top of page

xxıı - tanığın beyanı kadar sessizliği de delildir

  • Yazarın fotoğrafı: Dilan Durmaz
    Dilan Durmaz
  • 13 saat önce
  • 72 dakikada okunur

Düşman insanı öldürmeli. Doğurmamalı ya da baba olmamalı. Yoksa insan nasıl baş edebilirdi babası bildiği düşmanıyla?  


Kaç kamera, kaç mikrofon vardı bilmiyordum. Ayakta durmak bir zulüm gibiydi. Korkuyla, çünkü yarın manşetlerde kendimi göreceğimi biliyordum ama yerde bayılmış halimi görmek istemiyordum. Elimi yavaşça arkaya doğru uzattım. Amacım Ecevit’e ait bir parçaya tutunmaktı. Bir kumaş, bir düğme, belki bir parmağı… Ecevit’e ait, bana varlığını hissettirecek minicik bir şey. Çok büyük şeylerde aklım yoktu. Yüzsüz değildim ama yüzsüz bile olsam koca bir avuç beklemezdim yine de. Haddimi bilirdim.  


Ecevit’in ılık, büyük ve sahiplenici avucuna düştü boşlukta sallanan elim. Parmaklarım avucunun içinde büküldü. Boşlukta sallanmaya alıştıysanız sizi korkutan boşluk değil varlık olurdu artık. Ayaklarınız o kadar uzun zaman yere basmazdı ki tabanlarınızı hissedemezdiniz, uyuşurlardı. Ecevit elimi o kadar sıkı tuttu ki, uyuşmuş tabanlarımda sancılı bir uyuşukluk hissettim. Olduğum yerde sekerek yürümek değil, felç geçirmiş gibi yere yığılmak istedim. Sıkıca tuttu beni bunu hissetmiş gibi.  


Savaş sonrası düşmanla oturulmuş bir ateşkes masasından toprak vermeden kalkmış gibi hissettirdi eli bana. Topraklarını parsel parsel avucunda sıkıca tutmuş, bırakmamış, vermemiş ve kimseye yar etmemiş bir başkomutan nasıl omuzları dik kalkarsa o masadan aynı özgüvenle dikleşti benim de bedenim. “Teşekkür ederim,” dedim son bir güçle bana elindekileri bırakmadan hayretle bakan gazetecilere. Bu söyleyecek başka bir şeyimin olmadığına işaretti. Bunu anladıkları an ardı ardına sorular gelmeye başladı. Tıpkı dün geceki gibi bir kalabalığın üzerime üşüştüğünü hissettim. Kalbim zaten yavaş atmıyordu ama daha da hızlandı. Arkasından atlı kovalıyor gibi yalın ayak vurmaya başladı zeminine. Bedenimi tamamen Ecevit’e yasladım ve başımı kısa bir an ona çevirdim. Konuşmadım ama ‘çıkar beni buradan’ diye yalvardım. 


Elimi bırakmadı, sıkıca birbirine sarılmış iki el diyemezdim, Ecevit’in komutanın sahiplendiği vatan toprağı gibi sahiplendiği elim aramızda kaldı. Benim sırtıma yaslıydı, onunsa karnına. “Tamam,” dedi gelen sorulara karşılık ve insanları yara yara beni çıkardı. Kapımı kapatana kadar yanımda durdu. Flaşlar arabanın içindeyken bile yüzüme patlıyordu. Yüzümü eğdim ve parmak uçlarımla alnımı ovaladım. Ecevit hızla sürücü koltuğuna geçti ve arabayı sürdü. Birkaç gazeteci ezilmek pahasına önümüze geçmeye çalıştı ama Ecevit bir şekilde aştı onları ve son sürat hastaneden uzaklaştı. Başımı kaldırmadım, elimi çekmedim alnımdan. Bedenim aldığım soluklarla beraber inip kalkıyordu. Gözlerimi kapattım. Kulaklarımda çanlar çalmaya başladı. Az önce kurduğum her cümle yarım yamalak da olsa zihnimde yandı söndü, kalbimi sıkıştırdı.  

Arabanın durduğunu hissettim bir zaman sonra ama bir ışığa mı yakalandı, başka bir sebepten mi durdu bilmiyordum. Başımı da kaldırıp bakacak mecalim yoktu. Gözlerimi birbirine dikmişim gibi sıkmıştım. Tüm bedenimi sıktım, küçülmek hatta yok olmak istedim.  


“Firuze,” dedi. Konuşmak için ilk sesin ondan çıkmasını bekledim sanırım.  


“Beni mahvedecek,” dedim inleyerek. Gözlerim yuvalarından fırlamayacak aksine içine gömülecekti.  Dudaklarımı birbirine mıhladım, nefesimi tuttum. Korku, evet tüm çıplaklığıyla korku, vazoyu kırmış bir çocuk gibi değil evi yakmış bir çocuk gibi bir korku, düşmana halkın yerini ifşalamış gibi bir korku, bir hastanın fişini çekmiş gibi bir korku geçti bedenimden. Tir tir titremeye başladım. Dakikalar önce benimle olsaydı böylesi, yapamazdım. “Beni mahvedecek,” diye tekrarladım. “Beni mahvedecek, beni mahvedecek, beni mahvedec-” 


“Sakin ol, kaldır başını.”  


“Beni mahvedecek.”  


Babamın fiziksel şiddetiyle Ecevit çıkıp geldikten ve Hüseyin amcayla babamı kıyasladığımda tanışmıştım ama babamın içindeki canavarla yedi yaşından beri tanışıktım. Canavarların da daha kötü hallerinden haberim olduğunda on yaşındaydım. Daha daha kötü olabildiklerini öğrendiğimde on beş, on altı, on yedi, on sekiz… Hep daha kötüleri vardı. Katiller canavarlardan daha az kötüydü. Çünkü canavarlar asla sizi öldürmezdi. Sizi bir kapana sıkıştırır, her gün ölmek istetir ama asla ölmenize izin vermezdi. Ellerini kana asla bulamazlardı ama damarlarınızdan akan kanı kuruturdu. Benim babam bir canavardı. Benim düşmanım da babam. Onunla savaşmayı hiç öğrenememiştim. Çünkü babamın hep bir fazlası vardı. Babam benim içime ölüm tohumu ekip onunla yaşamamı istemişti.  


“Beni mahvedecek,” dedim tekrardan. Bu cümleyi açamıyordum, çoğaltamıyordum. Çünkü ben canavarlarla sadece yaşamayı öğrenmiştim. Ne canavarlar benimle ne ben canavarlarla baş etmeyi öğrenmiştik. Ecevit elimi alnımdan ayırdı ve çenemden yakaladı. Başımı kaldırdı.  “Beni mahvedecek.”  

Bu cümleyi defalarca kez, saatlerce ve günlerce kurabilirdim. Dakikalar öncesine dönsem yapmazdım. Çarçabuk pişman oldum. “Beni mahvedecek.” 

 

“Aç gözlerini.”  


“Beni mahvedecek.”  


“Aç gözlerini Firuze,” Başımı dik tutamıyordum. İki eli de artık yüzümdeydi ve görevi bıraktığım başımı tutmaktı. Öylesine otoriterdi ki tutuşu da seslenişi de gözlerimi açmak bir zaruriyetti. Birkaç saniye karanlık gördüm yalnızca sonra onun küçük kahverengi gözlerini. İnledim ve bu kez ona seslendim. “Ecevit beni mahvedecek.”  


“İnsanlar artık seni tanıyor,” dedi gözlerimin içine bakarken. Kahverengi halkalar gibiydi hareleri. Yer yer koyulaşıyor yer yer daha da açık hale geliyordu. Göğsüm şiddetle inip kalkıyordu, elinden geleni yapıyordu ama yine de bana yetemiyordu. “İnsanlar artık seni tanıyor,” dedi. Onu dinlediğimin farkındaydı. Başını sallıyordu, beni ikna etmek istiyordu. Beni sevmiyorlar dediğimde seni tanımıyorlar demişti. Dün gece uzak bir geçmiş gibi hissettirse de bunu hatırlıyordum. Bir de İstanbul’a gideceğimizi.  


“Seviyorlar mı?” dedim incecik bir sesle. Bir çocuk gibi bile değil bir bebek gibi. Utandım kendimden. İnsanlar beni sevsin mi istiyordum? Hiç kulak veremiyordum kalbime. Belki çok uzun zamandır konuşup duruyordu ama hiç dönüp bakmıyordum ona.  


“Tanıyorlar,” dedi. Yamacımdaydı. Her cümlesini ve her cümlemi başıyla onaylıyordu.  


“Seviyorlar mı yani?” diye sordum yine. Ne duymak istiyordum bilmiyordum ama Ecevit benim tanıdığım en dürüst insandı. Bana ne olursa olsun doğruyu söyleyecekti biliyordum. İstanbul’a gideceğimiz gibi.  


“Artık nefret etmiyorlar. Seni tanıyorlar.”  


Yanmış ve yanık acısıyla kıvranan içime erimiş su damlaları serpiştirdi bu cümleler. Minicik damlalar da olsa yine de o kopup düştüğü buzun serinliğini hissettiriyordu. Acımı dindirmiyordu ama kısa bir vakit de olsa azaltıyordu. İnsanın insanı sevmesi için tanıması yetmezdi, onunla vakit geçirmesi ve onu daha çok tanıması gerekirdi. İnsanlar beni sadece tanıyorlardı. Bu nefretlerini söndürmüştü. Yetmez miydi? Bilmiyordum ama şu anlık yettirebilirdim.  

“Baban bir kişi onlar milyonlarca kişi. Baban yalnızca bir kişi.”  


Buzdan kalbime eriyen damlalar biraz olsun gözyaşlarımı azaltmıştı ama yanık bakiydi. Acıyordu, inledim elinin altında. “Ama çok güçlü,” diye gerçeği ona da söyledim. O da biliyordu bunu. Hem de çok iyi biliyordu.  


“Milyonlarca kişiden mi?”  


“Milyonlarca kişiden,” dedim. Gözlerimi kapattım yine. “Beni mahvedecek,” dedim yine. Babamın elini hissediyordum başımın üzerinde. Beni yerin dibine doğru itiyordu. Bir mahzene kilitleyecekti. Bir tabuta ya da sadece bir odaya. Nefesim sıkıştı. Benim hep kafesim değişmişti. Altın kafeste olmam, kafeste oluşumu değiştirmiyordu. Paslanmış demir ya da altın… Aynıydı.  


“Milyonlarca kişinin nefreti mi babanın öfkesi mi?” dediğini duydum. İki taraf iki kolumdan tuttu ve kendine doğru çekmeye başladı. Hangisi daha kötü seçemiyordum. Kollarım çok acıyordu. Parmakları yanaklarıma boylu boyunca serilmişti. Onlar Ecevit kadar nahif tutmuyorlardı ama kollarımdan.

Tırnaklarını geçiriyorlardı.  


“Beni mahvedecek.”  


“Sana hiçbir halt yapamaz.”  


“Yapar,” diye inledim. Sana da yaptı ya Ecevit diyemedim… Kendi düşen ağlıyordu. Kendim düştüm diye ağlamaya hakkım yok muydu? Ne saçmaydı. Ben küçükken en çok kendim düşünce ağlıyordum zaten. “Yaptı, yapar.”  

Eğer ki Ecevit bana, “Yaptırmam,” demese ve bunu inanarak, talebesine inanan bir öğretmen gibi, toprağına güvenen bir çiftçi gibi, erine güvenen bir komutan gibi söylemese elinin altında inim inim inlemeye devam edecektim.


“Yaptırmam.” 


“Engel olamazsın.”  


“On yaşında değilim artık.”  


İçin için ağlamak istedim. On yaşındaydı. Daha on yaşındaydı. Ben kocamandım, ben onun kızıydım yine korkuyordum, yine yeniliyordum. Ecevit on yaşındaydı. Dudaklarım büzüldü. Küçücüktü daha. “Pişman mısın yaptığın şeyden?” Pişman olmamamı istiyordu. Atilla Akın’a, kızı bile olsam bir kişi daha yenilmesin istiyordu. Bu adamın alçak gücünü bir kişi daha gözü kapalı kabul etmesin istiyordu. “İnsanlar seni tanıdı diye pişman mısın?”  


Başımı iki yana salladım. Milyonlarca insanın nefreti mi babamın öfkesi mi daha katlanılmazdı? Babamın öfkesi bana daha büyük zararlar verirdi belki ama milyonlarca insanın nefreti daha katlanılmazdı. “Değilim.”  


“Değilsin.” 


“Hiç değilim.” 


“Hiç değilsin.”  


“Aferin sana,” dedi, on yaşından bana seslendi. Ellerini yavaşça ayırdı benden. Belki de başımı sabit tutabileceğimi hissetti. “Aferin Firuze’ye,” dedi içimde taktir bekleyen o hissi görmüş gibi. İnsanlar beni nasıl taşladılarsa alkışlasınlar da istiyordum. Ben kötü bir insan değildim. Hiç değildim hem de.  

“Bana geri gidelim. Ne kadar zaman lazımsa o kadar bende kal. Gelip alabilen alsın.” Emniyet kemerini bağladı. Ne olursa olsun, aklı başında düşünebildiğime şükrettim.  


“Hayır,” dedim. “Bunu istemiyorum. Kesinlikle hayır.”  


“Ne diye?” Sesindeki netlik, söylediklerimin karşısında olduğunu belli ediyordu. Ecevit yine çok yanlış bir zamanda beni istiyordu. 

“Babamla savaşmanın en iyi yolu onun kesin olarak kazanacağı savaşlara girmemektir.”  


“Boş safsata,” diye açıkça kestirip attı. “Tekrar soruyorum; ne diye?”  


“Evini beş kişi bassa engel olabilecek misin?” diye sordum. Ona bakıyordum. Yolun köşesinde durdurmuştu arabayı.  


“Ben uyurken yastığımı yorganımı bile düşman beller uyurum. Babanın gönderdiği beş kişiye mi vereceğim seni?” 


Ecevit’in vermediği, teslim etmediği, sıkıca tuttuğu olmak… Hiç bilmeyecekti ama içimde bir çocuğu neşeyle zıplatıyordu. Şu an bile. Ne güzel bir histi. Hayatımda sadece bir kez oruç tutmuştum. Orucumu açtığımda içtiğim ilk yudum su gibiydi Ecevit tarafından böyle sarmalanmak. Yüzlerce kez şükür sebebiydi. Bir yudum suyun dünyadaki çoğu şeyden daha kıymetli olduğunu anlamak gibiydi. O bardak elimden alınmayacak olsa bile nasıl sıkıca tutuyorsam öyle sıkıca tutulduğumu hissediyordum Ecevit’in elinde. Kimse benden o bardağı, Ecevit’ten beni alamazdı sanki. Ben suya doyana kadar, Ecevit beni bırakana kadar. Ama şimdi tüm bunların yanında bir yetişkin gibi de düşünmeli ve Ecevit’in canını önceliğim yapmalıydım. Yirmi beş yaşında en azından onu koruyabilmeliydim.  


“Elli kişi gönderse peki?” diye sordum bu kez. “Yüz kişi gönderse?” Bana öfkelendiğini görebiliyordum. “Ben babama beni sürüye sürüye senin evinden çıkarma zevkini yaşatmam, ben babama senin elini kolunu bağlatma zevkini de yaşatmam. Babamın gücünün yeteceği şeye yeltenmemiş gibi yaparım ki o yapmış olmasın, ben tenezzül bile etmemiş olayım. Senelerdir bulduğum tek çözüm yolu bu. İşe yarayan tek çözüm yolu da bu.” 


Yüzüme bakmıyordu, yola bakıyordu ama biliyordum beni dinliyordu. Hırsını bırakırsa benimle aynı noktaya varacağını da biliyordum. “Atölyeme gideceğim.”  


“Oradan çıkaramıyor mu seni?”  


“Direnme payım yüksek. En azından kendim gitmeye tenezzül etmişim gibi davranana kadar direnirim. Gideceğim vakti ileri çekerim.” 


“Gözü dönmüştür onun, sana atölyende huzur verir mi sanıyorsun? Tenezzül etmeni mi bekler?” 


Belki de etmezdi. Belki de beni saçlarımdan sürükleyerek eve götürecekti. Bilmiyordum. Kızı onun aleyhine açıklamalar yaparken kendisi kariyerinin en büyük atılımını yapmıştı. Kendisi için korkunç ama benim için belki doğru bir zamanlamaydı. Babam öfkesine yenilirse, kriz yönetimi yapmazsa kariyerindeki sıçramayı ters yönde yapacaktı ve şimdi ona akıl veren onlarca kişi vardı. Koca partinin bu krizle uğraştığını tahmin ediyordum. Yaşlarımı sildim. Başımı geriye yasladım. Nefeslerimin düzene girmesini bekledim. Kolyemi avucumun içinde tuttum sıkıca. Tutundum. Sakinleşmeyi bekledim.  

“Hiçbir ihtimal senin evinden sürünerek çıkmamdan daha kötü değil,” dedim açıkça. “Ben bir şey olursa seni ararım ya da benim de atölyemin kapısı sana açık.” Bu gel demek miydi? Bilmiyordum. Beni korumak Ecevit’in vazifesi değildi elbet ama işte eğer isterse, belki beni yalnız bırakmak ona doğru gelmezse gelebilirdi. Canı istediği için de gelebilirdi. Gelebilirdi işte. Çok isterdim gelsin. Ecevit başını bana çevirdi ve ilk kolyeyi tutan elimi gördü. Yutkundum. “Lütfen Ecevit,” dedim. “Bir de sen zorluk çıkarma. Lütfen.”  

Hiçbir şey söylemedi. Diretmediği gibi destek de olmadı. Kemerimi işaret etti yalnızca arabayı sürdü. Yol boyunca sessiz kaldık. Yönümüz atölyeydi neyse ki. Dünkü gibi yine beni atölyeye getirdi. Elim kolyemde yavaş yavaş bir ileri bir geri sallandım. İnsanların artık benden nefret etmediğini tekrarladım durdum. Babama duyduğum korkuyu bastıracak olan en somut şey buydu şimdi. Ne zamanki kapının önünde durdu araba öyle açtım gözlerimi. “Teşekkür ederim,” dedim yalnızca. Kaslarım çok yorgundu. İçimdeki bu korku izin verirse günlerce uyumak istiyordum. Ecevit atölyeye gelmezdi, biliyordum. Zaten araması gereken bir kardeşi vardı, daha fazla onu benim dertlerimle uğraştırmak alelade bencillik olurdu. Meşguliyeti ben olmamalıydım. Dününü de bugününü de bana vermişti. “Sakinleştirici etkisiyle uyuyabilirim. Açmazsam bu yüzden. Onun dışında seni habersiz bırakmam. Elimden geldiğince olacak olan her olayda en hızlı şekilde haber vereceğim sana. Olur da işler çığırından çıkarsa tek odağın Melike olsun ben bir şekilde bakarım başımın çaresine. İpin ucunu iyi yakaladık, babam yüzünden kaçırmayalım.”  


Gardını çekti ve dönüp yüzüme bile bakmadı. Ecevit tüm yalınlığına rağmen bir o kadar da zordu. Ya evine gelmeyeyim ya da gitmeyeyim istiyordu. Söz konusu eviyse kararı kendi içinde alıyordu ve uymadığım her an bana açıkça tepki gösteriyordu. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve “Peki,” dedim. “Görüşürüz,” diye ekledim yalnızca. Ondan isteyecek bir on saniyem daha yoktu. Tek seferlikti. O on saniyenin içinde bile biliyordum. Karşılık vermedi bana ve ben arabasından indim. Dikkat et demedi, usluca resmini çiz de demedi. Hiçbir şey söylemedi. İki yabancı gibi ayrıldık. Bahçeye girene kadar da bekledim bana seslenmesini ama seslenmedi. Sakinleştiricinin etkisiyle sanırım bu kırgınlığı teğet geçmiş şeklinde hissettim. Sadece omuzlarım düştü. Atölyeye gittim, yavaşça anahtarımı aldım ve açtım kapıyı. Kapıyı açıp girerken kapatmadım. Bir süre açık bırakıp havalandırmak istedim. Sobayı yakacaktım ve atölyede ağır bir boya kokusu vardı.  


En son Ecevit’i çizdiğim tuval duruyordu orta yerde. Tam olarak bitmemişti ama yine de gidip indirdim ve duvara yasladım. Tüm atölyenin siyah perdelerini çektim. Anahtarımı içeri aldım ve kapıyı ayağımla ittim. Yatağa ya da koltuğa oturacak gücü kuvveti bile bulamadım kendimde. Sırtımı kapıya yaslayıp önünde yere çökecektim sanırım. Konumum tam olarak bu şekildeyken kapı arkadan bir elle itildiğinde, kalbimde titremeyeceğim kadar azalan korku nüksetti ve iltihap dolu bir apse gibi patladı.  


Tamamen refleks olarak kapıyı kapatmaya çalıştım. Bağıramadım bile. Bülent ya da babam sandım ama, “Firuze benim,” dediğinde Ecevit tüm gücümü kapıdan alıp bakabildim ona.  


Ecevit’ti.  


Kapıya asılmaktan ateş dolu bir sobadan elimi çeker gibi vazgeçip birkaç adım geriye çekildim, elimi kalbime bastırdım. Kalbim kulaklarımda çarpıyordu. Kapıyı itti ve eşikten bana baktı çatık kaşlarıyla. Bu tepkim ona fazla gelmiş olmalıydı ama bilmeliydi ki onun çoktan semtten çıkabileceği kadar vakit geçmişti.  


“Allah’tan kapı açık sana dedin. Kapalı dediğini alnının çatısından mı vuruyorsun?” dedi yüzsüzce. Tepki fazla geldiği gibi alay da edebiliyordu. Tüm kaslarım gibi kaşlarım da tetikteydi. Kızgınlığımla baktım ona.  

“Ya sen niye sinsi sinsi geliyorsun peşimden?”  


“Allah’ım sabır ver,” dedi utanmadan. İçeri girdi ve kapıyı itti. Birbirimize bakıyorduk. Bir şey söylemeye geldi sandım ben. O konuşana kadar da söyleyeceği şeyi bekledim sadece. Atölyenin içine baktı boş bakışlarla. Bir türlü konuşmadı başta. Sonra, “İpin ucunu beraber tuttuk,” dedi. Beni o kadar korkuttu ki anlamadım ne dediğini.  


“Ne?”  


“İpin ucunu yakaladık dedin. Beraber yakaladık,” Ellerini iki yana açtı ve gözlerini kaçırdı yine. “Birimiz elini çekerse ip kayabilir elimizden. Kaldı ki babana güvenmiyorum,” dedi. Omuzlarını indirip kaldırdı ve bana baktı bu kez.  “Madem benim evim olmaz, ne yapacağını görene kadar ben bu çevredeyim. Zaten çok da beklemez, her an basabilir burayı. İlk öfkesini attığında en azından…” 


“Ecevit bunu yapmak zorunda değilsin. Kaldı ki beni babamdan koruyacak son kişi bile olmamalısın.”  


Ecevit tüm eforunun kendisini korumak için kullanmalıydı. Babam beni süründürürdü ama fırsatını bulduğu ilk an Ecevit’i öldürürdü. “İpimi sağlama almak zorundayım ama,” diye açıkladı. İp. Doğru söylüyordu. İp… “En son sana gitme Firuze dediğimde gittin ve ne yaptı gördük. Bile bile lades demem ben.”   


“İpi bırakmam,” dedim onu endişelendiren noktayı hafifletmek için. “Bunu sorun etme, o ipi asla bırak-” 


“Ben de seni babanın insafına bırakmam,” dedi ve ellerini bana doğru karın hizasına doğru kaldırdı. “Ha senin derdin atölyemde seni istemiyorum şeklindeyse tamam.” 


“Saçmalama!” dedim hızla. Burası o hatırlasın ya da hatırlamasın bizim küçükken hayalini kurduğumuz ve elli sene önce aya çıkmak nasıl uçuk bir hayalse iki çocuk için tavanı bile camdan olan bu atölye bizim için uçuk bir hayalin sonucuydu. Ecevit’in parlak fikirleri olmasa, benimle beraber burayı tasarlamasa şimdi anne ve babamın paşa gönüllerine göre tasarlanmış sıkıcı bir atölyem olacaktı. Burası benim evimdi ve burası benimle beraber Ecevit’indi. Tapu içimde hep iki kişilikti. “Saçmalama! Burası…” En doğru cümleyi seçmek çok zordu. Seçemedim de. Gitmesinden korktum. Geçmişten bahsetmek, hatırlamasa bile onu rahatsız ediyordu. “İstediğin zaman gelebilirsin. Benim burada olmama bile gerek yok. Gel hadi. Akşam da kalmak istersen içeride yatağım ve koltuğum var. Babam evet her an gelebilir. Bu senin için sorun değilse, dilediğin kadar kalabilirsin.”  


Ne yapacağımı bilemedim. Onu ilk kez atölyeme getirmiş kadar heyecanlandım. Perdeyi daha çok çektim ve kapıyı da kapatmış oldum. Gözlerim duvara yasladığım tabloma kaydı. Göz ucuyla Ecevit’e baktım. O görmeden en azından ters çevirmem gerekiyordu. Rahatsız olmasın istedim. Uyurken çektiğim fotoğraftı şimdi çizdiğim. Ecevit yavaş adımlarla içeri adımladı tamamen. Serice tabloyu ters çevirdim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Televizyon yoktu, yere çöküp haberleri ve yazılanları titreyerek takip etmekle Ecevit’e bakmak arasındaydım.  


“Bir şey ister misin?” diye sordum bükülmüş kaşlarımla.  


Sağ köşede duvara yaslı olan çift kişilik ama çok da büyük olmayan kadife koltuğa oturdu. Atölyenin geriye kalanında oturttuğum bir düzen yoktu. Kasti olarak bu karmaşayı yaratıyordum ve seviyordum da. “Kahvaltı etmedik,” dedi oturduğu yerden bana bakarken.  


Sabah hatta öğlen olmak üzereydi ve biz kahvaltı etmemiştik. En son dün kokoreç yemiştik. Aç değildim, başım ağrıyordu ama bunlar Ecevit için geçerli değildi. Kahvaltı için bırakıp gitmesin istedim. Atölyeyi. “Kahvaltı…” dedim kendi kendime ve küçük buzdolabıma baktım. “Bakayım ben bir neler var,” O kadar mahcup oldum ki… Ecevit’in yanında kronik bir fakirliğim vardı. Asla ona onun bana verdiği kadar bereketli şeyler sunamıyordum. Çok utandım. Evine misafiri gelen ama dolabı tamtakır olan biri ne hissederse onu hissettim. Açtığım dolapta yan rafa koyduğum kavanozu aldım. 


“Granolam var,” dedim. Türkiye’de çoğu markette bulamadığım, bulduğumda birkaç paket aldığım ve tadını çok lezzetli bulduğum bir üründü bu. Gözlerimi Ecevit’e çevirdim ve kavanozu çöktüğüm yerde ona doğru salladım. Bu granolanın markasından ve içinde kullandığı ürünün kalitesinden bahsedecek kadar şuursuz davranacak oldum ama Ecevit’in daha da küçülmüş gözleri ve çatık kaşları elimdeki kutuyu incelerken susabildim, kutuyu sallamayı bıraktım.  


“Neyin var?”  


“Şey,” dedim ve gözlerimi yumup açtım. “Yulaf var içinde, bal ve badem, akçaağaç şurubu bir de kaju var. Beraber öğütüyorlar. Yok… Öğütmüyorlar. Belli bir teknikle pişiriyorlar. Böyle güzel ama tadı.”  


Markanın kırmızı amblemine baktım. Çok stres yapmaya başladım Ecevit bana bakarken. “Nasıl yiyeceğiz onu?” diye sordu. Dolaba baktım ve iki küçük paket sade süt gördüm. Son kullanma tarihlerini kontrol ettim ne olur ne olmaz.  

“Sütle karıştırırım, üzerine de donuk meyvem var ondan eklerim. Kahve demlerim bir de yanına.”  


Ecevit bir elime bir bana bakarken kısa bir süre düşündü. İsterse sıcak olarak da servis edebileceğimi söylemek istedim ama, “Domates peynir çay yok mu?” diye sordu. Ellerimi başımın iki yanına koymak ve yere çökmek istedim. Çok basit şeyler istiyordu ama onlar bile yoktu. Bu adam bana bir haftadır her sabah ve akşam çeşit çeşit şeyler yediriyordu. Kafayı yiyecektim akçaağaç şurubu diyordum. Tüm derdim ülke gündemi ve babama yaptığım ihanet değildi artık, Ecevit’in karnını doyurmaktı.  


“Yok…” dedim. “Bir süre gelmedim ya buraya çoğu şey bozulmuştu atmıştım. İstersen gidip alalım.”  


Ecevit’in sinesi aldığı nefesle şişti. “Tamam gerek yok ne varsa onu yeriz. Sen de otur, koy kafanı. Çok dolaşma, başın dönüyor muhtemelen sarsaklıyorsun yürürken. Söyle nasıl yapılacağını ben yaparım.”  


“Yok,” dedim hemen. “Ben yaparım. Sen sobayı yakar mısın?”  

“Ya yat sen.”  


“Ecevit ben yapmak istiyorum,” diye ısrar ettim. Bunu sorumluluk belledim. Titreyen ellerimi açıp kapattım ve dolaptan kaselere uzandım. “Sobayı yakar mısın? Hadi Ecevit.” 


Gelip elimden almak için zorlamadı. İş bölümünü yaptık. Ellerim kaşık tutarken bile çok titriyordu. Biraz döktüm granolayı ama iki ayrı tabak hazırladım. Üzerine donuktaki kırmızı meyveleri de eklerken filtre kahve makinemi çıkardım.  


“Çay hiç mi yok?” diye sordu.  


“Bitki çayı var.”  


“Çaya saygısızlık,” dedi ve kestirip attı. “Ne kahvesi yapacaksın?”  


“Elimde yöresel filtre kahve var. Kolombia ve Kosta Rica…” Gözlerimi açıp kapattım ve lanetler etim. “Her neyse Ecevit bildiğimiz dümdüz filtre kahve.” Çok kahveyle arası yok ağır gelmesin diye Kosta Rica aldım. Hızlıca filtre kağıdına yerleştirdim ve fişi taktım. Dışarı çıktı ve biraz odun getirdi, gerekli yerlerde güçlü nefesiyle üfleye üfleye yaktı sobayı. Minik tezgaha yaslanmış ona bakıyordum.  


“Yandı,” dedi başını kaldırıp.  


“Bu da iki dakikaya hazır.”  


Bana doğru yaklaştı ve arkamda kalan kavanozu aldı, kapağını açtı. Kokladı ve geri kapattı. İçindekiler kısmını okumak istedi ama Türkçe değildi. “Mısır gevreği gibi bir şey mi bu?” 


“Onun daha sağlıklı ve besleyici hali.”  


Teknoloji de iyice gelişti diyen yaşlılar gibi kafasını salladı ve tezgaha geri bıraktı. Ona bol bol koymuştum karnı doysun diye. Dolapları karıştırdı ve iki bardak çıkardı. Makinenin önünde bekledi. “Kolombiya mı demledin diğerini mi?”  


“Kosta Rica’yı.”  


“Neden?”  


“Kahve çok içmiyorsun. Diğeri ağır gelir diye.”  


Dudakları aşağı doğru kıvrıldı ve başını sallaya sallaya akan kahveyi izledi. “Kosta ne dedin?”  


“Rica.”  


“İçmeden ayılamam.”  


“N’olur alay etme.”  


“Yoksa sen de Kolombu mu içmeden ayılamıyorsun?”  


İstediği kadar alay edene kadar parmak uçlarımı gözlerime bastırdım ve sabırla bekledim bu anın bitmesini. Hep aynı şey oluyordu. “Hele şu granola… Senelerin vazgeçilmezi. Granolasız sofraya oturmam ben. Bak git gir rastgele bir eve peynirden önce onu koyuyorlar.”  


“Sus artık.”  


“Sandviçi Fransızların ekmeğiyle kahvaltıyı İngilizlerin at yemiyle. Bak bunlar çok önemli not al.”  


“Sus artık, sus!”  


Tabaklarımızı aldım ve sehpanın üzerine koydum, sehpayı da koltuğun önüne kadar çektim. Ecevit kahveleri koyarken daha fazla bir şey demedi. Çok olan tabağı onun önüne koydum. İkimizin arasında bire iki oran vardı. Ona yemek kaşığı koymuştum ben tatlı kaşığı almıştım. “Deneyelim bakalım,” dedi ve aldı kâseyi eline. Önce biraz alttan üste doğru karıştırdı. Yumuşamıştı bile görebiliyordum. En azından biraz tatlı ve yulaf kadar yavan değildi tadı.


Kaşığını doldurdu ve kâseyi altta tutarken ağzına aldı. Dökmeden yedi ve yavaş yavaş çiğnemeye başladı.  


“Nasıl?”  


“Bir dur anlamadım.”  


Bir kaşık daha aldı, sonra bir kaşık daha. “Nasıl?” diye yine sordum.  

“Kahvaltı diye bunu mu yiyorsun yoksa kahvaltı öncesi miden kazınmasın diye mi bunu yiyorsun?” diye uzun uzun sordu. Sabır sınıyordu. Başka bir şey gelmedi aklıma.  


“Bunun konumuzla ne ilgisi var?” Ben ona bunu sormuyordum ki?  


“Vereceğim cevabı etkileyecek.”  


“Ne alakası var Ecevit? Beğendin mi? Ayrıca kahvaltı olarak yiyorum.” Aile evinde şansım varsa sofraya veya kahvaltıya ya da akşam yemeğine oturmazdım. Otursam bile soğanlı menemene ekmek banamazdım. Ya da sanayi tostu yapılmazdı. Yer kalkardım. Zaten masada hoşuma gitmeyen bir konunun konuşulmadığı hiç olmamıştı. Hep canımı sıkan bir sohbet olurdu ve sofrada çoğunlukla huzursuzluk çıkardı. Burası ise… Eve göre daha iyi olan ama yemek yapacak, uğraşacak motivasyonu çoğunlukla bulamadığım bir yerdi. İnci ya da Hilal geldiyse onlara ayıp olmasın diye bir şeyler pişirirdim.

  

“Yok o zaman beğenmedim. Böyle kahvaltı mı olur?”  


“Kahvaltıdan önce yiyorum deseydim?”  


“İdare eder gideri var. Mide kıyıntısına ideal.”  


Gözlerimi devirdim ve kendi tabağıma uzandım. Karıştırdım gönülsüzce. Yiyesim yoktu. Sıkıntıyla soluklandım, telefonumu çıkarmak istedim ama ekranı göremeden ben çekti aldı elimden. “Bakma,” dedi. Beğenmeyen oydu ama yiyen de oydu.  


“Nereye kadar?”  


“Ben biraz vakit geçtikten sonra bakacağım, genel bir tarama yapacağım sana durumu söyleyeceğim.” 


“Hafifleterek mi?” diye sordum açıkça. Biliyordum. Benim nefesimi kesecek ayrıntıları vermeyecekti bana.  


“Ne gerekiyorsa onu yaparak. Yesene Firuze!” diye tabağımı işaret etti ve telefonumu bacağının altına sıkıştırdı.  


“Canım istemiyor.”  


“İştah açan bir şey değil çünkü. Yine de ye. Hadi. Bir kaşık bile kalmasın içinde, atların hakkı var bu tabakta.” İyi bir şey söylemeye çalışırken bile alttan alttan laf çarpıyordu. Yine gözlerimi devirdim. 


“Çok komiksin,” diye söylendim. Benimle böyle uğraşmasını seviyordum ama susmak da istemiyordum. Bu karmaşa yedi yaşında bir çocukla yirmi beş yaşında bir kadının çatışmasıydı.  


“Öyle söylerler.”  


“Yalan söylemişler.”  


“Yalancı.”  


Sündüre sündüre yedim, Ecevit’in daha fazla olmasına rağmen benden önce bitirdi, hepsini yedi kahvesini de içti. “Sigara içebiliyor muyum burada?” Başımı salladım. Dışarı çıkmasına gerek yoktu. Yerinden kalktı ve biraz uzaklaştı benden. Sigaranın dumanı direkt olarak kaseme gelirdi diğer türlü. Ecevit başını kaldırdı ve cam tavana baktı. Ben de onunla beraber. Yağmur yağacaktı sanırım. Kahvaltımı zar zor bitirdim ve sehpaya bıraktım tabağı. Ecevit de sigarasını bitirdi ve yanıma oturdu. İkimiz de hiç anlaşmadan geriye yaslandık ve başımızı arkaya yerleştirdik. Cama yağan yağmur damlalarına baktık, hatta anlaşmadan kollarımızı da önümüzde bağladık.  


Yaptığım konuşmayı bir televizyondan izler gibi camdan izledim. Gözlerimi bile kırpmadım. Senelerin yükünü bırakmıştım beş kameranın on mikrofonun önüne. Yine de sırtımdaki ağrı azalmamıştı. Fıtık olmuştum sanki. “Beni mahvedecek,” dedim bu kez daha sessiz ve sakin bir sesle. 


“Ama?”  


“Ama artık insanlar beni tanıyor.”  


Her yağan damla camı aşacak da bana düşecek sanıyordum ama bu bir yanılsamadan ibaretti. “Doydun mu?” diye sordum.  


“Doydum.” 


Doymasa doymadığını söylerdi diye umuyordum. “Arada böyle hafif kahvaltılar yapmak gerekiyor,” diye açıkladım. Sonuçta her zaman menemen ve sanayi tostu yiyemezdik değil mi? İstesek bile yiyemezdik. Sanırım güldü ve ben yağmur damlalarını izlerken, “Sen küçü-” Kuracağı cümle, tümüyle boşluğunda, tümüyle plansız ve tümüyle istemedendi. Anında sustu. Belki bu kadar yakın mesafede olmasak belki başka bir işle uğraşsam onu duymazdım bile ama tüm koşullar Ecevit’i duymam için uygundu. Başımı güneş görmüş ayçiçeği gibi hızla ona çevirdim.  


“Ben küçükken ne?” dedim heyecanla, beklenmedik yaz yağmurunun ardından görünen güneşe boyun kaldıran ayçiçeği nasıl tez canlı davranırsa aynı haldeydim. Üç dört harfini duyduğum sözcüğü çekinmeden tamamladım. Hatırladığı bir şeyi mi yakalamıştım? Ya da bir şeyi mi hatırlamıştı? İkisi de kabulümdü. Sadece çocukluğumuza dair minicik bir anıyı ya da anı ondan duymak için öyle büyük şeyler feda ederdim ki… Yirmi beş yaşındaki Firuze ne kadar mutlu olurdu, bu ona ne kadar can suyu olurdu bilmiyordum ama içimde babasının korkusundan yine yatağın altına saklanmış yedi yaşındaki bir çocuğu o yatağın altından çıkarırdı. Tir tir titriyordu korkusundan. O da ayçiçeği gibi değil ama iki taşın arasından boy veren papatya gibi yatağın altından başını çıkardı ve Ecevit’e baktı.  


Bedenimi ona çevirdim, pür dikkat ona baktım. Cümlesinin devamını getirmek zorunda kaldı. “Sen küçükken de mi böyleydin? Antin kuntin şeyler yiyordun?”  


Güneş kara bulutlar arasında yok oldu ve ayçiçeği boyun eğdi. Papatya bir yetişkinin ayağının altında ezildi ve ben sadece yutkundum. İç geçirdim. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve yeniden tavana baktım. “Hatırlamıyorum,” dedim tıpkı onun gibi. Bir süre sessizce durdum ve boğazımı temizledim. “Güzelmiş bu cümleyi kurmak. Hiç söylemiyorsun.” Sessizliğini hiç bozmadı. Sadece bana dair anıları yoktu Ecevit’in. Belki söylediğim yalan o kadar etkili olmuştu ki zihninde o yalanı düşünmekten geriye kalanları unutmuştu. Yoksa hafızası kuvvetliydi. Yağmur’u bile hatırlıyordu. “Umarım bir zaman sonra ben de senin kadar sık kullanırım.”  


“Ne konuşacağını hiç bilmiyorsun Firuze,” dedi ve sigara paketine uzandı.  

“Bilakis çok iyi biliyorum. Ne bencilsin. Unutmak bile sana has olsun istiyorsun. Bana da sigara verecek misin?” diye sordum çakmağının sesini duyarken.  


“Vermeyeceğim.”  


Ama başkalarına verdin diyemediğim için, “Elif Tuna’ya verecek,” diye tekrar ettim. Elimde ona karşı kullanabileceğim başka argüman yoktu. Derin bir soluk aldı. Çok çabuk sıkıldı benden.  


“Vermeyecek.”  


“Sen öyle san,” dedim ters bir sesle. Onu kovmak bile istedim hiç gitmemesini isterken. Tüm hislerim taban tabana zıttı tıpkı isteklerim gibi. Her şeyi unutmak istiyordum ama Ecevit’i asla. Ona beni neden hiç hatırlamıyorsun diye kızmak istiyordum sonra dizlerinin üzerinde uyumak. İnsanın yirmi beşiyle yedisi hep bir olmuyordu. İçimdeki hırsın, öfkenin ve kızgınlığın adını koyamıyordum. Eskiden sadece kırılıyor ve üzülüyordum ama artık Ecevit’le kavga da etmek istiyordum. Dikişlerimi kapatan sargı bezinin üstüne dokundum. Başım çok ağrıyordu.  


Bir sağa bir sola yatırdım başımı da rahat edemedim. Saçma sapan bir konumda koydum başımı koltuğun bir köşesine. Öyle saçma bir açıydı ki boynum da ağrıdı çok geçmeden. Ecevit’e olan kızgınlığım arttı düzgün yatamadıkça. Allem ettim kallem ettim o kızgınlıkla onun dizine koydum başımı. Koltuk küçüktü ve boyum uzundu. Cenin pozisyonu aldım küçülttüm bedenimi. “Başım çok ağrıyor. Ben uyuyunca kalkarsın koltuktan.”  


“İçeri geçip uyusana.”  


“Kalkmak için önce benim dalmamı bekle.” Apaçık emrivaki yapıyordum, bunları söylerken onu azarlıyordum.  


“Firu-” 


“Sus Ecevit başım ağrıyor! Sus artık ne çok konuşuyorsun.” O ne söylerse söylesin sus diye azarlamayı ve onu hiç konuşturmamayı planladım. Evet amacım buydu ama o, “Kalbin çok hızlı atıyor,” dedi. Bunu zaten hissediyordum ama sanırım alıştığımdan ve nefesimi zorlamadığından sorun etmiyordum.  


“Atağı tamamen atamadım bedenimden. O yüzden, yavaş yavaş düzelecek.”

 

“Emin misin?”  


“Uyuyabilirsem daha iyi olacak,” dedim. Bu yalandı. Dizinde uyuyayım diye apaçık bir yalandı. Uyumamla bir ilgisi yoktu. Sakin kalmalıydım, dinlenmeliydim. Yavaş yavaş kalp ritimlerim düzelecekti. Ağrı kesicinin etkisi olmasa bedenimde uyuyamazdım bu çarpıntıyla. Rahat edemedim tam, yarım tur çevirdim kendimi. Yanağımı yasladım alnımı uzak tuttum Ecevit’in bacağından. Artık yüzüm karnına bakıyordu. Tek gözümü açıp ona bakmak istedim ama diken üstündeydi, hissedebiliyordum. Beni üzerinden atmakla sabretmek arasındaydı ve bana karşı az da olsa dün gece oraya götürdüğü için bir vicdan azabı vardı. Belki de o yüzden itemiyordu. Dudaklarım aralık uyuyakaldım dizinde.  


Aslında uyumak, uykuya dalmak, bedeni yarı ölüm haline teslim etmek için iyi bir yatak, yastık, ev ya da havadan önce başka bir şey gerekiyordu. Diz. İnsanın yüreğini de üzerinde yatırabileceği güvenli bir diz. İnsan başını kuru bir tahtaya da koyabilirdi ama yüreğini, annesinin atsın diye dokuz ay rahminde varıyla yoğuyla, bedeniyle çabaladığı yüreğini, her yere koyamıyordu. Ecevit. Ah Ecevit. Kim bilir? Ah kim bilir! 


*** 


Kalbim gökyüzünün çıkardığı tüm seslerden hep korktu.  


Karanlığı ve yağmuru ne kadar seviyorsam şimşeğe ve gök gürültüsüne karşı da bir o kadar ürkektim. Küçük bir kedi yavrusu gibi köşeye çekilir korkuyla o sesin bitmesini beklerdim. Gözlerimi bile kırpmazdım. Uyuyorsam uyanırdım, uyumuyorsam uyuyamazdım.  


Uykum ne kadar derindi bilmiyordum ama gökyüzü öyle kuvvetli bir ses çıkardı ki yattığım yerden sıçrayarak uyandım. Korkuyla etrafa bakınırken ne mekân ne de zaman seçebildim. İyi ki tavanın camdan olduğu kısımda değildim yoksa ne ürkerdim öfkeli gökyüzünden. Ecevit küçükken, bu sesler için “Gurgur baba geldi,” derdi. Sanırım aklıma ilk bu geldi uykudan uyandığım için, “Ecevit gurgur baba geldi,” dedim. Gürültü aniden arttı ve ben yerimden sıçradım bir kez daha ve uykum tümüyle açıldı. Bu ikinci sesi bu kadar şiddetli yapan yalnızca gökyüzü değildi. Gökyüzü üçüncü bir sesi çıkarmazken kapım sanırım üçüncü kez çalındığında fark ettim. Bu zil sesi değildi. Biri eliyle vuruyordu.  


Bir koltuğun üzerinde, Ecevit’in dizinde uyuduğum aklıma geldi başta. En son yaşadığımdan başladım, dün geceye kadar adım adım hatırladım ve kapı o an beşinciye çaldı ve annemin gür sesini duydum. “Aç diyorum sana içeridesin! Aç kapıyı!” Avaz avaz bağırıyordu. Ne yapacağımı bilemedim. Bedenim içerideki yatağa taşınmıştı. Hızla ortalığa bakındım. Burada kimse yoktu.  

“Ecevit,” dedim korkak bir sesle. Bu korkunun asıl nedeni annem değildi, gökyüzüydü. Ecevit’in orada olduğuna neredeyse emin olarak sürgülü kapıyı çektim ve atölye kısmına ayak bastım. Kimse yoktu. Gitmiş miydi? Annem şiddetle kapıya vuruyordu. O an, Ecevit’in gitmeyeceğine öylesine emindim ki lavaboda sandım. Kapıyı tıklattım ve “Ecevit,” diye seslendim. Annem dışarıda avaz avaz bağırıyordu. Lavabonun kitlenmemiş kapısını açtım ve içerideki boşluğa baktım.  


Ecevit gitmişti.  


Bahçede miydi? Bahçede olsa duymaz mıydı annemin sesini?  


Ecevit gitmişti.  


Çok telaş yaptım. Sanırım bedenim aileme Ecevit’in yanında yakalanacağıma güvenerek sakinleşmişti ama Ecevit yoktu. Babam da mı gelmişti? Elim ayağım titremeye başladı. “Bana bu kapıyı kırdırma!” dediğinde hızla kapıya ilerledim ve perdeyi araladım. Annemin kocaman açılmış gözlerini gördüm ilk. İnci hemen arkasındayken kapının önünde iki adam vardı. Babam yoktu. Yağmur yağmıyordu ama yerler ıslaktı. Gök gürültüsüne bakılırsa birazdan yağmur bastıracaktı. Soluklandım. Annem bir canavar gibi kapımdaydı. İnci bazen koluna dokunsa da asla durduramıyordu.  


Kapıyı açtım titreyen ellerimle ama benim itmeme gerek kalmadı, annem var gücüyle ittiğinde benim yaptığım tek şey geri çekilmek oldu. Hızlı hızlı solunmaya başladım. “Sen!” diye bağırdı annem delirmiş bir sesle. “Sen! Yok ol Firuze! Seni doğurduğum güne lanet olsun!” Parmaklarımı birbirine geçirdim ve iki adım daha geriye çekildim. Annem adeta ortalıkta bir şey arıyordu. Bana mı fırlatacak, yere mi fırlatacak emin değildim! “Senin gibi evlat olmaz olsun! Rahatladın mı? Rahatladın mı Allah’ın cezası rahatladın mı?”  


Gözleri kızarmıştı, makyajı akmamıştı ama saçları dağılmıştı. Sanırım konuşmamı yeni dinlemişti. Üzerinde baştan aşağı beyaz bir takım vardı. İnci’ye baktım. Annemin adeta bana saldırmasını engelliyordu. O da en az annem kadar bakımlıydı. Bir yerden geliyorlardı. Bu yer… Babamın yapacağı açıklama yeri olabilir miydi? Böyle önemli anlarda genelde babamın ailesi de babamın bir adım gerisinde dururdu. Babam tüm halk onu alkışlarken annemin elinden tutarak insanları selamlardı. Konuşmanın üzerinden ne kadar vakit geçmişti bilmiyordum ama annem sanırım yeni öğrenmişti.  


Annem sonunda eline bir şey geçirdi ve bana fırlatmasa da cam duvarlardan birine fırlattı. Cama bir şey olmazdı ama vazo camdan yere sekince büyük parçalara bölündü. “Baban bunu mu hak etti?” diye haykırdı yüzüme. Aramıza İnci siper olmasa annem bana ulaşacak ve elleriyle beni tutacak, sarsacaktı. “Baban böyle bir günde bunu mu hak etti? Cevap ver bana! Cevap ver! Bakma öyle suratıma! Kameralara konuşmayı biliyorsun! Cevap ver bana! Konuş! Konuş mahvedeceğim seni. Baban bunu mu ha-” 


“Daha fazlasını hak etti.”  


Sesim onun kadar gür değildi. Bağırmadım. Oldukça sakindim hatta. Sakinleştirici damarlarımdan akıyordu. Çok olağan bir cümle gibi kurdum bunu. “Çok daha fazlasını hak etti. Ben bugün cesaret ettim. Bugünü de özellikle seçmedim. Öyle denk geldi. Pişman değilim.”  


Annem ellerini saçlarına geçirdi. Adeta sinir krizi geçiriyordu. İnci annemin saçlarını kurtarmaya çalıştı ama yapamıyordu. Annem İnci’ye bakınca hıçkıra hıçkıra ağladı. Ki normalde sesli ağlayan bir kadın değildi. Ağlamaktan da ağlayan insanlardan da hiç hoşlanmazdı. “Pişman değilim diyor, duyuyor musun? Pişman değilim diyor! Firuze,” dedi içi yana yana. Ağzından lanet eder gibi ismim döküldü. “Seni doğuracağıma…” Kelimelerini toparlayamadı. “Seni doğuracağıma…”  


Beni doğuracağına taş doğurmayı bile istemedi.  


Parmak sallamaya başladı yüzüme aniden. Atamadığı tokatları böyle gösteriyordu. “Sen Atilla Akın’ı böyle yıkabileceğini mi sanıyorsun?” dedi yüzüme tükürürcesine. “Senin o hainliğinle koskoca Atilla Akın’ı yenerim mi sanıyorsun? Sen hainsin!” Bu kez annem hain olduğumu söyledi. Yine de hiçbiri Ecevit kadar yaralayıcı değildi. Cevabım da onun gibi oldu.  

“Ben hainin kızıyım ama hain değilim.”  


“Abla kes sesini!” İnci yüzünü bana çevirmeden tiz bir sesle, tahammülsüzce bağırdı. Annemin bunca sesine hiçbir tepki vermedim ama İnci’nin sesi kalbimi tıpkı o vazo gibi büyük parçalara ayırdı. Onun saçlarına baktım.  


“İnci sen bu meseleye hiç karışma,” dedim olabildiğince sakin ve uysal bir sesle. O ailede tek sahip olduğum kişi İnci’ydi. Benim küçüklükten kalan tek güzel anılarımda onunlaydı. Onu vermek istemiyordum. Benimle kalsın istiyordum. Annemle aramdan çıkmadan bana çevirdi başını.  

“Niye abla,” dedi yüksek sesle. “Sen bu meselelere beni çok güzel alet edip kullanıyorsun ama.”  


Gözlerinde kör edici, çok genç ve toy bir nefret vardı. Nefretin ne demek olduğunu bilmediği için tuttuğu ucundan gençlik ateşiyle destursuzca kullanıyordu. “İnci bak sandığın gibi…” 


“Konuşmak istemiyorum seninle!” dedi açıkça. “Mahvettin! Hepimizi mahvettin. Annemi, babamı, abimi, beni. Neden? Biz senin düşmanın mıyız?” Annem topuklarını yere vura vura volta atmaya, eline geçeni kırıp dökmeye başladı.  


“Sen benim düşmanım değilsin,” diyebildim. Çok savunmasız olduğum birinin öfkesi ve nefretiydi bu. Ne yapacağımı bilemiyordum. İnci’nin bana böyle bakması kalbimdeki büyük kırık parçaları da kendi içinde kırıyordu. Annem neredeyse kahkaha attı.  


“Biz miyiz senin düşmanın?” dedi ve bana doğru atıldı. Kolumdan tuttu sıkıca. Yüz yüze kaldık. İnci’den sonra annemin nefreti kalbime dokunmadı. Hatta annem İnci’den daha sevgi doluydu bana karşı. “Baban mı ben mi? Gençliğimi sana verdim! Sen tekrar gül diye gençliğimi sana verdim!”  


“Sen gençliğini oğluna ve kocana verdin anne.”  


Gözlerindeki hayal kırıklığı dudaklarına gülümseme olarak yansıdı. Gülümsese de titriyordu dudakları. Gözyaşları akıyordu. “Nankör. Nankör! Baban sana rağmen saçlarını okşamaktan vazgeçmedi! Sen tekrar ona sarıl diye…”  


“Ya sen ne anlatıyorsun anne!” Bu kez ben de bağırıyordum. Akın ailesine hangi ağrı kesici dayanırdı ki? “Ne anlatıyorsun?” Parmak uçlarımı alnımdaki dikişin üstüne vurdum üç kez. “Bak bu onun eseri! Ağzımdan dün dikiş alındı. Bu da onun eseri! Daha sayayım mı? Pişman değilim. Duydun mu beni? İnsanlar benden babamın kızı olduğum için nefret ediyorlardı ben de çıktım ve dedim ki ben babamın kızı değilim. Size her gün söylediğim şeylerdi zaten. Ne seni bu kadar çıldırttı. İnsanların daha fazla benden nefret etmesine tahammül edemiyorum artık! Dün gece ben ne yaşadım biliyor musun?”  


“Sana bunu yapan insanlar mı iyi?” dedi beni kolumdan iterken. Geriye doğru savurdu ve yine gelip yakaladı kolumdan. Beni hırpalamak istiyordu. “Baban kötü ama savunmasız bir kadına taş fırlatan alçaklar mı iyi? Senin baban hain ama senin başını yaranlar mı vatansever?”  


Annem babamın bir kopyası olmuştu. Gözlerinde Atilla Akın’ın ışığı yanıyordu. Dili Atilla’nın diliydi ve üslubu tıpatıptı.  


“Kasten bugünü seçtin! Babana gölge düşürmek için! Sen kimsin ki? Kimsin sen Atilla Akın’a gölge düşüreceksin! Ancak insanlara hain olduğunu gösterdin. Bütün ülke senin ihanetini konuşacak! Kimse alkışlamayacak seni! Senin gibi bir evlat olmaz olsun diyecekler. Senin gibi bir evlat olmaz olsun! Senin gibi bir evlat olmaz olsun Firuze!” Son cümleyi gözyaşlarıyla, hırsla defalarca kez tekrarladı durdu. Ben gözlerinden, sonra yaşayacağı pişmanlığı görebiliyordum ama annem hiç dur durak bilmiyordu.  


“Şu cümleyi bir kez olsun o katil oğluna kursaydın belki en azından sana gülümserdim anne!” dedim. Sesim titremiyordu ama artık benim de yaşlarım akıyordu. “Katile kurmadığın cümleyi şimdi gelmiş kızına kuruyorsun. Ölürsem sakın arkamdan üzülme anne. Sakın! Tek bir gözyaşı bile dökme! Mezarım gelme! Sen mezarıma geldiğin her an toprağım beni boğsun sen benim bağırışlarımı duy anne!” Bu kez ben onu itmeye çalıştım. Çıksın gitsin istiyordum. “Benden önce ölme anne! Benim öldüğümü görmeden, şu cümleni hatırlamadan sakın ölme!”  


“Kes sesini!”  


“Başını duvarlara vur ama zamanı geri alama! Katile kurmadığın cümleyi bana kurdun diye yataklara sığama, mezarıma gelmeye yüzün tutmasın!”  

Annem kolumu bıraktığı gibi sırtını bana döndü ve çığlık attı. Deliye çevirdi onu bu cümlelerim. Çılgına döndü. “Kes sesini, kes!”  


“Keşke gücüm yetseydi de seneler önce yapsaydım. Bunca insan benden nefret etmeseydi. Artık ölsem de gam yemem. Duydun mu? Artık ölsem de bunca insan benden nefret etmeyecek. Onlar bile gelsin mezarıma sen gelme. Beni doğurduğun gün gibi kutla öldüğüm günü.” Avucunun içini ağzıma kapattı ve cümlelerimi kesti. Hüngür hüngür ağlıyordu. Ağzımı çok geçmeden çırpına çırpına kurtardım ondan. “Seni asla affetmeyeceğim!” dedi arsızca. “Bize bugün yaptığını asla unutmayacağım, seni asla affetmeyeceğim!”  


“Affedersin,” dedim gülerek. Annemle aramızda korkunç benzerlikler oluyordu bazen. İkimiz de şu an ağlarken gülüyorduk. Sinirlerim bu kadar bozuk olmasa sonraki cümleyi kurmazdım. “Sen katil oğlunu, seni aldatan kocanı affetmişsin doğruları konuşan kızını mı affedemeyeceksin?”  


Ne ben, ne İnci ne de annem bekledi bunu. Annemden çekinmezdim, bu onun babamla beraber taşıdığı utanmazlığıydı ama İnci varken bunu söylememeliydim. Hızla pişman oldum ama annemin pimini çektim. Az önce ölme ihtimalime deliye dönen kadının eli gurursuzluğu yüzüne vurulunca tereddütsüz kalktı bana. Çok sert bir tokat yiyecektim yanağıma. Ecevit elindeki torbaları biraz geç atsa yere ya da iki adım geride olsa annem tokadı yüzüme indirecekti ve ben engel olamayacaktım. Bileğinden öyle sertçe ve beklenmedik anda tutuldu ki annem topuklu ayakkabılarının üzerinde geriye sendeledi.  


“Ne yapıyorsun sen?” diye bağırdığı an İnci’yle sesi iç içe geçti.  

“Bırak annemi!” dedi İnci ve hırçınca itmeye çalıştı Ecevit’i. “Nasıl dokunursun anneme bırak annemi!” Ecevit’in annemi bırakmaması için İnci’yi itmesi gerekiyordu. Yapmayacağını bilsem de yine de onlara doğru ilerdim ama Ecevit bıraktı annemi kapıyı gösterdi. “Terk et atölyeyi!” dedi annemin yüzüne bakarken.  


Annem cevap vermedi ama İnci, “Sen kimsin bizi kovuyorsun? Asıl sen defol git!” diye bağırdı. Ecevit umursamıyordu bile annemin gözünün içine bakıyordu.  


“İnci bırak saçmalamayı, al annemi çık.”  


“Terk et dedim atölyeyi,” diye yeniledi Ecevit.  


İnci o adamın Ecevit olduğunu anlayınca daha da hırslandı. “Bu adam için mi bize böyle yapıyorsun?” dedi aşağılayan bir tonda. Tam olarak babasının kızı oldu. Tümüyle, noktasıyla, virgülüyle. Atilla Akın’ın kızıyım ben dedi. Ben babamın bir adım ötesinde onun kızı gibi değilken bu bakışla bu sesle bu cümleyle binlerce kilometre öteye de koysalar İnci’yi babası diye babamı gösterirdim. “Bunun için mi? Biz babamıza bunun için mi ihanet ettik?”  

“Sus diyorum sana. Al annemi çık!”  


Ecevit annemin hareket etmediğini görünce kendisi çıkarmak için hamle yapacak oldu ama İnci deliye dönüyordu Ecevit bir adım atınca. Ona nasıl anlatmışlardı, o nasıl bu kadar hızlı benimsemişti bu nefreti bilmiyordum ama en az babam kadar nefret ediyordu. Her şeyin sebebini bu adam bellemişti. Bu adamın hayatını el birliğiyle yok ettiğimizi bilmiyordu bilse bile sonuç değişmeyecekti sanki. Çünkü muhtemelen o en alasından bir Akın damarı taşıdığı için Bülent’i, suçsuz da olsa Ecevit’in önünde tutacaktı.  


“Anne gel çıkalım!” dedi ve annemin gözünün içinde baktı. Ecevit parmak salladı anneme doğru. “Bir daha beni kızın için arayıp ağlayıp sızlanma. Hasta mısınız lan siz?” diye bağırdı. Annem Ecevit’i mi aramıştı?  

“Annemle düzgün kon-” 


“Lan bas git!” diye bu kez İnci’ye bağırdı. Bir çocuğu azarlar gibi. “Ecevit hayır,” dedim ve önüne geçtim. İnsanın damarına basıyorlardı, kimsenin gözü çocuk görmüyordu. Kaldı ki İnci’yi benim kadar çocuk göremezdi. İnci annemi çekiştirerek çıkardı atölyeden. Kapıyı kapatmadan, kapı eşiğindeki torbaları ayaklarıyla iterek çıkıp gittiler. “Ulan bir tane mi akıllı çıkmaz bir aileden?” diye bağırdı arkalarından. “Büyüğünden küçüğüne hepsi mi ruh hastası olur? Bir tane! Bir tane ya! Yanlışlıkla bile olmaz mı?”  


Yere fırlatılan eşyalara bakarak bir ağız dolusu küfretti. Sonra beni gördü. Düşürdüğü torbalara bakıyordum. Bir tane kırmızı elma yuvarlanıp aşağı düşmüştü. “İyi misin?” diye sordu. Kirpiklerim ıslaktı ama yaşlarım akmıyordu artık. Dikkatle yerdeki eşyalara bakıyordum. “Firuze,” dedi önüme gelirken. “Sakin ol, bir şey yok,” dedi. Gözlerimi daldığı yerde alamadım ve muhtemelen bu ona dünü hatırlattı. “Sakin ol, yüzüme bak.”  


“Gittin sandım.”  


Yüzündeki ifadeyi görmedim. Bize domates de almıştı. “Hayır,” dedi. Sesinde pişmanlık diyemesem de lanet olsun havası vardı. “Hazır ortalık sakin gidip iki torba bir şey alayım dedim. Ne zaman geldiler? Atilla da gelip gitti mi?”  

Benim için önemli olan tek şey yere düşen torbalarmış gibi Ecevit’i aştım ve torbaların önünde çöktüm. Islak kirpiklerimi sildim. Dağılmış torbaları topladım. İndim düşen elmayı da aldım israf olmasın diye. Yemeden yıkayacaktık zaten. “Keşke zahmet etmeseydin,” dedim kısık bir sesle. “Ben alırdım. Çok masraf oluyor sana da böyle. Senin evinde de benim evimde de sen para harcıyorsun.” Beni izlediğini biliyordum ama ben ona bakmıyordum. Kapımızı kapattım ve torbaları tezgahın üzerine koydum. En kalın olan torbayı aldım ve kırılan eşyaların önüne geldim. Bunları olduğu gibi çöpe de atamazdık, kediler zarar görürdü. Kediler… 


“Ecevit kedi,” dedim ve istemsizce gökyüzüne baktım. Gök gürültüsünden korkacak kadar küçüktü. Ecevit’in evinde bir kuytuya saklandığını hayal ettim. Sıcak bir yuvada olsa da belki terk edildiğini sanıyordu. Çatık kaşlarıyla beni izliyordu Ecevit. “Kedi,” dedim yine. Bana kızmasını bekledim ve bu sefer tümüyle hak etmiş olacaktım. Kediye bakamayız demişti.  


“Sitede evlere temizliğe gelen bir abla var, uğrayıp bakıyor. İyiymiş, oyuncak almıştım zaten dün. Oynuyormuş. Toplama onları elinle sen de, kalk.” Kedi için söylediklerin gülümsedim. Yüzündeki pür dikkate baktım bir süre. Sonra başımı sallayarak önüme döndüm. “Çıplak elle kırıldı bunlar. Çıplak elle de toplanabilir.”  


Bir parça vardı ki öylesine paramparça olmuştu ki kırıklarından bütününü seçemiyordum. Sanırım bu en zoruydu. Kırılabilirdi. Bir eşya, kalp ya da tabak. Ama hiçbir şey, atan bir canı olmasa bile kırılsa bile tanınmayacak hale gelmemeliydi. Bir vazo, bir kalp ya da bardak… Asla bunu hak etmiyordu. Parçalarını hızlı hızlı toplamaya başladım. Minik parçalar parmaklarıma batmaya ve küçük çiziklerle beni kanatmaya başladı ama hissetmiyordum bile. Ve hiçbir şey; bir cam, bir kalp ya da ayna bir başkasına zarar veremeyeceği kadar parçalara bölünmemeliydi. Yapamadığı için değil yapmadığı için zarar vermemeyi seçmeliydi. Şimdi bu kırılan şey her neyse bana istese de büyük bir kesik veremiyordu.  


“Firuze,” diye seslenildi bana ve ellerim cam parçalarının arasından çekiştirildi.  


“İşim bitmedi bırak.”  


“Ellerini kesiyorsun bırak.”  


“Sen bırak Ecevit! Toplayacağım bunları.”  


“Firuze bırak dedim!” Titreyen parmaklarımdan ince ince kanlar sızıyordu. Çizikleri bile seçemiyordum. Ecevit iki elimi de bileklerimden yakaladı. O çekti ben çektim. Dengemi kaybettim ve Ecevit’in üzerine doğru çullandım. Düşmek pahasına ona tutunmadım. Üstüne kanım bulaşmasın isterdim. Bu ihtimale tahammül bile edemedim. Burun buruna kaldık neredeyse. Kızgın gözlerinde biraz bile yumuşama olmadı. En az onun kadar çatıktı kaşlarım. Hızlı atan kalbimi duymuştu en son. Şimdi kalbim atlı askerler gibi hızlansa da anlamayacaktı. Hiç yavaşlamadı sanacaktı. Daha da hızlandığını anlamayacaktı.  


“Annem dedi ki senin gibi evlat olmaz olsun. Ben de ona dedim ki benden önce ölme, evlat acısı yaşa. Dua etmeyi biliyorsan Ecevit, benim için dua et Ecevit. Annem evlat acısı yaşamadan ölmesin Ecevit.” Bileklerimi çekmek istedim ama izin vermedi. Burnum neredeyse Ecevit’in burnuna çarptığında ürktüm ve yüzümü geri çektim. “Annem benim öldüğümü görmeden ölmesin Ecevit. Annem,” dişlerimin arasından hırsla, öfkeyle, nefretle tükürüyordum bu cümleyi. Gırtlağıma kadar doldum saniyeler içinde. “Benim öldüğümü görmeden ölmesin. Annem benim öldüğümü görsün öyle ölsün. Annem değil! Hayatımda kim varsa…”  


“Firuze tamam.”  


“Hayatımda kim varsa, benim yaşımı beşe bile katlamış olsa benim öldüğümü görsün. Hepiniz benim öldüğümü görün. Tamam mı?”  


Öfkemin ve kızgınlığımın muhatabı Ecevit değildi aslında. O sadece alışveriş yapmaya çalıştı ama onu ayrı tutamadım. İçten içe bile tutamadım. Ben yüzümü ondan uzak tutsam da o beni bırakmıyordu. Söylediğim sanırım hiç hoşuna gitmedi. Yüzüne memnuniyetsizlik çöktü. Hiç beğenmedi cümlelerimi. Ecevit benim ölmemi istemiyordu zaten. Bunu açıkça en başta, ölmek o kadar kolay mı diyerek belli etmişti zaten. O yüzden belki de bu hınca onu da dahil ettim. “Öldüğümü görmeden ölmeyin. Bırak ellerimi yıkayacağım,” dedim ve kendimi geriye doğru yine çektiğimde bu kez bileklerimi yavaşça bıraktı. Kalktım yerimden tekte ama o kalkmadı. Çöktüğü yerde kaldı. Sürgülü kapı açıktı zaten geçtim gittim ve lavaboya girdim. Nefes nefeseydim, ellerimi suyun altında tuttum. Ayakta kalamadım bir süre sonra olduğum yere çöktüm. Alnımı lavaboya yasladım ve su ellerime akmaya devam etti. Ağlıyordum sessiz sessiz.  


Ben hainin kızıydım ama hain değildim. Ve henüz hain benden hesap bile sormamıştı. Hainle yüz yüze bile gelmemiştim.  


Su kapandığında yamacıma kadar geldiğini fark ettim. Bacakları sırtıma sürttü. Başımı kaldırdım ve ona baktım. Asılı olan kâğıt havludan çekiştirdi ve kopardı. Avuçlarım su akacakmış gibi bekliyordu musluk altından. Ecevit kâğıt havluyla iki avucumu yakaladı ve kuruttu. Sonra bir kez daha kopardı bu kez parmak uçlarıma baskı yaptı. Ben yerden kalkmamakta direniyordum.  

“Kimseden önce ölmeyeceksin.”  


Alnımı yeniden mermere yasladım. “Hepinizden önce öleceğim.”  


“Allah’ın işine karışılmıyor. Haberin olsun,” dedi ve beni tekte kaldırdı yerden. Kucakladı ve az ötedeki yatağa bıraktı.  


“Sen de Allah’ın işine karışma o zaman. Kimseden önce ölmeyeceksin demek de aynı şey değil mi?”  


Tepemden bana bakıyordu. Verecek cevap bulamayınca üsteledim. Ecevit’i çok nadir böyle hazır cevapsız bırakıyordum. “Cevap versene. Seninki de öyle. Sen de yapma o zaman. Senin yaptığın da aynı. Karışma Allah’ın işine,” diye ısrarla konuştum. Ben, bana dua et diyordum o benim isteğim tersine göre hareket ediyordu. “Sen niye öyle diyorsun? Cevap ver hadi. Her şey bir tek senin hakkın mı? Sana soruyorum, cevap ver hadi.”  


“Allah’ım hesap soruyor,” dedi bu kadar çok konuşunca. “Hesap soruyor kafayı yiyeceğim, hesap soruyor.” 


Göz devirdim, cevap bile vermedim. Umurumda değildi. Belli ki Allah’la arası benden daha iyiydi. Ne hali varsa görsün dedim. Ben cevap vermedim ama konuştu. “Bu kolay olmayacak Firuze, yaparken de biliyordun. Yaptıktan sonra da bilincindeydin. Yine de seni çok zorlayacaksa,” Elini yatak başlığına yaslamıştı. Hafifçe bana eğilmişti. “Ecevit beni zorladı, tehdit etti diyebilirsin. Ben kabul ediyorum.”  


Ona kızgındım. Belki nedensizdi ama kızgındım ta ki bu cümleyi kurana kadar. Ona iftira atmamı mı istiyordu? Yine. İçim ürperdi. “Saçmalama,” dedim hızla. “Beni gerçekten tehdit etseydin de kimseye söylemezdim bunu. Ben yaptığımdan pişman değilim.”  


“O zaman ölümden bahsetme.”  


Bu ikisinin tümüyle birbirine bağlı olduğunu sanıyordu. Gözlerimi kaçırdım. Ecevit’in anlayacağı bir noktada değildi bu konu. Başımı iki yana salladım. “Yirmi beş yaşındasın. Bırak da yarım asır yaşamış insanlar senden önce geberip gitsin.” Benim temennim onların ölümünü görmemek değildi, benim ölümümü görmeleriydi. Cevap vermedim ona. Ne o beni anlayabilirdi ne ben onu. “Ölenin arkasından, ölenin ölmesine değecek kadar ağlanmaz Firuze. Annen evlat acısı çekse bile, senin istediğin kadar üzülmeyecek. O yüzden başkası senin acını çeksin diye ölmeyi dileme. Hiçbir acı senin ölmenden daha büyük olmayacak.”  


Bu konuşmayı neden bu kadar dikkate aldığını bilmiyordum ama yatağımın karşısındaki tekli koltuğu, ki ağırdı ben temizlik yaparken kolay itemezdim, alttan tutarak tek hamleyle çekti. Bana yaklaştı. Onu izliyordum. Ecevit pek alışık değildi bana. Gerçek bana. Böyle anlarımla çatışıyordu ama sandığı kadar endişe edecek bir şey yoktu. “Hiçbir şey senin artık yaşamamandan büyük olmayacak. Annen çok iyi bir anne de olsaydı bu değişmeyecekti.”  

“Ben ölünce insanlar üç gün ağlayacak zaten,” dedim dürüstçe. Ben her halükârda öleceksem, en azından o üç günü yaşasınlar istiyordum. “Dördüncü gün rahatlamaya başlayacaklar,” dedim. Ecevit’in siyah gömleğinin düğmelerine baktım ölümden sonrasını düşünürken. “Altıncı gün varlığımdan ne kadar rahatsız olduğunu fark edecekler. Onuncu gün de iyi ki öldü diyecekler.”  


Ben Akın ailesinin hanesinde yaşayan düşmandım. On sekiz yıldır onlara tek bir gün bile huzur vermemiştim. En olmadık yerde huzurlarını kaçırmıştım. En olmadık yerde suçlarını hatırlatmıştım. Annem ve babam benim ölmemi istemiyorlardı ama öldüğümde keşke şimdiye kadar ölseydi diyeceklerdi. Gözlerimi Ecevit’e kaldırdım. “Bazı insanlar üç gün bile üzülmeyecek,” dedim. “Ama benim derdim üzülmeyecek olanlarla değil. Hayatında iki lokma ekmek kadar yer kapladığım insanlar var. Biliyorum,” dedim. Ecevit ve ben aynı anda yutkunduk. Ben gülümsedim ama onun yüzünden geçen solgun ifadeyi okuyamadım. “Benim derdim üç gün üzülecek olan yalancılarla.” Üzülmeyecek olanların üzülmesini istemezdim zaten. Onların bana üzülmesi kendilerine haksızlık olurdu.  


Ecevit sustu. O koltuğu dibime çekince çok şey söyleyecek sandım ama sadece sustu. Uyuyacak uyanacak ve bu his biraz hafifleyecekti. Nüksetmişti sadece. Ben son dönemlerde, bazı şeylerin adını yaşamak koyunca unutulduğunu sanıp kendini hatırlatmıştı. Oradaydı. Dokunamadığım yaşamak gibi oradaydı. Gözlerimi yumdum. İzleniyordum. Dakikalar geçti bence.  

“Kimsenin hayatı iki lokma ekmek etmez Firuze,” diye seslendi bana. Gülümsedim. Kalbimdeki ay çiçekleri yine güneş görseler de baş kaldırmayacaklardı sanki. Yine öyle hissettim. Halbuki bu aralar bazen öyle hissetmiyordum.  


“Bana öyle söylediler ama.” 


“Yalan söylemişler,” dedi bu kez o.  


“Yalancı,” dedim bu kez ben. Yalancı Ecevit. Yalancı. Benim dünyamdaki en dürüst adamsın. Yalan söylememişler, yalancı.  


Dudaklarım büzülmesin diye sıktım kendimi. Yanı başımdaydı. Dürüsttü. Yalancı değildi. Hep dürüst olmuştu. Hep… “Ne aldın bize marketten?” dedim bir vakit sonra. Daha fazla bu konudan konuşmak istemiyordum.  


“Çoğunlukla kahvaltılık ve çay.”  


“Demleme mi?”  


“Hiç sevmem,” dedi ama benim çaydanlığım yoktu ki? Gözlerimi geri açtım.  

“Çaydanlığım yok,” dedim özür diler gibi. En yakın zamanda alacaktım. Çünkü artık benim evime çayı çok seven bir misafirim geliyordu.  


“Hayda,” dedi başını eğdi. Bu onu sahiden üzdü.  


“French press var.”  


“Çaydanlığa mı benziyor?” diye sordu çaresizce. Sanırım asla gülesin gelmez sanıyordum bugün. Kıkır kıkır güldüm. “Pek değil ama hiç yoktan iyidir. Birinci dolapta. Getirirsen nasıl kullanacağını gösterebilirim.”  


Kalkasım hiç gelmedi. Yarım saat kadar, ruhumu beklemek istedim bana yetişsin. Belki biraz da Ecevit’in söylediklerini düşünmek istedim.  


“Sen ne misafirperversin öyle.”  


“Seni misafir olarak görmüyorum…”  


“Yemezler,” dedi ve kalktı yerinden. Sanırım çaysızlık vurmuştu başına. Nasıl olursa olsun içmek istiyordu. Ona çay sipariş edebilirdim. Elbet bir yer demlenmiş çay satıyordu. Kapının eşiğinde French pressi gösterdi. “Bu mu?”

  

“Evet o.”  


“Firuze bununla nasıl çay demleyeceğiz?” dedi sıkıntıyla ve bana geri yaklaştı. “Ben bunu biliyorum. Kahve demleniyor bununla.”  


Elime aldım ve kapağını çıkardım. “Dibine çayı ekle. Suyun hacmine göre ayarlarsın miktarını. Daha sonra üstüne suyu ekle ve kapak bu şekilde duracak şekilde bırak. Birkaç dakika demlensin. Sonra bu çubuğu yavaşça dipteki deme doğru indir. Yoğun yapacaksan yanına su da kaynat, çaydanlık misali su ve dem doldururuz bardağa. Ben çok demli içemiyorum.”  


Dudakları söylediklerimin hangi kısmına bilmiyorum ama kıvrıldı vay ya da bak sen dercesine. Elimden geri aldı ve “Sabır selamet,” dedi ve geri çıktı.


Gözlerimi geri kapattım. Uyursam bensiz içerdi çayı. Önemli olan onun çaysızlığıydı zaten. Ecevit gece de kalacak mıydı burada? Babam geldiğinde burada olsun isterdim. Yüz yüze gelmeseler de olurdu, içeride kapalı dursa da olurdu. Ben sadece Ecevit’in varlığını bilseydim yeterdi. Aslında bunun sebebi içimdeki Firuze’yi korumaktı. Onu canavarlardan korumaktı. Ben baş ederdim. 

 Maaile adaylık açıklamışlardı. Muhtemelen benim açıklamalarımdan sonra. Anladığım kadarıyla annem sonradan öğrenmişti. Ya babam? Babama uçan kuşun bile haberi gidiyordu. Muhtemelen açıklama yaptığım an haber gitmişti. Anneme yansıtmamıştı. Annemin kendisini kontrol edememesinden şüphe etmiş olmalıydı. O büyük bir soğukkanlılıkla çıkmış ve halkı selamlamıştı. Annem yapamayabilirdi. Annemi eve göndermişken kendisi tam bu vakitlerde çevresinde kimse yoksa yakıp yıkmıştı ya da şimdi büyük bir masada bu işin altından nasıl kalkacağını konuşuyorlardı. Çünkü artık bu mesele aile meselesi değildi bütün partiyi alakadar ediyorlardı. Adaylarının kızı, rakiplerine desteğini açıklamışlardı. Kızının bile oy vermediği adama halk neden oy versin sorusunu bertaraf etmek için elinden geleni yapıyorlardı. Elimi telefonuma uzattım ve sadece ekrana baktım. Onlarca cevapsız arama vardı. Kimler vardı arasında bakmadım. Geri bıraktım, sesini de açmadım.  


Birkaç dakika sonra Ecevit girdi içeri. “İnce belli bardağın da yok tabi,” dedi ve küçük tepsiyi telefonumu iterek koydu. İki tane kupa getirmişti. Demlenmiş çayı döktü bardaklara. “E bu bitti,” dedi sıkıntıyla. Çok çabuk almalıydım çaydanlığı. “Ben ne anladım bu işten?”  


“İstersen ben içmeyeyim sen iç hepsini.”  


Bardağımı bana doğru itti. Ben de içmek istiyordum. “Herkes kendi hakkını içsin,” dedi. Benim çayımı kendisine göre daha açık koymuştu. Oturur vaziyete geçtim. Avucumda kalan peçeteyi köşeye koydum. Parmak uçlarıma baktım. Kesik izleri vardı ama kanamıyordu. Çayıma uzandım, avucumun arasına aldım ve yanana kadar tuttum. “Nasıl?” dedim. Benim için Ecevit’in çayı kadar olmasın iyiydi ve bir fark da yoktu.  


“İdare edeceğiz. Çaysızlıktan iyidir.”  


Tamam… Bu kötü değil demekti. Sessizce çayımızı içerken ben yarılamış ve bence o tamamını içmişken, “Firuze,” dedi.  


“Hım?”  


“İşin erbabına gitmek ister misin?”  


“Ne?” dedim ve ona çevirdim başımı. Sahiden anlayamadım ne söylediğini. “Anlamadım.”  


“Bazen yabancı, hiç tanımadığın birine anlatmak daha kolaydır. Düşünmeyi engelleyemiyorsan,” Cümlelerini yarıda kestim. 


“Annem seni arayıp psikoloğa gideyim diye mi ağladı?” diye sordum açıkça. Annem Ecevit’i nasıl arardı? Bizim iyiliğimiz için nasıl bir şey isterdi? Ne yüzsüzdü. Aklımı kaçıracaktım şimdi ne yüzsüz bir kadındı.  


“Annen umurumda bile değil,” dedi ve tahmin ettiğim gibi çayını bitirmişti. Bardağı tepsinin içine geri koydu. “Sence o evden birinin istediği herhangi bir şey ne kadar geçerli olabilir benim için? Ben konuşuyorum şu an. Benim fikrim, benim düşüncem bu.”  


Yardım alabilmek için yardım istemek lazımdı. Kişi yardım istemiyorsa, olduğu konumdan ayrılmak istemiyorsa dünyadaki en uzman kişinin de karşısına otursa yine de yerinde sayardı. Benim annem ve babam sayılı isimleri getirip beni o koltuğa oturtmuş, en sonunda o insanları suçlamışlardı. En sonuncu kadın, “Sizin kızınız iyileşmek istemiyor. Dilediğiniz kişiyi getirin yine de yardımcı olamayacak. Firuze iyileşmek istemiyor, kendisi istemediği sürece kimse ona yardım edemeyecek,” demişti. Belki bu kadar açık konuşmasındaki sebep anne ve babamın küstahça insanları suçlamalarıydı. Annem adeta sinir krizi geçirmişti ve beni ondan sonra zorla bile o koltuğa oturtamamışlardı.  


“İstek mi yoksa tavsiye mi bu?” diye sordum. Şayet bu bir istekse Ecevit’e neden iyileşmemi istediğini soracaktım. Benim için önemli tek nokta buydu. Kim neden bunu istiyordu benden? Henüz benim fikrime etki edecek bir yanıt almamıştım. Tavsiyeyse de zaten söylenecek pek bir şey yoktu. Sebepsiz heyecanla, belki karşımdaki kişi ilk kez Ecevit olduğu için, gözlerimi ona diktim. Kalbim biraz hızlı çarptı ve nefesimi tuttum. Ecevit kaşlarını indirdi kaldırdı ve ellerini iki yana açtı.  


“Tavsiye.”  


“Tavsiyen için teşekkür ederim, reddedildi.”  


Bunu neden beklemedi bilmiyordum ama şaşırdı. Ben de elimdeki çayı daha fazla içmedim ve yerine koydum. Kalbim bir daha sanki hiç hızlanmayacak kadar yavaş attı. Tuttuğum nefesi vermeden devam ettim yaşamaya. “Teşekkür ederim çay için.” Elim tokama gitti ve saçlarımı açtım. Ecevit’e sırtımı döndüm ve uzandım. Uzun saçlarımı geriye doğru savurdum ve yaydım. Gözlerimi kapattım. İçimde bir şey yanıp söndü. Yanmasıyla sönmesi bir oldu. Yanışını anlamadan söndü. Dün gece etki etmeyen ve dev gibi adamları deviren sakinleştiriciler bedenime şimdi ağırlık çöktürdü. İçimde bir şey yanmadan söndü.  


*** 


Hıçkırığıma uyanmıştım. Ama bu kez ağlamıyordum, gelişine bedenimi yatakta zıplatacak şekilde belli aralıklarla hıçkırıyordum. Her seferinde bu son desem de ardı arkası kesilmiyordu ve çok sinir bozucuydu. Ecevit yanımdan ayrılmadan önce elektrikli sobayı yakmıştı. Çektiği koltuk hâlâ olduğu yerdeydi. Şimdi varlığını hissediyordum, telefonla konuşuyordu.  


Nefesimi tuttum ve bir dakika boyunca nefes almamayı planladım ama olmadı. Yine hıçkırdım. Söylene söylene kalktım yerimden. Her seferinde hık diye ses çıkarıyordum ve göğsümü acıtıyordu. Elimi gerdanıma bastırdım ve üzerimdeki kazağı tek hamlede çıkardım. Terlemesem de bunalmıştım. Duş almam gerekiyordu. Karşıdaki kıyafet dolabımdan ince askılı bir gecelik üstümü aldım ve sütyenimi çıkardıktan sonra üstüme geçirdim. Askılı kıyafetlerin altında kendini belli eden sutyen askılarını hiç sevmezdim. Zaten göğüslerim de sütyen takmamı zorunlu kılacak gibi büyük değildi. Çoğu kıyafeti sütyen takmadan da giyebiliyordum. 


Altımdaki pantolonu da bir anlık üşengeçlikle değiştirmeyecek oldum ama rahat edemeyecektim. Geceliğin altındaki şortu da giydim ve kıyafetlerimi kirliye attım. Uyumadan önce saldığım saçlarımı bulduğum fırçayla topuz yaparken kesik parmak uçlarımın acısını hissettim. Lavabonun önüne gittim, dişlerimi fırçaladım ama o kadar çok hıçkırıyordum ki normalden kısa tuttum o süreyi. Mide bulandırıcı bir şekle dönüşüyordu bu. Alnımdaki bandajı ıslatmadan yüzümü de yıkadım, sonra biraz boynuma da masaj yaptım ama etkisizdi. Doktorun verdiği kas gevşeticiyi Ecevit almış mıydı acaba?  

Sürgülü kapıyı açarken çıplak bacaklarıma ve kollarıma çok soğuk bir rüzgâr çarptı. Ecevit açtığı kapı önünde sigara içerken bir taraftan da telefonla konuşuyordu. Hıçkırdım ve geldiğimi fark etti. Elindeki sigarayı indirmeden ve tümüyle bana dönmeden başını çevirdi. Göz göze geldiğimizde kısa bir an utandım ve hıçkırmamak için yine sıktım kendimi. Gözleri önce yüzümde gezindi sonra çeneme indi oradan da gerdanıma dokundu. Utanç sinemde kabardı, hıçkırdığım için sanırım, hıçkırmamak için dilimi de damağıma yasladım. Kapıdan rüzgâr cereyan yaptı ve topuzumdan çıkmış saçlarım geriye doğru uçuştuğunda Ecevit gözlerini kaçırdı, elindeki sigarayı eğilip dış zeminde söndürdü ve de içeri geçti. Kapıyı da kapattı. “Dinliyorum ben seni,” dedi telefondakine. Sigara izmaritini sobanın içine attı.  


Yanımdan geçip giderken göz göze geldik. Yine kapıya yaklaştı, elini cebine koyarken çok sessizdi. “Hiç mi bir şey yok?” dedi ağzının içinde. Hıçkırdım. Gözlerimi küçülttüm ve onu izledim. Ecevit cümleleri çok net kurar gevelemezdi. Kaşlarımı çattım ve yine hıçkırdım. Mırıldanıp durmaya başlandığında yanına yaklaştım. Başta biraz perdeyle oyalanır gibi yaptım ama baktım benden uzaklaşıyor beyefendi o utanmıyor ben mi utanacağım dedim ve yakasına yapıştım. Direkt arkasında dikildim, ensesindeydim. Dönse bana çarpardı. Kulağımı telefonuna yaklaştırmak istedim ama hıçkırınca fark etti dibine girdiğimi. Başını çevirmek istedi ama başıma çarptı. “Firuze,” diye kızdı. 


Bu adam ne üçkağıtçıydı böyle! Dolandırıcı, kandırıkçı ve üçkağıtçıydı. Televizyonda kavanozlarca bal satan adamlara benziyordu. Ne zaman böyle olmuştu?  


Geri çekilmeye kalkıştığında tuttum kolundan. Asıldım koluna. Nereye giderse beni de sürükleyecekti artık peşinden. “Tamam sen yine bir şey olursa ararsın beni, tamam. Hadi eyvallah.”  


Telefonu kapatmaya çalıştı ama kolum koluyla iç içe geçtiğinden yapamadı. Havada kaldı eli. Ekranına baktım. Yusuf yazıyordu. “Kiminle konuştun?”  

“Ya sen manyak mısın?” 


“Benden bir şey gizlemeyeceksin! Anlamıyor musun? Ne mızıkçı bir adamsın sen ya boyundan utan!”  


Telefonunu diğer eline aldı ve kolunu benden kurtarmak istedi. Barfiks demirine tutunur gibi tutunmuştum ama ben. Bırakmıyordu. “Bıraksana kolumu!”  


“Kiminle konuştun söyle!”  


“Ya kiminle konuşacağım kadın hakkında bir şey öğrenmeye çalışıyorum.”  

“Niye ağzının içinde geveliyorsun o zaman ben duymayayım diye?” Diğer eliyle kolundaki elimi çözmeye çalıştı. Cevap versin ben zaten bırakacaktım. Ben elimi sıktıkça o kol kasını sıkıyordu. Taşı sıkıp suyunu çıkarmak ister gibi daha çok sıkıyordum. Kısa da olsa tırnaklarımı geçirmiştim. 

 

“Allah’ım hesap soruyor,” dedi. “Hesap soruyor kafayı yiyeceğim, hesap soruyor. Kızım bıraksana kolumu!”  


Eli çok kuvvetliydi, elimi çözmek üzereydi. Tek kullanabileceğim dişlerimdi. Isırdım elini. Parmaklarını nasıl kurtardığını anlamadı. Çok çırpındık ve sonunda kurtuldu benden. Şaşkınca bana baktı. Gözlerini kocaman açmaya çalışıyordu ama küçük gözleri belli bir yere kadar büyüyordu yine. Isırdığım eline baktı. “Sen…” dedi cümlesini toparlayamazken.  


“Abartma sanki ne yaptım?” dedim. Gören de kopardım da tavada cızbız yaptım sanırdı. “Ne söyledi Yusuf denen adam sana? Ne bulmuş? Hafta sonundan önce bir yere mi gideceğiz? Bensiz mi gideceksin? Ben de geleceğim. Bensiz gidemezsin.” Ecevit ellerini yüzüne koydu ve çekiştirdi. Çıldırdı adeta. Hemen şimdi daha çıldırmış gibi davranmazsam o üstünlük kuracaktı.  


“Sakın sabır dileme!” diye beklenmedik şekilde bağırdım. İşaretparmağımı yüzüne doğru salladım ve gözlerimi onun aksine kocaman açtım. “Sakın sabır dileme çıldırtma beni! Cevap ver!” Tutuldu kaldı karşımda. Üstünlüğü kurduğumu fark ettim. Ecevit benim bağırmama alışık değildi ve henüz alışmamıştı. Bağırdığımda da çok ters bir şey olduğunu ona hissettiriyordum.  

“Kadın hakkında hiçbir şey buldukları yok,” dedi Ecevit. Devam etsin diye gözlerimi küçültmedim ve salladığım parmağı indirmedim. “Sır küpü gibi. Pavyona girişi çıkışı bile yok. Nereden giriyor, nereden çıkıyor, evi nerede bulamıyorlar. Kadın hakkında elimizde takma adından başka bir şey yok.”  

“Kadınla zaten konuşmayacak mıyız bunları niye öğrenmeye çalışıyorsun?”  

“Bu kadın konuşmaz,” dedi Ecevit. “Kendini bu kadar gizleyen kadın bu konu hakkında konuşmaz. Muhtemelen yaka paça dışarı attırır. Kadın hakkında elimde bir şey olsun diye uğraşıyorum. Çalışanların da ağzı sıkı. Hepsi yeminli gibi konuşmuyor kadın hakkında.”  


Arka arkaya cıkladı ve beni süzdü. “Bildiğimiz ısırdın,” dedi hayret edercesine. Yanımdan geçti gitti. Sobanın başında durdu.  


“Ne yapacağız peki?”  


“Firuze sen en azından bu sefer, birkaç günlüğüne, en azından ortalık biraz durulana kadar bekleyeceksin. Ben her şeyi sana söyleyeceğim.” Hayretle ona baktım. Biliyordum işte. Sinsi sinsi konuşuyordu, yanılmamıştım. “Öyle bakma. Ben her gelişmeyi sana söyleyeceğim. Tamam mı? Senden tek ricam başına buyruk hareket etme. Ortalık durulsun.”  


Başımı hızla iki yana salladım. Belki mantıklı şeyler söylüyordu ama geniş çerçeveden asla düşünemiyordu. “Hayır.”  


“Beni kızdırma.”  


“Babam bir noktada enseme çökecek. Engel olmak için her şeyi yapacak. Bak aklına gelebilecek her şeyi. Beni belki bir odaya kapatacak, belki her şeyime el koyacak nefes aldırmayacak. O vakte kadar en azından yanında olabildiğim kadar olayım. Bırak. Şu an enseme çökmemişken bırak yanında olayım. Belki ileride bir dönem zaten gelemeyeceğim. Tek yapacaksın. Ben tehlikenin boyutunu farkındayım Ecevit. Benim varlığım Melike için risk oluşturana kadar yanında olacağım, bunu sezersem geri duracağım. O zaman bana sadece gelir anlatırsın akıl danışırsın. Oturduğum yerden elimden geleni yaparım ama şimdi onun sırası değil.”  


Bunlar bir yetişkinin kurduğu süslü ama mantıklı sözlerdi. Lakin bir taraftan deli gibi korkuyordum dışarıda kalmaktan. Biz oyun mu oynuyorduk? Belki bir bütünde değil ama parçalar küçük oyunlardan oluşuyordu. Melike’yi bulma amacına öyle sıkı tutunmuştum ki şimdi onu bırakırsam, beni yanına almazsa ne yapardım bilmiyordum. Sanki tüm amacım yok olur ve ben ortada kalırdım. Bu dünyada insanı hayatta tutan amaçtı. Para kazanmak, evlenmek, çocuk yapmak, iş kurmak, bir eşyaya sahip olmak, bir hastalıktan kurtulmak… Büyük ya da küçük bir amacı olmalıydı insanın. Hayata dört elle sarılacak bir gayesi. Onun peşinden gitmeliydi. Vatanı, ailesi, sevdiği, aradığı… Yoksa insan ne diye yaşardı ki? Her sabah hangi inançla gözlerini açardı? Nasıl direnirdi?  


“Her seferinde seni böyle sıfırdan ikna etmek çok yorucu Ecevit. Neden bunu yapıyorsun, neden beni istemiyorsun bilmiyorum. Eğer ki yanlış yaptığım bir şey varsa söyle,” dedim titrek bir sesle. Sıfırdan alıyorduk, ben zorla ya da güzellikle Ecevit’i ikna ediyordum. “Elimden geleni yaparım bir daha yapmamak için. Eğer ki korkun Melike’yi bulurken zarar vermemse bunu hissettiğim an söz veriyorum geri çekileceğim. Ben çocuk değilim. Yemin ederim Ecevit. Bir çocuk gibi aramıyorum Melike’yi. Her şeyin bilincindeyim. Böyle başına belalar açıyorum, vaktini alıyorum, benimle uğraşmaktan önüne bakamıyorsan söyle. Bu benim normal hayatım, ben bir şekilde kalkarım düştüğüm yerden. Sen beni olduğum yerde bırak ve yapman gerekeni yapmaya git. Ben sana bir yerde yetişirim. Hiç alınmam. Yemin ederim.”  


Uzun uzun anlattım ona. Eğer ki beni istemiyorsa istememesinin bir sebebi olmalıydı. Tahmin ediyordum ki ne kadar yardım ediyorsam bir o kadar da köstek oluyordum. “Ama yine de hiç istemiyorsan, söyle. Ben vazgeçmek istemiyorum. Sadece senin için değil. Melike’yi aramak istiyorum. Senden ayrı ararım yine. Olur da senden önce bulursam,” dedim ve duraksadım. Eğer ki yaşıyorsa, sadece buna inanmak istiyordum, Melike’yi sapasağlam Ecevit’e teslim etmek için canhıraş çabalardım. “O zaman gelir sana söylerim. Ama söyle. Beni oyun içinde tutup ama bu çizgiyi geçme deme. Ben böyle insan değilim. Tek başıma oyun oynamayı da çok iyi biliyorum. Yedi yaşından beri hiç arkadaşım olmadı, tek başına da ararım Melike’yi.”  


Ecevit gözlerimin içine bakıyordu. Söylediğim her şeyi dinliyordu, belki ölçüp tartıyordu. Bilmiyordum. Belki de fırsatını bulmuşken çık aradan diyecekti. Bunu istemiyordum ama bunu söylerse ne diyebilirdim onu da bilmiyordum. Gözlerimi kaçırdım istenmediğimi görmeyeyim diye. “Sen düşün dediklerimi. Ben bir duş alıp geleceğim,” dedim. Suyun altında ağlamak istedim sadece. Arkamı dönüp gittim ve sürgülü kapıyı kapattım. Hızla banyoya girdim ve yalnızca iç çamaşırlarımı aldım. Sandığım gibi olmadı. Ağlamadım suyun altında, aksine oldukça sakindim. Gözlerimi kapattım ve bir süre hiçbir şey yapmadan bekledim. Bandajımın ıslandığını biliyordum. Dikişim de ıslanıyordu ama umurumda değildi. Su çok sıcak değildi. Alacağım tek önlem buydu. Suyu kapattım bir zaman sonra saçlarımı havluya sardım ve bornozumu giydim. İlk işim sargıyı çıkarmak oldu. Zaten düşmek üzereydi. Peçeteyle kuruladım ama geri sarmadım. Uğraşamadım. Saçlarımı biraz kurttum ama çok uğraşmadım. Vücuduma önce nemlendirici sürdüm sonra elim uzun bir zaman sonra vücut spreyime gitti. Paspalın teki olmuştum.  


Çiçeksi ve meyvemsi güzel bir spreyim vardı. Annem yurt dışına her çıktığında alır gelirdi. Çabuk bitmesin diye hep kullanmazdım. Ne zaman kullansam insanlar dönüp sorardı. Ben de ‘Türkiye’de yok,’ gibi kibir kokan bir cümle kurmaktan hoşlanmadığım için kendime kullanırdım sadece. Duymaktan rahatsız olmadığım çok taze bir hanımeli kokusuna inceden inceye meyve kokusu eşlik ederdi ama meyve kokusunu ben bir yerden sonra hiç almazdım. Yüzümü de nemlendirdim ve ayaklarıma terlik giydim. Geceliğimi de temiz diye değiştirmedim giydim. Ecevit için temiz çarşaf takımı çıkardım. Kokladım. Yumuşatıcı kokusu gitmişti. Diğerlerini de kokladım ama yoktu. Ben zaten alerji oluyorum diye bebek yumuşatıcısı kullanırdım. Onun da kokusu diğerleri gibi baskın değildi. Belki gece kalmazdı ama yine de çıkarmak ve bak uyumanı isterim demekti bu. “Ya temiz olmadığını düşünürse?” dedim sıkıntıyla. Bunu dert edindim kendime. Ecevit’in bana verdikleri tertemiz kokardı. Bunlar kokusuzdu. Çarşafı açtım ve spreyimden sıktım iç kısımlarına. Çok abartmadan ama en azından bunlar yıkanmış temiz kokuyor diyebileceği kadar. Yatağımın üzerine koydum ve çıktım oda kısmından, atölye kısmına geçtim. Ocağın üzerinde kaynayan makarnaya baktım. Ecevit sobayı karıştırıyordu bulduğu demirle. “Elinden geldiğinde kömür yakmamaya çalış. Ne olur ne olmaz. Rüzgâr ters eser,” dedi bana bakmadan. Sobaya doğru eğilmişti. İs yüzüne doğru vuruyordu.  


“Baca sağlam tasarlandı ama ben de kokusundan rahatsız oluyorum diye çok yakmıyorum zaten. Odun yakıyorum çoğunlukla.” Yanan ateş Ecevit’in yüzüne vuruyordu. Başını kaldırdı ve bana baktı. Gözleri alnıma kaydı. “Korumadın mı dikişlerini?”  


“Korudum,” dedim ama yalan söylediğim apaçık belliydi. Ecevit göz devirdi ve elindeki demiri dışarı çıkardı, yerine koydu. Makarnayı karıştırdım.  


“Gazlı bezin var mı?”  


Alt çekmeceyi aldım ve karmakarışık bir torbayı çıkardım. “Şurada var galiba. Neli yapalım makarnayı?” Ecevit elimden torbayı aldığımda bir şey fark etmiş gibi duraksadı. Muhakkak kızacağı bir şeydir diye görmezden geldim ve yüzümü gizledim. Dikişlerime bir şey olmuş olabilirdi.  


Dolabın önüne geçtim ve aldıklarına baktım. Krema almıştı iki paket. Bir de pesto sos… Gülümsedim çaktırmadan. Köz patlıcan ve biber de almıştı. Süzme yoğurt, ayran, peynir, zeytin, sucuk ve biraz meyveyle sebze. Közlenmiş iki kavanozu ve yoğurdu aldım, kremayı da üstlerine ekledim ve dolabı ayağımla kapattım. Ecevit olduğu yerde duruyordu. “Sevdin galiba pestolu makarnayı?” Cevap vermedi. Yanından geçip gittim. Elimdeki malzemeleri tezgâha koydum. “Şimdi daha farklı bir şey yapacağım.”  


Ecevit derin bir nefes aldı ve elindeki torbayı açtı olduğu yerde. “Kremalı ve köz patlıcanlı,” diye açıkladım. “Bence bu da senlik. Kaşar peyniri aldın mı?”  

İç geçirdi Ecevit. Cevap vermediğinde başımı ona çevirdim. “Hı?” diye mırıldandım. Elindeki torbanın düğümünü çözmeye çalışıyordu. İzlendiğini hissedince,“Efendim?” dedi başını kaldırıp. Alık alık yüzüme baktı.  


“Kaşar peyniri aldın mı?”  


“Almış olmam lazım,” dedi ve dolaba adımladı. Biraz önünde durdu sonra elini uzattı ve çıkardı bir köşeden. Onu da diğer eşyaların yanına koydu. Yanımda durmaya devam etti. Torbanın ağzını açtı ve istediklerini aradı. Buldu da. Bu kez daha düzgün kapattı ağzını. Makarnanın suyundan biraz ayıkladım, pişip pişmediğine baktım ve suyunu yavaşça süzdüm. Boşalan aynı tencereye önce biraz yağ sonra da kremayı boşalttım. Ağzını da açtım tamamen. Ecevit yamacımdaydı.  


“Otursana,” dedim öylece. Bana kararını mı açıklayacaktı? O yüzden mi gidip rahatça oturmuyordu? İç çekti sıkıntıyla ve “Gel de alnını kapatalım,” dedi. Geriye çekildi. Makarnayı yapıp gidecektim. Fokurdamaya başlayan kremaya köz patlıcandan ekledim göz kararı ve üzerine tuz ile karabiber gezdirdim. O pişerken köşede süzme yoğurt içine köz biber doğradım. Onu da karıştırdım. Yeniden dolaba baktım. Ecevit geçen sefer aldığımız portakal suyundan almıştı. İçilebilirdi bence. Onu da çıkardım ve tabakları aldım raftan. Sosumun piştiğine emin olunca makarnalarımı tencereye aldım ve altını tamamen kıstım. İçine ince ince kaşar dilimledim ve biraz karıştım. “Bu biraz demlensin sonra yiyelim,” dedim koltuğa oturmuş Ecevit’e bakarken. Yanına geri dönerken bardakları ve içeceği de sehpanın üzerine koydum. Tek bacağımı kalçamın altına aldım ve Ecevit’ dönük oturdum. O çoktan beni bekliyordu zaten.  

Çenemden tuttu ve başımı geriye itti. “Sen de istersen duş alabilirsin.”  


Dudaklarını yaladı. Dizini koltuğa bastırmıştı ve benden yüksekte duruyordu. “Sanmıyorum ki senin kıyafetler bana olsun,” dedi. Ecevit’in vücuduna baktım. Hadi üst tarafı resim yaparken giydiğim bol bir tişörtle halletsek bile alt tarafı halledemezdik.  


“Gidecek misin?” diye sordum açıkça. Dolandırmadan.  


“Bir gece bu kıyafetlerimle uyuyabilirim.”  


Kalacaktı…  


“Baban duyuruyu senden sonra yapmış. Yani peşi sıra. Şu an bütün haber kanallarının bir köşesinde sen diğer köşesinde baban var. Halkın bir kısmı için Atilla’nın sonunu getirecek ilk kurşunsun. İsmin Türkiye gündeminde. Binlerce kişi yazıp çiziyor. Bazı üniversite hocaların senin okulda ne kadar kendi halinde, başarılı ve hiç o adamın kızı gibi davranmadığını yazmış. Dün gece yardım etmek isterken linç edildiğin kız da yazmış. Olayı olduğu gibi yazmış. Tarih dostuna baş kaldıranı gördü ama babasına, böyle bir günde baş kaldıranı ilk defa gördü. Kahraman ilan edildin bir kesim için. Sen tarafından desteklenmek güçlendirdi onları. Babanı destekleyenler içinse yeni hain. Bunu sorun haline getirme. Doğrunun yanına geçersen yanlış seni suçlamaya başlar artık, bundan kaçamazsın.”  


Beni babam için seven insanların benden ben olduğum için nefret etmesi umurumda değildi. Benim zoruma giden, benden ben olduğum için nefret edenlerdi. Onlar da şimdi öyle düşünmüyorsa benim için yeterdi.  


“Ve açıklama yaptıktan sonra parti binasına girmiş. Daha da çıkmamış. Bunun altından nasıl çıkacaklarını hesaplıyorlar muhtemelen. Bu krizle baş edemezlerse, ayaklarına dolanacak. Parti babandan ne olursa olsun vazgeçmiyor ama babanın vukuatları da bitmiyor. Parti binasından çıktıktan sonra soluğu burada alabilir. Günlerce sana bulaşmayadabilir. Kafasında kırk tilki dönüyordur şimdi onun.”  


Yavaş hareketlerle sargıyı yeniledi. Sonra ecza poşetinden bir krem çıkardı. “Bunu boynuna sürmek gerekiyor, saçlarını topla.” Kendisi kalktı yerinden ve karşı tarafta duran masanın üzerinden bir fırça alıp bana uzattı. Saçlarımı topladım. Kreme uzandı ve boynuma sıktı. Elim arkaya gitti ve sürmeye başladım. “Yedirerek sür,” dedi. Ben de onu yapmaya çalışıyordum zaten. Yaptığımı yine beğenmedi, sol kolunda gösterdi. Sağ elinin başparmağı sol bileğinin üzerinde baskı yaptı. “Şu şekilde,” dedi. Onun kadar baskı uygulayamazdım. Yaptığımı bir türlü beğenmedim. “Firuze saçlarına bulaştırıyorsun.” 


“Ya ben arkamı görebiliyor muyum?”  


“Arkanı görmene gerek yok zaten, ense kökünün altına da sür.”  


“Şurası mı?”  


“Sabır.”  


“Sabır dileme göster.” Avucu elimi yakaladı ve istediği yere götürdü parmaklarımı. “Baskı uygula biraz.” Benim yapmadığımı görünce parmakları parmaklarımın üzerine kenetlendi. O parmaklarıma bastırdıkça ben de tenimde hissediyordum. “İğrenç kokuyor bu,” dedim. O güzelim kokuyu alıp götürmüştü benden. Ecevit kolumun ağrıyacağı kadar uğraştırdı beni ama sonunda tatmin etti onu bu kadar uğraş çekti elini. “Saçlarıma çok bulaştı mı?”  

“Birkaç teline.” Huysuzca o birkaç teli temizlemeye çalıştım. O krem sürdüğümüz noktaya bakmayı sürdürdü. Sonra ansızın, “Sen bana ayak bağı olmuyorsun,” deyiverdi. “Öyle bir şey yapsan seninle bir adım bile atmazdım. Yanlış yaptığın bir şey yok. Sadece senin de canını hesaba katmam lazım. Aksi halde beraber yakaladığımız ipi tek tutarım. Bu da beni zora sokar. Kimseyi de yolda bırakmam ayrıca. Bir taraftan ikimizi de korumam lazım,” dedi. Ona bakmıyordum. Sadece diken üstünde son cümlesini bekliyordum. Sözlerinin devamı gelmedi.  


“Yani yarın nereye gidiyoruz?” diye sordum arsızca. Neredeyse ofladı.  

“Ortalık bu kadar sakin kalırsa, bir sorun çıkmazsa, baban peşine takılmazsa geliyorsun. Yoksa ben gidiyorum sen bekliyorsun.” 

 

“Yani nereye gidiyoruz?” diye yeniledim.  


“Kadın perşembe ve cuma günleri gelmiyormuş pavyona.” 


“Yani pavyona mı gidiyoruz?”  


“Kalk ellerini yıka da yiyelim şu yemeği, kalk!” diye kızdı bana ve kalktı. 

 

Yani pavyona gidiyorduk.  


*** 


Dün gece Ecevit’e yatakta yatmayı teklif etsem de kabul etmemişti. Yattığım yerde bulunan koltuk çekyat tarzındaydı diğer küçük koltuğun aksine. Benden rahatsız olup olmayacağını sormuştum. Olmam deyince o koltuğu açmış ve temiz kokan çarşafları sermiştim. Yüzüm Ecevit’e dönükken onunla aynı çatı altında uyumuştuk yine. Hiç ara vermeden. Bugün tam dokuzuncu gündü. Yedi gün onun evinde bir gün hastanede ve dokuzuncu gün de benim evimde aynı çatı altında kalmıştım. Hem bu sefer yataklarımız da karşılıklıydı. Gözlerimizi dikmiş gece lambasının altında Ecevit’e bakmıştım. Bir yerden sonra rahatsız olmuştu zaten, kaş göz yapmıştı. Bakmıştı çekmiyorum gözlerimi sabır çeke çeke sırtını dönmüştü. Bu kez sırtını izlemiştim. Sonra da uyuyakalmıştım. Sonra gecenin bir vakti dışarıdan tıkırtılar gelmişti. Fare girdi sanmıştım. Öyle seslerdi. Karşı koltukta Ecevit’i göremeyince de fareyi yakalamaya gitti sanmıştım. Sürgülü ve aralık olan kapıyı çekince Ecevit’i ocak başında kalan makarnayı yerken yakalamıştım. Kaşığı havada ağzı açık kalmıştı.


Yakalanmıştı.  


Makarnayı yerken de çok beğendiğini hissetmiştim zaten. Ecevit bazı şeyleri ilk benim yanımda tadıyordu ama bunlara sevinemiyordum. Aksine içimde derin bir yara açıyordu. Çünkü akşam, “Bu krema ne güzel bir şey ya,” demişti kendi kendine. Ne diyeceğimi bilememiştim. Çünkü bizim küçükken de yemeklerimizin içine krema konurdu ama Ecevit ya hatırlamıyor ya da o bilinçle yemiyordu. Şimdi de ona farklı geliyordu. Parası vardı, muhtemelen dışarıda da yemek yiyordu sık sık ama hep bildiği tarafta kalıyor gibi hissediyordum. Pahalı bir şeyi de almaya gücü olsa, belki yine aynı fiyattan bildiğine gidiyordu eli. Tadını bilmediğinin üstüne gitmiyordu. İçinde keşfetme, deneme hevesi de yoktu zaten. Biraz peynir ve domates olsa yeterdi onun için.  


“Sigara içmeye kalktım, midem kazındı,” demişti. Mahcup hissetmesin kendini diye, “Ben de mide guruldama sesime uyandım. Kaldı mı bana da?” demiş onunla yemiştim ayak üstü. Boğazıma kadar doluydum yatağa geri giderken. O mışıl mışıl uyumuştu ama ben biraz zorlanmıştım hazmetmekte. Şimdi yan yana oturmuş Ecevit’in yaptığı sucuklu yumurtayı yiyorduk. Telefonumdaki aramaları mesajları kaydırırken hiçbirini okumuyordum. Yalnızca üstte bildirim olarak gözükmesini istemiyordum. Tam bu sırada üstten bir mesaj daha düştü ve gözüm takıldı yazılanlara.  


Firuze Hanım merhaba, ben Eşitlik ve Onur Partisi Genel Başkanı Yakup Konuk. Bu numara bana ait, şahsi numaram. Size ulaşmak istiyorum.  

Mesajının hemen ardından çok bir zaman geçmeden o numaranın sahibi tarafından arandım. Ecevit telefonu elime aldığımdan beri gelen bildirimlere alıştığı için hiç oralı olmadı. “Ecevit Eşitlik ve Onur Partisi Genel Başkanı arıyor.”  


“Ne?”  


“Yakup Konuk arıyor.”  


“Emin misin?”  


“Evet aramadan önce mesaj attı, açayım mı?” 

 

Ecevit de kalakaldı. Bana dünden beri sayısız gazeteci, kanal sahibi ya da genel yayın yönetmeni ulaşmaya çalışıyordu ama babamın en büyük rakibi diyebileceğim adamlardan biriydi. Babamla sayısız kavga, sayısız davaları vardı. Kanlı bıçaklılardı. Bu adamın babam ve partisi için, “Değil aynı yola çıkmak, Atilla’nın oturduğu sofraya oturmam. Haram lokma karıştırmıştır diye. Bu adamın kaynağı olsun bir yudum su içilmez. Öyle de haysiyet bilmez bir adam.” Babamın çıldırdığını ve arka arkaya hakaret davaları açtığını hatırlıyordum.  


“Geçmiş olsun diyecek herhalde, aç,” dedi. Neredeyse sonuna yetiştim ve açtım telefonu. Hoparlöre verdim ve havada tuttum. “Efendim?”  


“Firuze Hanım merhabalar,” dedi kibar, centilmen bir ses. Babamdan biraz daha genç bir adam olduğunu biliyordum. Babam damarına basmadan da üslubunu bozmuyordu. Saygılı bir adam olarak kalmıştı hatırımda. “Ben Yakup Konuk. Nasılsınız?”  


Ecevit de kahvaltı etmeyi bırakmış telefona bakıyordu. “İyiyim Yakup Bey. Teşekkür ederim. Siz nasılsınız?”  


“Çok üzgünüm Firuze Hanım,” dedi. “Yani bu başınıza gelen son olay bende ve partimizde derin bir üzüntüye sebep oldu. Böyle bir şeye maruz kalmanız, bunu biz de meydandayken yaşamanız bizim için paha biçilemez bir üzüntü.”  

Ve elbette o da bir siyasetçiydi…  


“Çok geçmiş olsun öncelikle. Sağlığınız nasıl?” 


“İyi olmaya çalışıyorum. Kötü bir yanlış anlaşılmaydı. Çok incesiniz, teşekkür ederim.”  


Ecevit’le göz göze geldik. Göz devirdi bana. Sinir bozucu herif!

  

“Asıl biz teşekkür ederiz. Belki ben de dahil bazen siyasetin o kirli ağzıyla konuşuyoruz. Kendimizi kaybediyoruz ama dün bir üslup dersi verdiniz tüm ülkeye. Bu olgun konuşmayı da bize olan desteğinizi açıklayarak sonlandırmanız, öncelikle partim sonrasında benim için paha biçilemez bir onur. Firuze Hanım sizler de bizler için daima Atilla Akın’ın kızının ötesindeydiniz. Bu ülkenin kıymetli sanatçılarından biriydiniz.”  


Bu konuşmanın sonu bir yere varacak mıydı yoksa gerçekten sadece bu ince cümleleri dile getirmek için mi aranmıştı. Kısa bir an ne olursa olsun bir siyasetçiyle konuştuğumu unuttum ve incelikler için arandığımı sandım.  

“Firuze Hanım, partim adına sizinle bir görüşme talebimiz var. Sizi parti binamıza ya da daha uygun olacaksa, ailem ve kadim iş arkadaşlarımla yiyeceğim bir akşam yemeğine davet etmek istiyorum.”  


Güldüm. Aptal Firuze, aptal! “İnce davetiniz için teşekkür ederim ama hayır,” dedim. Davetin sebebini bile sormak istemedim. Başlı başına o masaya oturmam bile yeterdi onlar için ve anne babamı delirtmek, ölüm fermanımı imzalamak için.  


“Önemli bir teklifimiz olacak size,” dedi ama zerre merak etmedim.  


“Az önce kendiniz de söylediğiniz gibi ben bu ülkenin siyasetçisi değilim sanatçısıyım. Ve böyle bir ortamın içinde bile bulunmak istemiyorum. Yaptığım açıklamada da sizden öte sokakta direnen insanların yanında olduğumu söyledim. Normal bir vatandaş gibi, hangi kesimde olduğumu belli ettim.”  


Siyaset tek dişi kalmış bir canavardı. O dişi hiç boş bırakmazdı ve kolundan tuttuğundan ısırmak, bir parça koparmak isterdi. En çok parçayı koparan bu sahnenin kazananı olurdu. Bu taraf değişmeksizin böyleydi.  


“Sanatçılar bir ülkenin en aydın insanları değil midir? Sizler geri durursanız, halka ışık tutmazsanız kim tutacak? Bakın öncelikle biz buluşmayı yapalım. Sadece tanışmak için bile o masaya oturabiliriz. Sonra istemezseniz, elbette devam etmeyiz. Teşekkürlerimizi sunarız, masamıza geldiğiniz için.”  


“Yakup Bey ben Hacettepe Güzel Sanatlar mezunuyum. Siyasi olarak beni tam olarak nerede görüyorsunuz da bir teklif yapmak istiyorsunuz?”  


“Ben de Hacette Üniversitesi matematik öğretmenliği mezunuyum. Siyaset hiçbir zaman sırada öğrenilecek bir olgu olmadı. Önümüzde yerel seçimler var. Ve üç büyük şehrimize de Atilla Akın’dan tek bir an bile korkmayacak insanlar lazım. Bu halkın gözü kara siyasetçilere ihtiyacı var.”  


Bana nasıl bir teklifte bulunacağını tahmin etmiyordum ama etmeye çalışsam da beklediğim kesinlikle bu olmazdı. Ecevit’le birbirimize baktık hayretle. Doğru mu anlamıştım ben? Konuşamadım. “Bu tarz şeyler telefonla konuşulacak mevzular değil. Sizin de müsait olduğunuz en yakın zamanda bir görüşme planlayalım. Parti sekreterimiz size hemen bu telefondan sonra ulaşsın.”  


“Yakup Bey ben o gözü kara siyasetçi değilim. Hatta bana bu hayatta en nefret ettiğim şey sorulsa siyaseti mutlaka sayarım. Belki stratejik olarak doğru bir hamle yapıyorsunuz ama kullanmak istediğiniz taş yanlış. Ben o kişi değilim.  O konuşmayı da babamın siyaseti daha fazla üzerime bulaşmasın diye yaptım.”  


“Çabuk karar vermeyin,” diye ısrarcı davrandı.  


“Kararım kesin ve net. Başka bir durum yoksa kapatmam gerekiyor şimdi.”  

“Bizim de teklifimiz geçerli. Fikriniz değişirse bana bu numaradan ulaşmanızı rica ediyorum.”  


Başımı salladım öylesine. “İyi günler.” Adamın da karşılığını aldıktan sonra hızla kapattım telefonu ve tekrar sessize aldım. Ecevit çayına uzandı. Ona baktım fikrini duymak için, benim gibi karmakarışık duygular bekledim ondan da ama hayır. Hiç de öyle değildi.  


“Gülüyor musun sen?” Başını hızla iki yana salladı. “Gülme!”  


“İzmir’i mi istersin, İstanbul mu Ankara mı?”  


“Ha ha çok komiksin.”  


“Öyle söylerler.”  


“Kim söylediyse yalan söylemiş.”  


Burun kıvırdım ve kahvaltı etmeyi bıraktım. “Yalancı,” dedi bana bakarak. Dirseğini dizine bastırdı ve bana çevirdi başını. “Kabul edelim güzel teklif.”  

“Hazır babasıyla kanlı bıçaklıyken faydalanalım,” dedim kısaca. Ecevit başını salladı. “Kötü bir fikir diyebilir misin? Kaldı ki onlarla taban tabana zıt değilsin, temsil edebilirsin, halkın ilgisini çektin. Güzel hamle. Bu tekliflerin devamı gelir.”  


İlk meraktı. Açmıştım telefonumu cahillikle. Tahmin etmemiştim. “Tamam surat asma, reddettin kapandı mevzu. Siyaset sana uygun değil zaten. İyi konuştun adama.”  


“Niye uygun değil?” diye sordum sanki aksini savunuyormuşum gibi. Peynir sıkıştırdığı ekmeğinin arasına domates de koydu.  


“İnsanların çıkarını düşünürsün çünkü sen. İyi bir siyasetçi önce kendi çıkarını sonra partisinin en son halkın çıkarını düşünür.”  


Ekmeğini ağzına sıkıştırdı ve sucuklu yumurtadan kopardı, çatalına aldı. Çok bireysel değildi. İllaki benim tabağım çanağım demiyordu. Yumurtayı menemen yer gibi yemiştik, tabaklarımıza almamıştık ama yemek yerken çok kibardı. Birçok adabı muaşeret kuralına uyuyordu. Tıpkı çocukken olduğu gibi. Ağzını hayvan Bülent gibi hunharca doldurmuyordu, ağzında yemek varken konuşmamaya özen gösteriyordu ve ağzı daima kapalı duruyordu. Bazen elinin tersini dudaklarına siper ediyordu ve bir aksiliği o şekilde idare ediyordu. Peçetesini yakında tutuyordu, ağzına bulaşanı hiç bekletmeden alıyordu. Tıpkı Leyla teyzenin ona öğrettiği gibi yiyordu. Yutkundum ve gülümsedim istemeden. Güzel Ecevit. Pek güzel Ecevit. Leyla Tarhan’ın biricik oğlu Ali Ecevit.  


Gülümsediğimi görünce göz kırptı, konuşmak için ağzındakini yutmayı bekledi önce. “Ne oldu?” diye sordu. Başımı iki yana salladım. Saat öğleni geçiyordu. Biraz geç uyanmıştık. Geç kahvaltı yapmıştık.  


“Kıyamet kopmadığına göre, babam da basmadığına göre burayı akşam geliyorum seninle.”  


“Baban duyduğuma göre hâlâ parti binasındaymış.”  


“Yani geliyorum?”  


“Geliyorsun Firuze.”  


Ne giyecektim? Burada kıyafetim vardı ama hangisi pavyona uygun olurdu bilmiyordum. Ecevit ne giyecekti? Kaşlarım çatıldı ve Ecevit’e baktım. Aklıma geleni olduğu gibi sordum. “Daha önce pavyona gittin mi?” Bardağın üstünden bana dikti gözlerini. Başını cıklayarak sağa yatırdı.  


“Allah’ım sen bana sabır ver. Ne işim var benim pavyonda Firuze?”  


Nereden bilebilirdim ben? Soruyordum işte. Omuz salladım. “Ben de gitmedim. İlk defa gideceğim. İkimiz de yine tecrübesiziz.”  


“Bak sen şu Allah’ın işine.”  


“Ne giyeceksin?” diye sordum. Zerre de garipseyeceği sorular sormuyordum.  

Zerre de garipseyeceği sorular sormuyordum. Kesinlikle o abartıyordu. 

“Ne önerirsiniz Firuze Hanım?” 


Bana Hanım diye seslenmesi sebepsiz çok hoşuma gitti. Firuze Hanım oldum birdenbire. Şurada çok önemli bir şey konuşmayacak olsak kim bilir daha ne kadar mutlu ederdi beni ama uzun uzun düşüncelere dalmama gerek yoktu. “Giy işte en kıytırık şeyini. Sanmıyorum ki pavyona giden erkekler çok da şık olsun. En çirkin, en pis şeylerini giy.” 


Pavyona giden erkekler, geneleve giden erkekler… Elimde değildi asla iyi bir yere koyamıyordum. Pavyon da genelev kadar orada çalışan çoğu kadın için zulümdü muhtemelen. “Sen ne giyeceksin?” 


 “Ben ayrı.” 


 “Ne demek ayrı?” 


 “Bak şimdi sen pis giyinerek oradaki ortalama bir erkek oluyorsun. Ama ben pis giyinirsem aksine dikkat çekerim. Çünkü oradaki bütün kadınlar çok özenli muhtemelen. Araya kaynayamam. Ona uygun giyineceğim. Dolapta var biraz kıyafetim, giyerim birini. Hatta gideyim bakayım son dakikaya bırakırsam yanlış karar veririm. Sen eve gidip gelecek misin?” 


Ayağa kalktım ve odaya ilerledim. “Gidip geleceğim, kediye de bakmam lazım.” 


“Tamam,” dedim. “Ben hemen bakınıp geleceğim. Toplama sofrayı, hallederim ben. Çay bitti, onu demle istersen.” 


Sürgülü kapıyı biraz gerimden kapattım ve girdim odaya. Kıyafet dolabımı açtım. Buraya daha çok annemin görünce beğenmeyeceği ve bana asla yakışmayacağını söyleyeceği kıyafetlerimi ya da kurtarıcı, nerede giysem yakışacak parçaları getiriyordum. Ne çok kısa ne de tamamen uzun bir şey giymeye niyetliydim. Oradaki herhangi bir kadın olmaktı niyetim. İşimizi bir an önce halledip çıkmalıydık. Bir teklif ya da bakış almak istemiyordum. Yok gibi davranılsın istiyordum bana. Denemeye üşendim. Birkaçını çıkardım ve üstümde tuttum. Acaba koşmamızı gerektirecek bir olay yaşar mıydık? Elbisenin altına spor ayakkabı giyemezdim. Topukluyla da hızlı koşamazdım. Giymeyi düşündüklerimi çıkardım yatağa koydum. Bazılarının rengi bazılarının kumaşı bazılarının boyu uygun gelmedi. Geri koydum. Denemek istedim bir iki tanesini de ama çabuk bunaldım. Vazgeçtim. Üzerimde geceliğimin üzerine giydiğim hâkî yeşili hırkam vardı. 


Beyaz bir elbise almıştım geçen sene. Saten bir kumaştı. Boyu dümdüz yere kadar iniyordu ama yine de ayaklarımı kapatmıyordu. Giyeceğim topuklu ayakkabıyla beraber bileklerimin üzerinde kalacaktı. İnce ip askıları vardı ve göğüs kısmı kalp şeklinde hatlarla kendinden destekliydi, kumaş orada modelinden dolayı daha parlak duruyordu. Belden itibaren dümdüz, sade ve kesintisiz iniyordu. Asıl olayı da sırtındaydı. Zaten annemle de bu konuda çatışmıştık. Sırtında bel gamzelerine kadar uzanan bir dekolte vardı. Elbise sırt için orada başlıyordu. Çok beğenerek almıştım, ilk kez belki de bir elbisenin, beliyle, göğüs kısmıyla ve boyuyla bedenim için dikildiğini hissetmiştim. Ama annem inkar etse de deli gibi İngiliz Kraliyet ailesinin moda akımını takip ediyordu. Ve İngiliz Kraliyet ailesinin giyim kuşamında benimsediği muhafazakâr anlayışı da benimsemeye çalışıyordu. Zorla. Çünkü annem o değildi. Annemin gençlik fotoğraflarını biliyordum. Nasıl giyinmeye sevdiğini biliyordum. Annem kendine bir kalıp uydurmuş ve o kalıba sığmaya çalışıyordu. Babam için. Çünkü o Atilla Akın’ın eşiydi ve yakında bu ülkenin first lady’si olmak için gün sayacaktı. Tam da istediği gibi. 


Beni de o kalıpların arasına sıkıştırmaya çalışan annem, bu elbise için elbette ki yargılamıştı beni. En azından güzeller güzeli ailemizi temsil edeceğim hiçbir yerde bunu giyemezdim. Firuze dekolte güzeldir, demişti. Ama her şeyin abartısı senin adının önüne geçer. Sen Firuze Akın’sın, senin elbisenin açıkta bıraktığı tenin adının önüne geçemez. Manşet olamaz. Rica ediyorum bunun bilincinde ol ve bize, kendine yakışanı giy. 


Bu sözlerden sonra bu güzel elbise atölyemdeki dolabımda bekliyordu. Belki bir gün, Firuze Akın’ı temsil etmediğim, sadece Firuze olarak çıktığım bir gecede üstüme eşlik eder diye. O pavyon mu olmalıydı? Belki de hayır. Ama sanırım başka bir yerde de giymek nasip olmayacaktı. Bu gece zaten rol yapacak kendim olmayacaktım. Bir elbisenin içinde güzel hissetmek benim de hakkım değil miydi? Kapı tıklatıldığında biraz ürktüm. Uzun düşüncelerden uyandım. “Gelebilirsin,” diye seslendim. Ecevit sürgülü kapıyı biraz itti ve müsait olup olmadığıma baktı. Emin olunca tamamen itti. 


“Ne yaptın?” 


“Seçtim galiba. Bunu giyeceğim,” dedim ve elbiseme uzandım. Üstüme doğru tuttum ve ona döndüm. “Nasıl?” Ecevit’in bakışları elbisede gezindi ama beklediğim beğeniyi göremedim gözlerinde. Belki de bu elbise sandığım kadar güzel değildi bana öyle geliyordu. 

  

“Ben anlamam,” dedi varla yok arasında bir sesle. 


“Tamam, bunu giymeye karar verdim.” 


Diğer elbiseleri toplamaya başladım. “Daha vakit var, bak biraz daha.” 

“Yok ya. Onu giyeyim. Aldığımdan beri hiç giyemedim daha. Çok da oldu almayalı. Hep giymek istiyordum zaten. Onu giyeceğim. Bugüne kısmetmiş.” 

Askıları teker teker asarken Ecevit yaklaştı ve yatakta elbiseye dokundu. “Niye giymedin?” 


Parmak uçlarımı birbirine dokundurdum çenemin altında. “Aile davetleri için annemin onayından geçmedi. Bireysel olarak da o elbiseyi giyecek kadar özel bir yere davet edilmedim. Yani ya da gitmedim. Pavyon mu özel bir yer diyeceksin ama o kadar kötü bir fikir değil bence. Başka nerede giyeceğim? Giyeyim bu gece.” 


Ecevit yavaşça yatağın ucuna oturdu. Elbiseye bakıyordu. Tüm kıyafetlerimi astım. Ayakkabı bakmaya başladım. Sessiz sedasız arkamda oturuyordu. Öyle de kalacak sandım. Sonra o, “Bence bunu giyme,” dedi. Çöktüğüm yerden baktım ona. 


“Neden?” 


“Gideceğimiz yer iyi bir yer değil. Kaldır sonra iyi bir yerde giyersin. Değmez oraya. Bu kadar beklediyse yine bekler. Onca pisliğin içinde beyaz mı giyeceksin? Biri ahlaksızlık yapmaya kalkışır. Boş ver. İyi bir yerde giyersin.” 

İyi bir yerde giymek… Belki de bu elbiseyi aldığım günden beri, hiçbir yerde giymeye kıyamayışımın sebebi buydu. İyi bir yerde giymeyi beklemek. İyi bir yer. Tam olarak neresi bilmiyorum ama cevabını duydum sanki. Elbiseme baktım. Bembeyazdı. İyi bir yerde giyilmeyi hak edecek kadar beyazdı hem de. 


“Nerede giyeceğim ki?” diye sordum belki onu da Ecevit biliyordur diye. İçimde küçük bir heyecan belirdi. Sarmaşık gibi sardı göğüskafesimi. Tırnaklarımı yiyerek Ecevit’ten gelecek cevabı beklemek istedim merakla. 

“Daha iyi bir yerde,” dedi yine. Ayakkabılarıma baktım. Arkada kalan, biraz küçük topuklu sivri uçlu, önden yer yer kemerleri olan bordo renginde bir topuklu ayakkabım vardı. İçimden bir ses, ensemden bir ıslık fısıldadı adeta. Ayakkabıyı da görünce İstanbul diye fısıldadım kendi kendime. Sanki o iyi yer bana ilahi bir güç tarafından söylendi, içime doğdu. 


O an karar verdim. Bu elbiseyi Ecevit’le İstanbul’a gidince bordo topuklu ayakkabılarımla giyecektim. 


Sarmaşık kalbime kadar uzandı. Ecevit’e baktım minnetle. Bana doğruyu göstermiş gibi hissettim. Ölüm kalım sınavında bana zorlandığım ve cevaplamazsam geçemeyeceğim bir sorunun cevabını kendi kağıdını teslim etmeye kalkarken benim kulağıma fısıldamıştı sanki. Gülümsedim. “Tamam,” dedim. “Daha iyi bir yerde giyerim onu. Doğru söylüyorsun.” 


Bu elbiseyi giymeseydim giyeceğim siyah düz, sıradan elbiseyi çıkardım. “Bunu giyeceğim o zaman,” dedim. Elbiseye baktı ve dudak büktü. 


“Sen bilirsin,” dedi. Tamam bu olurdu. Uzun kollu, v yaka gelirken iki yakası birbiri üstüne binen ve üstte kalan kısmı bele doğru büzülen dizlerimin bir karış kadar üstünde bir elbiseydi. Tümüyle ne vücudumu sarıyordu ne de çok boldu. Altına da çizme giyerdim. Olup biterdi. Ecevit yatağın üzerinden kalktı ve çıkışa yürüdü. 


“Çay içecek misin? 


“Varsa içerim,” dedim. Beyaz elbiseme uzandım. Çok narin bir çiçeğe dokunur gibi dokundum elbiseme. Beyaz güzel elbiseme. Artık emindim. Ecevit’le İstanbul’a gidecektik. Orada bordo ayakkabılarımı giyecek, kız kulesinde yemek yiyecektik. Benim güzel beyaz elbisem. Daha iyi bir yere layıktı. Kim bilir belki de senelerce İstanbul’u beklemişti. 

  

 

Atölyemin ön tarafı güvenlik kameralarıyla çevrili olsa arka sokaklar biraz tenhaydı. Güvenlik kamerası yoktu. Zaten normal koşullarda arka tarafla işim olmazdı. Ne zamanki Ecevit çıkagelmişti o zaman arkadan atlayıp zıplamaya başlamıştım. Şimdi de ne olur ne olmaz arkadan çıkacaktım. Ecevit aradığında geldiğini anladım. 


“Firuze,” diye seslendi duvar arkasından. “Dikkatli ol.” 


Yüzüme biraz çirkin abartılı bir makyaj sürmüştüm. Özellikle allığı çok abartmıştım. Uçar diye değil, sadece öyle durmak istediğim için. “Tamam, dur çıkıyorum,” dedim ve ilk aşamayı kolaylıkla atlattım. Zaten bu duvara tırmanmak dünyanın en kolay işiydi. Tırmandım hemencecik. Bacaklarımı sarkıttım. “Topuklu mu giydin?” dedi Ecevit sanki çizmelerim burnunun dibinde değilmiş gibi. 


“Spor mu giyseydim. Biraz çekil atlayayım.” 


“Nereye atlıyorsun. Kaydır biraz kendini kucağıma,” dedi. Dudaklarımı birbirine bastırdım gülmemek için. Bazen ne tuhaf konuşuyordu. İçim Ecevit’i tanısa da bir garip oluyordu. Bir kuş kanat çırpıyor, tüyleri hep uçuşuyordu içimde. Kaydırdım kendimi biraz kucağına. Ecevit beni tek koluyla kavradı ve kendi hakimiyetine aldı. Önce bacaklarımdan tuttu ve beni usulca çekti kucağına. Bacaklarımdan kolunu çekince belimi sardı ve diğer kolunun altında indim aşağıya sapasağlam. 


“Sağlam bastın mı?” dedi geri çekilmeden. 


“Evet bastım!” 


Geri çekildi ve bıraktı beni. Üzerimdeki kabana baktı, kuşağım inerken açılmıştı. Sıkı da bağlamamıştım zaten. Kuşağımı geri bağladı. “Yürü başımın belası yürü. Koşman gereken yerde seni topuklularınla olduğun yerde bırakacağım.” 


“Hayır sen kimseyi yolda bırakmazsın yalan söyleme.” 


Ondan önce arabaya bindim ve kuruldum yerime. Ecevit de benim gibi parfüm sıkmıştı. İçinde beyaz bir gömlek vardı. “En pis kıyafetin beyaz gömlek miydi?” diye sordum. 


“En ucuzu buydu. Bunu gözden çıkardım.” 


Hiç anlamamıştı ne dediğimi. Oraya gidince anlayacaktı. Ben dediğimi yapmıştım ve diğer kadınların yanında dikkat çekmeyecek özende giyinmiştim ama Ecevit arsasını satmaya gelecek altmış yaşındaki amcaların yanında göze çarpacak şekilde giyinmişti. Ne laf dinlemez adamdı. 


Bütün yol boyunca sanki pavyona yüz kere gitmiş gibi yüz tane uyarı yaptı. Hepsine kafa salladım. Dikkate alınmadığını hissedince sinirlendi kızdı bana. Ben de ona kızdım. Ona tavsiyeler vermeye çalıştım. Sana laf atan olursa bakma dedim. Masana gelmeye çalışan olursa sakın kabul etme dedim. Bu kez o beni alaya vurunca ben ona kızdım. 


Yol azaldıkça stres yaptım biraz. Ecevit arabayı durdurduğunda nedense böyle kapısı yanarlı dönerli bir yer bekledim ama olmadı. Ecevit’le aynı anda indik arabadan. “Hani renkli ışıklar?” 


“Burası o filmlerde olan gibi bir yer değil galiba,” derken o yanına yaklaştım. Bana kolunu uzattı. Pavyona girecekmişiz gibi değil de bir beyefendi gibi. Koluna bakakaldım. Koluna mı girecektim? Kuş adeta tüysüz kalacaktı. Öyle çırpınıyordu. Kimler kimlerin koluna girerdi? İnsanlar eşlerinin, sevgililerinin, partnerlerinin ve sanırım oyun arkadaşlarının. Ecevit’in koluna girdim hızla. Bülent ve babam hariç, bir davette bana emrivaki yapılmadıysa bir erkeğin koluna girdiğimi hatırlamıyordum. Yani bu biraz benim için ilkti. Çünkü esas olan rızaydı ve ben ilk kez babam hariç bir erkeğin kendi rızamla koluna girdim. Gözlerimi kırpıştırdım. Güzelliğim arttı sanki, daha güzel gördüm ortalığı ve daha sağlam adımlar attım. Rıza bu dünyadaki en mühim şeylerden biriydi. 


Bir pavyondan çok cluba benzeyen yerin girişine vardık. Ecevit girerken kimlik gösterdi, birinin selamını iletti ama duyamadım kim olduğunu. Düz aynalı bir koridordan geçtik. Aynalar kesik kesik yerleştirilmişti ve göz kamaştırıyordu. “Rezervasyon gibi bir şeyimiz var mı?” 


“Var. Bir masa ayırttım. Daha rahat gözlem yapalım diye.” 


“Kadının tipini biliyor musun peki? Belki gelmiştir.” 


“Ellili yaşların sonundaymış ve saçları kızıla boyalıymış. Sanmıyorum ki o yaşlarda ve saç renginde başka bir kadın daha burada olsun. Anlarız.” 


Gülümseyerek konuşuyorduk ta ki iç kısma geçene kadar. Öyle korkunç bir ışık huzmesi vurdu ki yüzüme ikimiz de duraksadık. Tavandan hızla dönüyordu ve içerisi duman altıydı. Yoğun bir içki kokusu, sigara dumanı, yüksek gürültü ve korkunç bir ışık vardı. Orta yerde bir bar vardı. Burası club gibi duruyordu, sağ tarafta da U şeklinde kırmızı koltuklar ve masalar. Hemen önünde de bir sahne. DJ mi geliyordu yoksa sanatçı mı çıkarıyorlardı? Bence ikisini de yapıyorlardı. Biz hangi geceye denk gelmiştik acaba? 


Bizi bir masaya yönlendirdikten sonra genç bir kadın, diğer masaları inceledim. Bazı masalarda tek bir adam ve kadın otururken bazı masalar daha da kalabalıktı. Orada iki kadın vardı. Çok büyük kahkahalar atılıyordu ve müziği bastırıyordu. Bazı insanlar kalkmış çalan müziğe oynuyordu zil zurna. Çok genç kesim yoktu. Muhtemelen biz haftanın sanatçı kısmına denk gelmiştik. Birazdan türkü dinleyecektik. Bazı kadınlar masalarda dolaşıyordu kısa sorular sorup geri çekiliyorlardı. Garson geldi yanımıza. Bana yaklaşmadan Ecevit’in kulağına eğildi. Ecevit beden dilini kullanarak bir şeyler söyledi ve gönderdi genç adamı. Bana yaklaştı sonra. Kulağıma eğildi. 


“Bir şeyler söyledim, içme.” 


“Sen içecek misin?” 


“İçmeyeceğim Firuze.” 


“Tamam!” İkimiz de bağırıyorduk ama ben bu kez fazla bağırdım Ecevit geri çekildi. “Duyuyorum Firuze.” 


Sanırım hali hazırda masada bir kadın olduğu için kimse gelmiyordu masaya. Dolaşan kadınlardan birinin Ecevit’e baktığını gördüm. Gelecek miydi masaya? Kadınla göz göze geldik. Upuzun simsiyah saçları vardı. Her yürüyüşünde savruluyordu saçlarını. Bana göz kırptığında telaşla gülümsemeye çalıştım ama kadın geçip gitti. Kaşlarımı büktüm ve Ecevit’e yaklaştım. “Ne yapacağız?” diye sordum. 


Ecevit de sıkıntıyla ortalığa bakınıyordu. “Sen varsın diye muhtemelen masaya kadın gelmiyor.” 


Dehşetle ona baktım. “Gideyim mi?” 


“Saçmalama Firuze!” Dudaklarını kemirdi, sakallarını kaşıdı sonra bana baktı. “Biz niye kabanlarla oturuyoruz?” diye sordu. Ben nereden bilebilirdim?

“Çıkar dikkat çekiyoruz.” 


Terlemeye başlamıştım zaten. Stresten sanıyordum ama belki de kabandandı. İkimiz de kabanlarımızı çıkardık ve Ecevit’in çatık kaşları benim elbisemde dolandı. “Bir şey rahatsız ederse bana hemen söyle.” 


“Tamam!” 


“Firuze bağırmasana,” dedi sabırlı ama sinirlenmiş bir sesle. Garson masamıza geldiğinde direkt suya uzandım. Cam şişeyi açtım ve bardağa dökmeden içtim. Stres yapmıştım. Garson masayı dizerken Ecevit adamla sohbet etmeye başladı. İkimizden de gençti ama çok pratikti. Hızlı hareket ediyordu. Takip ediyordu. Adını ve yaşını sordu. Sonra memleketini. Adam Karslıyım deyince Ecevit ben de dedi. 


Karslı olduğunu şu an öğrendim ben de. Sonra adamın işi bitse de Ecevit sohbete tutmaya çalıştı. Adım adım buranın sahibine getirmeye çalıştı lafı ama olmadı. Adam çok aceleciydi. “Başka bir isteğiniz var mı abi?” diye sordu.


“Yok,” dedi Ecevit çaresizce. Adamı tutamadı ve gitti adam. Masaya konan meyve ve çerez tabaklarına, içki şişelerine baktım.


“Ne yapacağız?”


“Hiç bilmiyorum,” dedi. Sanırım bu kadar mesafeli bir ortam hayal etmemişti. Masalar bile çok bireyseldi. Yan masaya laf atacak sohbet edecek bir ortam yoktu. Her şey nizam içindeydi, birbirine karışmıyordu. Sakallarını kaşımayı sürdürdü. “Ben bir lavaboya gideyim mi?”


“Niye?”


“Belki burada çalışan kadınlardan birini orada yakalarım. Bilmiyorum sohbet kurarım. Bakayım olur mu?”


Bandajımı çıkarmış ve saçlarımı salmıştım. “Gitme, tanınırsın. Göz aşinalığı var herkeste artık.”


“İnkâr ederim. Kimse dün hastaneden çıkmış Atilla Akın’ın kızının bugün pavyonda olacağına ihtimal vermez zaten. Karşıda solda galiba kadınlar tuvaleti. Baktım iş yok, hemen gelirim. Telefonum yanımda. Garsonu yeniden çağır. Bahşiş ver sohbeti uzatmaya çalış. Gerekirse masaya oturt. Bak şu adamı görüyor musun,” dedim ve ortalıkta dolanan mavi gömlekli adamı gösterdim. “O emir veriyor. Ondan izin al hemşerimle iki sohbet edeceğim diyerek garsonu masaya oturt. Konuşmaya çalış. Hafif lakayt davran,” Yüzümü ekşittim. “Buradaki bütün erkekler böyle. Çok beyefendi duruyorsun. Sana paspal giyin dedim. Hadi. Ben de gidip geleceğim. Endişelenme. Çok merdiven altı bir yer durmuyor burası…” Cümlelerimin sonuna doğru bir alkış kopmaya başladı. İkimiz de sahneye baktık. Sarı saçlı oldukça arabesk bir görüntüye sahip olan bir kadın elinden tutularak sahneye çıkarıldı. Üzerine biri para atmaya kalkıştığından izin vermediler.


“Hadi Ecevit,” dedim ve koluna dokundum. Çantamı aldım ve kalktım. Pavyon konusunda ikimiz de tecrübesizdik ama istemediğimiz yerde bulunmak konusunda ben daha tecrübeliydim. İstemediğim yerlerde çok bulunmuştum. Kadınların girip çıktığı yere doğru gittim. Siyah bir kapıyı iterek açtım. İçerisi boş gözüküyordu ama kabinlerin içini bilmiyordum. İğrenç bir tuvaletti. Kusmuk kokusunu aldım ilk. Midem bulandı ama yine de geçtim. Bir kısmı uçan allığıma baktım ve elim belimde birinin girip çıkmasını bekledim. Rujumu çıkardım. Kabinleri tıklattım ama boştu. Şansım ne kapalıydı benim öyle. Elimde rujumla burnumu kapatarak beklerken benim artık dayanamadığım noktada kapı sertçe açıldı ve ben elimi burnumdan hızla çektim. Burada çalıştığını ilk an düşündüğüm bir kadın girdi içeri ve “Orospu çocuğu,” dedi. Şaşkınca ona baktım. İçeride bir tek ben olduğum için istemsizce üstüme alındım ve bir adım geri çıktım.


“Orospu çocuğu, yamuk sikli.”


Bana söylemiyordu…


Eliyle ağzını sildi. “Pislik. Bu erkeklerin belasını sikeyim. Yavşak orospu, bunak.” Gözlerim iri iri, neredeyse hazır olda durmuşken kadını izliyordum. Tükürüyordu durmadan lavaboya. Kusarsa ben de kusardım. Aynadan göz göze geldiğimizde “İyi misin?” dedim kısık sesle.


“Oturuyoruz masaya. Oturur oturmaz diyorum bak öpmek mahreme dokunmak yok diye, o dökülmüş dişleriyle orospuluk peşinde. Midem bulandı. Leş ağızlı.”


Ne demeliydim? Soğuk terler dökmeye başladım. Teselli etmeliydim? Haklı olduğunu hissetmeliydi. “Anlıyorum, çok haklısın,” dedim. Kadın aynadan yine bana baktı ve güldü.


“Abla ne diyorsun ya?”


“Haklısın haklısın. Kesinlikle haklısın. Para veriyor diye kafasını eseni yapacak hali yok ya. Senin orada işin sohbet etmek. O adamın ağız kokusunu çekmek değil. Pislik herif.”


“İşte gel de anlat bunlara.”


“Sen ne zamandan beridir burada çalışıyorsun?”


Sanırım biraz erken oldu ama dayanamadım. “İki yıl oldu.”


“Memnun musun?” diye sordum. Bilmiyordum. Gelirken düşünmemiştim. Keşke düşünseydim.


“Ne açıdan abla?”


“Yani genel olarak diğer pavyonlarla kıyasladığında en azından… Anladın mı?”


Kadın bana aynadan bakmayı bıraktı ve döndü. “Sen iş mi bakıyorsun?” dedi ve beni süzdü. Başımı hızla iki yana salladım ve ellerimi kaldırdım. “Hayır hayır,” dedim.


“Genç kızları mı kandırıp satıyorsun yoksa sen?”


“Hayır!” diye yükseldim. “Hayır tabi ki! Ne alakası var? Ben sadece sordum. Hani şu an iyi hissetmiyorsun? Çıkıp gidemiyor musun? Seni burada zorla mı tutuyorlar?” Çok gerildim. Ecevit’i arayacaktım az kalsın. Kadın resmen üstüme doğru geliyordu bakışlarıyla. Kapı aniden açılıp “Lale,” diye seslenilmese beni mahvedecekti sanki. “Hadi ne yapıyorsun burada! Hadi! Seni bekliyor müşteri! Hadi!”


Lale hızla aynaya döndü ve taşan rujunu temizledi ve çıktı lavabodan. Nefes nefese kalmıştım. Ne sanılmıştım ben az önce öyle! Ne demek genç kızları toplamak? Dehşetle saçlarımı çekiştirdim ve çıktım lavabodan. Çok korkunç cümlelerdi bunlar. Gözüm kapalı Ecevit’in yanına gidecektim. Ta ki benim yerimde başka bir kadın görene kadar. Ecevit kolunu oturduğu yerin başlığına yaslamışken sarışın bir kadın yanı başındaydı. Kasının sırtı neredeyse bana dönüktü ve Ecevit sık sık benim geleceğim yeri kontrol ediyor olmalı ki beni gördü. Adımlarım çakılı kalmıştı, elini kaldırdı ve gelmemem için bir işaret yaptı. Tekrar kadına baktı. İlgiyle dinliyormuş gibi kaşlarını kaldırdı ve başını salladı. Kadının gözünün içine bakıyordu.


Tavandaki ışık zihnimin içine düştü sanki ve karman çorban oldum. Yirmi beş yıllık hayatımda olmadık hislerle tanışıyordum. Yenisi de ve beteri buydu. Gırtlağıma bir el çöktü ve beni boğmaya başladı. İçime bir ateş parçası düştü sanki. Kulaklarım zonklamaya başladı. Ecevit bana yeniden baktı. Kulaklarım ve boynum yanmaya başladı. O kadın Bergen’den bir şarkıyı büyük bir tutkuyla söylerken Ecevit’le göz gözeydim. Ben herkesten gizlerim yaşarken öldüğümü. Yanındaki kadın Ecevit’in boynuna doğru uzattığında elini, bir başka el de kalbime ve yüzüme aynı anda yumruk indirdi Bir uyuşukluk hissettim. Gözlerimi ardı ardına kırptım. Başıma korkunç bir ağrı girdi ve bir daha nefes alamayacağımı sandım.


Tanrım biraz umut ver bu karanlık dünyama.


Kadın daha fazla Ecevit’e yaklaştığında nasıl arkamı döndüğümü anlamadım. Biriyle çarpıştım ama ne o dönüp bana baktı ne de ben ona. İlerideki bar alanına doğru yürüdüm. Zorlukla sandalyelerden birine oturdum. Sahnedeki kadını izleyen genç beni görünce kalktı yerinden, “Ne içersiniz?” diye sordu. Bu soruyu tam dördüncüye tekrarladığında kendime geldim.


“Soğuk bir şey verir misin?”


“Bendeki her şey soğuk.”


“En soğuğu neyse onu ver.”


Taş gibi kesilmiş, arkamı dönmemek için kendimi zor tutuyordum. Saçmalamayı kes. Saçmalamayı kes Firuze! Bir şey bulmaya çalışıyor! Kes saçmalamayı! Kes! Kendine gel! Ne oldu? Sana ne? Kes saçmalamayı! Kendine gel! Amaç için buradasınız! Kes sesini!


Önüme konulan soğuk bardaktan iki yudum aldım. Çok içmeyecektim. Burada işleri elime yüzüme bulaştırmayacaktım. İçimde yanan şeyi biraz soğutacaktım sadece. Önüme içkiyi koyan çocuk ellerini bara yasladı ve bana baktı. “İyi misin?”


“Arkamda kalan sarışın kadınla adam ne yapıyor?” diye sordum. Başaramadım sormamayı. Çocuk dediğim yere baktı.


“Bizim kız içine düşecek de adam kaçtı kaçacak masadan. Ne oldu adama mı yanıksın?”


“Kadınlar masaya çağırılmasa da gidiyor mu?”


“Onların işleri bu. Yalnız adam oturtulmaz burada.”


Tamam… Nefes alıp verdim tam on kere. O çağırmamıştı. Çağırsa da sebebi var Firuze kendine gel. Neydi bu beni öldürecek gibi davranan şeyin sebebi? Allah’ım ne korkunçtu. Kafayı yiyecektim ne korkunçtu. Ya canım çıksaydı ya da bu his hemen şimdi çıkıp gitseydi.


Dakikalarca başım eğik soluklandım. Herkes masalara kurulmuştu kimse gelip buradan içki almıyordu. Bir şey yap. Bu cümleyi on altıncı tekrarımda kafamı kaldırıp “Sen ne zamandır burada çalışıyorsun?” dedim. Genç adam bana gülümsedi. Benimle aynı yaşlardaydı. Dövmeleri vardı ve uzun bir sakalı.


“Ha şöyle ya hiç sohbet etmeyeceksin sandım fıstık.”


Sabır…


Bana doğru yaklaştı yaslandığı yerden. “Üç yıl oldu. Her gece gelmiyorum ama her geldiğinde bulamazsın. Haftanın dört günü buradayım. Bugün de son dakika geldim. Yoksa bu Bergen dinlemeye hiç meraklı değilim.”


Buzlu bardağı elimde çevirdim. Çenesi düşüktü. Konuşurdu. “Buranın sahibi izin veriyor galiba kafana göre gelip gelmemene. Güzel dünya.”


Beyaz dişlerini göstere göstere gülümsedi. “Benim kandıramayacağım kadın yoktur. Yaşı önemsiz. İster elli yaşında olsun ister yirmi beş. Kaç yaşındasın?”


Soğukkanlı ol. “Cevabı söyledin.”


“Yirmi beş,” dişlerini dudaklarına geçirdi. “Bir içim su.”


“Haddini aşma.”


“Çetin ceviz bir de tadından yenmez.”


“Patronun da elli yaşında mı?” diye sordum. Tavrım kesinlikle muhabbeti uzatmak olarak anlaşılıyordu. Farkındaydım.


“Tek atarım, yanlış tahminde bulunmam.”


“Patronunla da yattın mı?” diye bu kez ben iğrenç şekilde haddimi aştım. Yüzümü ekşitmemek için zor tuttum kendimi. Böyle bir cümle neden kurmuştum.


“Oha, yavaş,” dedi. Bu kadarı ona da fazla geldi. “İki kur yaparız, vardiya ayarlarız da çoluk çocuk sahibi elli yaşında kadınla da yatmam. O kadar da demedik.”


Çoluk çocuk sahibi…


Yutkundum. Hemen üstüne atlamamalıydım. Sakin kalmalıydım. “Ben hep böyle yerlerin sahipleri erkeklerdir sanıyordum açıkçası.”


“Sen çok mu masumsun?” diye sordu. Bana yaklaştıkça yaklaşıyordu ve hep bir bahaneydi geri çekilecek başka bir şey buluyordum.


“Ne alaka?”


“Buranın sahibi,” dedi kısık sesle ve ortalığını kontrol etti. “Eski genelev sahibi. Onun verdiği vergiyi biz hayatımızda görmemişizdir. Ne erkeği? Ne kadınlar var bu sektörde.”


Hayatımda ilk defa duymuş gibi davrandım bu bilgiyi ve dudaklarımı büktüm. Daha fazla uzaklaşacak yerim kalmamıştı. Onu itecektim yaklaşırdı. “Hem genelev sahibi, hem pavyon yürütüyor hem de çocukları var öyle mi? Yok artık. Ölsem de gam yemem artık. Çocuklarına mesleğini ne söylüyor çok merak ettim doğrusu. Yazık o çocuklara.”


Bu söylediğime güldü uzun uzun. “Yazık mı?” dedi ve eli aniden saçıma gitti. Saçımdan bir tutam arkaya attığında bağırmakla sakin kalmak arasında ölümcül bir çizgide kaldım. Çok zor oldu ama bağırmadım. “Biraz mesafe,” dedim ve başımı ittim.


“Öylelerinin çocuklarının yaşam standartlarına sen hayalinde ulaşamazsın.”


Her söylediğine etkilenmiş gibi tepki veriyordum ki devam etseydi. Gururu okşansaydı. “Öyle mi diyorsun? Ne bileyim sağda solda annem babam bu işi yapıyor demek istemezdim,” dedim ve o an neden bilmem arkamı dönüp bakma isteğiyle doldum taştım. Aniden çöktü bu his ama dönersem bu anı kaybederdim biliyordum. Sabret dedim. Sabret Firuze. “Kaç çocuğu var seninkinin? Servet kaç çocuğa akacak?”


“Bir kızı var,” dedi ve ıslık çaldı. “Bir kere gördüm bir içim su. Böyleleri çok çocuk da yapmaz. Akıllıdır. Tek çocuk olur kraliçeler gibi büyür. Öyle sandığın gibi annem babam bu işi yapıyor diye tasalanmazlar. Neyse sikerler zenginin derdini. Sen kendini anlat ya. Tek misin?”


“Değilim.”


“Siktir et kiminle geldiyse. Bak sana ne diyeceğim.”


“Ben sohbet etmediğim adamın suratına bakmam,” dedim açıkça. Konuyu değiştirmesine izin veremezdim. Islık çaldı. “Uğraştıracağım, kolay lokma değilim diyorsun.”


“Ne dersen de? Hem hani istediğin kadını kandırırdın? Kandırsaydın da patronun kızını tavlasaydın. Damat olsaydın da barmenlik yapacağına buraya ortak olsaydın?”


Adam burnumun ucuna dokundu. “Patronun kızı da ben diye ölüyordu tabi. Ayrıca kız daha küçük. On yedi on sekiz yaşında. Pezevenk değilim. Seher abla da benim belamı siker, kızı kıymetlidir onun. Hem boş ver sen daha güzelsin. Söyle bakalım kiminle geldin.”


“Elini çek diyorum sana.”


“Çok nazlısın,” dedi ve daha ileri gitmeye kalkıştığında eline müdahale etmek için doğru hamleyi bekledim. Ters çevirecektim. Planım buydu ama benden önce davranıldı. Beyaz gömlekli bir el uzandı, bana dokunmaya çalışan el o eli tuttu ve ters çevirdi, yatırdı.


Ecevit’ti.


İçimdeki korkunç öfke kimeydi neyeydi bilmiyordum. Ecevit elini ters çevirdiği adama yaklaştı ve yakasından tutup burun buruna geldi. “Senin elini götüne sokarım,” dedi. Yerimden kalktım. Ecevit kabanımı arkama koymuştu. Kabanı aldım hızla yerinden. “Duydun mu beni? Senin o elini götüne sokarım.”


“Ben dışarıdayım,” dedim. Hızlı hızlı çıktım. O da çok durmadan gelecekti biliyordum. İkimizin de ateş topu gibi olduğumuzu hissediyordum. Çok geçmeden de geldi. Benim yanımda yürüyecek şekilde yetişti. Tek kelime bile etmedik. Arabaya bindik, soluk seslerimiz çok yüksekti ve kim ağzını açsa küfredecekti sanki. Susmayı tercih ettim. Ne diyecektim ki? Susmayı tercih etti. Ne diyecekti ki? Gereksiz şekilde bir tansiyon yükselmişti, sebepsiz olduğunu ikimiz de farkındaydık ve sebepsiz bir konuda tartışamayacağımız için susuyorduk. Sustuk. Ecevit sadece araba sürdü ben de yolu izledim. Araba sessizken daha hızlı sürülüyordu. O yüzden boş Ankara yollarından hızla vardık atölyeye. Tam inecekken Ecevit’in telefonu çaldı. İkimiz de ekrandaki ismi aynı anda gördük.


Farah.


“Sen git geliyorum,” dedi Ecevit arabadan bile inmeden. İndim. Atölyemin kapısından girdim hızla. Anahtarım çantamdaydı, ellerim titrediği için biraz zor açtım ama açtım. Sebepsiz öfke öyle mesken tutmuştu ki beni kolay kolay atamayacağım sandım üstümden. Halbuki korku öfkeden daha baskındı. Mumların gölgesine bir adamla göz göze geldim. Telefonum eş zamanlı çaldı.


Atilla Akın yaktığı mumların yanında, atölyenin orta yerinde otururken beni izliyordu. Arkama bakarken telefonumu çıkardım. Ecevit’ti. Hızla açtım ama benden önce konuştu. Halbuki ben daha önce konuşmalıydım.


“Ecevit…”


“Kapını kilitle yat. Ben geleceğim. Çok acil bir yere gitmem lazım. Kapı kilitli olsun, sobayı da söndür uyumadan.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ali Ecevit Tarhan, atölyeden hastaneye giden yolu nasıl tamamladığını hiç anlamadı. Yalnızca ağzının içinden ‘Ah Cengiz!’ diye söylenip duruyordu. ‘Ah Cengiz, ah Cengiz ah!’  

Farah’ı üçüncü kez aradı ama üçüncü araması da yanıt bulmadı. Ölümü engellemeyeceğini biliyordu, kendisini bunun için harap etse de boş olacağını da biliyordu ama istemezdi. O adamla yaşadığı son günlerin hapishane günleri olduğunu o günleri yaşarken farkındaydı. Dışarıda bir hayatları olmayacaklarını, oturup karşılıklı iki çay içmeyeceklerini, sohbet etmeyeceklerini biliyorlardı ama yine de ölsün istemiyordu Ecevit. O adam Ecevit’in gençliğini gören tek kişiydi ve Ecevit’in yanında olan da tek kişiydi. Ecevit annesi doğurmuş gibi sevmiyordu, Ecevit tümüyle annesinin doğurmadığı bir adamın da ona abilik yapabileceğini görerek seviyordu. Ve çok borçluydu. Bu hayatta başka birine borçlanamayacağı ve tüm ömrünü çalışarak geçirse bile borcunu ödeyemeyeceği kadar borçluydu.  

Arabasından koşar adım indi. İçinde bastıramadığı bir korku vardı. Cengiz bazı şeyleri yüzüne vurmak için tetikte duruyordu son görüşmelerinde. Ecevit bundan rahatsız olmuş ve vefasızlık yapmıştı. Yanına gidişini azaltmıştı. Bu yüzden vicdan azabı ayaklarıyla başının üstüne basıyordu Ecevit’in. Danışmaya adını verdi adamın. Cevap alana kadar neredeyse kadını itecek kendisi daha hızlı bakacak hale geldi. Ya öldüyse diyordu. Ya son bir kez bile konuşamayacak hale geldiyse? Kat sayısını duyunca koşarak uzaklaştı. Zamanla yarışıyordu adeta. Düğmeye abandı. Saniyeler saatler gibi geldi. Alnında terler birikmişti. Göğsü şiddetle inip kalkıyordu. Asansör gecenin sakinliğiyle çok geçmeden geldi. Ecevit bindi, düğmeye bastı ve üç kat ona asır gibi geldi. Dijital ekranı takip etti pür dikkat.  

İndiğinde yönünü bulması zor olmadı. Bir kalabalık gördü. Takım elbiseli insanlar vardı ve bir kapının önünde iki polis memuru. Ecevit’in gözleri hızla kalabalığı taradı ve aradığını köşede yere çökmüş şekilde buldu. Ecevit hayatındaki insanların direkt ölüm haberini almaya alışmıştı. Yine öyle oldu sandı. Bu yıkımı tümüyle Cengiz’in ölümüne yordu.  

“Farah!” diye seslendi ve hızla ona doğru adımladı. Farah çöktüğü yerden başını kaldırdı ve hızla ona doğru gelen adama baktı. Bu adamın da üzerinde takım elbise vardı ama buradaki diğer insanlar gibi sinirini bozmadı. Daha çok sinirini bozdu. Yerden destek aldı ve Ecevit ona varmadan doğruldu.  

Ecevit, “Ne dedi doktor?” demeye kalkıştığı an omuzlarından şiddetle itilmeye çalıştı.  

“Sen biliyor muydun?” diye sordu genç kadın bir taraftan ağlarken bir taraftan öfkeyle solurken. Sesi çok yüksekti. İnsanların kendi aralarında olan konuşmalarını sonlandırdı. “Sen biliyor muydun abimin kanser olduğunu?”  

Farah, Ecevit’e kafasının içinde çok büyük anlamlar yüklüyordu. Ve bu anlamlar, Ecevit’in ona yalan söylemeyeceğini düşündürüyordu. Ecevit ortalığa bakındı. Polislerle tezat şekilde duran ve her birinin, bir başka adamı çepeçevre sardığı tiplere baktı Ecevit. Ölmediğini hissetti. Kimsenin yüzünde ölüm sakinliği yoktu. Farah cevap alamadıkça daha da şişti ve kabardı. Ecevit’in omuzlarına vura vura sarstı onu. “Sen biliyordun!” dedi tahmini doğru çıkarken. Ona nasıl söylemezdi? Nasıl hasta abisine ortak olup kendisinden gizlerdi? 

“Bağırma,” dedi Ecevit. “Hastanedeyiz.”  

“Bana nasıl söylemezsin? Nasıl ölüme bırakırsın abimi?”  

“Farah bağırma. Bağıracaksan bahçeye çıkalım. Hastane burası.”  

Bu cümleler kadına makul gelmiyordu. Tek derdi abisiydi. Gerisi umurunda bile değildi. Bağırmayı ve Ecevit’e bağırmayı sürdürdü. Ne zamanki polis memurları müdahale edecek gibi oldu Ecevit eliyle durmaları için işaret etti ve Farah’ın kolundan tuttu. Ne söylediğini duymadan asansöre doğru yürüdü. Farah o kısa yolda çırpınsa da asansöre bindiğinde alnını aynaya yaslayıp için için ağladı. Annesi babası yoktu. Bir tek abisi vardı. Fiziken yanında olmasa bile abisi vardı. Bu onun için paha biçilemezdi. Abisinin kanatlarının altındaydı. Bu tarif edilemezdi. Asansör durduğunda Ecevit’in önünden çıktı. Hızlı adımlarla bahçeye yürüdü. Hızını alamadı bahçenin en ücra köşesine kadar gitti. Ecevit, Cengiz’in ölmediğini öğrendiğinden olacak daha sakindi. Sessizce kadını takip etti. Farah aniden durup ona döndüğünde kendisi de durdu. Artık bağırabilirdi.  

“Sana yalvardım!” dedi işaret parmağını sallarken. “Geldim evine, seni evime çağırdım, gecenin bir vakti aradım, sabahın köründe aradım! Sana yalvardım! Sana bana yardım et diye yalvardım! Dördüncü evre kansermiş! Ölmek üzereymiş!” Farah gözyaşlarından önünü göremiyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlarken omuzları çöktü. “Sen zaten biliyormuşsun ben kime neyi anlatıyorum ki? Niye bana söylemedin? Ecevit niye bana söylemedin?”  

“Abin istemedi.”  

Farah’ın yere eğilmiş başı bu kesin ve net kurulmuş cümleyi duyunca kalktı. “Ölmek üzere olan adamı mı dinledin?”  

“Ben onu hep dinlerim Farah. Bilmeni istemedi, bilmedin.”  

Farah hışımla ellerini şakaklarına vurdu. Kendine zarar vermek istiyordu. “Madem ben bilmedim, neden hapisten çıkması için, başvurmamız için ısrar etmedin? İkna etmedin onu? Bunu niye yapmadın? Sana yalvardım ya! Bunu bilmeden bile sana yalvardım.”  

Ecevit’le asla aynı çizgide değillerdi. Baktıkları pencere aynı binaya bile ait değildi. Ecevit asla birbirlerini anlamayacaklarını farkındaydı. Öfkesini anlayabiliyordu ama sonuç değişmeyecekti. Fikri de değişmeyecekti. Ecevit ölmek isteyeni o yoldan döndürmeyi mantıklı bulan bir adam değildi. Bir insan ölmek istiyorsa ona yapacak bir şey yoktu. Bu düşüncesi kaşlarını çattırdı. Bazı insanlar için, diye düşündü. Bazı insanlar için yapacak bir şey yoktu. Her insan için değil. Her insan dahil değildi buna. Olmamalıydı.  

“Çünkü hapisten çıkmak istemedi. O hastalık dönemini dışarıda geçirmek istemedi. Farah onu ben bile zor anlarken senin anlamını beklemiyorum. Bağır çağır, acını nasıl yaşamak istiyorsan öyle yaşa. Bana da kızabilirsin. Abine de kızabilirsin. Bunlar senin hakkın ama bir insanın nerede nasıl öleceğini seçmesi de onun hakkı.”  

Bunlar belki mantıklı ama çok azap verici cümlelerdi. Farah için için ağlamaya başladı. Arkasını döndü ayakta duramadı ve bacaklarının üzerine çöktü. “Abim ölüyor,” dedi. “Abim ölüyor. Benim yüzünden o dört duvarda çürüdü. Benim yüzümden hasta oldu.”  

Halbuki abisinin tek işlemediği suçtu hapishane yolunu ona gösteren o cinayet. Lakin işlenmesi gereken de bir suçtu. Cengiz günahlarla dolu bir adamdı. O hapishaneye yüz farklı suçtan çoktan girmeliydi. Yalnızca en çaresiz anda kardeşinin suçunu üstlenmeyi bekliyordu. Çok yaşlı bir adamdı. O suç için içeri girerken bile yaşlıydı ve dışarıda kaldığı her an suçları bir sarmaşık gibi uzuyor ve büyüyordu. O hapishaneden kaçabilir miydi? Kaçardı. Cengiz kendi iradesiyle orada kalmak istemişti.  

Ecevit bu teselli işlerinde pek kötüydü. Kimse onu teselli etmeyince teselli etmeyi de öğrenmemişti. Yük gibi geliyordu ama şimdi bu yere çökmüş kadını teselli etmeliydi. Ona el uzatan adamın hatırına teselli etmeliydi. Yavaşça ona yaklaştı. Eğildi ve tereddütte kalarak omzuna koydu elini. “Farah,” diye seslendi. “Abin çok yaşlı,” Bu kabul biraz kötü bir girişti. “İnsana belli bir yaştan sonra yaşamak yük gelir. Ona yapacağımız en büyük iyilik kolay, acısız bir ölüm için dua etmek. Bak bu çok zor, farkındayım çok zor ama onun tek ihtiyacı bu.” Farah çöktüğü yerden başını kaldırdı hayretle.  

“Abim ölsün diye dua mı edeyim?” diye sordu. Yaşlarına baktı Ecevit. Geçecekti. Şimdi hiç acısı dinmeyecek sanıyordu ama beklediğinden daha çabuk geçecekti. Abisine doymuştu. Doymadı mı insan yükü ağır oluyordu.  

“Hayır, ağrısız sızısız, huzurla uyusun diye dua edeceğiz. Ölümü de ona zorlaştırmayacağız. Beni suçla ama onu da böyle suçlarsan ağırlaştırırsın. Yapma sonra çok pişman olursun.”  

Farah dengesini kaybetti. Acı bedenini yenik düşürecek gibi oldu. Bacaklarının üzerinden yere yığılacaktı. Ecevit onu hızla tutmasa kendini tamamen bırakacaktı.  

“Hayır hayır tamam,” dedi Ecevit ve iki kolundan tuttu. Yavaşça kaldırdı yerden. Farah başını Ecevit’in omzuna yasladığında Ecevit kalakaldı. İşte tesellinin bu boyutunu da hiç beceremiyordu. Dişlerini birbirine sürttü ve bekledi. Sabırla beklemesi gerekiyordu. Belki sırtını sıvazlaması gerekiyordu ama Ecevit hareketsiz kaldı. Bekledi.  

“Gördün mü abini?”  

“Bilinci açık değil.”  

Farah’tan sonra kendisi de görmek isteyecekti. Farah inleye inleye ağladı Ecevit’in omzunda. Kimsesiz kalacaktı. Artık gerçekten kimsesiz kalacaktı. Bunu Ecevit’e söylemek istedi ama konuşamadı. Dakikalarca ağladı sonra başını kaldırdı. Yaşlarını sildi biraz. Bayık bakışlarla yanındaki adama baktı. O da üzülüyordu ama dimdik duruyordu. Farah onu izledi. Hiçbir acı bu adamı yıkamazdı sanki. Ne yaşarsa yaşasın böyle durur sanıyordu. İzlemeyi bıraktığı yerde yavaş adımlarla hastaneye yürümeye başladı. Asansöre bindiler tekrardan. Suskunlukları koridordaki iki sandalyeye oturana kadar sürdü. Ecevit koridorda olan birkaç adamla selamlaştı. O hiçbirini tanımasa da oradakiler Ecevit’i ismen tanıyorlardı. Hepsi birbirinden meymenetsizdi Ecevit için. İki kelam ederken bile zorlandı ama yarın hangisine işi düşer seçemiyordu.  

Farah başı duvarda Ecevit’in dediklerini düşünürken nasıl uygulayacağını bilmiyordu. İnsan bencilce sevdiği insanlar yaşasın istiyordu. Acı çekseler bile yaşasın istiyordu. Neredeyse yarım saat boyunca bu hisle çatıştı. Sonra, “Melike için bir şey buldun mu?” diye sordu.  

“Arıyoruz,” dedi Ecevit. Sanırım çok uzun vakitten bu kelimeyi birinci tekil şahıs olarak kullanmıyordu.  

“O kadınla mı?” diye sordu Farah öylece.  

“Firuze’yle, evet,” dedi Ecevit saklamadan. Saklanacak bir şey de yoktu zaten ona göre. Kimseden de çekinmiyordu. Kardeşini, Firuze’yle arıyordu. Farah güldü. Elinin tersiyle yüzünü sildi.  

“Röportajını izledim. Arkasındaki adam çok tanıdıktı,” dedi alayla. “Ve kadın çok samimiyetsiz.”  

Ecevit, Farah’ın olduğu yöne doğru yan bir bakış attı. Neyse ki halkın önemli bir kısmı Farah gibi düşünmüyordu. “Aksine, sen şu an acında ne kadar samimiysen o da söylediklerinde senin kadar samimiydi.” Firuze’nin kahvaltı masasında söyledikleri geldi aklına. Hissetmiş miydi? Benden çok hoşlanmadı demişti. Hissetmişti. Sanatçı olduğundan olacak, sezgileri hep kuvvetliydi. Doğduğu günden beri.  

“Benim ölüm acımı mı kıyaslıyorsun o kadının babasıyla yaşadığı şımarık sorunla?”  

Ecevit, Farah’la Firuze’yi kıyaslasa Firuze’nin çektiği acıyı düşünmeden Farah’ın acısından büyük tutardı. Demişti ya, Farah çarçabuk toparlanacaktı. Bunu yine de o şekilde anlatmadı, “Herkesin acısı kendine Farah. Acıyı kıyaslanmaz.”  

“Senin acınla da onun acısı da bir mi?” diye Ecevit’i vurmaya çalıştı. Ecevit’te yarattığı tek etki gözlerini açıp kapatması oldu ama. Ecevit konuyu kapatmak istedi. Farah’la konuşmasına lüzum yoktu.  

“Acılar birdir demedim, kıyaslanmaz dedim.”  

Hiçbir konuda olmadıkları gibi bu konuda da çizgiyi tutturamadılar. Farah ve Ecevit arasındaki tek ortak nokta Cengiz’di. “Hâlâ senin evinde mi kalıyor?”  

Ecevit derin bir nefes aldı. “Boş hasta odası bakalım biraz uyu istersen,” diye konuyu tamamen kapatacağını belli etti ama Farah’ın niyeti bu değildi. İçindeki öfkeyi herkese dağıtmak istiyordu. Belli etmiyordu ama Ecevit’i vefasız görüyordu. O kadınla ilgileneceği her anı abisine ayırabilirdi. Yapmamıştı.  

“İnsanlar ailelerinin meyvesidir Ecevit, onlar sandığın gibi farklı insanlar değildir,” dedi. Ecevit için sınır aşıldı ve kaşlarını çattı. Söyleyeceği cümleden çekinmedi.  

“Cengiz de az insanın canını yakmadı. Canını yaktıkları da kimseye zararı olmayan seni aynı kefeye koysun mu Farah?” Ecevit kalktı yerinden. Farah’a bir tokat atmış kadar ağır bir cümle kurduğunu farkında değildi. “Ben bir sigara içeceğim,” dedi ve ayrıldı yanından. Ağız dolusu söylendi. Tepesi attı. Boynunu, parmaklarını kütletti. Sigarasını yakana kadar ağız dolusu söylendi durdu. Kantinden bir çay aldı, üç sigara daha yaktı. Ağız dolusu söylendi durdu. İnsanlar kiminle konuşuyor diye dönüp bakıyordu artık.  

Bir çay daha aldı, iki sigara daha içti. Yarım saati geçik bahçede oyalandı. Söylenmesi bitince geri girdi hastaneye. Koridor sessizleşmişti. Farah ortada yoktu. Polis memurlarına yaklaştı, “Mahkûmun kız kardeşi vardı,” dedi.  

“İçeride, görüşte,” dedi polis memuru. Bilinci açılmış mıydı? Bu Ecevit’i yalan yok biraz sevindirdi. Geçti oturdu. İçeridekiler Farah’a seslenene kadar çıkmadı. Ecevit o sıra avukatı aradı. Kendisinin görüp göremeyeceğini sordu, şansını zorladı. Bir şekilde, öyle ya da böyle ayarlanacaktı. Farah odadan çıktığında ağlaması yine şiddetlenmişti. Abisine ilk kez hasta olarak baktı. O hastanın sararmışlığını solmuşluğunu fark etti. Aslında belliydi. Kendisi anlamamıştı. Ecevit’e “Seni görmek istiyor,” dedikten sonra kendisi bahçeye çıktı bu kez. Soğukta oturdu. Bir pakete yakın sigarayı soğukta içti.  

Ecevit’in içeri girmesi saatleri buldu. Avukat izin çıkarana kadar hiç az bir vakit geçmedi. Farah bir hasta yatağından ağlayarak uyuyakaldı. Hasta insanaysa uyku zaten haramdı. Cengiz inim inim inliyor ama gözlerini beş dakika bile kapatamıyordu. Ölüm yamacındaydı, onunla aynı yatakta uyuyordu. Farkındaydı. Ecevit’i görmeden ölmeye niyeti yoktu ama. Sonunda dört gözle beklediği kapı açıldı ve beklediği adam girdi içeri. Ecevit’in ağzındaki maskeye gülerek baktı. “Çıkar onu,” dediğinde Ecevit de onunla beraber güldü ve ağzından hafifçe itti. Adamın yataktaki haline baktı, zoruna gitti ama dirayetini korudu.  

“Ooo Cengiz, düşmanlar görmesin bak seni böyle,” dedi alayla.  

Adam kırışmış ve lekelenmiş eliyle Ecevit’e yatağın yanındaki sandalyeyi işaret etti. “Ben düşmanın değil, dostun beni böyle görmesinden korkarım,” dedi adam. Ecevit ona gösterilen yere oturduğunda adam, “Farah?” diye sordu.  

“Uyuyor,” dedi Ecevit.  

“Ne dedin de ona ağzına açıp tek kelime etmedi? Kalan canımı da o okur sandım,” kelimeleri uzatarak ve yavaş yavaş kuruyordu. Bazen duraksıyordu, inliyor ya da öksürüyordu. Gözlerini açıp kapatıyordu.  

“Bana diyeceğini dedi, sana kalmamıştır. Çok kızdı. Haklı da.”  

“Olması gereken oldu Ecevit, bir gün kızar, üç gün ağlar. Sonra geçer. Geçsin de. Yalnız bırakma onu geçene kadar.”  

Ecevit bir vasiyet için burada olduğunu biliyordu. Başını salladı. “Bırakmam. Gözün arkada kalmasın.”  

Adam gülümsemeye çalıştı. Belki dudakları acıyla çok büküldüğü için gülemedi ama gözlerinin içi gülüyordu Ecevit’e bakarken. Bir oğlu olsa Ecevit gibi olsun isterdi. Bir damadı olsa yine Ecevit gibi olsun isterdi. “Ölmeden sana bir şey itiraf edeyim içimde kalmasın; bir kızım olsa onu sana vermek isterdim,” dedi açıkça. Ecevit güldü.  

“Öleceksin derdine bak ihtiyar, yaşından başından utan!”  

“Bir kardeşim var onu da sana vermek isterdim.” Ecevit’in yüzündeki alay dağıldı. Daha ciddiye aldı. Daha ciddi bir cevap vermek istedi.  

“Eyvallah ama…”  

“Kardeşimi kardeşim olarak görüyorsun,” diye tamamladı adam onu. Tam olarak bu da değildi. Dostunun kardeşiydi. Daha ötesi yoktu. “Nasip değilmiş. Ne denir? Yine de sana emanet. Karşısına senin kadar temiz bir adam çıkana kadar sana emanet. Arayıp sor, gidip gel, yalnız hissetmesin kendini.”  

Ecevit her birine ayrı ayrı kafasını salladı. Bunları, ihtiyar adam istemese de yapacaktı. Vefa borcuydu. “Kardeşin için bir şey buldun mu?”  

“Daha değil ama yaklaştığımı hissediyorum.”  

“Ölmediği kesinleşti mi?” diye sordu adam. Ecevit bu davasında da yalnızda. Melike’nin ölmediğine, kendisi kadar olmasın ama en azından inanan bir Firuze vardı. Herkes bir noktada kardeşinin öldüğünü düşünüyordu. Mantıklı olan buydu belki. Ama mühim olan mantık değildi bu noktada. Kalpti. Ecevit’in kalbi tümüyle inanıyordu kardeşinin yaşadığına.  

“Yaşıyor benim kardeşim. Eminim ben. İçimde biraz olsun şüphe yok.”  

Adam başını salladı zorlukla. Kardeşinin iyiliğinden sonra istediği en büyük şeydi bu adamın kardeşinin iyiliği. “O adamın kızıyla mı arıyorsun hâlâ?” diye sordu. Ecevit ağız dolusu sabır dilememek için zor tuttu kendini. “Kızma hemen,” dedi adam. Ecevit’in bakışından anlayabilirdi ne hissettiğini. Bir göz kaçırışından, bir gülüşünden, suskunluğundan… Cengiz anlardı. Anlıyordu.  

“Evet Firuze’yle arıyorum.”  

“On altı yıl Ecevit,” dedi adam. Açık seçik konuşmazdı. Hiç de Ecevit’le konuşurken ihtiyaç duymazdı. Adamın damarına basmak istedi. Öyle hissediyordu ki artık damarına basan yoktu. Kendisi de dahil.  

“On altı günün bile kalmamış olabilir. O yüzden boş ver beni. Sen anlat. Çok ağrın var mı? Doktorlar…”  

“On altısına da değer mi?” diye cümleleri bölündü. On altıyı ölene kadar vurgulayacaktı. Ölmesine de az vakit kalmıştı zaten. Ecevit göz devirdi.  

“Duymak istediğin buysa, değmez. Gençliğim gitti. Değmez. Elli yıl da geçse değmez. Çocukluğum gitti. Aldın mı cevabını?”  

Adam tekrar etti. “On altısına da mı değmez değil mi?” diye yine bastıra bastıra sordu. Ecevit neyi öğrenmek istediğini farkındaydı. Kolunu sandalye köşesine yasladı ve parmak uçlarıyla gözlerini ovuşturdu. Cevap vermedikçe üsteleyecekti bıkmadan usanmadan soracaktı. Ecevit soluklandı. Ölüp gidecek adamdan mı çekinecekti? Ölüp gitmese bile çekineceği biri var mıydı?  

“On üçüne değmez, üçüne değer. Fikrim zerre değişmedi.”  

“Hâlâ mı?” diye sordu adam. Hayal kırıklığı yaşamadı. Beklediği bir cevaptı bu. Cengiz, Ecevit’in dostu olduysa da Ecevit’ten çok daha tecrübeliydi. Ciğerini bilirdi.  

“Hâlâ,” dedi Ecevit tekte. Fikrinin arkasında dağ gibi durdu. Ecevit’in vazgeçtiği dava olmazdı. Geri dönmezdi, vazgeçmezdi. Asıl mesele Ecevit’in davası olmaktı zaten, asıl mesele Ecevit’in dava haline getirmesiydi meseleyi.  

Cengiz ondan kaçan gözleri takip ediyordu pür dikkat. Biraz korkutucuydu bu halleri. Bir ölünün bilmişliği çökmüştü üzerine. Ecevit rahatsız oldu bu bakışlardan. “Bir dostum var, akıl vermem lazım ama bu hastalık aklımı da yedi. Sana anlatacağım, akıl akıldan üstündür. Benim veremediğim aklı ver de dostuma ölmeden son bir iyilik edeyim.”  

Ecevit sabırsızlanmaya başladı. Huzursuz oldu. Bacağını sallarken adamı izledi. “Ölüp gideceksin hâlâ kıssadan hisse peşindesin. Anlat Dede Korkut anlat, kim kimin peşindeymiş yine anlat. Son kıyak da benden olsun, benden başkası dinlemez bu halk hikayelerini.”  

“Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde,” dedi adam. Çatlak sesi kelimeleri iyi toparlıyordu yine de. Ecevit gülerek başını salladı. “Bir dostum varmış. Bataklığın içine düşmüş. Nilüfer çiçeklerini bilir misin Ecevit?”  

Ölümle aynı yatakta yatan adamın bu sorusu Ecevit’i ürküttü. Kolay kolay korkmayan bir adamdı ama bu denk geliş huzursuz etti Ecevit’i, çıkıp gitmek istedi. Zor durdu yerinde. “Bilirim.”  

“Batıklıktan biter ama sinsidir. Hiç belli etmez. Bir içim sudur, suyun üstünden güzelliğiyle baş döndürür. İnsanda akıl bırakmaz. Herkesi kandırır. Kökleri de incedir ama sağlamdır. Suyun altı bataklıktan dolayı bulanıktır o yüzden o ince kökler de çok belli olmaz ama bilen bilir. Bataklığa bağlıdır.” Ecevit’in tüm tadı tuzu kaçtı. Bu adamı bir daha görmek istemiyordu. Öldükten sonra mezarına gitmek istiyordu yalnızca. Göğsüne bir sıkıntı çöktü. “İşte benim dostum bataklığa düşmüş. Bataklık ondan annesini, babasını, ailesini, gençliğini almış yutmuş. Bataklıktan kurtuluş olmaz Ecevit. Batarsın. Battıkça batarsın. Yutar seni. Sonra bu dostum ince sağlam bir köke tutunmuş, bir şekilde su yüzüne çıkmış. Ama ondan geriye bir kendi canı kalmış. Bataklık aile mezarlığı olmuş.”  

“Daha fazla uzatma lafı, canım sıkıldı benim.” Açıkça belli etti. Kalkıp gidecekti. 

“Dur bakalım evlat. Bir adamcağıza akıl vereceğiz. Sonra dostum dönmüş bakmış ki nilüfer çiçeği salına salına suyun üstünde. Tertemiz duruyor. Halbuki ailesini gömdüğü bataklığa bağlı. Bizim adam, kaptırmış kendini nilüferin güzelliğine.”  

Ecevit kaşları çatık, öfkeyle dolarak dinliyordu adamı. “Kendisi mi söyledi kaptırdığını?”  

“Ben anladım.”  

“Her ölecek olana müneccim boku mu yediriyorlar ölmeden? Bana sen sallıyormuşsun gibi geldi dürüst olayım.”  

“Öfkelenme evlat,” dedi adam Ecevit’in damarına basmaya devam ederken. Küçük gözlerinin şimşek gibi çaktığını gördü. Neredeyse boğazına yapışacak ve kendisini öldürmeye kalkışacaktı. “Sakin kal. Velhasıl kelam, bu gönlünü kaptırmış dostuma bir akıl ver. Sen zeki adamsın. Benden daha genç beynin. Doğruyu söylersin. Nilüferi bataklığa rağmen kabul mü etsin? Ne yapsın bu adam? Sen olsan ne derdin bu adama?”  

Azrail ona çökmeden, o Azrail gibi Ecevit’in bedenine çöktü. Ecevit oturduğu yerde terlemeye başladı. “Tek bir cümle kur, bunu ileteceğim dostuma. Hadi Ecevit. Çok bir vaktim kalmadı. Bu dostuma son bir iyilik yapayım. Tek bir cümle kur. Ne derdin?”  

Ecevit sustukça son iki cümleyi kurmaya devam etti. Ecevit’in ensesinden kulağına doğru üflenmeye başladı. Soğuk soğuk terliyordu. Kalbi çarpmaya çalışıyordu. Yine de soğukkanlı kalabilmiş gibi gülümsedi, dikleşti yerinden. Bir cevap verecekti ya da öylece çıkacaktı. Son bir sabır dedi. Son bir sabır Ecevit. Ölüye son bir tahammül.  

“Derdim ki; gönül de haddini bilsin.”  

Cengiz kan dondurucu şekilde güldü. Ecevit buz kesilmişti. Bu adamı ne olursa olsun son görüşüydü. Odanın duvarları daralmaya başladı. Üstüne doğru yağıyordu. “Gönül haddini bilir mi?”  

“Bilsin.”  

“Bilmez. Senden iyi bir tavsiye alamadım,” dedi adam. Bu konuda haklıydı. Ecevit uygulanabilir bir tavsiye vermemişti ama hiç farkında değildi. “Dostuma diyeceğim ki ya o sudan çık ya da o nilüferin kökünü kes.” Ecevit’i daha da delirtti bu cümleleri duymak. Ne yapacağını bilemedi. Kalakaldı bir an. Konuştuğu yerde sesine hâkim olamadı.  

“Bence sen ölüm yolundayken insanların işine karışma,” diyebildi ve kalktı yerinden. “Bataklığa rağmen tertemiz kalmış nilüferin de canına göz dikme. Ölmek üzeresin. Benim için çok kıymetlisin ama giderayak bana böyle küçük oyunlar oynama.”  

“Hakkım sana gani gani helal olsun Ecevit.”  

“Benim de sana helal olsun. Başkasının hakkına girmeden öl ama. Yapma. Hadi. Canının acısını hissetmeden tamamla bu hayatı, sana dua edeceğim.”  

 

 

 

 

 

 

3 Yorum


Harun
Harun
9 saat önce

Hayat gü gibi

Beğen

Balım Ezo
Balım Ezo
10 saat önce

Gerçekten bu yazarlık mesleğine çok saygı duyuyorum... 🧿vallahi helal olsun dilan inanılmaz bir şey yazıyorsun.👏

Bizim bu ikisi nasıl çıkacak buradan nasıl olacak. Düşünüyorum düşünüyorum iyi de kötü de bitiremiyorum bu kitabın sonunu. Sabırsızlıkla bekliyorum.

Eline sağlık... Yine boş duvar izleten bir bölümdü 🥺

Beğen

İrem İpek
İrem İpek
11 saat önce

Yeni bölüm istiyorum dilan asla dayanamam catliycam lutfeennn çabucak at yeni bölümü bayılıcam sanırım çok güzeldi 😭😭

Beğen

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

  • Facebook
  • Twitter
bottom of page