XXI- masumiyet karinesi
- Dilan Durmaz
- 3 gün önce
- 30 dakikada okunur
Biz geldik!
Kısa bir bölüm olsa da, hikayenin gidişatı için çok önemli ve kartları yeniden dağıtacak bir bölümdü.
Oy verip yorum yapmayı unutmayın olur mu? Keyifle okuyun.
***
Tolstoy, “Devlet, şiddeti örgütlemiş bir topluluktan başka bir şey değildir,” dediği için belki babam, benim fikirlerimi duyduğunda bana öfkeyle bakarken ‘Evimde bir Tolstoy yetiştirmek yapmak istediğim son şey,’ der.
Baba demiştim, siz insanlar yalnızca sizi desteklesin istemiyorsunuz, siz; sizi desteklemeyen insanlar da sizi, sizin istediğiniz gibi desteklemesin istiyorsunuz. Farkındasın ya da değilsin siz insanların oyunu kaybetmiyorsunuz, nefretini kazanıyorsunuz. Çünkü size oy vermeyenler sizden nefret etmezse size oy verenler de size tapmaz. Size tapmadan verilen her oyun da günün birinde elinizden kayıp gideceğini biliyorsunuz. Tapılmayı istediğin kadar nefreti de istiyorsun. Bir siyasetçisin ama aynı zamanda bir babasın ve bir eşsin. Madem siyaseti bu kadar gözü kara sahiplenecektin neden evlendin? Kimse nefretinde de sevgisinde de bizi ayırmıyor senden.
Babam gözlerimin içine bakarak gülümsemişti ve pişkince demişti ki, ne mutlu size o halde, bunca insan sizi de tapacak kadar çok seviyor. Halbuki ben tanımadığım insanların bu gözü kara sevgisini hiç istememiştim ama ben tanımadığım insanların nefretinden hep korkmuştum. Gönül bağı kurmadığınız hiçbir sevgi size dokunmaz ama bir yabancının nefreti size bu hayatı zehredebilir.
Zehir zemberek hayatımda daha fazla nefret benim için taşınabilir bir şey değildi.
Ecevit’in güçlü kolları ve kuvvetli gövdesi benim üzerime siper olsa da kalabalık öylesine büyük ve hırçındı ki, bana ulaşmayan her parça ona, onu geçen her parça bana geliyordu. Babamın hiç umursamadığı o nefret üzerime kusuluyor ve bir şeytanı taşlar gibi üzerime öfkeyle ne olduğunu seçemediğim parçalar atılıyordu. Belki bunu yapan o kalabalığın azımsanacak kısmıydı ama nefret çok güçlüydü. Tek bir kişinin attığı taş bedenimde on farklı noktadan sekebilirdi. Kalabalığın içinden hem Ecevit’in hem de başka insanların, diğerlerine durmaları için bağırdığını duyabiliyordum ama hareket etmeden durmaktan başka yaptığım hiçbir şey yoktu.
Bir noktada, ben on binlerce kişinin nefretinin altında ezildiğimi hissettikten sonra dursunlar diye bağıranların sesi, diğerlerinden daha fazla duyulmaya başladı. Kargaşa arttı ben üstümde tepinecek nefret artacak sandım ama öyle değildi. Ecevit kollarını bana sıkıca sarmıştı ama ben yine de, Ecevit’e rağmen bile boşlukta sallanıyordum. Ya o beni sandığım kadar sıkı tutmuyordu ya da ben ona tutunmuyordum. Yüzüm Ecevit’in yanağına düştüğünde göz göze geldik. Dehşetle bana bakıyordu. Şakağımın altında dolandı eli, “Firuze,” dedi. Gözlerimi açıp kapattım, yanıyorlardı. Çok üşümeye eş zamanlı titremeye başladım. Sadece Ecevit’in kahverengi saçlarından daha koyu bir renkte olan gözlerine bakıyordum. Gözlerimi bir açıp bir kapatıyordum, başka bir şey görmüyordum.
Beni nefret öldürecekti.
Nefreti duyan değil ama nefretin tükürüldüğü kişi çok yaşamazdı sanırım.
Ciğerlerim batıyor, gözlerim yanıyordu. Öksürüyordum ama bedenimin sarsıldığını hissediyordum, öksürüğümün sesini duymuyordum. Ecevit beni iki büklüm kaldığım noktadan tek hamleyle kucakladı, bedenimi kucağında küçültebildiği kadar küçülttü. Bir top gibi toplanmak istedim ben de ama yapamadım. Gözlerim çok yanıyordu, açık tutamıyordum artık. Bedenim yumuşak ve biraz sıcak bir yere konuldu, başım Ecevit’in gövdesinden ayrıldı ve başka bir noktaya sabitlendi. Belki konumum düzeldi diye bilmiyorum ama boğazımdaki yangı arttı. Elimi boğazıma atıp tırnak geçire geçire kaşımak istiyordum, sadece öksürebiliyordum. Tırnaklarımı boğazıma batıramadım ama dizlerime batırdım. Yanağımdan gerdanıma doğru sıcak bir sıvı akıyordu ve ensemde şiddetli bir ağrı vardı. Gözlerim çıkacak kadar yanıyor ve batıyordu. Sıkı sıkı kapattım.
“Abi suyla silme al bunu kullan,” dedi genç bir erkek sesi.
“Gözüne de sürebilir miyim?” diye sordu Ecevit. Devamını duymadım. Ecevit elini yanağımın altına koydu ve yasladığı yerden kaldırdı. “Firuze aç gözlerini,” dedi.
“Kaşı patlamış galiba,” dedi, sanırım az önceki sesti. Ecevit zorla açmaya çalıştı gözlerimi. Biraz aralandı ama hiçbir şey göremedim. Kapkaranlıktı. Gözlerimi öyle sıkmıştım ki yanmasalar da çok zor görürdüm zaten. Ecevit bir sıvıyı, su gibi hissettim ama sanırım değildi, avucuna döktü ve gözlerimi yıkadı. Ağız dolusu küfretti, başı yüzüme yakın yerlerde dolanıyor, hızla gözlerimi yıkıyor, kaşıma yumuşak bir dokuyla baskı yapıyordu. Dakikalarca çabaladığında, ona destek olmak istedim ve kaşımdaki elinin üzerine elimi koydum. Sanırım kan akıyordu, onu engellemek istiyordu. “Sıkıca bastır Firuze,” dedi ve ellerimiz yer değiştirdi. Elini elimin üzerine koydu, istediği baskıyı gösterdi ama elini çektiğinde onun kadar sıkı tutamıyordum artık. Sanırım onun da gözleri yanıyordu. Göz göze gelmek çok mümkün olmadı. Küçük gözleri daha da kızarmış, yaşarmış ve minicik kalmıştı.
Gözümü yıkadığı sudan hallice sıvıyı avucuna döktü ve arabanın dışında kendi gözlerini ovuşturdu.
“Abla iyi misin?” diye sordu biri bana ama sadece Ecevit’i izliyordum. Bedenimde korkunç bir sakinlik vardı. Dengem yerinde olsa, bilincim daha açık olsa bu sakinliğin sebebini anlayabilirdim ama o noktaya çok uzaktım. Ecevit yüzüne çarptığı iki yudum sudan hemen sonra bana döndü yeniden. Sabit durmayan başımı iki avucunun arasına aldı, “Sakin ol,” dedi. “Nefes al. Sakin ol, gözlerimin içine bak Firuze.”
Gözlerinin içine baktığımı sanıyordum halbuki. Şakağımdaki elim çok bitkin düştü bırakmak istedim ama izin vermedi. Elini elimin üzerine siper etti, boynumdaki ağrıyla inledim. Başımı eğdim. Ağrının olduğu yeri tekte seçti ve elini bu kez boynumda gezdirdi. Zannımca kan aradı ama keskin bir acı değildi hissettiğim, amansız bir ağrıydı. İçin için sızlıyordu.
“Oynatma başını, hastaneye gideceğiz,” dedi. Üzerindeki kabanı tek çırpıda çıkardı. Başımı koltuğa yasladı ve kapımı kapattı. Sürücü koltuğuna geçerken üzerime doğru uzandı boylu boyunca çıkardığı kabanı cama doğru yasladı ve başımı da kabanının üzerine sabitledi. “Hareket etme tamam mı?”
Sözlerinden hemen sonra kemerimi bağladı hızla ve kendi kapısını da kapattı. Gözlerimi kapattım. Ecevit arabayı yavaşça hareket ettirirken kalabalığı, işin doğrusu kalabalığın gözündeki o nefreti, görmek istemedim.
Hayatımda daha fazla nefreti kaldırabilecek bir halde değildim. Yeterince nefret edenim vardı zaten. Buna en sevdiğim insanlar da dahildi.
Ecevit durmaksızın konuşuyor, söyleniyor ve kızıyordu. Gözlerimi açmadım ama içimde yüz kollu bir canavar geziniyordu. Yüz tane el, kalbimi, midemi, ciğerlerimi, kollarımı ve bacaklarımı sarıyordu. Kan akışını engelleyecek kadar sıkıyordu. Kangren olmak üzereydi her bir parçam. Yüz el birden kalbime dolandı ansızın. Kendimi sıktım, sakin ol. Sakin ol Firuze, nefes al. Kulaklarım uğuldamaya başladı. Ucu bucağı olmayan, derinliği ölçülemez, hırçın dalgalarla içindeki her şeyi yutan bir okyanusun içine düştüm. Su beni dibe çekiyor, burnumdan ve ağzımdan suyu yutuyor ve yüzmeyi hatırlamıyordum. Kalbim korkunç bir hızla atmaya başladı. Şakağımdaki elimi boğazıma götürdüm. Su yutmaya devam ediyor, koca okyanusta kaçacak bir delik sığınacak bir liman bulamıyordum.
“Ecevit,” diye seslendim.
Kalp krizi geçiriyordum. Ölecektim.
Beni duymadı ya da suyun altında sesim duyulmuyordu. Boğazıma o yüz elli canavarın yüz birinci eli gibi yapıştım, nefes alamıyordum ve vücudumun belli noktalarında kalbim atıyordu sanki.
Boynumda, bileğimde, gözümde ve bacağımda. Kalp krizi geçiriyordum. Gözlerimi açtığımda bir okyanusun dibinde olduğumu gördüm. “Ecevit,” dedim tekrardan. Boğuluyordum. Ölecektim.
Ölümden kaçmak istemiyordum ama boğularak ölmek çok zordu. Çok acılıydı. Ölüme giden o yolu yürümek istemiyordum. Göğsümde atan kalbim durmuş, bedenimin diğer noktalarında atan kalp atışlarıyla direniyordum sanki. Kendi hırıltılarımdan başka bir ses duymaz oldum. Parmaklarım birbirine dolandı, çenem tir tir titrerken kilitlendi ve soğuk soğuk titremeye başladım. Nefes alamıyordum, okyanusun üstüne başımı bile çıkaramıyordum.
Bir okyanusun dibindeydim ya da on aslanla aynı odadaydım. Kaçamıyordum. Kalp krizi geçiriyordum. Ölecektim. Bu sefer ki bambaşkaydı. Kalbim içinde biriktirdiği tüm atışları kullanıyordu ve son kez atıyordu. Hissediyordum bu öncekilere benzemiyordu, ölüyordum.
Bacaklarım sarsıla sarsıla titremeye başladı. Göğsüm inip kalkıyordu. Bir el elime dolandı, saçlarımı itti yüzümden, yüzüme dokundu ama varlığını hissedemiyordum. Ruhum bedenimden kopmuş üç adım uzağıma ulaşmıştı sanki. Fiziksel her temas ona varmıyordu çünkü bir ölüye dokunuluyordu. Bir zaman sonra benden geriye bir tek çırpınışlarım kaldı. Okyanustan kurtulamayacağımı anladım, aslanlara yem olacağımı kabullendim ve ölümü bekledim. Bedenim çırpınıyordu ama ben durmuş, acının bitmesini bekliyordum. Gözümün önüne varla yok arasında bir erkek çocuğu ve büyümüş bir adam geldi. Elimi onlara uzatsam da varamıyordum. Onlar bana elini uzatmıyordu.
Ölüyordum.
***
Zihnimin kirli bir su kadar bulanık olduğu, rüya mı yoksa halüsinasyon mu gördüğüme emin olamadığım, bir toz bulutu içinde yürüyor gibi hissettiğim bir zaman diliminin içindeyim. Kırmızı bir havuzun önünde otururken ayaklarımı havuza sarkıttığımı ve bir yaz tatilinde yüzme bilmeyen bir çocuk gibi davrandığımı anımsıyorum ama bunun rüya olduğuna emin değilim. Ayaklarımı kırmızı havuzun içinde bir ileri bir geri sallarken kan kırmızı renk bacaklarıma kadar ulaşıyordu. Uykuyla uyanıklık arasında bir noktada sallanıyorken bunu görüyor muydum hayal mi ediyorum emin değilim.
Ağzımda çok çirkin bir tat vardı. Kollarım ve özellikle bacaklarım o kadar yorgundu ki biçare düşmüştüm. Bir atlet olmalıydım ve bir yarıştan çıkmalıydım. Yorgunluğumu bu şekilde açıklayabilirdim ancak. Burnum ve ağzımın kapatıldığını ama bunun bana zarardan çok yarar verdiğini farkında olsam da varlığı rahatsız etti, ne olduğunu bilmeden onu çekip atmak istedim.
Halbuki bana oksijen desteğini sağlayan oydu. Konsantratörü ağzımdan çekip alacağım sıra varlığından bile haberdar olmadığım bir başka el bana engel oldu. Gözlerimi bir açıp bir kapatıyor, beyaz ışıkla aydınlanmış tavanı izliyordum.
O tavanın bir kısmına Ecevit’in yüzü düştü. Yüzüm ağlamakla gülümsemek arasında birkaç mimikle kıvrıldı ama ikisini de yapamadı. Mırıldandım, ne söylediğimi anlamadım. “Hayır, onu çıkaramazsın,” dedi sakince. Elimi tuttu ve karnımın üzerine geri koydu. Sanırım aynı elimde damar yolu vardı, sızlıyordu ince ince. Gözlerimi kapattım ve bir süre yorgunca bekledim. Ciğerlerimdeki acı çok yoğun değildi ama bana ne kadar yoğun olduğu anları hatırlattı. Yaşadıklarım kısım kısım düşüyordu zihnime. Kokoreç yediğimi hatırladım. Sonra maskelerimi Ecevit’e takmaya çalıştığımı, yerde can çekişen kıza su şişesini açtığımı ve sonra… Bana ardı ardına fırlatılan şişeleri anımsadım. Onları anımsayınca ağrıyan her nokta ayrı ayrı varlığını hissettirdi. İnledim.
Boynum, başım, kaşım ve belim, kollarım, bacaklarım… Gözlerimi açtım ama sabit tutamayıp geri kapattım. “Sakinleştirici verildi,” diye uzaktan ama Ecevit olduğuna emin olduğum o ses fısıldadı. “Gözlerini açık tutmak için zorlama, uyu.”
Korkunç bir uykuyla beraber, dinginlik vardı ama kalbim hâlâ yavaş atmıyordu. Gözlerimi zorlukla açtım ve aynı konumda duran yüzüne baktım. “Ağzım çok çirkin,” diyebildim. Tam olarak kendimi ifade edecek kadar kelimem de takatim de yoktu.
“Kustun,” dedi ama o, anladı beni. “Doktorun gelince su içebilir mi diye sorarız. Kapat gözlerini şimdi.”
Bir okyanusa düşmemiştim ya da on aslanla aynı odada kalmamıştım. Yaşıyordum, kalp krizi de geçirmemiştim. Bunların sonucunda, bu bitkinlik hissi de beni tek kapıya çıkardı. “Panik atak mı geçirdim?”
Ecevit’in yüzünü görebilmek için biraz daha zorlayıp açtım gözlerimi. Ecevit uzun uzun, ki bu beni çok zorluyordu, yüzüme baktı ve başını salladı. Vücudumda oksijen tükenmiş olmalıydı ve bu aynı sakinleştiriciyse beni günlerce kopuk kopuk uyutacaktı. Gözlerimi kapattım ve dudaklarımı açıp kapattım bir süre. Ecevit’in çok yakınımda olduğunu hissediyordum ama bu bir yanılgıydı belki de. Emin olamıyordum. Çok geçmeden, gözümün önünde son kalan Ecevit’in görüntüsünü, kapalı gözlerim ardında bir uzayıp bir inceldiğini izleyerek kendimden geçtim. Zaman kavramı tümüyle yok olmuştu. Belki üç dakika sonra belki üç saat sonra mesanemdeki baskıyla yeniden uyandım.
Bacaklarımı birbirine bastırdım, kendi adımı bile unuttuğum birkaç saniye geçirdim ve kime sesleneceğimi şaşırdım. Mırıldanadurdum. Ecevit, “Efendim?” dediğinde bir bulutun üzerinde ya da bir uzay boşluğunda yapayalnız olmadığımı anladım.
“Çişim geldi,” dedim. Öylesine çırılçıplaktım ki, kelimelerimi üzerini kapatarak ya da daha örtülü şekilde söyleme içgüdüm yoktu. Tuvalete gitmem lazım demeyi akıl edemiyordum o an.
“Çişin mi geldi?” diye sordu o aynı şekilde. Birkaç saniye sessizlik oluştu sonra, “Dur, bekle,” diyerek sanırım kalkıp gitti yanımdan. Gözlerimi uykuya dalarım korkusuyla kapatmıyordum, dalarsam altıma kaçırırdım biliyordum. Çok kısa bir vakit sonra, “Tuvalete gitmesi gerekiyormuş,” dediğini duydum onun yeniden. Başımı yavaşça çevirdim ve beraber geldiği hemşire kadına baktım.
“Geçmiş olsun,” dedi kadın bana bakarken. Gülümsemeye çalıştım ama olmadı. Her yerim o kadar yorgundu ki tek bir hatayla dönülmez kazalara yol açmaktan korkuyordum. Altıma kaçıramazdım.
“Ben şimdi serumunuzu durduruyorum. İşinizi halledince devam edeceğiz. Önce serumu çıkardı sonra ağzımdaki aleti, boynumdan lastiğini ayırarak aldı. İki kişinin yardımıyla oturur pozisyona geçtim. Ayakkabılarımı giyecek kadar eğilmek istemiyordum. “Başınız dönecek, biz yardımcı olalım,” dedi kadın.
“Ayakkabıya gerek yok ben çorapla basarım,” dedim bitkin bir sesle. Nefes almak imkânsız değildi ama zordu. Göğsüm de titriyordu. Damar yolu olmayan elimi yatağa bastırdım ve çorabımla yere basmak istediğimde “Tamam,” dedi Ecevit ve tek kolunu bacaklarımın altına tek kolumu sırtıma koydu, beni kucakladı. Bana nasıl büyük bir iyilik yaptığını bilmiyordu. Atak vücudumun verdiği tepkilerden anladığım kadarıyla bitmiş sayılmazdı. Şiddetli değildi ama benimleydi.
Kollarımı Ecevit’in boynuna sardım. Beni birkaç adımda odanın içindeki lavabonun içine bıraktı ama ellerini çekmedi bedenimden. Sıkıca tuttum onu. Dengem şaşmaya başladı şiddetle. “Başı dönebilir, içeride durabilir misiniz ben mi durayım?” diye sordu hemşire. Yutkundum. Tuvaletimi yaparken tek kalmak isterdim. Kesinlikle tek kalmak isterdim. Ecevit’le göz göze geldiğimde başımı iki yana
salladım gözlerini kaçırdı o da ama sanırım biraz yanlış anladı beni.
“Ben kalırım,” dedi. Tüm tuvalet ihtiyacım içime kaçtı. Bir şeyler söyledim ama bu şiddetli bir itiraz değildi. Kimseye ulaşmadı. “Hadi Firuze,” Klozetin kapağını açtı ve beni yavaşça bıraktı. “İşin bitince bitti de.”
“Ecevit…” dedim. Bunu istemiyordum. Bu halde bile deli divane utandım. Halbuki bir duyguyu şiddetli hissedecek halde değildim. Yine de çok utandım.
“Arkamı döneceğim, kapıya yaklaşacağım. Hadi. Başın döner düşersin.”
Bu çok… Utanç vericiydi. Aynısı onun başına gelse? Elbette düşüp kalacağı bir noktada onu yalnız bırakmazdım ama sanırım o zaman da en büyük utancı ben yaşardım. Ortalığa bakındım ve lavaboyu gördüm. “Suyu açalım,” dedim. Tıpkı onun evindeki gibi. Döndü suyu sonuna kadar açtı. Tamam sesi hiç de az değildi. Arkasını döndü kapıya yaklaştı. Üzerimdeki pantolonu indirdim ve oturdum. İşim bitene kadar o su sesi yetmedi bana sık sık sifonu da çektim. “Her şey yolunda mı?” diye sordu bir noktada. O kadar çok ses çıkarıyordum ki sifondan sesimi duysun diye tüm gücümle, “Evet!” dedim. Elimden geldiğince hızlı şekilde bitirdim işimi, bir kez daha suyu boşalttım ve kalktım, pantolonumu çektim.
Misafir çocuğu gibi, “Ecevit bitti,” diye haber verdiğimde temkinli adımlarla bana döndü. Sadece yüzüme bakarken sallandığımı hissettim. İki adımda bana varmasa yere ya da klozetin üzerine çökecektim. Elini belime koydu sabit tuttu beni. Lavabonun suyu akıyordu. Oraya gittik, Ecevit suyu biraz kıstı. Aynadan kendime bakmaya korktum. Bakmadım da. Damar yoluma su gelmeden önce yıkadık sonra kuruttuk. Tüm bu eylemlerin öznesi sadece ben olursa çok büyük bir bencillik olurdu kesinlikle. Bunlar ayrı ayrı bizim yaptıklarımızdı.
Suyu kapatmadı. “Gel ağzını çalkala,” dedi ve avucunun içine su doldurdu. “Hadi Firuze,” Başımı eğdim, dudaklarımı avucuna temas ettirmeden biraz su çektim ve geriye çekildim. Ağzımı çalkaladım ve geri boşalttım suyu. Ecevit tekrardan avucunu suyla doldurdu, yine ağzıma yaklaştırdı. Aynı hareketi bir kez daha yaptım. Kendi ellerini yıkamadan önce bana kâğıt havlu verdi. Ağzımı sildim ve onun da ellerini yıkamasını bekledim. Kendi ellerini de kurutunca ben yürüyerek geri dönerim sandım ama hayır öyle olmadı. Kapıyı açtıktan sonra beni yeniden kucakladı. Kollarımı boynuna sardım, başımı omzuna yasladım ve üç dört adım çabucak bitti. Yatağa bıraktığında beni, hemşire yaklaştı bana.
“Susadığını söyledi,” dedi Ecevit arkamızdan.
“İçebilirsiniz. Hemen takıyorum serumunuzu.”
Kadın serumu ben otururken pozisyondayken taktı. Ecevit bizden uzaklaştı ve çıktı odadan. Gözlerimi açıp kapatıyor ve derin derin soluklanıyordum. “Kalbim çok hızlı atıyor ve başım çok ağrıyor,” dedim.
“Nabzınız 170, tansiyonunuz 21’le geldiniz. Kontrollü şekilde düşürülüyor. Başınızdaki ağrı da kaşınızın altında iki dikiş var. İz kalmayacak. Endişe etmeyin.”
Sanırım bu halde birinin dikkate alacağı son şeydi ‘endişe etmeyin’ tavsiyesi. İçim bulanıyordu. Kadın serumumu takana kadar Ecevit elinde bir şişe suyla geri geldi. Her şey başta normaldi. Kapağı açılıp bana uzatılan su şişesini tuttum ve dudaklarıma yaklaştırdım. O pet şişenin dokusu mu, şekli mi, hissi mi bilmem. Suyu içerken benim soluğumu kesti. Birkaç damla su ağzımdan çeneme doğru döküldü ve gözlerimi kapattım. Derin derin nefes almak için telkin ettim kendimi. Kapattığım gözlerimin ardında kesik kesik üzerime şişe atıldığı anlar canlanıyordu. Gözlerimi hızla açtım, “Nefes alamıyorum,” dedim hemşireye ardından Ecevit’e bakarken. Ecevit ne yapacağını bilemedi sanırım düşmeyeyim, kendimi yatağın boşluğunda geriye bırakmayayım diye tuttu beni.
“Yatıralım,” dedi hemşire ve Ecevit beni yavaşça yatırdı yatağa. Ellerim yeniden titremeye ve terlemeye başladım. Bu lanet olası şeyin geleceğini anlamak ama engel olamamak, çaresizce kadere boyun eğmek ve onu durduramamak ateşin içinde ölümü beklemek gibiydi. Hemşire sanırım doktoru çağırdı ve kırklı yaşlarda beyaz önlüklü bir kadını gördüm. Oksijen desteği verdiler ve dikkatimi dağıtmak için benimle konuşmaya başladı. Yaşımı, mesleğimi, en sevdiğim yemeği, rengi, kokuyu sordu. Soruları o kadar hızlı ama yerinde soruyordu ki dikkatimi dağıtmaya başladı. Herkesin benim çevremi sardığı yerden bu hastane odasına geri döndüm. En azından yaşayacağım şeyi büyük bir ustalıkla tamamen geçirmese bile, hafifletti. Gülümsüyor, her şeyin yolunda olduğunu söylüyordu. Gözlerimi baygın baygın açıp kapatıncaya kadar yanımdaydı, elimi tutup sıkmıştı. Gözlerimin çok güzel olduğundan bahsetti. Gülümsemek istedim ama yapamadım. Çevresinden bir iki kişiyle konuştu ama duyamadım. Kulaklarımdaki basınç korkunç şekilde artmıştı. Yoğun bir baskı hissediyordum. Gözlerimi kapalı tuttum, sırt üstü bir vaziyette yine kestiremediğim vakit kadar yattım.
Gözlerimin nemli olduğunu farkındaydım ama yaşlar aktığını bilmiyordum. Bir peçete gözlerimden kulağıma giden yeri yavaş yavaş silmeye başladı. “Ecevit,” dedim onun kim olduğunu bilerek.
“Her şey yolunda,” dedi kısık bir sesle. Bana çok yakındı ya da çok uzaktı. Ayırt edemiyordum.
“Hiçbir şey yolunda değil,” dedim inim inim inlerken. Omuzlarım sarsıldı, ağlıyordum ama ağladığımı bedenim şiddetli bir tepki gösterince ancak anlıyordum.
“Her şey yolunda,” dedi o tekrardan. Belki gerçekten artık her şey kısa bir zaman için yolundaydı ya da doktor ne yaptıysa onu yapmaya çalışıyordu kendi çabasıyla. Emin olamıyordum. Tek bildiğim, sakinleştiriciyle tamamen sakinleşmemiş bedenimin uyuştuğuydu. Bedenim uyuşuk, hislerim capcanlıydı. Bir savaş meydanının ortasındaydım, tüm sevdiklerimi kaybetmiştim ama ben yaşıyordum. Yaralıydım ama ölmek bilmiyordum. Biri beni gelip kurtarsın diye çırpınıyordum. Çok saçmaydı. Pes etmem gerekiyordu, o meydanda beni yaşama tutan şey içimdeki candı ama bu hastane yatağında buna sebep olan Ecevit oldu.
“Elimin üzerine yatmak ister misin?”
Bir lokma kuru ekmek ya bir bir yudum su o savaş meydanı için neyse, bu sorunun ant içerdim ki benim için bir farkı yoktu. Sırılsıklam olmuş gözlerimi araladım ve zorlukla onu gördüm. “Hı?” diye mırıldandım varla yok arasında. Bu hayal olabilirdi ya da duymayı istediğim şey. Ben uydurmuştum, biliyordum. Onun bana bakan gözlerine tutundum zorlukla.
“Başını yasla elimin üzerine,” dedi ve arkasında kalan sandalyeyi çekti. Sesi o savaşta benim düşmanımın değil de yanımda yatan başka bir yaralıya, kader arkadaşıma ait gibiydi. Durumu benden daha iyiydi, bana yardım eli uzatıyordu. Eli şakağımdan boşta olan yanağıma doğru yerleşti. Beni bekledi. Bedenimdeki son kuvvetle uatış pozisyonumu değiştirdim. Omzumun üzerine, işin aslı Ecevit’in elinin üzerine yattım. Damar yolu açılmış elimi eline sardım, elini sahiplendim ve sıkıca tuttum. Artık istese de alamazdı değil, o da almak istemezdi sanki. Yaşlarım avucuna düşüyordu durmaksızın. Parmakları sırılsıklam oldu saniyeler içinde. “Firuze,” dedi ama sustu. Devamını getirmedi. Ağlama diyemedi. O diyemedikçe ben de rahat rahat ağladım. İçin için… İçli içli…
“Beni sevmiyorlar,” dedim. Hiç uzatmadan, dolandırmadan, süslemeden, tüm yalınlığıyla söyledim bunu. Yetmedi, tatmin olmadım, “Benden nefret ediyorlar,” diye devam ettim. Nefret de sevgisizlik kadar ağırdı. İkisini birbiriyle kıyaslamıyordum. Canım çok yanıyordu. Canım o kadar çok yanıyordu ki, basit kelimelerle bile açıklayamıyordum kendimi. Bir meydandaydım sanki, üstüm çıplaktı, elim, kolum, bacağım ve ağzım bağlıydı. İnsanlar ellerinde taşları gözlerini kırpmadan üstüme fırlatıyordu. Modern zamanın recm cezası uygulanıyordu. Canım çok yanıyordu. Bağıramıyordum bile. “Beni sevmiyorlar, benden nefret ediyorlar… Beni sevmiyor-” Kaç tekrar yapacaktım, ne zaman yorgun düşecektim bu cümleleri söylerken bilmiyordum ama onun sesi girdi araya.
“Seni tanımıyorlar,” dedi. Bunu Ecevit’in söylemesi çok zoruma gitti. Kendimi yerden yere vurmak istedim. İçin için ağlamayı sürdürdüm. Ecevit beni tanıyordu. Unutmuş olsa da tanıyordu. Beni Ecevit de sevmiyordu. Bir sevgisizlik taşının orta yerindeydim, taşlaşmıştım. Yumuşak et parçası kalbim bir tek taşlaşmamıştı. Onunla da bunca zulüm içinde yaşamak zordu. Keşke ya dursaydı ya da taş kesilseydi ama bunca sertliğin içinde bu kadar yumuşak kalmasaydı.
“Tanıyanlar da sevmiyor,” dedim, iç geçirdim. Eline bastırdım yüzümü, yetmedi ekledim. “Tanıyanlar da nefret ediyor.”
Annem, babam, artık kardeşim ve Ali Ecevit. Beni tanıyanlar da beni sevmiyorlardı. Hatıramda kalan tek kişi on birinci yaşını görmediğim bir çocuktu. O beni çok seviyordu. O beni herkesten çok seviyordu. Artık yoktu. İçimde bile benden uzak duruyordu. Bir kuyunun dibindeydim, benden nefret edenlerin sesini duyuyordum yalnızca. Küçük Ecevit’in ne sesi ne görüntüsü vardı artık. Kuyunun üzerinde herkes elleri havada bana bağırıyordu. “Ben kötü bir insan değilim,” dedim nefes nefese. Öksürdüm, kusacak gibi oldum, öğürmek istedim. “Benim kötü bir insan değilim,” diye sayıkladım.
“Ben kötü bir insan değilim, inanın bana. Ben kötü bir insan değilim…”
“Değilsin.”
“Hiç değilim.”
“Hiç değilsin.”
Her cevabı, yattığım meydanda ya da kuyunun dibinde kalbimi dağlıyordu. Bunları o kuyunun dibine düşmeden ya da savaş meydanında yaralanmadan ya da taşlanmadan önce duymak isterdim. İnsanlar neden böyleydi? Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum, diğer elini de hissettim en olmadık anda yüzümde. Diğer yanağım da doldu Ecevit’le. Önüme düşmüş saçlarımı geriye itti, başparmağı yaşlarımı burnumdan süzülmeden silmeye başladı. “Beni sevmiyorlar. Beni tanıyanlar da sevmiyorlar. Ben kötü bir insan değilim. Yemin ederim değilim.”
Ecevit’in sakalları diken diken batıyormuş. Panik atak geçirdiğim yatağın içinde bunu öğrendim. Şakağıma bastırdı çenesini sanırım. Hayal de kuruyor olabilirdim. Bilmiyordum. Kedi gibi ona sürtünmek istedim. Hayal de kuruyor olabilirdim. Her şey mümkündü. Belki de ölmüştüm. Bilmiyordum. İnsanlar benden nefret ediyordu. Ben kötü biri değildim. Ben hiç kötü biri değildim. Belki de ölmüştüm. Ölmüşsem acılarım dinmeyecek miydi? Öyle tasvir ediliyordu. Öyle anlatılıp öyle resmediliyordu. Ben kötü bir insan mıydım? Acılarım niye bitmemişti? Kötü bir insan olmalıydım o zaman. Hayır ben iyiydim. Ölmemiştim o zaman. İnsanlar beni daha öldürememişti.
Ecevit kulağıma bir şeyler fısıldadı ya da bu da hayaldi. Onu anlamadım. Sadece ağladım. İstediğim kadar. İyi insanlar gibi ağladım. Sadece benim sesim vardı. Sonra da ağlayarak uyuyakaldım.
***
Küçük Firuze, kabul biraz şımarıktı.
Söz konusu bir de bazı insanlar olsun, sinir bozacak kadar şımarıyordu. Ecevit arkası dönük yürürken, hiç çekinmeden koşa koşa Ecevit’e vardı ve arkadan sırtına atlamaya çalıştı. Bazen kendine çok güveniyordu, Ecevit’in sırtına bu mesafeden tutunabileceğini sanıyordu. Küçük çocuk neye uğradığını şaşırsa da artık Firuze’nin bu ne yapacağı belli olmayan tavırlarına da alıştı. Elini arkaya atıp düşmesin diye tutmaya çalıştı ama beceremedi. Firuze de zaten kedi gibiydi. Dört ayağının üzerine düşüyordu. Çocuğun bir şişme montundan bir bacağından yakaladı. Sonra sarılır gibi tuttu.
“Firuze!” diye kızdı Ecevit.
“Yakaladım ki yakaladım ki!”
“Of Firuze of!” diye bağırdı Ecevit. Sarılayım derken küçük parmaklarıyla çimdikliyordu tuttuğu yerlerini. Ecevit canının acısıyla Firuze’yi itti biraz. Bacağında ağrıyan yere dokundu. Kaşlarını koca adam gibi çattı, Firuze’ye baktı kızgın kızgın. Çok kızacaktı. Karar vermişti. “Yapma demedim mi sana?”
Firuze çevresinde kimse ona tam anlamıyla kızmadığı için, hele Ecevit hiç kızmadığı için, gerçek kızgınlıkla oyun arasındaki farkı ayırt edemiyor ve kimseden korkmuyordu. Ecevit eline koca bir taş alsın peşinden koşsun, Firuze o taştan değil Ecevit’in onu yakalamasından korkardı ve oyunu kaybetmemek için koşar dururdu. O yüzden şimdi de bir ayna gibi Ecevit’in çatık kaşlarının taklidini yaptı. Çok sinir bozan bir sevimliliği vardı. Firuze insanın içine haşin bir sevgi bırakıyordu. Saçlarını okşamaktansa küçük çenesini sıkarak sevmek istiyordu insan. Burnunu sıkmak, yanaklarını ısırmak ama asla sakin sevmemek. Sinir bozucuydu.
Çatık kaşlı kız çocuğuna Ecevit çok direnemedi. Tutamadı kendini güldü. Kızgınken de güldü. “Git başımdan ya,” dedi ve eve doğru gitmeye çalıştı. Firuze hemen peşine takıldı. Elini Ecevit’in montunun cebine koydu. Küçük çocuğun da eli cebindeydi, Firuze’nin eli yanına gelince hemen sıkıca tuttu ve ısınsın diye ona da yer açtı.
“Babam İstanbul’a gidiyormuş akşam,” dedi Firuze. Hiç düz yürümüyordu, üstüne üstüne yürüyordu, çocuğun da dengesi şaşıyordu. Ecevit yandan meraklı bir bakış attı. “Sen de gidecek misin?”
“Yok,” dedi Firuze. Ecevit eve gidip üzerine değiştirip yemek yedikten sonra Firuze’nin yanına gelecekti ama görünen o ki Firuze de onunla gelecekti. “Babama dedim ki biz Ecevit’le gideceğiz.”
Bunu ikinci kez yapıyordu ve Ecevit biliyordu ki Atilla amcası kızıyordu. Ecevit, Firuze gibi değildi, çatık kaşlı insanların ona kızdığını anlıyordu. Ecevit, “Baban ne dedi?” diye sordu çekinerek. Kendi babası da onu uyarmıştı, Firuze’ye söyleme öyle uzak yerleri diye ama Ecevit kendini tutamıyordu. Firuze’nin düşük çenesini de unutuyordu. Okulda öğretmeni, resim dersinde ‘gitmeyi hayal ettiğiniz yeri çizin’ deyince Ecevit elbette ki İstanbul’u çizmişti. Akşam da göstermişti çizdiği resmi. Firuze meraklı gözlerle ben de gelecek miyim diye sormuştu. Çünkü resim eksikti, onlar yoktu. Sadece deniz ve kız kulesi vardı. Halbuki bunun tek nedeni Ecevit’in insan figürünü çizemiyor oluşuydu. ‘Beraber gideceğiz dedim ya, İstanbul’a senden başkasıyla gitmem,’ diye içini rahatlatmıştı Ecevit.
“Öyle mi Küçük Hanım dedi,” Firuze oldukça umursamazdı. Hiç ilgilenmiyor, anlamıyordu da zaten babasının bu imalı sözlerinden. Ecevit’le büyüdüklerinde İstanbul’a taşınacaklardı ve bunu herkes biliyordu. Niye saklasaydı ki? Denizin karşısında da ev yapacaklardı kendilerine. Oralar hep boş sanıyordu. Bir malikanenin içinde de doğsa Firuze, Ankara onun için tek gerçekti. Denize bakan İstanbul’sa şatafatlı bir hayal. Hayatının en güzel günleri orada olacaktı ona göre. “Sen babana söyledin mi?” diye sordu Firuze merakla. “Söylemediysen ben söyleyebilirim. Bana kızmazlar.”
Ah şu kız! Fenalık geçirtecekti Ecevit’e. Babası hiç hoşlanmıyordu böyle şeylerden ve tüm suç Ecevit’e kalıyordu. “Yok söyleme!” dedi Ecevit.
“O niyeymiş!”
“Sürpriz yapacağım çünkü,” diye bir bahane uydurdu Ecevit. Firuze’nin kanması da hiç geç olmadı. Dudakları büzüldü, etkilenmişti, mırıldandı vaaaov diye. Keşke kendisi de sürpriz yapsaydı ama bunun için çok sabırsız bir çocuktu bilmedi. Ecevit evinin kapısını çaldığında, “Demek sürpriz yapacaksın,” dediğini duydu küçük kızın. Evet doğru tahmin ediyordu, Firuze birazdan Leyla teyzesine de dayanamayıp söyleyecekti bu sürprizi.
Bir anıyı yeniden rüyamızda görebilir miydik yoksa bu bir anımsama ancak mı olurdu? Tam olarak neydi bilmiyordum ama rüyaysa bile tek bir anı bile değişmeden yeniden gözükmüştü bana. Gözlerimi bir çırpıda açtığımda, gerçek ve hayal arasında kaldım, tek bir noktaya sabitleyemedim kendimi, “İstanbul’a gidecek miyiz?” dedim bir çırpıda. Çünkü bulunduğum yeri hatırlamam ve o anıdan kopmam çok sonra oldu. Ecevit yanı başımda oturmuşken bana bakıyordu. İkimiz de alık alık yüzlerimizi izledik. Merakla sordum. “Ecevit İstanbul’a gidecek miyiz?”
İstanbul’da hissettim kendimi bir an ya da İstanbul’da olmayı çok istedim. “Efendim?” dedi Ecevit ve başını biraz daha bana yaklaştırdı duymak için. Elim hâlâ cebinde sanıyordum, o yüzden yumruktu.
“İstanbul’a gidecek miyiz?” diye tekrar ettim. Gözlerimi yumdum, başımı yastığa bastırdım. “İstanbul’a gidecek miyiz beraber?” Gözümün önünde boylu boyunca İstanbul denizi canlandı. Garip bir heyecan kapladı beni. Rüzgâr essin, ben bir vapurda olayım ve su sıçrasın diye bekledim ayaklarıma. Evimiz denizin karşısında sandım, vapurla evimize gidiyorduk. “Ecevit İstanbul’a gidecek miyiz?” diye yine sordum. Hayalimde çoktan İstanbul’daydım bile. Mevsimlerden ilkbahardı ve çok tatlı bir rüzgâr esiyordu.
“Sakinleştiricinin etkisindesin,” diye bir ses duydum. Ecevit’indi ama ben vapurdaysam o karadaydı. Onu da yanıma çekmek istedim. Tek derdim buydu.
“İstanbul’a gitmeyecek miyiz?” diye sızlandım. Bensiz mi gitmişti? Böyle bir şey yapmamalıydı bana. Ben ona ne yaparsam yapayım o yine de İstanbul’a bensiz gitmemeliydi.
“Gideceğiz Firuze,” diye fısıldadı. Karadan bana ulaştı sesi. Sanki biraz o da denize yaklaşmıştı. Gülümsedim gözlerim kapalıyken.
“Kız kulesinde yemek yiyeceğiz,” dedim. “Vapura da bineceğiz. İstanbul’a gideceğiz değil mi Ecevit?”
“Gideceğiz…” diye tekrar etti. Kaç kere sorarsam sorayım hepsinde gideceğimizi söyleyecekti. Bu çok güzeldi. Çok eşsizdi. Gözlerim kapalı yine hayal mi rüya mı ayırt edemeden İstanbul’a gittiğimizi gördüm. Vapurla karşıya geçiyorduk. Kadıköy rıhtımdan bilmem nereye… Vapurdaydık işte. Dünyanın en güzel şehrinin İstanbul olduğunu düşünüyordum. Başımı Ecevit’in omzuna yaslamıştım. Ecevit bana martılar hakkında bir şeyler anlatıyordu yine bilmiş bilmiş. Savaş meydanı, kuyunun dibi… Her şey yok oldu. İstanbul vardı sadece. Vapurun en alt katında ince uzun bir geçitte, oturmamızın yasak olduğu bir yerdeydik ama kimse bize daha kızmamıştı. Dalgaların vapurun çeperine vuruşunu izliyorduk. Hayal içinde hayal kuruyorduk. Ecevit konuşuyordu tatlı tatlı. Benim biraz uykum gelmişti suyu izlerken. Bu suya düşsem ne olur diye düşünüyordum. Elbette Ankaralı olmak İstanbul’dan biraz da korkmaktı. Ecevit beni kurtarırdı sanırım. Öyle düşünmek istedim.
Yine saat ve dakika ayrımı yapamazken kestiremediğim bir vakit geçti. “Firuze,” diye seslenildi bana. Ecevit’ti. Sesi vapurdan gelmiyordu. Ürperdim. Ben de vapurda değildim artık. “Kalk da biraz çorba iç.”
Başımı iki yana salladım. Karnım da ağzım da aç değildi. Aksine tıka basa doluydu. “Hadi Firuze, aç gözlerini,” diye ısrar etti. O kadar çok ısrar etti ki açmaktan kaçamadım. Baygın bakışlarımla ona baktım. İstanbul’da değildik. “Çorba aldım sana. Hadi doğrul da iç.”
“Aç değilim.”
“Çorba karın doyurmaz zaten Firuze,” dedi. Tam net hatırlamıyordum ama bu cümleyi yine kurmuştu bana. Üzerime örttüğü pikeyi kaldırdı. Benim hareket etmediğimi görünce koltukaltımdan tuttu ve yavaşça oturur pozisyona getirdi. Sırtıma yastık koydu ve yan tarafa koyduğu poşeti açmaya başladı. Oksijen desteğini kesmişlerdi. Vücudumda bir titreklik vardı ama kalbim korkacağım şekilde atmıyordu. Dudaklarım çok kuruyordu, yalamak istedim ama ağzım da kuruydu.
“Su verir misin?”
Bu kez pet şişe görmedim. Ağzını örttüğü bir bardak vardı. Ona uzandı. “Al bakalım,” dedi ama kendisi içirdi. Çok içemedim ama ağzımın içi ıslandı. “Saat kaç?”
“Saat geç. İki üç saate gün doğacak.”
Mercimek çorbama limon sıkışını izledim. Ekmeğe uzanacağı vakit, “Ecevit ekmek doğrama, yiyemem,” dedim önden. Bir sıvıyı boğazımdan akıtabilirdim ama onun dışında geçirebileceğim tek bir nokta bile yoktu. Beni dinledi, zorlamadı. Plastik kaşığı peçeteyle sildi ve bana yaklaştı. Bana verecek sandım ama yatağın kenarına oturdu. “Ecevit kedi,” dedim aklıma geldiği gibi. Eğer ki sabah olmak üzereyse o evde tüm gece tek kalmış demekti.
“Maması suyu vardı bolca, ev de sıcak. Takılıyordur kendi kendine. Dert etme sen.”
Onu alması için ben zorlamıştım ama onu alıkoyan da ben olmuştum. Yapayalnız kalmıştı evde. İyi ki aldık cümlesi yavaş yavaş keşke almasaydı kısmına mı evrilecekti? Biz gerçekten bir kediyi sahiplenecek iki insan değildik. Biz kendimiz zor yaşıyorduk bu dünyada. Bir yavru bizim neyimizeydi?
“Dert etme dedim Firuze, sokakta değil. Sıcacık ev. O karanlıkta kalmasından daha kötü değil.”
Kaşığa aldığı çorbayı üfledi ve dudaklarıma ulaştırdı. Hızlı içmek istedim ama tek kaşık çorbayı bile tekte içemedim. İkiye böldüm, iki yudumda içtim. Gizli saklı gözlerini takip ettim. Sıkılıyor mu diye ama tek lokmada yersem ne olacaksa yine öyleydi. “Bir şey duyuldu mu medyada?” diye sordum bu kez. Her kaşığı özenle üflüyordu ama gerek yoktu. İçebiliyordum.
“Hayır sadece birkaç hesap Twitter’a yazıyor ama çok sallama gibi duruyor, inanan yok. Kimse dönüp bakmıyor. Zaten gündem yoğun.”
“Neler yazıyorlar?” dedim korkuyla. Geçen sefer gazeteci üzerinden yediğim linci açıkçası umursamamıştım. Ecevit çıkagelmese, atölyemde tek olsam belki sabahlara kadar insanların yazdıklarını okurdum, belki kendimi açıklamaya çalışırdım ama açıp telefonu kim ne yazıyor diye bakmamıştım bile. Lakin şimdi, insanlar nefretini yüzüme haykırmışken, o nefretin varlığından eminken devamını da korkunç bir merakla görmek istiyordum. Canıma kastım vardı sanki.
“Boş ver.”
“Telefonumu verir misin?”
“Firuze boş ver,” dedi yine. “Önemli bir şey yok. İnsanların tansiyonu yüksek. Ben bir şey olursa söylerim.”
Benden nefret ediyorlardı ve beni sevmiyorlardı. Belki de bu cümleleri durmaksızın kurduğum için göstermek istemiyordu artık. Atölyemde mışıl mışıl uyuduğumu sanan anne ve babamın da haberi yoktu. Olay yayılmamış olacaktı, olsa çoktan buraya yığılırlardı. Birkaç kaşık daha içtim, devamı için zorlamadı. Zorlasaydı da içemezdim zaten. Beni yeniden yatırdı ve çorbanın kalanını o içti, çöpleri attı. “Ne zaman çıkacağız buradan?”
“Saat başı tansiyonun kontrol ediliyor. Çok yüksek değil ama tamamen düzelmedi. Sabah doktor gelecekmiş, o vakte kadar buradayız. Hadi uyu sen.”
“Boynum ağrıyor,” dedim. Ağrı o kadar çok ve dağınıktı ki hangileri yaradan bereden kaynaklı, hangileri ataktan kaynaklı seçemiyordum. Başını salladı, yastığımı düzeltti.
“Biraz ağrıyacak. Kas gevşetici krem yazdılar.”
Bu aldığım darbedendi o zaman. Ecevit’in eline baktım. Ne güzeldi üzerinde uyumak. Bunca acıya sızıya rağmen bile. Ben ondan elini isteyecekken o benden önce konuştu. “Seni oraya hiç götürmemeliydim.”
Kendini suçlamamalıydı. Başımı salladım. “Olacak olandan kaçamam Ecevit. Bugün olmazsa yarın, belki bir markette, bir parkta ya da başka bir yerde. Elbet olacaktı belki de. Sen önlemini aldın. Ben arabadan indim.”
Kuğulu’da otururken sen kendini halktan mı sayıyorsun demişti. Çok kırılmıştım, çok üzülmüştüm. Çünkü öyle sayıyordum. Bu halktan olmamak, Akınlardan olmak demekti. Ecevit’in kastettiği de buydu zaten. Kalbim pek üzülmüştü o vakit. Ama bilmeliydi ki halkla iç içeydim. Kendi yalnızlığıma kapılmadıysam, bazen bir bankta, bazen bir alışveriş merkezinde, hatta kendimi iyi hissediyorsam pazarda. Kimse olanak vermeyince, bakıp geçiyordu ama o kişi bendim. Kendi kendime oyun oynuyordum. Tanımaca ve kandırmaca oyunu. Kaç kişi beni tanıyacak ama ben kaç kişiyi kandıracağım…
“Sen arabadan indin,” dedi başını sallayarak. “Bir kere bunu akıl edip hiç götürmemem lazımdı seni. Çünkü normal koşullarda Firuze katiyen yerinde durmaz.”
“Biber gazı yemeseydin, inmeseydim.”
Dudakları aşağı doğru kıvrıldı. “Tabii…” dedi alayla. “Polis anons çekecekti; bu tarafa sıkmayalım
Ecevit Beyler geldiler.” Gülecek gibi oldum ama dudağım çatladı kuruluktan.
“Maske taksaydın?”
“Kimsenin hakkından çalmayayım dedim.” Ellerini birbirine sürttü. İç geçirdim ellerine bakarken.
“Bana iki tane takmasaydın?”
Gözlerime baktı. Hiçbir şey söylemedi. Kimsenin hakkından çalmak istemiyorsa paketten hakkımız olanı almıştı. İki kişiydik, iki maske çıkarmıştı. İçimden düşünmem gerekirdi halbuki, sakinleştiricinin etkisi sanırım “Hakkımızın hepsini bana mı kullandın?” diye sordum. Kaşlarım bükülmüştü, dudaklarım gülümserken titriyordu tıpkı yüreğim gibi. Savaş meydanında benim için savaşmış kadar mutlu etti beni bu. Düşünülmek, sahiplenilmek- bir eşyayı sahiplenir gibi değil elbet- biraz öncelik haline gelmek. Ne güzeldi… Ah ne güzeldi. İki büklüm yatarken bile kemiklerimin sızısını unutturdu bana.
“Başıma geleceği biliyorum,” dedi odanın duvarına bakarken. Gözlerini kaçırıyordu benden, ben onu çok iyi tanıyordum.
“Ben de maskemi sana vermeye çalışırken ikisini birden çıkardım zaten. Tüm hakkımı sana vermek istedim.”
Bana baktı ve kaşlarını çattı. Kızmıyordu, kızmış gibi yapıyordu. Anlıyordum. “Sen de başına geleceği bilmiyorsun. O yüzden,” diye açıkladı. Çarptığı lafa dönüp bakmadım bile. Eline baktım yeniden. “Ecevit,” diye seslendim. “Elinin üzerine yatabilir miyim? Başım ağrıyor da yastık desteksiz kalıyor.”
Sesi sedası çıkmadı bir süre. Belki ağlamadığım için, belki gerçekleri haykırmadığım için elini vermek istemedi. Zorlayamazdım onu. “Peki…” dedim yalnızca. Pikeyi çekiştirdim üstüme doğru. Uykum geliyordu. Gözlerimi kapattım ve uyumak istedim. Yastık yetersiz gelmiyordu zaten külliyen yalandı. Yalancının teki olup çıkmamıştım, yalancıydım zaten. Çok zaman sonra değil, az bir vakit sonra tatlı bir sıcaklık hissettim yanağımın altında. Koca bedenimin yattığı yatak bile bu kadar hissettirmemişti kendini ama bu el, bu koca el, ne soğuk ne rahatsız edecek sıcaklıkta avuçiçi, yazın yastığın serin tarafı, kışın yorganın altı gibi olan bu el yanağımın altına yerleşti.
“İki tane sakinleştirici yaptılar,” diye konuştu. Sandalyesini itti bana doğru, sesini duydum. “Bir tanesi dev gibi adamları devirirmiş.”
Bünyem alışmış Ecevit diyemedim.
Yutkundum. “Yutma söyle,” demez mi bir de…
Kaçacak delik bulamadım. Cevap vermedim. “Kaç yıldır var panik atağın?” Doktor söylemiş olmalıydı. Çok sık geçiriyorsa bünyesi alışmış olabilir sakinleştiriciye, demişti belki. On beş yıldır vardı. Ecevit yine ve yeniden benden bir yıl fazlaydı. Keşke on altı yıldır olsaydı panik atağım. Belki bir nebze eşitlenirdik. Ben cevap vermedim, o da üstelemedi. Bu iki sakinleştirici beni birkaç gün uyutacaktı. Ecevit’in elinin altında uyuyuverdim.
Rahat, tertemiz, ak pak bir uykuydu bu. Geldiğimden beri ilk kez bu kadar, derin bir uykuya daldım. Hayallerle rüyaların karışmadığı bir uyku çektim. Saatler oldu ben uyuyalı. Kapı şiddetle açılmasa ve kendi ismimi duymasam bir bu kadar daha uyurdum. Başımı korkuyla kaldırırken başka bir başa çarptım. Elini sıkıca tuttuğum adam başımın üzerine sabitlemişti kafasını. Ecevit de uyumuştu, “Firuze!” bağırışına kalktık ikimiz de. Bir açık bir kapalı gözlerimle kapıyı açmış kişiye baktım.
Alparslan Yiğit’ti.
Gözleri şaşkınlıkla açıldı beni yattığım yatakta görürken. Yüzü kızarmıştı ve solukları hızlıydı. “İnanamıyorum,” dedi aklını kaçıracak gibi bana bakarken. “Gerçek mi bu? Firuze!”
Kalbim yeniden ve yeniden korkuyla kasılmaya başladı. Kapının arkasına baktım ve onlarca kişi daha girecek sandım. Alparslan kapıyı çarparak kapattı. “Sen bu kadını o kalabalığa mı soktun?” dedi Ecevit’in üzerine yürürken. Ecevit toparlanıp kalkmasa Alparslan yakasına yapışacaktı. “Bilerek yaptın!” dedi Alparslan, Ecevit’i iterken. Ecevit ağız dolusu sabır çekti.
“Odadan çık orada konuşalım,” dedi yalnızca. Korkuyla kalakalmıştım yanlarında. Sıktım kendimi.
“Senin hayatını ters düz ederim.”
“Bağırma, odadan çık.”
“Bana bak, sen ben kimim biliyor musun?”
“Ya kimsen kimsin siktir git,” dedi Ecevit ve destursuzca itti Alparslan’ı. Olay duyulmuş muydu? Alparslan öğrendiyse ailem de mi öğrenmişti? Başımı çevirdim ve pencereye baktım. Gün çoktan ağarmıştı. Doğruldum hızla ve aralarına koydum elimi.
“Sakin olur musunuz?”
“Görüyor musun?” dedi Alparslan gözlerimin içine bakarken. “Seni ne hale getirdi bu çapsız, görüyor musun? Ne işin var senin? Ben sana dışarı bile tek çıkma derken öyle bir yerde ne işin var? Bu kandırd-”
“Lan bağırma çık dışarı!” Ecevit hızla yakasından tuttu ve kapıya doğru yürütmek istedi. Serumum bitmişti ama çıkarılmamıştı. Ayaklanmak istiyordum ama yapamıyordum. Alparslan yeniden bağırmak istedi ama “Bağırma lan bağırma, korkuyor,” dedi Ecevit ve bu kez kapıya varmayı başardı. Alparslan’ı kapı dışına itti. Adeta birbirlerini hırpalayarak çıktılar odadan. Bir serumumu bir elime bakıyordum. Ne yapacaktım? Kendim çıkarabilir miydim? Hiç öyle filmlerdeki gibi tekte çıkacağa benzemiyordu.
“Ecevit!” diye seslendim. “Ecevit!” dedim yine. Bağırıyordum da. Kapı önündelerse beni duymama ihtimalleri yoktu. “Ecevit!” diye tekrar ettim. Defalarca kez olduğum yerde çırpındım. Hayır bu böyle olmuyordu. Bitmiş serumu askıdan çıkardım ve elime aldım. Ayakkabılarımın arkasına basarak ayağa kalktım. Uyuşmuştu ayaklarım. Sürüye sürüye gittim kapıya. Kapı kolunu indirdiğim an aynı zamanda arkadan da itildi ve sıkıca tutunmasa düşecek kadar sarsıldım. Alparslan’la göz göze geldim. “Firuze,” dedi. Yüzü hâlâ kızarıktı, gözleri de iriydi ama sesi az önceye nazaran daha sakindi.
“Hastane burası farkında mısınız?” Alpaslan kolumdan tutacak oldu ama izin vermedim. Geri çekildim. “Ayrıca kimse beni zorla bir yere götürmedi. Sizin yarattığınız kaosun bana sıçraması bu. Sen nereden duydun? Olay yayıldı mı? Anne ve babamın kulağına gitti mi?”
Benim için tek önemli olan şeyler bunlardı. Biliyordum ki gittiyse, Ecevit’in üstüne saldıracaklardı. “Tamam sakin ol,” dedi Alparslan az öncenin aksine. Ecevit yaklaştı bana. “Sen ne diye kalktın?” diye sordu alay eder gibi. Çok garipti. Az önce yaka paça olmamış gibi davranıyorlardı. “Serumu da eline almış öyle kalkmış.”
Beni yatağa geri bırakırken ben cevap beklediğim kişiye bakıyordum yalnızca. Alparslan tek eli takım elbisesinin cebindeyken diğer eliyle şakağını kaşıdı. “Alparslan sana soruyorum. Olay yayıldı mı?”
“Tamamen değil. Söylenti dolaşıyor ama kısık sesle. Gelirken aradım sizinkileri. Haberleri yok. Ben sadece, Firuze Akın adına yapılan paylaşımları özellikle takip ediyorum,” dedi. Kaşlarım çatıldı ve evet açıkçası şaşırdım. Beklemiyordum bunu.
“Neden?”
“Küfreden herkese itinayla dava açmak için.”
“Bunu ben yapmıyorum sen ne hakla yapıyorsun?”
“Babanla ortak kararımız,” diye pişkince açıkladığında Ecevit de gerisinde duran adama baktı ve ağzının içinde, “Ortak kararınızı sikeyim,” dedi sabırla, desturla.
“Ya siz kafayı mı yediniz?” diye celallendim. Ben nasıl itici bir hale gelmiştim öyle insanların
gözünde. Sinemde bir ağrı nüksetti yine. Babamdan farksızdım. Görüyordum. “Kafayı mı yediniz Alparslan? Aklımı kaçıracağım. Sizin yüzünüzden,” diye bağırdım. Öylesine öfkelendim ki… Kaç kişiye dava açılmıştı benim için? Aklımı kaçıracaktım şimdi. Dikişli kaşıma dokundum. “Bu nefreti siz yarattınız! Duydun mu beni? Bu nefreti siz yarattınız. Kimse benden durduk yere nefret etmedi. Sizin marifeti-”
Ecevit şakağıma dokunan elimi tuttu ve “Tamam bırak,” dedi. Avucunun içine sıkıştırdı elimi. “Nefes al, gel yat böyle. Hadi Firuze.”
“Ya hadi benim babam aklını kaçırmış! Diktatör! Kendini bilmez adamın teki! Sen neden Alparslan? Niye herkes benim adıma karar veriyor! Teker teker o davaları geri çekeceksiniz! Duydunuz mu beni! Teker teker o…” Ecevit elini karnıma bastırdı ve yatağa doğru itti.
“Yat,” dedi ama kendisi yatırdı. Bir kundaklamadığı kaldı beni. İşaretparmağımı Alparslan’ın yüzüne doğru sallıyordum. Hiçbir şey söylemiyordu. Karşılık bile vermiyordu. Bu suspusluğunun sebebini tahmin edebiliyordum. Ecevit panik ataklardan bahsetmişti kapı önünde. İkisi de şimdi sakin rolü kesiyordu.
“Çekeceksiniz o davaları! Bir daha da asla benim adıma karar almayacaksınız! Tamam mı? Nasıl açtıysanız teker teker çekeceksiniz! Nefret ediyor insanlar benden!” Ecevit elini karnıma bastırdığıyla kalmıştı, eli karnımdaydı, bana doğru eğikti. “Nefret ediyorlar benden!” dedim gözünün içine baka baka. Terlemeye başladım yattığım yerde. Kalkmak Alparslan’ın yüzüne parmak sallamak istiyordum karnıma baskı uygulamıştı, kalkmama izin vermiyorlardı.
“Çık dışarı,” dedi Ecevit benim yüzüme bakarken. Bana dedi sandım. Öylesine pür dikkatti. “Çık dışarı. Nefes alırken zorlanıyor. Çık!”
Alparslan’ın çarptığı kapı sesini duydum. Nefes nefeseydim. Ecevit geri çekilmiyordu. “Aptallar!” dedim. Ona söylemedim ama ona baktım. “Aptallar!”
“Üstümde hangi renk gömlek var?” diye sordu ansızın. Anlayamadım.
“Üstümde hangi renk gömlek var?”
“Lacivert.”
“Tavanda kaç lamba var?”
“Üç.”
“Sana hangi çorbayı içirdim?”
“Mercimek,” dedim. Ardı ardına sorularına devam etti. Saçma sapan ama düşündüren bir sürü soru sordu. Doktorun taktiğini uyguluyordu ama bu bir atak öncesi değildi. Ayırt edebiliyordum. Sinirden öfkedendi sadece. Ayırt edebiliyordum ama o benim gibi farkında değildi. İnip kalkan sineme baktı sakinleştiğimi fark edince elini karnımdan çekti ve geri çekildi. Dişlerimi birbirine sürttüm. Artık çıkmak ve atölyeme gitmek istiyordum. Alparslan’ın duyduğunu yavaş yavaş diğer insanlar da duyacaktı.
“Ecevit artık telefonumu verir misin?”
“Neden?”
“Evden biri ararsa açayım ve yalan olduğunu söyleyeyim. Hadi. Ver telefonumu.”
Benim öngördüğümü o da öngerebilirdi elbet ama benim isteğim bambaşkaydı. Ben sadece bana yazılanı çizileni merak ediyordum artık. Davalık ettiğim insanların yazdıklarını. Ecevit cebinden telefonumu çıkardı. “Zaten birazdan çıkarız hastaneden,” dedi ve uzattı bana. Aldım telefonumu elime, sırtımı döndüm ona. Ellerim titreye titreye sosyal mecralara baktım. Kendi adımı arattım. Tam da tahmin ettiğim gibi insanlar benim dün gece orada olduğumu yazıyor ama bir kitle korkunç cümlelerle tiye alıyordu. Atilla Akın’ın biricik kızının ne işi vardı orada? O şatosunda resmini çizerdi ancak.
Hiç görmediğim insanların benim hakkımda yazdıklarını okumak beni yine o meydanda gibi hissettirdi. Bu kez sayıları artmıştı ve ellerinde daha büyük taşlar vardı. Artık taşları atarken bir taraftan da haykırıyor, yüzlerce kişinin daha onları duymasını sağlıyorlardı. Ter döktüm her bir cümleyi ve yorumu okurken. Küfredenler, hakaret edenler ama en çok beddua edenler. Öyle çok beddua vardı ki, bizim boynumuz dik kalamazdı. Midem bulanıyor, karnım ağrıyordu her aşağı indiğimde. Bedenim titriyordu. Telefon elimden çekilmeye çalışıldığında izin vermedim. “Bırak!” diye bu kez ona kızdım. “Bırak, okuyacağım her şeyi! Bırak!”
Öfke katmer katmer yayılıyor, büyüyor ve canavarlaşıyordu. Yapmadığım şeyler, söylemediğim sözler, asla giymediğim kıyafetler, takmadığım takılar, yapmadığım tatillerden söz ediliyordu. Asgari ücretle kıyaslanıyordu. Babamın bile önüne geçmiştim bazı yerlerde. Deli gibi bir nefret vardı. Kan kusacağımı sandım. Mesaj kutum gazetecilerin mesajlarıyla dolmuştu. Söylentinin doğruluğunu sorguluyordu. Bir cesaret, neyi düşünerek, neyi planlayarak bilmiyorum ama yaptım.
İlk mesaja olayın doğru olduğunu ve bulunduğum hastaneyi yazdım.
Telefonumu kapattım ve yastığımın altına koydum. “Rahatladın mı?” diye sordu Ecevit yüzüme bakarken. “Okudun rahatladın mı?” Bileklerimi bastırdım gözlerime. Oymak ister gibi, çıkarmak ister gibi. İnsanların yapmak istediği gibi tıpkı. Karnım ağrıyordu, bir bıçak kalbimin üzerini oyuyordu adeta.
“Ben onların sandığı kişi değilim,” dedim zorlukla. Kendimi sıkmıştım, orta yerimden çatlayacaktım ve irin akacaktı. Öyle ağrılı sancılı bir sözdü bu. Kan değil, irin akacaktı. “Ben onların sandığı kişi değilim. Hain değilim,” dedim. Nefessiz kuruyordum artık bu cümleleri. “Hainin kızıyım ama hain değilim.”
Ecevit konuşsun istiyordum. Ya bana hain olduğumu söylesin ya da aksini ama yeter ki konuşsun.
“Hainin kızıyım ama hain değilim.”
“Bırak gözlerini,” dedi ve bileklerimi ayırmaya çalıştım. Tüm bedenim ateş gibi yanıyordu. Benim hakkımda yazılıp çizilmeye devam ediliyordu. Ölmek istediğim sergi günümden şatafatla bahsediliyordu. Yaşadığım hayatın burnumdan gelmesi temenni ediliyordu.
“Hainin kızıyım ama hain değilim.” Ecevit’le göz gözeydim. Konuşsun istiyordum. Evet ya da hayır desin istiyordum. “Sen de onlar gibi düşünüyorsun,” dedim açıkça. Ecevit o kalabalığın tek bedene inmiş hali miydi? O nefreti mi teslim ediyordu? “Hainin kızı da hain olur dedin. Ben hain değilim. Tamam mı? Ben hain değilim. Hainin kızıyım, hain değilim.”
Ecevit cevap vermedikçe kendimi hırpalamak istedim. İnsanlar gibi. İnsanları anlıyordum. İçlerindeki hıncı anlıyordum. Öfkeyi, sitemi, kızgınlığı. İnsanları anlıyordum. Ben bile onlar gibi düşünüyordum. “Sen hainin kızısın,” dedi Ecevit. Beni sarstı. Yoksa gözlerine bakmazdım. Her saniye benim için yeni kötü şey yazılıyordu sanki. “Ama hain değilsin.”
“Değilim!” dedim o hınçla. Ben hainin kızı da olmak istemezdim. Ben de isterdim Hüseyin Tarhan gibi bir adamın kızı olmayı.
“Değilsin.”
“Bana yardım et,” diyebildim. Bu yükle yaşamayacaktım. Bu nefret çok büyüktü. Baş edemezdim.
“Bana yardım et. İnsanlara bunu söyleyeyim bana yardım et. Ben hainin kızıyım ama hain değilim. Bana yardım et Ecevit. Ben bununla yaşayamıyorum. Beni yaşatmayacaklar. Bana yardım et. Ben hainin kızıyım ama hain değilim. Yardım et bana.”
Bir hainin hayatını kararttığı bir adam vardı. Şimdi yardım dilendiğim kişi o adamdan başkası değildi. Ayaklarına kapanmak, yakasına yapışmak istedim ama bana yardım etmese de yapacaktım. Bu nefreti ya çevirecek ya da bu nefretin altında kalacaktım. Ya şimdi yapacaktım ya hiç yapmayacaktım. Ecevit gözlerimin içine bakıyordu ama istediğim yardımın ucuna ulaşmıyordu. Ona uzattığım ipi göremiyordu. “Bana yardım et,” dedim yine. “Ya şimdi yapacağım ya da beni öldürecekler.”
Bunu yaparken kimsenin eli kana bile bulanmayacaktı. Onlar katil olmayacaktı, ben yaşamayı beceremeyecektim. Ecevit bir adım geri durdu benden ve yüzüme baktı. “Yardım et.”
***
“Bunu yapma.”
Eğildiğim noktada ayakkabılarımın bağcıklarını bağlarken üzerimde korkunç bir stresin bittiği noktada bünyeye çöken aynı seviyede korkunç bir sakinlik vardı. “Firuze bunu yapma.”
“Ayakta duramayacağımı hissedersem bedenimi sana yaslayabilir miyim?”
Kirlenmiş kabanımın üzerindeki tozları elimden geldiğince silktim ve kabanı giydim. Saçlarımı topladım sonra, kaşlarımı düzelttim elimden geldiğince ve solgun yüzüme baktım.
“Babamdan mı korkuyorsun?” diye sordum.
“Benim hiç kimseden korktuğum yok.”
Tam da bu cevabı bekliyordum. “Benim de hiç kimseden korktuğum yok,” dedim aynı şekilde. Sesli bir soluk verdi. “Bana olan olmuş,” dedim tıpkı onun gibi. Hastane kapısına yöneldim. Alparslan hastanenin arkasından çıkışımızı ayarlıyordu. “Eğer ki sana yaslanmama izin verirsen bir adım arkamda dur ama hayır dersen de anlarım. Ben bir şekilde ayakta kalırım.”
Hastanenin önü gazeteci kaynıyordu ve Alparslan’ın söylediğine göre arka kapının da çıkışını kapatmışlardı. Gerekirse çatıya helikopter indiririm yine de tek kare fotoğraf verdirmeden çıkarırım seni buradan demişti. Küçük Atilla. Belki de şimdi çatıya helikopter indiriyordu bilmiyordum. Önüme kesmesin yeterdi.
“Alparslan başladıktan sonra gelip engel olmaya çalışır mı?” diye sordum. Bir arbede yaşansın istemiyordum.
“O sikik,” dedi ve gözlerimi kaçırmama sebep oldu. “Öyle bir şeyin ortasına girecek kadar yürekli değil. İtibarı için yine gözükmez.”
Doğru söylüyordu. Yanımda gözükmesi demek babam ve babası arasında korkunç bir kriz ve masadan kalkış demekti. Babam böyle bir şeyin affını vermezdi. Ben onun biricik hain kızıyken bir ihaneti daha kaldıramazdı. Ben ne kadar sakinsem Ecevit o kadar gergindi. “Yapma Firuze,” dedi yine ve yeniden.
“Sen çık git, bırak beni.”
Bu altı boş bir istekti. Belki de bunu biliyorum diye böyle kolay konuşuyordum. Bilmiyordum. Gitse koca bir hayal kırıklığı olur muydu? En alasından ama vazgeçer miydim? Asla vazgeçmezdim. Asansörden indiğimde bedenimi bulacağını sandığım korku yine uğramadı bana. Sanırım hiçbir şey dün geceki kadar korkunç gelmeyecekti bana. Oldukça soğukkanlıydım, sakindim ve hareketlerim bir robottan farksızdı. Ne duraksam ne de yavaşladım. Dimdik yürüdüm denemezdi. Çökmüş durumdaydım. Bu barizdi ve bunu gizlemek istemedim. Akın olmanın ilk üç kuralından biriydi bu. Kan bile kussam kızılcık şerbeti içtim denirdi ama yine de başkalarına bu hissettirilmezdi. Asla ve kati surette hep mutlu, hep kontrollü ve hep her şey yolunda imajı çizmek zorundaydık. Ben Akın olmak istemedim. İnsan olmak istedim. Sıradan, duygularını, hislerini, yenilgilerini, yıkılışlarını gösteren dümdüz bir insan.
Bir Akın gibi heybetli çıkmadım hastaneden. Belki de bu yüzden ilk birkaç saniye hastane önünü esir almış gazeteciler toplanmadı. Ben onların gözünün içine bakınca ancak ansızın hepsi önüme yığıldı. Bu görüntüye de bu flaşlara da alışıktım. Gözlük yoktu bu kez gözlerimde. Göz devireceğim bir annem ya da babam olmadığından. Yalnızca bir adım gerimde bir adam hissettim. Tam olarak aramızda yarım karış bile yoktu. Çok yakınımdaydı ama yanımda ve önümde değildi. Arkamdaydı. O hiç söylemedi ama ben duydum. Buradayım, demekti bu.
Ardı ardına adımı duydum, soruların ucu bucağı gözükmedi. Duyamadım bile çoğunu. Boş bakışlarımdan onlarca kare ortaya çıkıyordu. Yarın hepsi manşetlerde olacaktı. Atilla Akın saatler içinde cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklarken kızının açıklamasını adaylık ofisinin televizyonundan izleyecekti belki de bilmiyordum. Umurumda da değildi. Masumiyet karinesi derdi ki “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.” Ben daha kendimi savunmamıştım bile. Bir kez olsun söz hakkı bana geçmemişti. İnsanlar beni suçlayacaksa da, hakkımda hüküm verecekse de ben önce kendimi bir kez olsun savunmalıydım. Ben suçsuzdum. Bunu haykırmak istiyordum.
“Herkese merhaba,” dedim. Annem gibi girdim konuşmaya. Bu beni delicesine tiksindirdi. Çok zordu. Burada olmak, konuşmak, bir şeyler anlatmak. Bir Akın için ne kadar kolaysa benim için de o kadar zordu. Zulümden, eziyetten başka bir şey değildi. “Elimde bir kâğıt, karşımda da bir prompter yok. O yüzden ezberlenmiş de tek cümlem yok. Bilmiyorum belli oluyor mu ama bir konuşma hazırlayacak bir halim de yok. Şimdi buradan size ve bir parçası olduğum Türk halkına Firuze Akın olarak değil Firuze olarak sesleneceğim.”
Sesim titriyordu ama bu yalnızca benim anlayabileceğim bir şeydi. Ecevit arkamda benden daha dik duruyordu biliyordum. Yutkundum. Gözlerimi kapatmadan durmak için zorladım kendimi. Akın malikanesine bir haber düşüyordu tam bu dakikalarda. Televizyonun açıldığını görebiliyordum. “Bu yapacağım konuşmanın içine doğduğum ailede nasıl bir infial yaratacağını bilmiyorum. Bilsem yapar mıydım? Şu an bu sorunun cevabı evet ama göreceğim zarardan sonra belki de hayır olacak. Bu cevap evetken, cesaretim yerindeyken birkaç cümle kurmak istiyorum,” Her soruyu görmezden gelerek ağzıma gelen cümleleri kuruyordum. Gazetecilerin gözündeki değişimi görebiliyordum.
Kameramanların flaşları birkaç saniye ara verdi ve durdu. Onlar da bana bakıyorlardı.
“Bu konumda daima köşede bekleyen ve anne babasının konuşmasının sonlanmasını bekleyen, bazen sabredemeyen, çoğu zaman bitmesi için dua eden bir figürandım. Çünkü Atilla Akın’ın kızı olmak bu toplumda, babama oy verenler için de vermeyenler için de hali hazırda biçilmiş bir rolden ibaret. Kendime ait cümlelerim, fiillerim olmadığı gibi görüyorum ki bunu dinleyen çoğu kişi için bambaşka bir hayatım var. Çok zor bir gece geçirdim. Benim gibi binlercesi vardı dün gece tahmin edebiliyorum. Evet bu bir söylenti değil, dün Kızılay’da yapılan eylem yerindeydim. Bölgenin su ve maske ihtiyacını karşılamaktı amacımız. Yalnızca Firuze olarak oradaydım. Yerde biber gazından etkilenen bir kız kardeşime yardım etmek istedim ama gece maalesef ki tam da söylenildiği gibi bir linç girişimiyle sonlandı.”
Linç demek mi yoksa o geceyi anımsamak mı bilmiyorum ama sesimi titretti. Hızla dudaklarımı yaladım ve gözlerimi kaçırdım. Her yerde kamera vardı. Belimde bir el hissettim. Bu bana yaslan
demek miydi?
“Şimdi Atilla Akın’ın kızı Firuze Akın olarak dün geceki saldırıya kan kusturmam, tehditler savurmam ve ödenecek bedellerden bahsetmem gerekir. Benden hepinizin beklentisi bu, farkındayım ana şimdi tam bu noktada, beni ailem de geriye kalan herkes gibi televizyondan izlerken söylemeliyim ki yalnızca Firuze olarak birkaç cümle kuracağım.”
Bedenimi Ali Ecevit Tarhan’a yasladım. Çünkü düşmek için çok büyük bir yük taşımak gerekmezdi. Çok büyük bir yükten kurtulmak da yeterdi çoğu zaman.
“Dün gece olan saldırı için, beni orada korumaya çalışan herkese minnettar olduğum gibi bana orada şişeler fırlatan tek bir kişiye bir kişiye kızgın değilim. Öfkenizi, davanızı, uğruna çabaladığını her şeyi anlıyorum ve bu size yemin ederim ki,” Boğazım düğüm düğüm olmaya başladı. Soğuk soğuk terliyordum. Beni dinleyen herkes de bundan sonraki hayatımın bambaşka olacağını biliyordu. “Yeni bir şey değil bu. İlk oyunu 19 yaşında kullanan Firuze’nin, nasıl 19 yaşında perde arkasında oy vermediği kişi Atilla Akın değilse, bugün de bu davada haklı gördüğü Atilla Akın değil. Sizsiniz.”
Her kelimemde çenem titriyor, dudaklarım büzülüyordu ama ağlamıyordum. Ağlamayacaktım.
“Bilmiyorum sokakta savaş vermekten daha mı zor ama Atilla Akın’la aynı masada, aynı evde savaşmak da kolay değil. Hiçbir zaman olmadı. Sizin gözünüzdeki yerimi, yaşadığımı sandığınız hayatı görebiliyorum ama size yemin ederim ki ben o kişi değilim. Babasının sarayında resim çizen o Rönesans sanatçısı olmadım. Babamın gözünde daima sizden farkı olmayan, en kibar tabirle bir karşıt görüşlü oldum. Tahmin edersiniz ki size karşı yumuşak başlı olmayan Atilla Akın kızının da bu karşıt görüşünü hiçbir zaman hoşgörüyle karşılamadı.”
Gözyaşımın damlayacağını anladığım yerde yüzümü kısa bir an eğdim ve yaşımın akmasına izin verdim. “Bugün burada beni anlayın istemiyorum. Bugün burada yalnızca sizden ayrı bir yerde durmadığımı bilin istiyorum. Seçmediğim soyadın bana biçtiği anlamlar çok büyük ve bir parçası olduğum toplumun bu denli dışında itilmek ama hiçbir zaman da sanıldığı gibi babasıyla aynı çizgide yürüyen ve onun biricik kızı olmamak, yine de öyle sanılmak çok zor. Ben bir tarafa ait hissetmezken diğer taraftan bu denli itilmek herhangi bir insanın ne kadar ağrına giderse aynı duyguyla yaşıyorum. Ve bu inanın çok ağır. Ben nefret ettiğiniz o kişi değilim, hiçbir zaman da olmadım. Bu davanın ortağıyım, sizinleyim ve daima sizinle olacağım. Umuyorum ki kazanan biz oluruz, yolu açık olan biz oluruz.”
***
İnstagram;
uzumbugusuofficial
dilanduurmaz
Ayrıca yine bu bölüm de bir kez daha emin oldum ki O İSTANBULA DA GİDİLECEEEKKK djjdjdjdk artık sevgili olduklarında kaçamak bir tatil için mi yoksa balayı için mi bilinmezzz ama Ali Ecevit ve Firuze kişileriii o İstanbula gidip hayatlarının en güzel günlerini yaşayacak. (Nokta )
😂😂
Bölüm duygusal anlamda o kadar yoğundu ki hem içim kıyıldı Firuze için hem ecevitten okumayı deli gibi istedim hemde gerim gerim gerildim kızının ecevite yardım ettiğini öğrenince ve kendisine hain dedi diye eline torcu tutuşturan, ağzında dört dikişe sebep olan atilla kızının tüm ülkeye hain olduğunu haykırmasına nasıl tepki verir napar offf Bülent canavarını düşünemiyorum bile tek sevindiğim şey ecevit bu saatten sonra firuzeyi ölse bırakmaz 🙃öldürseler bırakmaz 🙃 Bırakmaazzzz 🙃
Herhangi bir sosyal medya kullanmıyorum ve bölümleri sadece burdan takip ediyorum bu yüzden bölümün geldiğinden haberim yoktu ama onları o kadar özlemiştim ki Pinterestte yapay zeka ile sahneleri işleyen sayfaları geziyordum özlemimin arttığını hissettiğim de eski bölümleri okumak için siteye girdim ve yeni bölümü görmek.... Allahıımmmm o kadar mutluluk vericiydi kiii hahsjsjs aşırı sevindim yaaa
Dilaniko bence satır aralarına yorum özelliği eklersen aşırı iyi olur
Naptın be firuzem ah be kızım o cani. Adam sana neler yapmaz şuan gerçekten senin için korktum seni babandanmı annendenmi bülenttenmi hangibirimden koruyayım be gülüm…..Allah ecevitcimle size umarım bir son yazmıştır..sonunda mutlu olursunuz ne diyim…