,” dedi. Evet belki de en doğru tanım buydu. Benim de içimden geçirip bulamadığım doğru kelime buydu.  


Adam bize baktı, bir sanatçı egosu görmedim. Görsem gözünden tekte tanırdım. “Neden öyle düşünüyorsunuz?”  

“Bu bir sipariş, siz bunu duygusuz düşüncesiz de bir şekilde çıkarırsınız. Beceri yeterli. Her halükârda bu siparişi yetiştireceksiniz. Fikrimce. Sanatçılar bilinçsiz ve sorumsuz varlıklar oluyor genelde,” dedi Ecevit. Bana mı söylüyordu? Beni bir sanatçı olarak görüyor muydu? Bilmiyordum ama yine de savunmak istedim. Kendimi ya da başka sanatçıları.  


“Aksine bilinçleri üst seviyede açık olur sanatçıların bence. O yüzden becerileri olsa da bir siparişi zanaatkarlar gibi duygusuz, bilinçsizce sadece beceriyle ortaya çıkaramazlar ama sorumsuz oldukları konusunda hemfikirim. Zanaatkarlar daha sorumlu ama sanatçılar daha bilinci açık insanlar. Aradaki temel fark buradan geliyor.”  


Yeniden küçük kıza baktım. Sanırım kek yapmıyordu. Neydi o hazırladıkları? Bisküvi miydi? Keşke benden yardım isteseydi. Burnumun direğini sızlatacak bir tanıdıklık vardı üzerinde. Sonraki adımını tahmin edebiliyordum.  


Ecevit, söylemeyi hiç düşünmediğim şeyi, çekinmeden açığa vurdu. “Kendisi ressam,” dedi. Adamla göz göze geldik. Utandım biraz. Keşke söylemeseydi. Abim diyebileceğim, aklıma bunu söylerken

Bülent gelmiyordu, bir yaştaydı. Kaşları ilgiyle kalktı ve gülümsedi. “Benim sanatımı tartışırız ama bir sanatçıyla sanatını tartışamayız elbet,” dedi ve yaptığı taşı hafifçe kaldırdı. Işığa tuttu. Fil yapmıştı. “Çizmek nasıl bir duygu?” diye sordu bana.  


Düşünmedim ama yine de durdum. İç çektim. “Nefes almak gibi,” dedim tereddütsüzce. Sonra çok da beklemeden ekledim. “Aynı zamanda ölüp gitmek gibi. Neredeyse arasında hiç fark yok.” 


“Nasıl yani?”  


Bu benzetmeyi her yerde söylemezdim ama adam bana iyi hissettirdi. Söyleyeceğimi anlayacağını düşündüm. “Bazen bir tabutun içinde, tabutun duvarlarına resim çizdiğimi hissederim.”  

İki çift göz hızla bana dikildi. Ben adama bakıyordum yalnızca. Dudakları aşağı doğru büzüldü.


“Yaptığım sanat mı bilmiyorum ama ben sanatçı değilim öyleyse. Hiç böyle bir taşkınlık olmadı içimde,” Ecevit’i işaret etti. “Sipariş çıkacaksa, her halükârda çıkıyor tıpkı dediğiniz gibi.”  

Fili de çömleğe koyarken, “Kızınız mı?” diye sordum. Bizi ya fark etmemiş ya da umursamıyordu ama içimden bir ses umursamadığını söylüyordu. “Evet,” dedi adam. “Gidebilir miyim yanına?” diye sordum. Adam kızına baktı, seslenecek sandım ama yapmadı. “Elbette. O zaten istemezse belli eder.”  


Yerimden kalktım heyecanla ve yavaş adımlarla kıza ilerledim. Sanırım istemezse belli edeceğinden biraz çekindim. Kabul etsin isterdim. “Merhaba,” dedim gülümseyerek. Kafasını bana kaldırdığın gözlerinin yeşil olduğunu gördüm. Öyle bir his çöktü ki içime, kendimi yine bir tabutun içinde hissettim. Dudaklarım titredi, ikinci bir kelime kuracak cesarete sahip olamadım.  


Parmağıyla boşluğu gösterdi, “Kapıyı çal,” dedi. Kızarak değil, tamamen kopya vermekti bu. Kabul edecek miydi beni? Başımı salladım hemen ve elimi kaldırdım hayali kapıyı çaldım. “Tık, tık, tık…”


Küçük kız, yerinden kalktı, elleri unluymuş gibi silkti ve kapıyı açtı. “Buyurun?” dedi. Oyun oynuyorduk sanırım. Beni hâlâ oyuna alabilen birini görmek, seneler sonra, yeniden, itilmeden, mızıkçılık yapmadan… Beni sevmiyorlardı sanırım demiştim ya hani, beni sevebilirlerdi sandım yeniden. Öyle mutlu etti beni bu küçük çocuk.  


“Yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sordum hamurları işaret ederken.  


“Az kaldı, gelecek ama bitmedi kurabiyelerim,” dedi bu kez. Sanırım kapıyı kapattı ve ben içerideydim. “Kurabiye yapmayı biliyor musun?”  


“Tabi ki,” dedim hemen. “Yardım edeyim ben sana. Bitirelim hemen olur mu?” Üzerimdeki kabanı çıkardım ve bir köşeye koydum. Hemen yanı başındaki minik sandalyeye dikkatlice oturdum. Beni taşıyabilirdi sanırım. Küçük ellerine baktım kız çocuğunun. O elleri tutmak, parmaklarını sevmek, saçlarını okşamak, şakaklarından öpmek istedim. Bana nasıl kurabiye yapacağımı gösteriyordu ama ben sadece onun yüzünü saçlarını izliyordum.  


“Misafirin mi gelecek?” diye sordum.  


“Arkadaşım gelecek. Okula gidiyor o,” dedi. Belki de beklediğimiz adamın torunuydu. Göğsüm sıkıştı. Acaba arkadaşı kız mıydı erkek miydi?  


“Adı ne?” diye sordum merakla. Onu çok sıkmak, bunaltmak istemiyordum ama bana bir sürü şey anlatsın istiyordum. Kurabiyelerinin üstüne koyduğu damla çikolataları hazırlıyordum bir yandan.  

“Tuna,” dedi. Gözlerim küçüldü ve göğsümde şişen sancı, tüm bedenimi titretti ağrısıyla. Arkadaşı erkekti.  


“Kaçıncı sınıfa gidiyor Tuna?”  


Elini kaldırdı ve üç parmağını gösterdi. Gülümsemeye çalıştım. “Sen sanırım henüz okula gitmiyorsun.” Başını iki yana salladı. Hazırladığı kurabiyeleri benim önüme bırakıyordu süslemek için. Tesadüfen eline dokunur gibi yaptım ama çekti. Sıkıca tutmak isterdim halbuki.  


“Seneye gideceğim,” dedi bir zaman sonra. “Hiç sevmiyorum okulu.”  


“Nedenmiş o? Daha gitmedin mi?”  


“Tuna her gün her gün her gün gidiyor,” dedi isyankâr bir sesle. Memnuniyetsizliği burnunu kırıştırdı. Surat astı. Sitemini benden daha iyi kimse anlayamazdı. Gülümsemeye çalıştım ama gözümden bir yaş, cezası bile onaylanmadan firar eden bir mahkûm gibi kaçtı gitti. Tutamadım.  


“Özlüyor musun onu?” 


Çok özlüyordu. Çok çok çok özlüyordu.  


Başımı kaldırdım ve Ecevit’e kaçamak bir bakış atmak istedim. Adamla konuşuyor sanıyordum. Göz göze geldik. O çekecek miydi gözlerini bilmiyordum ama ben kaçtım ve çektim. Ağladığımı görsün istemiyordum.  


“Yok,” dedi küçük kız ama. “Özlemiyorum. Kavga ettik zaten onunla.”  


“Neden kavga ettiniz?” diye sordum. Duymazlıktan geldi. “Ama bu kurabiyeleri onun için yapmıyor musun?” diye sordum. Yine cevap vermedi. Sanırım bunları duymak hoşuna gitmedi. O hem ona kızgın olmak istiyordu hem de ona kurabiye yapmak. “O seni özlüyordur ama bence.”  


“Yok,” dedi. Kendimi zor dizginledim onu kucağıma çekip sarıp sarmalamamak için. Hayır özlüyordur, öyle söyleme demek istedim. “O gidiyor başkalarıyla da oynuyor.” Bu onu çok üzüyordu. Ağlamasına gerek yoktu, büzülen dudaklarından, titreyen sesinden ve kaçan gözlerinden anlıyordum.  

“Bence yine de en çok seninle oynamayı seviyordur,” Teselli etmek istiyordum onu ama nasıl teselli edilir bilmiyordum. İlacım olsa ilk kendime kullanırdım. “Baba,” diye seslendi. “Tuna ne zaman gelecek? Çok saat mi az saat mi?”  


Çok saat.  


“Az saat kaldı kızım. Ver sen kurabiyelerini fırına artık.” Tepsiye benzer düz bir zemin aldı. Kurabiyeleri üzerine yerleştirdi ve hayali fırına attı. Kalan hamurlardan elime bir parça aldım. Hiç fark etmeden, eski bir anıyı canlandırdım. Bir uzun, üç kısa ince şekiller yaptım. Oyun hamurundan önce E harfi sonra F harfi yaptım. Zaten bozulacaktı da yine de görmek istedim. Sahiden az saat kalmıştı. Kurabiyeleri pişmeden Tuna geldi. Yüzünü görmeden sesini duyduk. “Elif, Elif!” diye bağırdı. Ben kapıya baktım, Elif hiç beklemeden kapıya koştu. Kapının önünde adeta çarpıştılar ama birbirlerine sarılarak ayakta kaldılar. Sarılmasalar düşerlerdi. Üzerinde şişme mont ve beresi olan Tuna sıkıca tuttu arkadaşını.  


Ayaklandım. Torunun arkasından, bir adam geldi. Yaşı vardı ama dinçti. Yüzü temiz traşlıydı. Bir memur emeklisi olduğunu hissettiriyordu adam. Çocukların kafalarını okşaya okşaya geçti ve gülerek girdi dükkâna. Bize baktı ve “Hoş geldiniz,” dedi. Muhtemelen müşteri sandı bizi başta. Koray Bey, “Yakup abi seninle konuşmaya gelmişler,” diye bizi gösterdi. “Elif, Tuna içeri geçin. Hava soğuk. Durmayın kapı eşiğinde.”  


Adam Ecevit’e daha yakındı. Kirpiklerimi sildim ve onlara ilerledim. Bize bakıp çıkarmaya çalıştı ama ilk defa görüyordu. Beni tanımamasını umdum. Bu jenerasyon, bizim gibi değildi. Pek işin magazin boyutuyla ilgilenmediği için önemli birinin çocuğuna torununa pek bakmazdı, tek odakları o önemli kişiler olurdu. Cebeci kampüsünde yaşadığım korkuyu yaşamadım. Gözlerinde de bir tanıdıklık göremedim zaten. Baktı geçti, Ecevit’te durdu. “Buyurun?” dedi. Ecevit bir adım yaklaştı ve elini uzattı.  


“Merhaba, Ecevit ben.”  


Adam kendisine uzanan eli sıktı ve gülümsedi, “Yakup. Ben çıkaramadım seni, kusura bakma. Tanışıklığımız var mı?” Adam Ecevit’ten ayırdığı elini bana uzattı. “Firuze,” dedim sessizce. Başka bir isim uydurmadım ama adım da gür bir sesle çıkmadı ağzımdan.  


“Yok bir tanışıklığımız öncesinde. Müsaitseniz sizinle mühim bir konuyu konuşmaya geldim.”  


“Konu nedir?”  


“Ayaküstü konuşmasak olur mu?” diye ısrarcı davrandı. Adam arkasında kalan Koray Bey’e baktı.


“İç taraf müsait mi Koray’ım?” diye sordu. “Müsait müsait abi, Kerem bana bakar mısın?”  


Yanımızdan geçip giden Tuna ve Elif’e baktım. Sanırım kurabiyeler pişmiş, çay da demlenmişti.

“Buyurun o zaman şöyle geçelim,” dedi ve Kerem denen gencin çıktığı yeri işaret etti. Adam önden geçerken Ecevit benimle aynı hizadan yürüdü. Arkada mutfakvari küçük bir alan vardı. Gri bir tezgâh, küçük bir ocak ve masa vardı. Adam masayı işaret etti, iki sandalye vardı sadece. Ben oturmamayı düşündüm ama Ecevit sandalyeyi işaret etti ve başıyla geçmem gerektiğini söyledi. Adam da o sıra yeni bir sandalye daha itti bir kuytudan. Ecevit o sandalye çıkınca meydana ancak oturdu.  


“Çay mı kahve mi?”  


Ecevit’le aynı anda, “Çay olur,” dedik. İkimiz de sanırım gerilmiştik. Adam üç ayrı bardağa çay koydu, önümüze şekerle beraber bıraktı. Kendisi çayına tam dört şeker attı ve karıştırdı. Ecevit’te benim gibi dönen çay kaşığını izliyordu. “Buyurun gençler, hayırdır inşallah.”  


Ecevit’le göz göze geldik. Son birkaç gündür, iki falan, oldukça dürüst adımlar atıyorduk. Kimseyi kandırmıyorduk. “Emekli hukuk müşaviriymişsiniz,” dedi başta. Adam başını salladı. Kabul bu onun hakkında öğrenilecek zor bir bilgi değildi. “Biz isminizi Mehmet Atlı’dan aldık,” diye devam etti. Adam şekerli çayından bir yudum alırken düşündüğü belli eden bir mırıltı çıkardı. “Çıkaramadım,” dedi.  


“Ankara hukukta doktor öğretim üyesi. Yüksek lisans tezini yazarken, tezinde kaynak olarak gösterdiği kişilerden birisiniz. O dönem tezin konusu olan dava dosyasının hukuk müşavirliğini yapmışsınız kendisinin söylediğine göre.”  


Adam benim cümlelerimle bana baktı ve yüzü hafifçe dikleşti. Dudakları aralandı, “Ha şu avukat,” dedi elini sallayıp. “O hâlâ beni unutmadı mı? Ne takıntılı manyak çıktı. Gerçi avukatların hepsi böyle,” dedi. Sonra başını Ecevit’e çevirdi ve “Sen de mi avukatsın yoksa?” diye sordu gelişine. Ben dışarıdan pek avukat gibi gözükmediğimin farkındaydım ama insanların dönüp tekte Ecevit’e bunu sorması buruk bir tat bırakıyordu damağıma. Ne tam olarak üzüntü ne de bir mutluluk. İkisinin arasında sıkışan garip bir tat. Ecevit’i süzdüm. Üzerinde cübbe varmış gibi. İç çektim öylece.  


“Yok değilim.”  


“Doğruyu söyle bak. Ben gözünden tanırım avukatları. Ömrüm sizinle uğraşmakla geçti.” Kendisi de bir hukuk mezunu değil miydi? Bir yerde meslektaş sayılmaları gerekirdi ama adam hiç haz etmiyordu avukatlardan.  


Ecevit yutkundu ve hemen ardından gülümsedi. “Gerçekten değilim. Ama izninizle ben de sizi biraz uğraştıracağım.”  


Adam cıkladı, “Çok dürüstsün,” dedi Ecevit’e bakarak.  


“Güveninizi kazanmadan sizden yardım isteyemem.”  


“Benden yardım isteyeceksin yani?”  


“Evet,” dedi dürüstçe.   


“Seni hiç tanımıyorum, niye yardım edeyim ki sana?” Başımı hiç oynatmadan bir ona bir Ecevit’e çeviriyordum göz bebeklerimi. Gergin değillerdi ama çok sempatik bir konuşma da değildi bu.  


“Bazen bazı şeyleri yapmak için iyi bir insan olmak yetiyor.”  


“İyi bir insan olduğumu nereden çıkardın?” diye sordu adam bu kez.  


“Sadece bir tahmin. Buradan elim boş da çıkabilirim tabi. Göreceğim,” dedi Ecevit ellerini iki yana açarken. Adam geriye yaslandı, bacak bacak üstüne attı ve cebinden sigara çıkardı. Önce Ecevit’e uzattı. Karşısında bir hoca olmadığı için ya da bir eğitim kurumunda olmadığı için bilmiyorum aldı sigarayı. Bana uzatılanı reddettim kibarca. Karşılıklı iki sigara yakarlarken çayımı aldım dumanı sinmesin diye.  


“Dinliyorum.”  


“Bu dava dosyası kapatılmış. Biz bir avukat vasıtasıyla dosyaya baktık. İşin aslı avukat baktı. Dosyayı inceledi. Dosyada geçen ifadeyle, Mehmet Atlı’nın tezinde yazdığı bir ifade uyuşmuyor. Dosyanın içeriğini hatırlıyor musunuz?”  


Adam dikkatle Ecevit’e bakarken başını salladı, “Az çok. O sıra bakanlığın da takibini yaptığı bir dosyaydı. Başta ben ilgilendim. Sonra emekli oldum zaten ben. O adam benim yakama yapıştı o tezi yazana kadar. Unutmam mümkün mü? Çocuk çetesi dosyasından bahsediyorsunuz değil mi?”  

Başımı salladım hızlı hızlı. Şans bazı anlarda bizden yana dönüyordu. Melike bir yerlerde sanki onu bulmamızı bekliyor, belki hiç görmediği abisi onu bulsun diye dua ediyordu. “Evet o dosya.”  


“Uyuşmazlık nerede var? Ben genel durumu hatırlıyorum ama çok ince bir durumsa benim de yaş belli sonuçta. Temiz çalışırdım, tertipli çalışırdım ama yaşlılık bir yerde,” duraksadı elini havalandırdı ansızın ve ikimizi birden işaret etti. “Ayrıca sizin o dosyayla işiniz ne? Siz de mi yüksek lisansla tezle uğraşıyorsunuz? Başka konu mu kalmadı çocuklar?” dedi bıkkın bir sesle. Bana kalsa ben şimdi kendimi bir yüksek lisans öğrencisi olarak tanıtacak, kırk yalan sıralayacaktım ama Ecevit dürüstlüğün ona kazandıracağını düşünüyordu.  


“Size yalan söylemeyeceğim.”  


“İnanmam zaten.”  


“Ben kardeşimi arıyorum,” dedi açıkça. Bedenini hafifçe masaya indirdi ve adamın gözlerinin içine baktı. Adam o gözlerdeki yardım ihtiyacını görsün istiyordu. “Kardeşim kayıp benim. On altı on yedi yıl önce kaçırıldı. Tam da bu çetenin ülkede pik yaptığı dönemler. Belki hatırlıyorsunuzdur. O dönem ailemin yaşadığı mahallede başka bir çocuk daha kaçırılmış. Araştırdığım kadarıyla girdikleri mahallede tek çocukla yetinmiyorlar. Kardeşim hâlâ kayıp. Onların kaçırdığını düşünüyorum.”  


Adam için Ecevit’in anlattıkları tümüyle ilgi çekici hale geldi. O devlet memuru çizgisini çekti. Başını kaldırdı ve yaslandığı yerden önce çıktı. “Allah yardımcın olsun,” dedi önce. “Ne buldun da bana geldin?”  


“Tezde altmış üç ifade olduğu tam üç yerde geçiyor. Bunun kaynağı olarak siz gösterilmişsiniz. Şu an arşivde duran dava dosyasındaysa altmış iki ifade var. Bir ifade kayıp.”  


“Teze yanlış yazılmış olamaz mı?” diye sordu.  


“Sizin yanlış söyleme ihtimaliniz var mı?”  


Adam net bir halde başını salladı. “Ben kalem kalem yazarım, öyle çalışırım. Özellikle böyle büyük dosyalar için kendim kalem tutarım, kendimden başkasına da güvenmem. Dosya son dosyamdı üstelik. Mehmet bana çok sonra gelmedi. Yazdıklarıma bile gerek yok, hatırlıyorumdur o dönem. Mehmet Atlı yanlış yazmıştır ancak.”  


“Kendisi de en az sizin kadar kendinden emin,” diye araya girdim. Bu iki adam seneler önce pek anlaşamamıştı sanırım. “Yani böyle önemli bir bilgiyi üç kez tezimde hatalı şekilde geçirmem diyor. Yani orada ya siz bir fazla söylediniz ya da bir ifade kasti olarak dosyadan çıkarıldı. Bunun bir usulü var mı?”  


Adam bana baktı düşünceli bir halde. Bir süre düşündü. “Bakan avukat iddianameyi okudu mu? Orada bir gizli tanık ya da ifade sayısı geçmesi lazım.”  


“İddianamede gizli tanık da, tanık sayısı da geçmiyor. Bakıldı ona. Defalarca kez hatta.” 


Adamın kaşları içe doğru büküldü. “Mümkün değil,” dedi. Bu kelime artık sinirlerimi bozuyordu. Mümkündü işte. Bunların hepsi olan şeylerdi. Kime gidersek bize mümkün olmadığını söylüyordu. “Benim elimden geçmiş dosyanın iddianamesi eksik olsa ben çıkar bu eksik, düzenlenmesi gerekiyor diye görüş bildiririm. Düzeltilir o sonra devam edilir. İddianamede gizli tanık yazmıyor kaldı ki tanık sayısı bile yazmıyor. E ne yazıyor?” 


“Gözünüzden kaçmıştır belki,” dedim ama bu adamın bakışıyla bile bana tepki göstermesine sebep oldu.  


“Hakaret edeceksen böyle seni kovayım,” dedi yarı ciddi yarı alayla. Ben alayına tutundum ve gülmeye çalıştım. Ecevit’e baktım. “O öyle söylemek istemedi,” diye araya girdi.  


“Evet söylemek istemedim. Yanlış anladınız. İnsanlık hali sonuçta… Bir ihtimal. Biz de çok çaresiziz Yakup Bey. Kayıp bir bebeği arıyoruz. Her şeyden şüpheleniyoruz. Kusuruma bakmayın.” 


Adam ciddiyetle yüzüme bakmayı sürdürdü. Sanırım daha çok batırdım. Bir şeyi bozacağım diye çok korkuyordum. Bu adama gerekirse burada yalvarır, özürler dilerdim. Ama yeter ki bizi kapı dışarı etmeseydi. Bu ciddi bakışları benim korkan gözlerimle dağıldı ve güldü. “Şaka yapıyorum yahu,” dedi gülerek. Bu erkekler… Bu erkeklerin en saçma anlarda şaka yapması… “Tamam sakin olun. Devam edelim,” dedi. Çayımdan büyük bir yudum aldım ve gözlerimi yumdum. Ödüm kopmuştu.


“Dediğim gibi o iddianame benden onay almaz o halde. Bakan avukat güvenilir biri miydi?”  


“Fazlasıyla. Ondan yana şüphe yok.”  


“Davanın akıbeti ne olmuş?” diye sordu bu kez. Her ne kadar tezin sahibi bu adama ulaşsa da belki de muhatap olduğumuz kişi yanlıştı. Bu adam davanın sonunu bile görmemişti.  


“Dosya kapatılmış. Sözde çete çökertilmiş. Raşit denen adam bulunamamış.”  

Ecevit çayını bile içmiyordu. Parmak uçlarını stresle birbirine dokunduruyordu. Gözlerini kıstı biraz.


“Şeyh Raşit diye geçiyor adamın ismi. Tanıdık geldi mi? Hatırlayabiliyor musunuz bu ismi? Dosya hakkında ufacık bile bir şey hatırlasanız rica ediyorum söyleyin bize. Neyin hangi kapıyı açacağı belli olmaz.”  


Adam dirseğini masaya yasladı ve alnını ovaladı. Birkaç dakika, abartısız birkaç dakika sessizce durduk. Adamın gözlerini bir açtı bir kapattı. “Kardeşin kaç yaşındaydı?” diye sordu.  


“Bir buçuk iki yaşında ancak vardı.”  


“Sen neyine güveniyorsun peki bu davanın peşine düşerek? Kapanmış dosya, ne yapabilirsin bulduğun şeyle?” diye sordu. Bu noktada artık dürüstlüğü bırakabilirdik. Kesinlikle bırakmalıydık.  


“Ortada bulunmamış bir adam var. Bir şey bulursam gideceğim gerekli insanlara göstereceğim. Dosya yeniden açılır, belki o adam bulunur, bulunamayan tek çocuk benim kardeşim değil ki. Bir çocuk bile bulunsa bana yeter. Bir şeye güvenmiyorum, bir umudun peşinden gidiyorum.”  


“Annen baban?”  


“Kaybettim.”  


Adamın yüzü sahici bir üzüntüyle ezildi. “Başın sağ olsun,” dedi kısık sesle. “Bu davayla o dönem ilgilenen savcıyla hâlâ hâl hatır sorarız birbirimize. Onu aramak lazım bir. Hafızası kuvvetli bir adamdı, yirmi yıl önceki davanın bile gününü hatırlardı. Bir konuşayım onunla, aklımdakileri söyleyeyim, hatırlıyordur belki. Bir de bu iddianameye ben gittikten sonra ne oldu, onu sorayım. Bu iş bilmezliği o da yapmaz.”  


“Aklınızdakiler ne?” dedim. 


“Bir şeyden mi şüpheleniyorsunuz?” dedi.  


Adam ikimize baktı. “Çapraz sorguda mıyım?” diye sordu. Sanırım bu da şakaydı. Adam bir tercih yapmadan Ecevit kendi sorusundan vazgeçti ve benim sorumu tekrar etti. “Aklınızdakiler ne? Bir şey mi hatırlıyorsunuz?”  


“Emin değilim.”  


“Duymak isterim,” diye ısrar etti Ecevit.  


“Ben o dosyanın altmışını altmış ikisini hatırlamam belki ama bir gizli tanık olduğunu anımsıyorum. O dönem bakanlık yoğundu ama baktığım tek dosya değildi. Belki başka bir dosyayla karıştırıyorumdur.”  


Ecevit çoğunu içmediği ve küle dönüşen sigarasına uzandı. Küllüğün üzerine koymuştu yaktıktan sonra çekti aldı küllükten ve tek nefeste kalan tüm sigarayı içine çekti. Mümkün olsaydı saçlarına aklar düşecekti hızla. “Ne olmuş olabilir abi,” dedi. Sizi bıraktı. Sabrı bitmişti. “Gizli tanık yok. İfade yok. İddianame yok. Olmasaydı müdahale ederdim diyorsun. Sonrasında değişti o zaman? Kim değiştirdi? Değiştiyse senin yaptığını yapan niye müdahale etmedi?”  


Ecevit elini yükseltmiş adama bakıyordu, konuştukça elini sallıyordu havada. Görüyordum parmakları titriyordu. Adam koluna dokundu ve bir abi gibi sıktı. “Seni anlayacak bir meziyette değilim. Teselli de vermem ama sabırlı ol. Yoksa bu yolun sonu zor. Kaç yıl önceki mevzu. Yeni bile değil. Abisin. Benim de kardeşim var. Gözüm gibi severim onu. Anlıyorum seni ama sabırlı ol. Başka türlüsü mümkün değil.” 


Adam telefonunu çıkardı ve rehberine girdi. Sanırım bahsettiği savcıyı arayacaktı. Elini yavaşça çekti Ecevit’ten ve bir numaraya bastı. Çaldı çaldı ama açan olmadı. Yeniden arar mıydı? “Açmadı,” dedi adam. Telefona bakarken. “Benim de eski evimde defterlerim var. Kalem kalem yazardım ben unutmamak için. Gider bakarım not aldığım bir şey var mı o dosyayla alaka…” Kelimesi bölündü ve mesaj sesi girdi araya. Hiç gocunmadım gözlerimi diktim telefonuna. Savcıdandı mesaj, müsait olduğunda arayacağını yazıyordu.  


“Arayacağım demiş. Arar. Şimdi ben de kalkar bakarım.” Adam ayağa kalktı ve Ecevit’in sırtını sıvazladı. “Nereden geliyorsunuz siz?”  


“Ankara.”  


“Hanım kızı al da Eskişehir’de dolan biraz, numaranı da ver bana. Ben savcı bugün dönmese de sana en azından bir şey bulursam döneyim. Olur mu?” Ecevit ayaklandı. Cebinden telefonunu çıkardı ve adama uzattı. Adam numarasını tuşladı ve kendisini aradı.  


“Eyvallah.”  


“Allah yardımcın olsun,” dedi tekrardan. “İnşallah yaşıyordur kardeşin, sağ salim kavuşursun.”  

Ecevit’in yüzünde silik bir acı dolandı. Âmin dedi dudaklarının arasından. En önde beni yürüttüler. Elif ve Tuna oyuncaklar burada olsa da yoktu. Ortalığa bakındım. Keşke çıkmadan görseydim onları. Derdim elbet bu değildi ama Elif’e el sallamak istedim sadece. Koray Bey’le selamlaştık, adamla beraber çıkacakken dükkândan “Elif ve Tuna gitti mi?” diye sordum merakla. 


“Yemek yemeye gittiler, gelirler yine.”  


Belki bu çevrede olursak, uzaklaşmazsak ya da Yakup Bey bir daha yüz yüze gelmek isterse görürdüm belki onları. “Balaban köfte yemeden dönmeyin,” dedi adam bizden ayrılmadan önce. Ecevit başını salladı, “Eyvallah,” dedi tekrardan. İnsan içinde koluna yapışmak istemedim ama merdivenlere kadar dayanabildim. “Ecevit,” dedim kısık sesle. Dönmeden kolunu uzattı bana. Kolunu da değil tam, kabanını. Sıkıca tutundum ona öyle indim merdivenleri.  


Adamla bir yerden sonra yollarımız ayrılınca Eskişehir’in orta yerinde kalakaldık bir başımıza. 

“Sen istersen dolaş. Ben arabaya ya da bir kafeye oturayım,” dedim. Bu ayakkabılarla bu yollarda daha fazla yük olmak istemedim. Koluna yapışıp kalıyordum ve taşlar bazı yerlerde daha da küçülüyordu. 


“Yoruldun mu?” 


Ayaklarımdan birini hafifçe kaldırdım ve salladım. “Yorulmadım da bunlarla olmuyor. Yapışıp kaldım paçana. Rahat hareket edemiyorsun. Oturalım istersen.” 


“Oturarak vakit dolduramam ben,” dedi. Çok yerinde durabildiği söylenemezdi zaten. O sokaklarda dolaşmak ve sigara içmek istiyordu muhtemelen. “Tamam ben arabaya geçeyim. Uyurum belki. Sen bir şey olursa ararsın.” 


“Uykun mu geldi?” diye sordu bu kez. Hayır hem de hiç uykum yoktu ama bir kafede tek başıma da oturmak istemedim. En azından arabada uzanır, uyumaya çalışırdım. 


“Hayır da…” 


“Tamam dolanalım işte böyle. Derdin ne senin? Neyi sıkıntı yaptın?” Kızmıyordu bunları söylerken. Kızmaya yakın bir sitemdi. Tuttuğum kabanını, dolaylı yoldan kolunu kaldırdım. 


“Rahatsız olmuyor musun?” 


“Olursam park ederim seni bir kaldırım kenarına yoluma devam ederim. Yapacak bir şey yok, hadi yürü.” 


Bu şakaydı sanırım. Ecevit’in kolunu daha sıkı tuttum çünkü hiç sabretmeden yürümeye başladı. “Ne çıkacak sence bu işin altından?” 


“Ya bu adam işini kusursuz yaptığına inanan bir narsist ve o tanık ifadesi kayboldu veya çalındı ya da bu adam emekli olduktan sonra o dosyada bir şeyler değiştirildi.” 


“Aradığı savcı mı değiştirdi yani?” 


“Mümkün. Savcı yazıyor zaten iddianameyi. Eğer ki o savcı değiştirdiyse olayın hiçbir anını hatırlamayacak ve bu adamın bizimle konuşmasını engelleyecek. Belki önümüzü bile kesmeye çalışacak.” 


“Böyle bir durumda ne yapacağız?” diye sordum. Ecevit cebinden bir sigara çıkardı ve kimseye ikram etmeden bir dalı iki dudağının arasına sıkıştırdı. Bunu yapmak için durması gerekmedi ama bu havada yakması için durması gerekti. Benim avucumda olan kolunu siper etti sigaraya ve çakmağı birkaç kez yaktı, yine de tutuşturamadı. Yönünü tamamen bana çevirdi. Dudakları bir ip gibi incelmiş, sigarasını tutuyordu. Gözleri ateşteydi. Herhalde Ecevit’in yüzüne gülmekten sonra en çok ciddiyet yakışıyordu. Dikkatle onu izliyordum. Sonunda başardı ve bir duman çekti içine. Yanakları içe doğru kaldırılmayan bir mezar gibi çöktü. Böylece yüzünde belirginleşmeyen çıkıntı kalmadı. Kaç yaşından beri sigara içiyordu kim bilir. Ben ancak dudak tiryakisiydim. İçmeyi beceremiyordum. Bu az içtiğimden değildi, bir dönem paket paket denemiştim. Belki de bağımlı değilsem, o dumanı içime çekmeyi beceremediğimdendi. 


Kafasını çevirdi ve dumanı üfledi, yolumuza devam ettik. “En azından bu pisliğin bulunmamasında büyük isimlerin payı var mı emin olmuş olacağız. Patlatabildiğim her yerden patlatacağım olayı önümüzü keserlerse. O gizli tanığı ya öğreneceğim ya öğreneceğim.” 


“Dağ çilekli Türk kahvemizi denediniz mi?” Butik bir kafenin kapı ağzından orta yaşlarında bir kadın sordu bu soruyu gülümserken. “Hem de kumda.” 


Kar şiddetli yağmasa da minik minik atıştırıyordu. Kadın soru sordu sandım ben, “Yok denemedik,” dedim. Kadın ve Ecevit aynı anda güldü. 


“Buyurun o zaman, deneyin,” dedi ve kapıyı gösterdi. Bunun bir satış stratejisi olmadığını anlayacak kadar insan içine karışmamıştım. İnsanlıktan, basit anlardan mahrum, şatafatlı bir evde ya da bir atölyede geçip gitmişti yıllarım. Biri bana dağ çilekli Türk kahvesi içtin mi diye sorarsa ben içip içmediğimi söylerdim. Aklıma da bir şey gelmezdi. 


“Artık hayır demek de olmaz,” dedi Ecevit. Kadın gülerek başını salladı. “Buyurun hoş geldiniz. Üç farklı odamız var. Sondaki odada boşluğumuz var, şömine de var orada. Dilerseniz oraya geçin. Ben hemen sipariş için geliyorum.” 


İşaret ettiği yere doğru geçtik. İçeride kimse yoktu. Oturabilecek de üç yer vardı. Yanan şömineye en yakın yere oturduk karşılıklık şekilde. “Ben bilseydim bunun için sorduğunu içmedim demezdim.” 


“Niye, kahve içmek istemiyor musun?” 


“Ondan değil de…” dedim ve ellerimi dizlerime bastırdım. “Ne bileyim daha önce kimse beni bu şekilde dükkanına girmem için ikna etmemişti. Öyle emrivaki oldu sana da.” 


“Firuze,” dedi hayretle. “Şu an böyle hissedeceğin hiçbir şey yok farkında mısın?” Şok olmuş halde izliyordu beni. Ne karşılık vereceğimi bilmiyordum, kurtarıcı gibi gelip sipariş aldı kapıdaki abla. Başka seçenekler de sundu ama “İki tane dediğiniz kahveden olsun,” dedi Ecevit. 

Kadın gülümseyerek not aldı ve ayrıldı yanımızdan. Çok güleçti, ona bakınca gülümsemek zorunda hissediyordu insan kendini. Yanan ateşe çevirdim başımı. “Senin kendinle ne alıp veremediğin var?” diye sordu bu kez. Konuyu kapatmadı. Ateşten başımı çevirmedim. Çatırdıyordu odunlar. “Sana soru soruyorum.” 


“Derdim yok.” 


“Şu dükkâna girip iki kahve içmeyi niye kendine sıkıntı yapıyorsun o zaman?” 


“Seni beklemediğin bir anda istemediğin bir durumu sokmak istemiyorum.” 


“Dağ çilekli kahve içerek mi?” dedi. Olayın basitliği tıpkı o hafif lapa olmuş pilav gibi suratıma çarptı. Kaşlarımı nasıl büktüğümü, suratımdaki ağrı dolu ifadeyi fark ettim. Gülmedim ama sildim onları yüzümden. Dağ çilekli kahve. Küçük bir fincanda gelecek, midemizde pek de yer kaplamayacak bir kahve… Ne olurdu ki oturup on dakika o kahveyi içseydik? Acelemiz yoktu. Vaktimiz vardı. Beklemek zorundaydık. “Nefes al,” dedi yüzüme bakarak. Söylediği gibi yaptım. Elimi boğazıma bastırdım ve yüzümü kaldırdım. Birkaç kez derin nefes aldım. En az yedi sekiz kez soluklandım öyle baktım Ecevit’e. Basit bir kahve içecektim. Ecevit içmek istemezse de on dakika benim içmemi beklerdi. Gelmek istemezse de yola devam ederdi ben içip çıkardım. 


“Aldım.” 


“Güzel,” dedi başını sallarken. Çok geçmeden kapıdan kadın girdi. Önümüze iki fincan ve iki küçük bardakta su koydu. “Teşekkür ederim,” dedim. 


“Afiyet olsun, umarım beğenirsiniz.” 

Olur da beğenmezsem diye kadının çıkmasını bekledim. Kadın çıkarken aynı anda dudaklarımıza yaklaştırdık kahveyi. Önce kokladık sonra içtik. Göz gözeydik. Ben buram buram bir çilek bekledim ama alakası yok. Çilek damağa vuran ince bir tattı yalnızca. Anlaşılmıyordu bile. 


“Normal kahveyi tercih ederim,” dedim. 


“Çayın gözünü seveyim,” dedi. 


Neredeyse göz devirdim ve başımı geriye attım. “Kahve içerken bile çay düşünüyorsun.” Kahvesiyle beraber geriye yaslandı o da. Keyif kahvesi içmiyordu, çay düşünerek kahve içiyordu. Kahvemden bir yudum daha aldım. 


“Yanlışın var. Ben çay içerken de çayı düşünüyorum.” Bunu söyleyeceğini bilseydim, kahveyi o an içmeyi düşünmezdim. Ansızın gülmek kahveyi püskürttü ve elimi ağzımın altına siper ettim. Kıyafetim kirlenmedi belki ama ağzımdaki kahve Ecevit’in suratına kadar sıçradı. 


“Ya Firuze,” dedi gözlerini kapatırken. 


“Ay özür dilerim, Ecevit özür dilerim.” Yüzünde nereye geldiğini seçmeye çalışıyordum, kalkmak da istiyordum ama avucumun içinden kahve damlıyordu. 


“Gözüm de zaten otuz yıldır dağ çilekli Türk kahvesi içmeyi bekliyordu.” 

Gözüne mi gelmişti? Gülmeyecektim. Vallahi gülmeyecektim. Gözüne gelmemiş olsaydı, hiç gülmeyecektim ama gözünü ovuştururken o tutamadım kendimi güldüm. “Gülme.” 


“Özür dilerim.” 


“Firuze gülme.” 


Ovuşturmaktan kızarttığı gözünü açtığında ben de tepside gelen peçeteyi avucuma bastırdım. “Hepsi çay yüzünden.” 


“İftira atma çaya.” 


Gülmeyecektim. Vallahi gülmeyecektim. Çayın avukatlığını yapmasa, onu böyle kuvvetle savunmasa hiç gülmek yoktu aklımda. Başımı eğdim ağzımdan yeni bir şey çıkmasın da Ecevit’in gözüne girmesin diye. Bu öyle bir şeydi ki, ağlamak nasıl durdurulamıyorsa, gözyaşları nasıl din deyince dinmiyorsa ve kalp üzülme lafından nasıl anlamıyorsa öyle bir şeydi. Ben gülmek durdurulabilir sanıyordum. Eskişehir’in soğuk bir kış gününde, tek göz bir odanın içinde, yanan şöminenin başında, dağ çilekli kahveyi içerken öğrendik. Gülmek de ağlamak gibi inisiyatif dışında bir eylemdi. Ne güzel ne büyük devrim. Karadeniz gibi coşkulu, Ege gibi huzurlu. Gülmek, ne güzel şeydi böyle… 


Gülmem durana kadar kahvem soğudu ama yine de içtim. Yere damlayan kahveleri de sildim peçeteyle. Kalktım Ecevit’in peşinden. Hesabı ödedi, kadın beğendiniz mi diye sorduğunda çok dedi Ecevit imayla. Yeniden koluna tutundum. “Sana da borcum artıyor.” 


“Yazıyorum ben köşeye.” 


“Öderim zaten.” 


“Saçmalama ihaleye fesat karıştırırsın, beni borçlu çıkarırsın. Öğretmedi mi o pezevenk sana?” 

Sesimi çıkarmadım. Öğretmedi demedim. İçi biraz olsun soğuyorsa böyle, dillendirmek keyfini yerini az da olsa getiriyorsa ben dinlerdim. Odunpazarı’nın sokaklarında dolanıyorduk yavaş yavaş.  Bazen merakla durup takılara bakıyordum ama bir yerden sonra almayınca, güler yüzle yanıma gelen satıcılardan utandım, çok bakmadım da. Yine en az kahve kadar tesadüfi şekilde met helvası denedik. Biraz dikişime yapıştığı için rahatsız hissettim ama su içince geçti. Yine de tadının kötü olduğunu söyleyemezdim. Ecevit iki paket aldı, alırken sahibi olan amca yanına hediye koydu. Üzerinde saray helvası yazıyordu. Ecevit çıkarken oradan, poşetten çıkardı ve bana uzattı paketi. Aldım da açıkçası. Benim hakkım gibi hissettim. Bu hediyeyi amca da benim niyetimle koymuştu sanki. Benim kısmetimdi. Küçük de bir yerdi burası çabucak bitti. Caddeye çıktık. Çok bir yer yön bilmiyorduk, kafamıza göre vakit geçsin diye yürüyorduk. Ecevit sigara içiyordu bazen. Hava pek soğuktu ama yürümek istiyordum. Odunpazarı’ndan çıkınca zemin düzeldi ama karın etkisiyle buzlanmıştı yine. Bu sebepten bırakmadım kolunu. Sessiz sedasız o kadar uzun uzun yürüdük ki sanırım Porsuk çayının önüne geldik. 


“Burası neresi biliyor musun?” 


“Adalar galiba.” 


“Ada mı? Hani nerede?” dedim ve kafamı sağa sola çevirdim. Ada hayalim asla burasıyla eşleşmiyordu. Adalar dedikleri yer burası mıydı şimdi? “Kuğulupark daha güzel.” 


“Bence de,” dedi. En azından kuğular vardı orada. Tamam burası da güzeldi ama ada denmesi garip geldi bana. Beklentimi karşılamadı. Bir banka oturduk anlaşmadan. Soğuktan burnum akıyordu artık. Çektim birkaç kez. Ecevit bana baktı. “Acıktın mı?” diye sordu. 


“Sen?” 


“Acıkmaya başladım ben. Yiyelim şu dediği köfteyi.” 


O ödeyecekti zaten, bana çok laf düşmüyordu. O yerse ben de yerdim. O yerse ve bana almazsa yemezdim. O yemezse ben yine yemezdim. “O geldiğimiz yere geri yürüyelim, orada vardı birkaç yer.” 


Benim ne kadar yer yön duygum yoksa onun da bir o kadar vardı. Adeta geldiğimiz yerden geri döndük. Buraya tesadüfen geldiysek bile tesadüfen dönmedik. Yolu aklında tutmuştu. Uzun senelerdir açık olduğunu iddia eden bir yere girdik. Odunpazarı’nın girişindeydi. Çok kalabalık değildi. Kısa zamanda getirdiler siparişlerimizi. Pide ekmeği üzerine köfte ve bol sos vardı. Kokusu ilk andan karnımı guruldattı. Sanırım ben de acıkmıştım. Sıcacıktı. Köfteler sulu sulu, ne kokusu ne de tadı rahatsız ediyordu. Ecevit hızlıca yedi. O bir buçuk porsiyon istemişti ben bir porsiyon istemiştim. Bana bitir diyeceği için kendi isteğimle mırın kırın etmeden bitirdim. O da sabırla bekledi beni. Tatlı teklif edildi ama ikimiz de reddettik. Tek bir lokmaya bile yerim yoktu artık. 


Hava çok kapalıydı, kararacak mı yoksa yağmur mu yağacak anlaşılmıyordu. Saat daha vardı ama kararmasına. Yine ne yaptık ne ettik o dükkânın oralara geldik. Koray Bey bizi fark etmese biz gitmezdik ama adam bizi fark edince küçük Elif de çıktı aniden dükkândan. “Sen niye kurabiyelerimi beklemedin?” diye seslendi. Demir parmaklığa çıkmıştı aşağıya sarkmıyordu sadece boyunu yükseltmişti. 


“Kaldı mı?” diye sordum. 


“Kaldı kaldı, gelecek misin?” 


“İstersen gelirim,” dedim. Başını salladı hızlı hızlı. Babası gülümsedi, “Bir çay daha içer miyiz?” diye sordu Ecevit’e. Gidecek başka yerimiz yoktu zaten. Hemen onayladık. Ben hiç fırsat vermeden Elif’in masasına doğru ilerledim. Tuna aynı masanın köşesinde sanırım ödev yapıyordu. Onu yeniden anlıyordum… Sıkılmıştı. Oturdum küçük sandalyelerden birine. Tuna’ya selam verdim. 


“O gelmeyecek mi?” diye sordu ve birini işaret etti. Gösterdiği kişiye baktım. Ecevit’i gösteriyordu. Geçen seferki yerde oturuyordu. 


“Bilmem ki,” dedim. “İstersen gidip çağır.” 


Gitti Tuna’ya yaklaştı. Üstten üstten ödev kağıtlarına baktı. “Çok saat mi kaldı az saat mi kaldı?” 


“Çok saat kaldı,” yanıtını alınca burun kıvırdı. Ecevit’e doğru ilerledi. Onlara bakmıyordum. Ecevit’in bana bakacağını biliyordum. Gelmeyeceğini hissediyordum yalnızca. Bana ne anımsatıyorsa bu küçük pembe masada oturmak ona da aynı şeyi hatırlatacaktı. İstediği kadar unutsun, çok fazla uyaran vardı. Hangi birini görmezden gelecekti ki? 


Gözüm Tuna’daydı. “Arkadaş mısınız Elif’le?” diye sordum. Başını salladı. Akıllı uslu bir çocuktu. Matematik sorularını çözüyordu. 


“En sevdiğin arkadaşın mı yoksa?” 


Yeniden başını salladı. 


“Başka arkadaşların da var mı?” 


Yine başını salladı ama bu kez bana da baktı. Kalemin ucunu ısırdı. Kesin onlarla maç yapacak diye geç de geliyordu… “En çok Elif’i seviyorum ama,” dedi çocuk. Lüle lüle saçları vardı. Burnunun üzerinde de biraz çil. Gülümsemek istedim ama uzun boylu bir adamın gölgesi düşünce gülümseyemedim. Ecevit sanırım o küçük sandalyelere oturmaya cesaret edemedi, köşeden bir sandalye çekti ve masanın başka bir köşesine oturdu. Ona bakmıyordum. “Çay içer misiniz?” diye sordu Elif. Başımı salladım gülümseyerek. Ecevit de sanırım beden diliyle onayladı. Küçük kız hepimiz önüne önce pembe altlıkları sonra bardakları koydu. Küçük pembe çay bardaklarından çay içecektik. 


Çaydanlığıyla özenle çaylarımızı doldurdu. Tuna, “Bana yok mu?” diye sordu. Elif başını salladı. “Sen içtin ya hakkını. Bitti. Bunlar misafirlerimize.” 


Biz onların misafirleriydik. 


Kalan kurabiyeleri de koydu ortamıza. Sonra geçti oturdu. Kendisinin hakkı bitmemişti sanırım. O da bize eşlik etti. “İçebilirsiniz, çok sıcak değil,” dedi. Ne Ecevit ne de ben elimizi uzatamıyorduk. İlk birbirimizden bekliyorduk belki. 


“Siz çok senedir mi arkadaşsınız az senedir mi?” diye sordum. 


İkisi de aynı anda “Çok senedir,” dedi. Hatta Elif elini bile kaldırdı, beş parmağını gösterdi. Küçük parmakları çokluğu belli etmek için açılıyordu, bir kedi patisi gibi açıyordu elini. 


“İçsenize çayınızı,” dedi yine Elif. Cesaret ettim, elimi uzattım ve bu Ecevit’le aynı ana denk geldi. Ne zamanki aldım elime o bardağı, dudağıma götürdüm, dudaklarım da yedi yaşında gibi titredi. Zorlukla gülümsedim, öyle kontrol etmeye çalıştım dudaklarımı. 


“Çok güzel olmuş,” dedi Ecevit. “Sen mi yaptın?” 


Elif minik dişlerini göstere göstere gülümsedi ve sanırım kıyamadı arkadaşına, kendi bardağını Tuna’ya doğru tuttu. Ona da bir yudum aldırdı. “Ellerine sağlık,” dedi Ecevit. 


“Kurabiyeleri de beraber yaptık,” diyerek Ecevit’in önüne uzattı. “Bana yardım etti,” dedi ve Ecevit bendeki yayları koparacak bir şey söyledi. 


“Eder.” 


Dudaklarımdaki titrekliği gizlemek için bir yudum daha içtim ama gizlenmiyordu sanırım. Dişlerimi sıkıyordum, kendimi sıkıyordum ama olmuyordu. Ederdim… “Sen okuldan erken gelseydin sen de yapardın daha çok kurabiyemiz olurdu,” diye kızdı Tuna’ya. İçinde atamadığı bir öfke vardı hissedebiliyordum. 


“Ya olmuyor öyle olmuyor,” dedi çocuk. Ellerini saçlarına daldırdı. “İstediğim zaman çıkmama izin vermiyorlar ki!” 


“Yooo…” dedi uzata uzata. “Veriyorlar.” 


“Sen nereden biliyorsun? Sanki hiç okula gittin.” 


“Gittim!” 


“Yalan söyleme Elif!” 


“Baba,” diye bağırdı ileriye doğru. “Ben okula gitmedim mi bir kere abimle? Gitmedim mi baba?” 


“Bir kere gittin,” dedi adam. “Bak gördün mü? Çıkmak istediğimde de çıktım.” 


Tuna’yı kızdırdı bu sözler. Parmaklarını saçlarına geçiriyordu, oflayıp pufluyordu. Hiç anlaşamıyorlardı sanki ama onlar kadar anlaşan da yoktu. Öyle biraz kavga edince Elif’in eline çayı döküldü. Olmayan çayı ama varmış gibi tepki verdi. Aynı tepki Tuna’dan da geldi. “Bak gördün mü yaktın elini?” 


“Firuze yakacaksın kendini! Yaklaşma sobaya! Bak gördün mü yaktın elini!” 

Bu daha fazla izleyebileceğim bir an değildi. İki küçük çocuğun yanında daha çocuk olmamak için kalktım yerimden. Kimseye de bir şey demedim. Dönüp bakmadım bile çıktım dükkândan. Ecevit’in koluna tutunmadım ama düşmeden indim merdivenlerden. Çıktım çarşıdan ama uzaklaşmadım. Parmaklarımı alnıma bastırdım. Sus, sus, sus. Herhangi iki çocuk. Sus. Hatırlamadı bile belki o. Çocuğu kırmamak için geldi oturdu. Hem hatırlasa ne olurdu ki? Anımsasa ne olurdu? Kaldırımın köşesine çöktüm. 


Zoruma ne gidiyordu? İki küçük çocuğu mu kıskanıyordum ya da onların da sonunu mu merak ediyordum? Elif yalan söylemek zorunda kalmayacaktı, Tuna’yı da ondan hiç almayacaklardı. Sonra ne olacaktı peki? Nasıl devam edecekti hayatları? Tuna’nın hiç en sevdiği arkadaşı başkası olacak mıydı? Ya ben bunları niye merak ediyordum? Önce o mezuniyet şimdi de bunlar. Ne saçma meraklardı bunlar. Bunca duygunun arasında bir de merakla uğraşamazdım ben. Merak etmek istemiyordum. 


Kaldırımda yanıma birinin çöktüğünü, “Barıştılar,” dediğinde fark ettim. Beni korkutmadı bu. Sadece ağlattı. Barışırlardı zaten. Ne olursa olsun barışırlardı. 


“Küs kalamazlardı zaten,” dedim. 


Cevap vermedi. 


Sigarasını yaktığını çakmağın sesiyle anladım. Kaldırdım başımı ona baktım. “Bana da sigara verir misin?” Ecevit bu teklifimle duraksadı, içmedi yaktığı sigarayı. Elimi uzattım versin diye. 


“Bu sonuncuydu. Kalmadı,” dedi. Yalan söylüyordu. Benimle sigarasını paylaşmıyordu. Elim yumruk oldu da indi aşağıya. Başımı geriye doğru attım ve gökyüzüne baktım. Bana sigara versin istiyordum. 

“Tuna büyüyünce ve sigara içince, Elif istediğinde ona verecek ama,” dedim. Bunun ne demek olduğunu biliyor mu emin bile değildim. Onları bize benzetti mi bilmiyordum bile. Bilmemek çok zordu. 


“Vermeyecek Firuze.” 


“Verecek Ecevit.” 


“Vermeyecek.” 


Yine de ikna olmuyordum. Ne olursa olsun o versin istiyordum. Son dal sigarasını yanımda nispet yaparcasına içti bitirdi. Telefonu çalmasa buradan ne zaman kalkardık bilmiyorduk. “Müşavir arıyor,” dedi açmadan. Telefonu kulağına dayadı. Islak kirpiklerim üşüyordu. “Biz çarşının kapısındayız zaten. Bekliyoruz tamam.” Adam telefonda söylemeyi tercih etmedi galiba. Biz yine de kalkmadık. Konuşmadık da. Bazen geçen insanlar bize bakıyordu ama ikimiz de umursamıyorduk. Ne zamanki adam gözüktü, “Siz niye dükkâna geçmediniz?” diye sordu öyle kalktık. 


“Burası da iyi. Ne buldun abi sen? Döndü mü savcı?” diye sordu. Yine de ayakta konuşmak adamın içine sinmedi, içeride alt katta kalan bir esnafın dükkanından üç alçak tabure aldı ve oturttu bizi. 

“Aradı konuştuk, ben de eski defterlerimi kurcaladım. Çok defter vardı. Çabucak bulamadım. Beklettim sizi de.” 


“Hiç önemli değil, ufacık bir şey buldum de bana yeter.” 


Adam ceketinin iç cebinden siyah deri bir defter çıkardı. “Savcıyla görüştüm, benim emekliliğimden sonra savcı da değişmiş. Benim bu dosyada çalıştığım savcının ismi Ahmet Yıldırım’dı. Sizin avukatın gördüğü dosyada savcı kimdi biliyor musunuz?” 


“Yılmaz Çolak.” 


Ben bakmamıştım savcı ismini ama Ecevit tekte söyledi. Adam başını salladı. “Davanın savcısı değilmiş. İddianame de yeniden yazılmıştır. Ben bana ulaşan adama kendi bildiğim dosya üzerinden bilgi verdim. Tezde bu dosyanın ilk halinden bilgi var yani. Bir yanlışlık yok.” 


“Bir dosyanın savcısı niye değişir?” diye sordum ben. Evdeki bazı konuşmalar geliyordu aklıma. Babam kendi lehlerine açılan davalarda ya da onların açtığı davalarda savcının kim olduğunu konuşurlardı. 


“Savcı kendisi isteyebilir ya da başkaları, o dosyanın başka savcının elinde olmasını ister.” 


“Tanıklar yeni savcıda yeniden mi dinlenir?” 


“Bu savcıya kalmış. Bakar, kafasına yatmayan bir şey olur yeniden çağırır istediğini. Ya da önceki ifadeyi kabul görür,” Adamın yüzünden anlayabiliyordum. O işin içinde ne döndüğünü tahminimce anlamıştı ama bize açık açık söylemiyordu. Biz kısım kısım alıyorduk. 


“Peki bir ifadeyi dosyadan çıkarır mı?” dedi Ecevit. Adam başını iki yana salladı. “Konuştuk bunu, mantıklı bir sebep bulamadık. Bunun için akla gelen bir dayanak yok.” 

Bu olayın ucu Melike’ye dayanacak mıydı bilmiyordum ama göz göre göre bir suç örgütünün lideri korunuyordu. Bu işin sonu Melike’ye varmasa bile başka çocuklara varacaktı ama içimden kuvvetli bir his varacağını söylüyordu. Melike neredeydi? Bunca yıldır bu kızın ne ölüsü ne dirisi bulunmamıştı. Neredeydi? 


“Peki hatırladığı bir şey oldu mu dosyayla alakalı savcının?” Madem bu adam yirmi sene öncesini bile hatırlıyorsa seneler önce elinden alınan dosyayı da hatırlıyordu. “Gizli tanık demiştiniz. Aynısını savcı da hatırladı mı?” diye ekledi Ecevit soruma. Adam defteri açtı. Çok kalabalık, satır satır dolu bir defterdi. 


“Bir gizli sanığı sadece savcı ve kâtibi dinler. Bir de bakanlık ilgileniyorsa, hukuk müşaviri görür gizli tanığın ifadesini. Başka da kimse bilmez,” dedi adam. Bu demek oluyordu ki bir gizli tanık varsa bizzat bu savcı dinlemişti. Kalbim ağzımda atmaya başladı. Adam eliyle bir noktada durdu. Okuyamadım ama söylediği daha önemliydi zaten. 


“Altmış üçüncü ifade gizli tanığa ait. Bizim ilgilendiğimiz dosyada gizli tanık vardı.” 

Elimin ayağımın boşaldığını hissettim. Gizli tanığın ifadesi göz göre göre çıkarılmış, hatta o tanık yüzünden savcı mı değiştirilmişti? Altmış iki ifade vardı. Gizli tanık yoktu aralarında. İddianamede de yoktu içinde de. 


“Kimdi o gizli tanık hatırlıyor musunuz?” 


“Ecevit bak, bizim hatırladıklarımızla bir yere varacak şey değil bu. Bunu gidin avukatınızla konuşun. Bu tezi ortaya atın. Gerekirse ben gelirim anlatırım. Dosya bizim elimizdeyken bu vardı diye, savcı da…” 


“Hatırlıyorsunuz,” dedi Ecevit söylediği diğer şeyleri umursamayıp. 


“Bak evlat…” 


“Senin de torunun var,” dedi Ecevit. “Çoluğun çocuğun var. Ben yine gidip dediklerini anlatayım ama bu durumda sadece yargıya güvenmemi bekleme. Gizli tanık kimdi.” 


“Adı üstünde,” dedi adam. Söylemek istemiyordu. 


“Bakın zaten o ifade artık yok. Ne gizli ne de değil. Artık o ifade yok. O ifade gizlenmedi yok edildi. Şu an bunu söylemeniz etik dışı bir hal olmayacak, zaten hali hazırda ortada bir hukuksuzluk var.

Bakın lütfen. Yalvarıyorum size. Bizi bu duruma yapılan hukuksuzluk düşürdü zaten. Şimdi bizden sadece hukuktan medet ummamızı beklemeyin,” Adama yaklaştım. Gözlerinin içine bakıyordum. Yalvarıyordum adeta. “Melike daha bebekti. Annesizdi. Babasını da kaybedince kimlerin eline düştü bilmiyoruz. Daha bebekti. Bir anne babaya muhtaçtı. Lütfen. Bakın bizden ne gizlenirse o bebeğin günahına olur. Lütfen. Kimdi o gizli tanık. Siz hali hazırda gizlemeniz gereken bir şeyi gizlemiyorsunuz ki bizden. Zaten yok edilmiş bir bilgi. Yakup Bey lütfen, yalvarıyorum size.”


Neredeyse ağlayacaktım. Bu adamdan bir şey duyana kadar yemin ederdim ki ayrılmayacaktım yanından. Yakasına yapışacaktım, kapısından ayrılmayacaktım. Adam dudaklarını yaladı, soluklandı.


“Bak bu tanığın olması aklına kötü şeyleri getirtmesin,” dedi Ecevit’e bakarak. Kalbim daha hızlı çarpmaya başladı. O kadar korkunçlaştı ki her şey artık gözümün önünü göremiyordum.


“Kim?” diye sordu Ecevit.

Adam sabır çekti. Ne olabilirdi onu bu kadar zorlayan? İki taraftan sarmıştık adamı nefes bile almıyordu. “O dönem bu adamla ilişkisi olduğunu söyleyen bir kadın,” dedi ve bir zelzele başlattı.


“Gizli tanık oydu. Hatırlıyorum ben de az çok. Savcının söylediğine göre kurcalanacak şeyler söylemiş, eğer ki o kalsaydı davada seyir değiştirecek bir ifade almış. Görev yeri değişmiş sonra takipçisi olamamış. Kadın,” Adam durdu. Ecevit’in aklına nelerin geleceğini tahmin ediyordu ama biz onun neyi söyleyeceğini tahmin edemedik. Zelzele şiddetlendi, yıkım başladı. Ecevit’i bu ihtimalle nasıl yaşatırdım bilmiyordum.  “Genelev patronuymuş.”

5 Yorum


Zehra Gülmüş
Zehra Gülmüş
06 Kas

Ağlamaktan gözlerim öldü ama Ecevit firuzeye kızmadı ona gülümsedi evcilik oynadılar ve umarım Tuna ve Elif birlikte büyürlet ve harika bir gelecekleri olur birde nolur melikeye düşündüğüm şey olmuş olmasın nolur...

Beğen

gamzex55x
19 Tem

Ecevit’in gülüşünü okumak ruhuma iyi geldi üstelik Firuze’yle birlikte güldü … birlikte evcilik de oynadılar hala çok iyi iki oyun arkadaşılar of dayanamıyorum of çocuklarım of

Beğen

gamzex55x
19 Tem

🙏🏻nolur hepimiz yanlış şeyi düşünmüş olalım🙏🏻 of of hangisine üzüleyim yerim kalmadı hangisine

Beğen

gamzex55x
19 Tem

Fransız baget ekmeği gibi ecevitsizim

Beğen

nisa kılıç
nisa kılıç
18 Tem

Benim başım eğilmedi benim başım koptuuuuuu koptuuuuuuuuu

Beğen

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

  • Facebook
  • Twitter
bottom of page