xxııı "propaganda serbestliği"
- Dilan Durmaz
- 19 Eyl
- 58 dakikada okunur
Ben geldim!
Geçen bölümdeki oy sayısına ayılıp bayıldığımı belirtmek isterim. O yüzden oy verip bol bol yorum yapalım mı?
Keyifle okuyun!
Soru cevaplar, etkinlikler, kavgalar, küsmeler kızmalar için instagram hesapları
dilanduurmaz
uzumbugusuofficial
***
Dünyanın merkezi, yalnızlıktan geçer.
Bir insan, iyi kötü, mutlu mutsuz, büyük küçük fark etmez, bir insan, rastgele bir insan ya da çok önemli bir insan yalnızlık hissediyorsa kendini dünyanın merkezinde sanır. Başka türlü bir yalnızlık sahici bir yalnızlık olmaz. Yalnızlığın yalancısı mı olur peki? Pek tabi olur. Kalabalığın içinde yeşermeyen her yalnızlık biraz yalancıdır. İnsan ancak kalabalıktayken yalnız hissederse yalnız kalmış sayılır. O yüzden en hakiki yalnızlığı yaşayan insanlar kendini dünyanın merkezinde hisseder.
Dünyanın merkezindeyim. Babamla göz gözeydim.
Mumlar babamın görece temiz ama benim için kirli yüzünü aydınlatıyordu. Alev babamın yüzündeki çöküntülere doluşuyor, çıkıntıları gölge olarak düşürüyordu. Bir sandalye çekmişti, bacak bacak üstüne atmıştı ve kollarını sandalyenin iki yanına yaslamıştı. Ciddi bakışlarına gölge düşürmeyi başaramayan bir gülümsemeyle bana baktı. Yutkundum. Dişlerimi birbirine bastırırken telefonumu indirdim ve yine de, neden bilmem, bana aksi söylenmemiş olsa da, körkütük bir umutla arkama baktım. Ardımdan açık bıraktığım dış kapının ötesinden bir arabanın tekeri gözükmüyordu.
Gitmişti.
"Bir misafirimiz mi var?" dediğini duydum.
Başım boşluğa çevriliyken gözlerimi kapattım ve bekledim. Hayal kırıklığı, büsbütün, asla parça parça değil, çiziksiz, deliksiz, çatlaksız bir hayal kırıklığı hissettim içimde. Bu yaşıma kadar sanırım elle tutulur, çocukken yaşadığım silik hislere benzemeyen en büyük hayal kırıklığımdı. Sanırım hayal kurmayan insanlar hayal kırıklığına da uğramıyordu. Kapı kolunu sıktım avucumun içinde. Dudaklarımı yaladım ve soluklandım. Sakin ol. Teksin. Hep tektin.
"İçeri gelmeyecek misin? Sobayı yeni yaktım, atölye soğuyor güzeller güzeli kızım."
Gözlerimi kendimi hazır etmeden açtım ve hiç beklemeden babama döndüm. Bunları yaparken bir bedel ödeyeceğimi farkındaydım. Hep böyleydi. Hayat denen şey bedeller üzerine kurulu değil miydi? Ne bedelsiz kalıyordu ki bu dünyada? Muhakkak, iyi ya da kötü her şeye bedel ödemiyor muyduk? Ben de ödüyordum. İnsanlar da bedel ödesin de istiyordum. Ben mesela daima babama bedel ödüyordum. Bu hayatta yaptığım sadece tek bir hatanın bedelini kendime ödetmiştim geriye kalan tüm bedeller babama aitti.
Başımı dik tuttum, titrediğimi belli etmemek için sıktım kaslarımı ve kaskatı kestim tüm bedenimi, gözlerinin içine baktım. Kaçamayacağımı çok kısa vakitte kabullendim. Düşmandan kaçmak için de bazı şartlar gerekiyordu. Düşman diye baktığım bir çift göz benim babamsa kaçmak etkisiz bir eylemden öteye gitmezdi. Bu gecenin elbet bir sonu olacaktı. Gün doğumuna umut biçtiğim için değil yalnızca bu gece öyle ya da böyle bitecekti. Bunu bildiğimden umut etmesem de direnmeliydim. Babamla savaşmayı bu dünya üzerinden en iyi bilen kişiydim. Savaşmayı bilmek kazanmaktan geçmiyordu, savaşmaya devam etmekten geçiyordu.
"Durma öyle kapı eşiğinde kaçıp gidecek gibi."
Gülümse. Gülümsedim ve soluklandım. Sesimi bulmak için çabaladım. Kendime çok vakit vermeden de konuştum. "Ev sahibi kaçıp gitmez," dedim sakin bir sesle ve içeriye doğru bir adım attım. "Ama ev sahibi, kendisi yokken habersizce evine giren herkesi kovabilir."
Kaşlarını küçük bir çocuğa kızar gibi, çocuk için korkutucu ama yetişkin için ancak komik denecek şekilde çattı. "Kovacak mısın babanı?"
Başımı iki yana salladım ve uzanıp ışıkları açtım. Babamı daha net gördüm. "Sen kovulduğun koltuktan ne zaman kalktın ki baba?" diye sordum düz bir sesle. Sesimi sabit tutabilirsem böyle korktuğumu anlamayacaktı. "Sendeki koltuk sevdasını bilmesem, belki bir ihtimal, kovardım." Babamın küçük bir çocuğu azarlamak için çatılan kaşları, ustu bir oyuncunun mimikleri gibi yumuşak ama etkili bir geçiş yaptı. Kızgınlıktan şaşkınlığa evrildi, ellerini öne doğru birleştirdi ve parmaklarını birbirine geçirirken başını öne doğru eğdi bedenini ve birkaç saniye sonra güldü. O kadar uzun süren, sinir bozan, tedirgin eden ve korkutan bir gülümsemeydi ki bu kapıyı kapatmaya elim gitmiyordu. Kalbim dışımdaki dinginliğe rağmen hız kazanıyor, yüzüm yanıyordu.
Uzun gülüşü kendisinin aksine çok kısa bir anda kesildi ve hızla kafasını kaldırdı bana. Başını salladı ardı ardına. "Bayılıyorum senin şu en olmadık yerde lafı gediğe oturtmana. Biliyor musun Firuze? Karşımda böyle, bu çapta muhalefet olsaydı, belki gireceğim seçim için bir beş dakika," durdu ve beş parmağını kaldırdı. Geri adım atmamak için zor tuttum kendimi. Sonra iki parmağını indirdi. "Beş çok üç dakika kadar korkar, şüpheye düşerdim ama neyse ki... Ah!" dedi babam bir şeyi unutmuş gibi. Elini sandalyesinin kenarına vurdu bir kez. "Özürlerimi iletiyorum, unuttum. Benim karşımda apaçık bir muhalefet duruyor zaten. Neydi? Umarım bu davanın kazananı biz oluruz. Böyle mi demiştin tam olarak?"
Usta oyuncu devam etti mimikten mimiğe bir cambaz gibi atlamaya. Maskesini aldı ve seyircilerin üzerine attı. Öfke yüzüne bir örtü gibi indi, kıvrımlarına oturdu ve babam burnundan solumaya başladı. Bakışları korkutucu şekilde tüm yüzümde dolanmaya başladı. Cevap vermeden ona bakıyordum. Yüzünde yanıp sönen korkunç bir gülümseme oluştu. Elini bir kez daha sandalyenin köşesine vurdu ve "Kapat kapıyı!" diye emretti diktatör. Hareket etmediğimi görünce korkunç bir sakinlikle devam etti. "Kapat. Kapıyı." Her kelimesi bir cümle gibi dökülüyordu dudaklarından. Yeniden arkamı dönmek ve bakmak istedim. İçimde yüz yıllık bir söğüt ağacı vardı sanki. Güven o ağacın köklerinden tutunmuştu kalbime ve inanç o ağacın yere bakan dalları gibi eğilmişti kalbimin üzerine. Gelip alabilen alsın, dediği için belki ya da seni babanın insafına bırakmam dediği için geleceğine inanıyordum. Bana gelmeyeceğini söylerken bile hem de.
Babam ansızın elini yanan sobanın köşesine vurduğunda yerimde sarsıldım. "Kapat dedim sana kapıyı!" Vurup çekmişti ama yanan sobaya öylesine elini geçirmek, soba borularına kadar sarsılması, atölyemin bile titrediğini hissetmem benim dengemi bozdu. Babamın ben hareket etmedikçe sertleşen tavrı gözümün önünde büyüyordu. Arkama bakmak istedim yine. Söğüt ağacının dalları kalbime sürtünüyordu her esen rüzgârda. Arkamı dönmek için kapıyı kapatma bahanesine sığındım. Arkamı döndüm ve dış kapıya baktım.
Kimse yoktu. Dünyanın merkezindeydim.
Kapıyı kapatana kadar o kapıdan ayırmadım bakışlarımı. Sanki ben kafamı çevirsem çıkagelecekti oradan bir beden ve ben onu görmediğim için geri gidecekti. Ellerim kapı kulpunda kimsenin gelmediği boşluğa baktım bir süre.
Firuze dik dur. Kaçarsan kovalar. Senden hızlı koşar. Yakalar. Kaçma. Eline düşmemenin tek yolu eline yakın durmak. Sakın kaçma. Öl ama kaçma. Öl ama onun elinde ölme. Biliyorsun. Onunla nasıl baş edeceğini biliyorsun. Sakin ol. Sakinliğini kaybedersen kaçmaya başlarsın.
Bu cümleleri kendime tane tane okumadım. Öyle bir vaktim yoktu. Bir köpekten korkmak ve bir köpekle ıssız bir sokakta denk düşmek, kaçtığın takdirde kovalanacağını bilmek ama sakinliğini koruyamamak, kaçarsan yakalanacağını bilmek ama kaçmadan da duramamak lakin o kararı yine de çok kısa vakitte almak... Aynı süreçten adım adım geçtim. Dünyanın merkezinde olduğumu kabul ettiğim noktada hiç beklemeden ona döndüm. Oturduğu yerden bana bakıyordu, kalkmamıştı yerinden. Metanetimi korudum, derin bir nefes aldım. Korktuğumu anlarsa yapacağı her şey korkunç boyutta artacaktı. Korkumu kullandırtmamam gerekiyordu. Yeniden soluklandım.
Kabanımı çıkardım, içimden saydım o vakit boyunca. "Öncelikle," dedim adım adım. "Sen daha çok kan akıtmayı, dikiş patlatmayı tercih ediyorsun ama söylemek isterim ki bu gece o kadar anlayışlı olmayacağım ve saçımın teline bile zarar verirsen, buna sebep olursan hiç vakit kaybetmeden en yakın hastaneye gideceğim, darp raporu alacağım."
Kabanımı rastgele koltuğun üzerine bıraktım. Elbisem ve çizmelerimle babamın tam karşısına geçtim, gözlerinin içine baktım. "Sonrasında hiç sabahı beklemeden o darp raporunu yayın yasağı vermek için dört döndüğün kanallar ve tutuklattığın gazeteciler başta olmak üzere tüm kanallara ve gazetecilere ileteceğim."
Babam pür dikkat yarattığı canavarı izliyordu.
"Orada da bitirmeyeceğim iki gündür canlı yayın için bana ulaşmaya çalışan kanallardan en muhalif olanının teklifini kabul edeceğim ve yarın sabah ilk işim bir canlı yayından elimdeki raporu ekrana sallamak olacak. Senin o uğruna mahvetmediğin tek bir hayat kalmayan kariyerini zirveye ulaşmadan hemen önce alaşağı edeceğim. O zaman," dedim ve beş parmağımı kaldırdım tıpkı onun gibi. Konuştukça korkum azalmadı ama cesaretimi hissettim. Zaferin meşalesi çaresizliğin pik noktasında harlanırdı. "Bol bol beş dakikalarca şüpheye düşersin. Pardon... Artık şüpheye düşeceğin bir seçim bırakmam sana. O senelerdir kendini hazırladığın büyük seçimi akşam evinde televizyondan izlersin. Sana balkon konuşması izletirim. Duydun mu beni?"
İşaret parmağım babamın yüzüne doğru havalanmıştı. Tek kaşım kalkık babamın yüzüne tane tane yapacaklarımı anlatıyordum. Bunlar blöf müydü? Tek biri bile değildi. Bugün bana burada tek bir zarar versin burnundan getirecektim. Bana zarar vermesini engelleyemezdim ama bana verdiği zararın bedelini ona ödetirdim. Ben onun kızıydım, bedel ödetmek nedir iyi bilirdim. O ilk adımdan sonra her şey daha kolay geliyordu. İnsanlar beni artık tanıyordu. Belki sevmiyorlardı ama tanıyorlardı. Bunun hor cesareti vardı kalbimde, beni ite kaka ayağa kaldırıyordu.
Babam oturduğu yerden kalktı ve aramızdaki üç dört adımlık mesafeyi elleri cebinde yavaş yavaş kapatmaya başladı. "Deden bana derdi ki, yılanlardan korkma yılanın çıktığı deliği bil, o senden korksun. Korkacağın tek yılan kendi deliğinde büyüttüğün olsun."
Ayakkabılarının ucu ayakkabılarımın ucuna çarptığında durdu. Boyu uzundu, ayağımdaki topuklu ayakkabılarla ona yaklaşsam da yine de denk değildik. Başımı kaldırmadım, bakışlarımı kaldırdım. Onun beni görmesi için başını indirmesini bekledim. Üzerinde takım elbise vardı ama gömleğinin ütüsünden, olmayan kravatından anlıyordum dünden kalma olduğunu.
"Elbette babam delik derken hanemden değil, partimden bahsetti. Çünkü kendisi de tahmin etmezdi torununun bir engerek olacağını."
Dudaklarımı aşağı doğru büzdüm ve başımı salladım hızlı hızlı. Parmağımı kaldırdım ve şıklattım ardı ardına. "Yine kelimelerle oynuyorsun, yine kelimelerle oynuyorsun baba. Bırak şu laf kalabalığını, koynumda yılan besledim de. Yılanın da başını küçükken ezemedim, büyüdü beni soktu de."
Babam cümlelerimin ortasında gülümsemeye başladı, cümlelerim tamamlandığında kahkaha attı. Elleri cebindeydi, çıkarmamıştı, başını geriye attı ve kahkahasını uzatabildiği kadar uzattı. Kasti olarak, beni yenik düşürmek için olan davranışlardı bunlar. Beni, ben onu çileden çıkarana kadar alaya alacaktı. Burnumun dibindeki gülüşünü izledim. Noktaladığı yerde elini kaldırdı. Ne kadar yavaş olsa da bu neredeyse bir adım geri çekildi. Suratıma yiyeceğim bir darbeden korktum. Babam başını indirmedi ve parmak uçları çenemden tuttu, benim başımı kaldırdı. Göz göze geldik. "Darp raporu mu alacaksın?"
"Şüphen olmasın."
"Babam bana şiddet uyguladı mı diyeceksin?"
"Bir saniye bile düşünmeyeceğim."
Parmak uçları çenemin en sivri noktasına baskı uyguluyordu. Yüzümü izliyorken zihnimden öyle korkunç ihtimaller silsilesi geçti ki, hepsinde kan kusuyordum. Kendimi hiçbirine hazırlayamadım ama yine de babamdan bir adım öteye geçmedim.
Ama o tüm bu felaket senaryolarının içinde, "Küçükken saçlarını ben örerdim," dedi. Belki bu bana kan kusturmadı ama içimi titretti. Tepki veremedim, fiziksel bir acının yokluğunu benimseyemedim.
"Seni hep sırtımda taşırdım. Tüm işimin gücümün arasında bir tek seni masallarla büyüttüm."
Çenemdeki parmakları benden ayrıldı bu kez tüm avucunu hissettim yanağımda. Yanağımı okşamaya başladı. Ne o şefkati hissettim ne de o şefkate inandım. Babam benim saçlarımı örer miydi? Örerdi. Babam beni sırtında taşır mıydı? Taşırdı. Bunlar geçmişte kalmış, esamesi okunmayan öylesine birkaç anıydı. Babamı sadece babam olarak bildiğim bir zamandan bana kalmış ama tutunmadığım, özlemediğim, aramadığım, hasretle bakmadığım anılardı bunlar.
"Evet," dedim titremeyen sesimle. "Yedi yaşında bir yatağın altında babamın bir canavar olduğunu kabul etmeden önce böyle birkaç anımız vardı. Sonra bir canavar olduğunu anladım. Saçlarımı örmene izin vermedim, sırtına binmeyi istemedim ve bana okuduğun masalları dinlemedim."
"Evet, ben de o anlarımızı hatırlıyorum," dedi o. Eli yanağımdan ayrılmamıştı. Beni sevmeye çalışıyor ama sevemiyordu. Görüyordum. "Babalık görevimi yaptım ve oğlumu, ailemi korudum sonra ilk düşmanım kızım oldu. Kimin için?"
"Bir katili korudun," diye düzelttim onu. "Belki gerçekten ailen için ama bence tamamen kendin için. Bir katilin babası olmak istemedin ama bir hainin babası oldun. Yine de ne yaparsam yapayım bir katil babası olman kadar sana zarar vermedim."
Eli yavaşça boynuma doğru kaydı. Ensemde yer buldu. Her an bir hamle gelebilirdi. Avucunun içindeydim. "Hain olduğunu kabul ettin mi?"
"Benim derdim senin gözünde hain olmak değildi. Benim derdim diğer insanların gözünde hain olmaktı. Senin için hain olmaktan onur duyuyorum. Söylemiştim ya, sen kendinden olmayana hain dersin. Ama diğer insanlar için; ben hainin kızıyım ama hain değil-"
Aynı cümleler tesirini kaybetmedi onda ve babam yine çılgına döndü. Ensemdeki elini sertleştirdi ve başımı öfkeyle kaldırdı. Boynumdaki acıyı tümüyle hissedemeden bedenimi itti. Bedenimin arkasında bir sıcaklık hissettim. Babam beni vurduğu yerden çekmese de ben kaçardım. Öyle bir sıcaklıktı. Yanan soba bedenimi teğet geçti ve duvara yaslandım. "Kes sesini Firuze!" Babam elini ensemden çekmemişti, başımı arkaya doğru öylesine bükmüştü ki oynatamıyordum yerinden. Çenem havalanmıştı, babamın gözlerinin içine baktım. Korkmadan tekrar ettim.
"Hainin kızıyım ama hain değilim."
"Kes diyorum sana sesini!"
Çılgına dönüyordu. Nefesi bile ateş parçaları gibi dökülüyordu ip gibi incelmiş dudaklarının arasından. Gözünün döndüğünü fark ettim. Belki de bu bir fırsattı. Babamı yok etmek, tüm gücünü, saltanatını devirmek için, belki bu ülkeyi başına gelecek olan en büyük felaketlerden birinden kurtarmak için kocaman bir fırsattı bu. Belki bunu benim yapmam lazımdı, benim görevimdi bu. Ben seçilmiştim. Babamın sonunu getirme hırsı doluştu bedenimde ve korkum tümüyle terk etti beni.
"Hainin kızıyım ama hain değilim. Herkes bunu biliyor artık hainin kızıyım ama hain değilim. Sen hainsin, ben senin kızınım ama senden değilim. Hainin kızıyım ama hain değilim." Boşta olan elini havaya kalktığında gördüm. Eline baktım ama göz bile kırpmadım. Babamın eli bana kalkmaya alışmıştı. Havada titreyen eline baktım. Yüzüme inmesini bekledim. El kalktığı hızla inmedi, sekteye uğradı ve babam beni savururcasına bıraktı, hızla geriye çekildi. Nefes nefese kaldığımı o geriye çekilince fark ettim. Ellerini defalarca kez ensesine geçirdi, eline geçeni tıpkı karısı gibi atölyemin camlarında parçaladı. Öfkesini kontrol etmeye çalışıyordu.
"Vursaydın?" diye bağırdım. "Vursaydın baba! Elin alıştı artık senin! Vursaydın! Niye durdurdun kendini? Kızına vurmamak için mi? Sen hiçbir zaman iyi baba olmadın! Sen hep rol yaptın! Senin tek derdin o kariyerin!"
"Sana o kariyeri yem eder miyim?" Durduğu yerden haykırarak bana gerçeği söyledi. Akılsız kalbim,
çok aptaldı çok kızdırıyordu beni, öylesine üzüldü ki yine. Onu durduran şey kızı değildi, Firuze'nin yapacaklarıydı. Tek bir an bile onu durdurmak istemedi kızı olmam. Aklıma vurulduğu gün hissettiklerim geldi. Ecevit'in yanında ağlamıştım. Ne arsız, ne yüzsüzdüm.
"Ben senin gibi haine kariyerimi yem eder miyim? Sen beni yıkabilir misin? Çıktın iki aptal sürüsüne şak şaklattın kendini, yıktın mı beni? Ben bunun altından kalkamaz mıyım sanıyorsun? Senin ederin ne? Senin Atilla Akın'ın kızı olmaktan öte ne ederin var da sen bana zarar vereceksin?"
Beni küçümsemeye çalışıyordu, onu bu kadar öfkelendirmesem inanacaktım küçücük olduğuma. "O yüzden mi dünden beri parti binasının içinde dört döndün? Senin sonun ben olacağım baba. Sen bunu bildiğin için çıldırıyorsun. Kafanı duvardan duvara vur baba, Firuze benim ne zaman sonum olacak diye kafanı duvardan duvara vur. Seni ne zaman bitireceğim diye uykuların kaçsın!"
Bana dönüktü, tereddüt etmeden, duraksamadan ve şüpheye düşmeden, "Seni öldürürüm," dedi. İlk kez bana beni öldüreceğini söyledi. Halbuki, ölmeme izin versin diye ona o kadar çok yalvarmıştım ki, işte tam o vakitlerde, yine böyle tereddüt etmeden, duraksamadan ve şüpheye düşmeden, ölmene izin vermem diyordu. Baba. Gülümsedim. Baba...
"Buyur meydan senin," dedim kollarımı iki yana açarak. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Madem beni öldürmek isteyecekti, neden bunca acıyı çekmiştim ben? "Sana bir güne bir gün baba beni yaşat dedim mi? Sana yalvardım! Baba izin ver öleyim diye yalvardım. Yaşayamıyorum dedim sana!" Yapıştığım duvardan öne doğru çıktım. Elimi açık olan yakamda tenime vurdum. "Baba! Ben! Yaşayamıyorum! Dedim! Ölmene izin vermem dedin!" Öyle sert darbeler indiriyordum ki sineme, her seferinde daha sert sesler çıkıyordu ama elimi kalbime ulaştıramıyordum. Her darbede ona bir adım daha atıyordum, gözlerim içeri girdiğimden beri ilk kez doluyordu. Babamın gözünden ayırmıyordum gözlerimi.
"Ben istersem ölürsün, ben istersem yaşarsın," dedi yalancı peygamber. Babam kendi içinde bile kutsallığını ilan etmişti. Güçten gözü dönmüştü ölmeyi bile kendinden biliyordu artık. "Ben istedim yaşadın. Ben istersem de," dedi ve durdu. Burnundan soluyordu. Cümlesini tamamlamadı. Göğsüm yuvası dağıtılmış bir kuş gibi titriyordu.
"Sen beni öldüremezsin," dedim başımı sallayarak. "Sen benim ölmemi istemiyorsun ki. Sen; benim, senin kızın olmamı istiyorsun. Başaramadıkça deli oluyorsun. Çünkü her şeyi elde ettin baba. Ne istediysen birer birer aldın. Bir bende kazanamadın. Ben senin bu hayatta kaybettiğin tek savaşım. Sen buna deli oluyorsun. Beni sevdiğin için mi senelerce çabaladın benim için sanıyorsun? Sen kendinden başkasını sevebilir misin baba?"
Annemin her seferinde böbürlenerek okuduğu, baban senin yüzünü güldürmek için ne çok çabaladı gazelinin altında yatan sebep buydu. Babam beni Ali Ecevit Tarhan uğruna kaybettiğini kabul edemiyordu. Onun bir kızı vardı ve babam kızını kaybetmişti, bir daha da kazanamamıştı, her şeyi kazanan babam kızını yeniden alamamıştı avucunun içine. Babam bunu kabullenemiyordu. Babam bunun için çabalamıştı. Ben yaşayayım diye değildi. Ben artık babamın yüreğinde bana karşı sahici bir sevgi olduğuna da inanmıyordum. Ben babamın hırsıydım yalnızca.
"Nankör."
"Bu size gösterdiğim bile fazla. Sen bu kadarını bile hak etmiyorsun! Keşke daha önce yapsaydım! Keşke daha önce çıkıp senin kızın olmadığımı söyleseydim."
İşaret parmağını bana doğru salladı. "Sen benim kızımsın."
"Ben senin kızın değilim."
"Mezar taşında bile benim soyadım yazacak."
"Buna izin vermeyeceğim," dedim hızla. Kaç yaşında ölecektim bilmiyordum, tahminimce Akın soyadıyla da ölecektim ama yine de o soyad mezar taşımda yazmasın istiyordum. "Toprağım kan kussun. Mezar taşımda Akın soyadı olursa toprağım kan kussun baba. O soyadı yazmasınlar diye ölmeden önce ne yapabilirsem yapacağım. Firuze Akın yazmayacak mezarımda. Senin kızın olarak ölmeyeceğim."
"Benim kızım olarak doğdun benim kızım olarak öleceksin," dedi inatla. Babam tutmuştu paçamdan, bırakmıyordu. Yapışmıştı bana elleri. Kurtulamıyordum. "Ben bu işin altından tereyağından kıl çeker gibi sıyrılacağım ve sen benim kızım olarak kalmaya, boy göstermeye devam edeceksin."
Babamın elleri çoğaldı ve dört bir yandan yakama yapıştılar. Nefesim kesilmeye başladı. Ellerimi başımın iki yanına sardım, bebek saçlarımı çekiştirdim. Kurtulamıyordum. Kurtulamayacaktım. Bacaklarım titremeye başladı öfkeden. Nefes alamıyordum. "Sen istersen yedi cihanın padişahı ol, yine de bu işten sıyrılamayacaksın. Sen bu ülkeyi elli yıl yönet tarih seni yine kızının bile desteklemediği adam olarak anacak. Tarihin tozlu sayfalarına biricik kızın olarak yazmayacaklar beni. Duydun mu beni? Sen benim yokluğumu kabul ederek devam edeceksin yola. Kazansan da kaybetsen de benim söylediklerim hep senin önüne düşecek, hep karşına çıkacak, hep seni onunla vuracaklar. Hiçbir şey yapamayacaksın. Kızını bile ikna edememiş kötü bir lider olarak anılacaksın."
"O sırtını yasladığın piç mi sokuyor bunları senin aklına?"
Ecevit'in adını dahi ağzına alması benim kanıma dokunuyorken, ona babasına dokunacak şekilde küfretmesi beni zıvanadan çıkardı. "Kes sesini!" diye bağırdım var gücümle. "Seni mahvederim! Ecevit hakkında o çeneni kapalı tutacaksın! Ali Ecevit'in babası belli. Mezarında onuruyla yatıyor Hüseyin Tarhan. O kirli dilini insanların üzerinden çekeceksin. Onursuz yaşayan biziz. Ecevit hakkında düzgün konuşacaksın. Yoksa baba yapmayacağım ne varsa teker teker yaparım. Yemin ederim her seferinde öncekine şükredersin."
"Onur karın doğurmuyor Firuze," dedi ahlaksızca. Kırmızı görmüş bir boğa nasıl tetiklenirse öyle zuhur etti öfke bedenimde. Babamın üzerine doğru yürüdüm.
"Kapa çeneni!"
"Onur onur dediğin adam ölüp gitti. Ailesini bile koruyamadı. Bak gördün mü? Onunki mi babalık? Güçsüz olan ölüp gitti, benim ailem duruyor. Ben güçlüydüm ailemi korudum, o güçsüzdü ailesi dağıl-" Avucumu babamın ağzının üzerine kapattım ve bedenini ittim. Babam sustu ama daha büyük adımlarla geldi üzerime. Kollarımdan yakaladı. İkimiz de aynı anda bağırmaya başladık birbirimize.
"Konuşma onlar hakkında dedim sana!"
"Senin baban benim! Kimi koruyorsun sen bana?"
"Keseceksin sesini! Uzatmayacaksın dilini! Hüseyin amcanın adını bile anmayacaksın!"
"Duydun mu beni? Senin baban benim! Gebersen de bu gerçeği değiştiremeyeceksin!"
Deli gibi bağırıyor, kelimeler küfür gibi dökülüyordu ağzımızdan. Babam bedenimi çıldırmış gibi sarsıyordu, ikimizin de sesi birbirinin üstüne binemiyordu. "Öldüreceğim o adamı."
"Sen ona hiçbir halt yapamazsın."
"Öldüreceğim onu," dedi beni iterek bırakıp. Ellerini şakaklarına vurdu. "Öldüreceğim. Aptallık ettim. Hapishane köşelerinde daha küçükken gebertecektim. Öldürecektim onu."
"Şimdi öldürmüyorsun değil öldüremiyorsun!" Gerçeği hiç çekinmeden yüzüne vurdum. Babam hapishane köşelerinde öldürebilirdi, buna gücü yeterdi ama şimdi Ecevit'e gücü yetmiyordu. Eli kolu bağlıydı. Bunu bağıra bağıra yüzüne vurmak, benden sonra bir kişiye daha kaybettiğini göstermek istedim hırsla. Gözüm döndü. "Avucunun içine aldı seni. Bir tokat sana bir tokat oğluna yapıştırıyor ve sen onu merhametinden mi öldürmüyorsun? Senin gücün ona yetmiyor," Gülmeye başladım.
"Duydun mu beni? Senin gücün Ali Ecevit Tarhan'a yetmiyor. Seni avucunun içine almış, sen kılına bile dokunamıyorsun. Dokunamayacaksın! Yapsan şimdiye kadar yapardın. Yapamıyorsun. Yapamayacaksın. Gemi su alıyor baba! Gemi su alıyor! Yok olacaksın."
Tıpkı Bülent gibi, babamın da sonunu Ecevit'e bırakmamalıydım belki de. Gücümü toplamalıydım, babamı da ben yok etmeliydim. Belki Bülent gibi babamı öldürmek istemezdim ama babama ölümden daha beterini yaşatırdım. Babamı senelerdir oturduğu koltuktan kaldırmak, ittirmek ya da devirmek babam için ölümden daha beterdi. "Kızını ikna edememiş adam ülkeyi mi yönetecek diyecekler önce. Biliyor musun bana ezeli düşmanından belediye başkanlığı teklifi geldi. Kabul edeyim mi? İlk yenilgini benden almak ister misin? Sonra da kızına yenildi desinler mi?"
Bu gece buraya gelirken bunu tahmin etmediğini, düşünse bile böyle bir durumu akıl edemeyeceğini yüzüne vuran bozgunla çok net aldım. Öylesine keyiflendim ki. Yüzüne dolan öfke gülmesine rağmen biraz olsun daha az göstermiyordu kendini. Kaşları havalandı, "Sana?"
"Bana ya. Hem de üç büyükşehirden birini."
"Feriştahını sikeceğim onların. Emdikleri sütü boğazlarından getireceğim."
"Ankara için masaya oturayım diyorum ne diyorsun?" dedim söylediklerini göz ardı edip. Bunları tamamen onu kışkırtmak daha çok delirtmek ve uykularını kaçırmak için yapıyordum. Benim derdimden kurtulamasın bir başkasına saramasın istiyordum. Babamın kaşları her dediğimle daha çok iniyor ve kalkıyordu. Hayal kırıklığı büyüyordu öfkesi azalmıyordu. "Sen de siyasete tam Ankara'dan girdin. Tam Ankara'dan kızına yenilirsin? Çok güzel olmaz mı?"
"Sana oy vereceklerini mi sanıyorsun?"
"Ankara'yı şu an sizin elinizden söke söke alacağımı sen adın gibi biliyorsun."
Ankara, UMP'nin kıl payı aldığı, her seçimde çekindikleri ve yönetim olarak çok eleştirildikleri bir şehirdi. Belki ben insanların sanacakları kadar güçlü bir aday değildim ama insanlar şimdi benimle ilgili uç duygulardayken bana oy verirdi. Bunu ben bile tahmin edebiliyorken elbette babam da tahmin ediyordu.
Yirmi beş yaşındaydım, ailem beni hep zayıf noktalarımdan vurmuştu. Bazen karakterimden, bazen mesleğimden, bazen Ali Ecevit'ten, gözüm istemsizce bir kez daha kapıya kaydı, bazen bedenimden. Babam yine beni vuracak sanıyordum. Sanatımdan girecek, düşüncelerimden çıkacak sandım ama ben. Çünkü ben de düşünsem ben de akıl edemezdim bunu. Babamdan bile bekleyemeyeceğim o cümleyi bizzat babamdan duydum.
"Beş kere intihar etmiş bir ruh hastasına başkent mi emanet edecekler?"
Ten rengime kadar değiştiğimi, yüzümdeki o hırsın korkunç bir hızla söndüğünü ve yerini koca bir hayal kırıklığına bıraktığını adım adım hissettim. Sırtımdan giren ve göğsümü delip geçen bir kurşun, nasıl bir boşluk bırakırsa bedenimde öylesine bir delik hissettim. Tam kalbimin ortasından geçiyordu.
"Sayısız ilaç kullanmış, kendini öldürmesin diye bir dönem çözümü yatağa bağlamakta bulunan birine bu koca ülkenin başkentini mi emanet edecekler?"
Bana ne zaman vardığını, kaç adımda vardığını görmedim. Göğsümü yaran deliğin acısını dinliyordum. Buz kesildim. Babam çekiştirdiğim bebek saçlarımı okşaya okşaya geriye doğru aldığında verebilecek bir tepki için takatim yoktu. "Benim güzel kızım, sen insanlar senin için güzel şeyler yazınca kendini oy verilesi biri mi sandın? Yine kameraların karşısına geçip intihar girişimlerinden de bahsedebilecek misin? Yoksa ben mi uyarayım istersin halkımı?"
Bunu mu kullanacaktı bana karşı? İçimde ona karşı son bir nokta vardı sanırım. O noktaya bunu sunsam redderdi. Baban bununla karşına çıkmaz Firuze, derdi. "Ben neden intihar ettim baba?"
"Ne önemi var?" diye sordu acımasızca. Karşısında artık bir rakip görüyordu yalnızca. Tüm mühimmatı topladı ve saldıracağı hiçbir anı kaçırmamak için gözlerini dört açtı. "İnsanlar neden intihar ettiğini önemser mi sanıyorsun? Ah benim güzel kızım, kalbin hâlâ yedi yaşında," Eli usulca boynuma gitti ve oradan atardamarıma yakın bir noktadan belli belirsiz dikiş izimin üzerine dokundu. "İnsanları çıkarsız seviyorsun, insanlar da seni çıkarsız sevsin diye bekliyorsun. Nedenler arıyorsun hâlâ ama umurunda değil yetişkinler için o nedenler. Sen onların gözünde ölmeyi bile becerememiş bir hasta olunca sana oy verirler mi sanıyorsun?"
Ağzımı o kadar çok açıp kapattım ki kısa bir vakit içinde, ne söyleyeceğimi ben de unuttum. Ensemden sıcak bir nefes vuruyordu bedenime, terlediğimi, dört duvara sıkıştığımı hissettim. Babamın yedi yaşında ilan ettiği kalbim durma noktasına geldi sanki. İçimdeki Firuze yine yatağın altına girdi. Zorlukla sesimi çıkardım. "Ölmeyi bile becerememiş bir hasta?" diye tekrar ettim.
"Tam olarak öyle."
Ona dönüp bu kadar mı kötüsün demek ahmaklık olurdu. Yine de, her şeye rağmen yine de, beni en azından bu noktadan dürtmesin isterdim. Gözyaşlarımı dindirmek için çabalamadım. "Beni sen ölüme sürükledin. Şimdi bunu mu sürüyorsun önüme?"
"Propagandanın tek kıstası nedir biliyor musun Firuze?" Ellerini bedenimden çekti ve bir adım geri çıktı. Kollarını önünde bağladı ve bana baktı. "Başarılı olup olmamasıdır. Geriye kalan hiçbir ayrıntı önemli değildir. Nedeni, etiği, ahlakı, iyisi, kötüsü, vicdanlısı, vicdansızı, yalanı, gerçeği... Bunların hepsi önemsizdir. Propagandanın tek kıstası sonunda başarılı olup olmamasıdır. Siyasette de en iyi propagandayı yapan kazanır. Bana hep en çok propaganda yeteneğim kazandırdı. Şimdi söyle babanı yenebilir misin? İnanıyorsan hemen şimdi ara o ırz düşmanlarını ve tekliflerini kabul et. Ben de yarın sonucu başarılı olacak bir propagandaya başlayayım. İnsanlara oy vermeyi düşündükleri kişinin öteki yüzünü göstereyim."
Kollarını açtı ve ellerini birbirine sürttü. "Hatta bunu tamamen kendi lehime çevireyim ve benimle alakalı şüpheye düşmüş insanlara da senin nasıl bir psikolojide olduğunu göstererek yaptığın açıklamanın bir hastadan dökülmüş altı boş cümleler olduğunu kanıtlayayım. Sana inanmış insanların da güvenini kırayım. Kafası bozuk birinin dünüyle bugünü aynı olmaz sonuçta. Bir taşta birden fazla kuş. Avcılık bizde ata sporu bilirsin."
Korkum geçmişimin ortaya dökülmesi değildi. Beni tanıdığı için soluklandığım insanların benden yeniden nefret etmesiydi. "Benim..." dedim. Kelimeler birleşmedi. Gözlerimi kırpıştırdım. "Ben... Beni bu hale sen getirdin baba."
"Seni bu hale sen getirdin. Seni bu hale o adama olan takıntın getirdi," dedi. Bunun bir takıntı olmayacağını görmüyor değildi, kabullenmiyordu. Babam benim vicdan azabımı takıntı ilan etmişti. Ecevit'e olan bağlılığıma saplantı demişti. Sanki Ecevit ailesiyle uzaklara taşınmıştı da ben bunu kabullenmemiştim. Sanki Ecevit taşındığı uzak diyarda beni unuttuğu için ben intihar etmiştim. "Kaldı ki aksi de propagandamı etkilemezdi."
"Propaganda?" dedim başımı sallayarak. "Mahvettiğin hayatımın üstünden uygulayacağın propaganda?" Parmağımı kaldırdım ve tırnağımın ucunu gösterdim. "Şu kadarcık olsun bana üzüldüğünü ve hayatımda bir şeyleri değiştirmek istediğini düşünüyordum biliyor musun? Benim hatırıma değil, saçlarını ördüğün kızın hatırına. Şu kadarcık olsun benim için bir mutluluk istiyorsun sanıyordum. Çok küçük bir parça en azından kızın mutlu olsun istiyorsun sanıyordum. Sen, senin sebep olduğun intiharlarımı bile bana karşı kullanacak kadar alçaksın."
Ben söylediğim ihtimal üzerinde sahici değildim. Gidip kimsenin teklifini kabul etmeyecektim ama babam tümüyle gerçekti. Bu düşünülmüştü. Belki evde konuşulmuştu. Çıkıp bunları açık etmeyi düşünmüşlerdi. Beni buradan vuracaktı. "Senin propagandanı etkilemez, onu anladım ama unuttuysan diye hatırlatayım sana. Ben bir sabah kalktım ve eğitimime evde devam edeceğimi öğrendim. Ortaokula daha geçmemiştim. Okula gitmedim senelerce. Neden? Sizi her beni dinleyen öğretmenime ifşalamayayım diye. O sırada senin katil oğlun okuldaydı," Başımı deli gibi sallıyor, beş intiharı olan bir deli gibi ama, hıçkırmadan gözyaşı döküyordum. "Sonra gün geldi kocaman evin içinde bir odaya kilitlediniz beni. Odanın kapısına bir sen vuruyordun bir ben vuruyordum hatırlıyor musun?" Babam her darbe indirdiğinde korkuyor ama hemen arkasından kapıya ben de vuruyordum. Dün gibi hatırlıyordum. "O sırada senin katil oğlun sabahtan çıkıp gecenin bir vakti giriyordu eve. Niye? Aklın çıkıyordu seni aşıp da karakol kapısından bir adım öteye geçeceğim diye. Sonra benden fırçalarımı aldın, boyalarımı döktün, resim defterlerimi yaktın. Niye hatırlıyor musun? Ben hiç unutmuyorum," dedim an be an hatırlarken. Ömrüm boyunca da unutmazdım. O gözlerini, nefretini, öfkesini... Beni öldürmek istemişti, bunu elini kana bulamadan yapmayı denemişti. "Senin katil oğlun kumar borcuna batmışken sen benden fırçalarımı bile aldın. Beş kere intihar etmişim," dedim ve adeta olduğum yerde tepindim. Ellerimi sabit tutamadım saçlarımı çekiştirdim. Ortalıkta dört döndüm ve atölyenin camdan duvarlarına geçirdim avuçlarımı.
"Beş kere intihar etmişim!" diye bağırdım. "Bana helal olsun, beşle yetinmişim! Sana helal olsun Firuze! Sana helal olsun! Beş kere! Hepiniz yerine bir kez intihar etmişim! Ne yüce insanım ben! Koca ailenin intiharını bile üstlenmişim! Biri şehir şehir miting yaparken, diğeri kumar borcuna batarken, diğeri İngiliz Kraliyet ailesinin moda dergisini karıştırırken bir diğeri," Duraksadım. İnci'yi karıştırmak istemedim. Gönlüm elvermedi, susturdum kendimi, atladım onu. "Ben de okula gönderilmedim, odalara kapatıldım, resim bile çizemedim. Niye? Bir aile suçsuz günahsız bir aileyi yok ettikten sonra onlar gibi yaşayamadığım için. Sizin çekmediğiniz vicdan azabını çekmekten tükendim ben! Şu atölyeyi bana duvara kanımla resim çizdim diye yaptırdın. Ölmeme bile izin vermedin sen. Beni tabutta yaşattın ölmeme izin vermedin baba sen! Bana ölmekten başka bir şey düşündürmedin ama gözlerimi bile kapatmama izin vermedin. Propaganda mı? Propaganda demek öyle mi?" diye sordum. Onlar yerine ben duvarları yumrukluyor, elime geçeni fırlatıyordum. Cam bir vazo vardı. Onu aldım elime. Babam ona vuracağımı sandı. Siper aldı adeta, sobanın köşesine geçirdim ve vazo parçalara ayrıldı, elimde tek parçası kaldı.
"Firuze!"
Boğazıma dayadım kalan parçayı. "Propaganda mı baba?" diye sordum. Bakışları, elleri, adımları... Havada kaldı.
"Saçmalama indir şunu!"
"Propagandanın etiği ahlakı olmazdı ya Atilla Akın. Bir propaganda da benden gelsin mi? Bakalım mı kim daha iyi propagandacı? Firuze Akın atölyesinde boğazı kesik halde ölü bulundu. Atilla Akın'ın, ölüm saatinde kızının yanında olduğu söylendi. Nasıl propaganda baba?"
"At o elindekini!"
Bana bir adım attığında gözümü karattım ve camı, bıçağı kemiğe dayar gibi dayadım boynuma. "Beğenmedin mi? Niye? Başarılı olacak. Tek kıstas başarı değil miydi? Neden, sonuç, etik, ahlak. Boş versene. Ölmemin bile önemi yok, propagandam başarılı olacak işte. Demek ölmeyi bile beceremiyorum, öyle mi?"
Babam gözlerini bir an olsun camdan ayırmıyordu. Eli havalanmıştı ama adım atmaya da cesaret
etmiyordu. Babam beni tanıyordu. Gözümü bile kırpmayacağımı biliyordu. O da gözünü kırpmıyordu. Renk attı gözümün önünde. Alnında parlayan tere baktım. "Beş kere intihar etmiş ruh hastası öyle mi? Sana propagandanın alasını izletirim. Sana öyle bir dert bırakırım ki ölürken bile adımı sayıklarsın. Beş kere intihar etmişim! Alçaksın sen! Bunu senin katil oğlun bile bana bir gün kullanmadı. Gözünü bile kırpmadın değil mi? Gözünü bile kırpmayacaksın! Bana yaşattığın hayatı bana karşı kullanacaksın! Ben senin yüzünden beş kere intihar ettim. Ben senin yaptıklarının bedelini ödedim."
"Firuze bastırma onu boynuna!"
"Sana ömrün boyunca ödeyeceğin bir bedel bırakırım. Propagandanın alasını izletirim sana!"
"Bastırma boynuna!"
"Defol git atölyemden!"
İkimiz de birbirimizi dinlemiyoruz sansam da hayır o beni dinliyordu. "İndir onu," dedi ve yeniden adımlamaya çalıştığında biraz daha bastırdım boğazıma. Biraz olsun içimde bir korku yoktu. Ölmek gibi bir amacım bugün yoktu. Bu hayatta insanın gayesi olmalı demiştim. Benim vardı ama şimdi ölsem de gam yemeyecektim. Babam kendinden iyi propagandacı görmüş olacaktı. Belki sonrası için korkunç gelecek kadar gözüm karardı. Yapayalnızdım. Dünyanın merkezindeydim. Ölsem de dünyanın merkezinde ölecektim.
"Senin yüzünden intihar ettim, sen yaptın," dedim yine aynı noktaya gelirken. Çemberin etrafında dönüyordum. Dışına çıkamıyordum. "Sen yaptın! Bana karşı bunu nasıl kullanırsın? Sen yaptın! Senin yüzünden! Siz yaptınız! Hayatımızı mahvettiniz!"
Hayatımızı siktin attın.
Ecevit burada çoğul ekini bana kullanmamıştı biliyordum ama ben onun için kullandım. Benim çoğulum Ali Ecevit'ti. Hep böyleydi. Ben ondan başkasını yanıma koymamıştım. Yanıma ondan başkasını da sığdıramazdım. Ali Ecevit benim tekil hayatımı çoğula çeviren tek şahıstı. Onlar bizim hayatımızı mahvetmişti.
"Kızım bırak," dedi titrek bir sesle. Gözleri küçülüyordu boynuma baktıkça. "Bırak. Yalan söyledim Firuze, tabi ki yapmayacağım böyle bir şey. Sen gitsen onlarla aynı masaya otursan da yapmayacağım. Yalan söyledim. İndir onu Firuze."
"Yalancı!" diye çığlık attım adeta. Babam adımı bağırdı ve bana doğru atladı adeta. Bileğimi tuttuğu an camı boynumdan ayırmak istemedim. Bileği benden güçlüydü, ayırdı boynumdan. Sıkıca tutmuştu bileğimden. Bir yerden sonra parmaklarım uyuştu ve cam düştü elimden. "Yalancı! Yalancısın sen! Yalancısın!"
"Tamam! Tamam yapma! Kızım bana bak!" Babam yüzümden tutmaya çalışıyor, kolumdan
yakalıyor, yine zapt edemiyordu beni. Adeta boğuşuyordum onunla. "Çık atölyemden. Çık! Defol git! Git yoksa o camı bir daha alacağım elime. Ya sana ya bana baba! Yemin ederim ya sana ya bana! Çık atölyemden!"
Beni bırakmadıkça yere yatmaya, o camı yeniden almaya kalkıştım. İsmimi haykırıyordu. İsterse canımı alsın, yine durmayacaktım. "Çık diyorum sana! Çık atölyemden." Yerdeki cam parçalarını ayakkabısıyla geriye doğru itiyordu. "Git anneme sor! Ona ne söylediysem aynısı sana da geçerli baba. İkinize de aynı şeyi yaşatacağım! Ölüp gidene kadar sırtınızda kambur olarak taşıyacaksınız beni! Sana hayatının propagandasını yapacağım baba. İzle gör sana ne yapacağım!"
Beni bırakmadıkça gözüm yeni kıracak bir parça aradı. Zapt edemiyordu. O benden tekte daha kuvvetliydi ama ben de durmak bilmeyen anımdaydım. Bana istediği kadar kızım desin şimdi, ölmeyeyim diye çabaladığına inanmazdım. Bahsettiğim şeyin yaşanmasından korkuyordu. Tek derdi kendisiyleydi. Dakikalar önce seni öldüreceğim diyen o değil miydi? Yalancı alçağın tekiydi. Kendimi ondan kurtardığımda bir hamle yapmadan, "Tamam çıkıyorum!" diye bağırdı. "Çıkıyorum!" diye tekrar etti elleri havada geriye giderken. Cam parçalarını kapı önüne doğru itiyordu. "Seni bu hale getirenlerin canını alacağım!"
"Öldür o zaman kendini!"
"Seni bu hale getirenlerin benden kurtuluşu olmayacak!"
Hâlâ tek derdi vardı aklımı kaçıracaktım. Aynı cümleyi tekrar ederek, camları toplayıp dışarı fırlatarak çıktı atölyeden. Kapıyı kapattığı an sadece benim şiddetli soluk seslerim duyulmaya başladı. Nefes alamıyordum. Bileklerimi gözlerime bastırdım. Nefes alamıyordum. "Yalancı!" diye bağırdım arkasından. "Yalancılar."
Hepsi yalancıydı. Herkes yalancıydı. Tek yalancı ben ilan edilmiştim ama onlar da yalancıydı. "Yalancılar," diye sayıkladım. Hınçla doldum da taştım. Masanın üzerin kalan kalem kutusunu hırsla cama çarptım. Kriz geçiriyordum. "Yalancısınız hepiniz! Beş kere intihar ettim! Beceriksiz! Beceriksiz Firuze! İnan ölmeyi bile beceremez mi? Beceriksiz!"
Atölyemin camları sağlam kaldı, yine tek yıkılıp dökülen ben oldum.
***
Ev tipi bir sobanın sağlıklı yanması için iç sıcaklığının altı yüz- yedi yüz dereceye ulaşması beklenir. Bir kömür çekirdeğinin ulaşabileceği maksimum derecede sıcaklıksa bin yüz derecedir.
Sobanın yamacına oturmuşken, ter boşalıyordu tüm vücudumdan. Başımı kaldırmış kiraz kırmızısına dönmüş metal gövdeyi ve genişleyen sacı izliyor, gelen çıtırtıları dinliyordum. Benim sobam bin yüz sınırına ulaşmıştı. Cayır cayır yanıyordu. Etrafı kaplayan, genişleyen sıcak hava dalgalarına daldı gözüm.
Biranın içine koyduğum buzlar birkaç dakikayı bulmadan yok oluyordu ve neredeyse hiç soğutmuyordu bardağı. Başımın ağrısından daha fazla metal gövdeyi izleyemedim ve indirdim kafamı. Bardağın içindeki sıcak ama kaldıkça daha da sıcaklayan birayı dudaklarıma yaklaştırdım. Herhalde bu dünya üzerinde bira kadar ısınınca kötü olan başka bir şey daha yoktu. Yutana kadar canım çıktı. Gözlerimi kapattım ve o pis tadının geçmesini bekledim. Yüzümden akan sıvılar vardı. Gözyaşlarım mı burnum mu ayırt edemiyordum. Ayırt ederek de silmiyordum. Elimin tersini yüzüme sürttüm.
Ecevit'in marketten alışveriş yaparken aldığı ve hiç açmadığı sigara paketinin içinde kalan taneleri saymaya kalkıştım ama sıcak hava dalgası gözlerimi bulandırmıştı yapamadım. Yeni bir sigara çektim, dizlerimin üzerine yükseldim ve sobanın üzerine basıp tutuşturdum. Bir an ben de eğilme gafletinde bulundum ama çok sıcaktı. Dayanamadan geri çekildim. Tutuşturduktan sonra yere geri bıraktım kendimi ve oturdum. Atölye kaç dereceydi bilmiyordum ama hissettiğim yüzün üstüydü. Sigarayı sönmeden çektim birkaç kez ardı ardına. Dumanı içime çektiğimde öksürdüğümden ağzımın içinde tutup geri bırakıyordum.
Ölmeyi beceremediğim gibi sigara içmeyi de beceremiyordum.
Gözlerimdeki yangı azalsın diye yumdum ve bekledim. Saat kaç, hiç bilmiyordum ama şafak daha sökmemişti. Bu son sigaraydı. Birazdan olduğum yere kıvrılıp yatacaktım. Sıcak uykumu getirmişti. Ağzına kadar doldurduğum ve her tarafından hava aldırdığım soba sönmezdi zaten. Üşümem imkansızdı. Gözlerim kapalı şişelere uzandım. Salladım bazılarını. Devrildiklerini duydum, dibinde kaldığını hissettiğim şişeleri gözlerim kapalı ağzıma diktim. Bir yudum bile denmeyecek kadar az damlalar düştü ağzıma. Küfrettim geri bıraktım.
Isısına dayanamadığım sobaya yüz çevirdim. Yanağımı dizlerime yasladım ve diğer tarafı izledim. Ecevit'i çizdiğim tablo devrilmişti yine de onu görüyordum. Sigarayı ona bakarak içmeyi sürdürdüm. Bir zaman sonra dayanamadım, sigara olan elimi yere yasladım ve gözlerimi yumdum tıpkı tablodaki adam gibi. Birkaç kez öksürdüm. Saçlarım salıktı, iki yandan yüzüme dökülüyordu. Şakaklarım sızlıyor, ciğerlerim acıyordu ama sadece bunları hissediyordum. Başka bir şeyim yoktu. Başka bir yerimdeki acıyı hissetmiyordum. Aklıma gelmiyordu.
Kapı açılırken bu kadar ses çıkarmasa, arkasına bir sürü şey devrilmişti, mümkün değil başımı kaldıracak kadar duyamazdım. Sıcaktan kulaklarım bile ağır duyuyordu. Başımı yerdeki elimle aynı anda kaldırdım ve sigarayı ağzıma götürürken kapıdan girene baktım. Ağzımda sigarayla Ecevit'le göz göze geldim. Yüzünü çözümlemeyecek kadar yorgundum ama Ecevit'i görünce hissetmediğim tüm ağrılarım nüksetti. Hepsini birer birer yeniden hissettim. Meğer kalbim, tüm organlarımdan daha çok ağrıyordu. Sigarayı ağzımdan ayırdım ve hafifçe kaldırdım. Selam verdim sigaralı elimle.
"Hoş geldin."
Sobadan biraz sert bir cızırtı duyuldu. Ben alıştığımdan olacak dönüp bakmadım ama Ecevit tüm dikkatini sobaya verdi. Önce altına baktı sonra benim izlediğim kısma kaldırdı başını. Kiraz kırmızısı yerde durdu gözleri. Yüzünden geçen hayreti izlemek istemedim ve yüzümü sobaya döndüm.
"Kapıyı kapat, soğuyacak ortalık. Zor ısıttım."
"Firuze," dediğini duydum. Varla yok, hayal meyal bir sesti. Kulaklarım sahiden duymuyordu galiba. Elimdeki sigara ben tam içmede kül oldu elimde. Gözlerimi açtım zorlukla ve dizlerimin üzerinde doğruldum. Amacım delikten izmariti atmaktı ama Ecevit öyle bir bağırdı ki, korkuyla yerimde titredim.
"Ne yapıyorsun sen? Dokunma!"
"Hı?"
Atölyenin içine öksürerek girdi. Elimdeki izmarit düştü ama ben elimi ateşin üzerinden çekemedim. Ecevit geldi ve sanki ben çok kötü bir şey yapıyormuşum gibi tuttu elimden. Elimi uzaklaştırınca belimden sardı beni ve önce geriye doğru itti. O kadar soğuktu ki, o soğukluğa tutunmak ve biraz orada serinlemek istedim. Kan ter içindeydim. Bana yürümeyi teklif etmeden, beni kucakladı. Neyden kaçırıyordu anlamıyordum. Hızla atölyenin dışına çıkardı bedenimi. Kendimi sokağa atılacak sandım. Ecevit benimle birkaç adım indi. Beni nereye bırakacağını seçemedi galiba, kucağında benle merdivene çöktü. Üzerimde siyah elbise vardı, yalın ayaktım. Göğsü hızla inip kalkıyordu. Elini saçlarıma daldırdı ve tüm yüzümü açığa çıkaracak şekilde geriye attı saçlarımı. Terime soğuk bir rüzgâr çarptığında dünyada cennete vardığımı hissettim. Derin bir nefes aldım. Ecevit yüzümde biriken teri eliyle sildi.
"Firuze ne oldu? Ne bu halin?"
Başını çevirdi ve atölyeye baktı. "Ne oldu?" diye tekrar etti. "Bana bak," dedi başımı dik tutamadığımı fark edince. Çenemden yakaladığında göz göze geldik. "Ne oldu? Bana bak Firuze. Gözlerini açık tut," Koca eli yüzümün bir tarafını tamamen kaplamıştı. Buz gibiydi. Çok rahatlatıcıydı. "Ne oldu atölyede? Sen mi yaptın bunu?"
"Birazını."
"Gerisini kim yaptı?"
"Babam geldi."
Dehşetle büyüdü gözleri. Bu kez gerçekten büyüdü ama minicik kalmadı. Ecevit yüzümü daha sıkı tuttu ve bir sağa bir sola çevirdi. Biraz daha bunu yaparsa üzerine kusacaktım. Kucağında o kadar kötü bir konumdaydım ki, rezil rüsva haldeydim. Kalksam kalkamıyordum. Düzelemiyordum. Aradığı şeyi tek noktada buldu ve başımı o açıda durdurdu. Artık yıldızları görüyordum. Gülümsedim. İstemsizce mırıldandım. Ecevit'le aynı anda konuştuk.
"İnanma istersen yıldızların yandığına
Güneşin döndüğüne inanma."
"Kan mı bu?" dedi ve boğazımda bir noktaya dokundu. Ne o sorunca bir acı hatırladım ne de dokununca. "Boğazında kan mı var? Firuze," Çok şey söylüyordu aslında ama ben çok azını seçebiliyordum. İnanma istersen yıldızların yandığına.
"Propaganda," dedim. Anlamasını bekledim çünkü benim uzun uzun anlatacak takatim yoktu. Aynı şeyleri tekrarladı. "Ben yaptım. Propaganda."
O beni anlamıyordu, ben onu anlamıyordum. Ecevit beni yavaşça yan tarafa yerleştirdi, ben kucağında bir ağaç gibi kök salmadan, kollarımı bir kez boynuna sarmadan ayrıldım ondan ve kalktı. Gidecek sandım. Başımı kaldırdım ve ona baktım. Elimi uzatmakla uzatmamak arasındaydım. Üzerindeki kabanı çıkardı hızla ve bana geri eğildi. Kabanı üzerime örttüğünde sıkıntıyla ofladım. "Sıcak istemiyorum."
Engelledi beni. "Vücudun çok sıcak!" Ya o çok bağırıyordu ya da ben artık haddinden çok duyuyordum. "Aniden soğumaması lazım. Atma bunu üstünden geliyorum. Sakın atma üstünden!"
İleriye değil geriye doğru adımladı. Benimle tane tane indiği üç merdiveni tek adımla çıktı. Atölyeye geri girdi. Hızla sobaya yaklaştı ve üstten alttan sırayla kapattı. Gözü sık sık borulara kayıyordu. "Çatının düğmesi de buradan mı?" Ne sorduğunu anlamadım. O da benden yanıt beklemedi ve köşede duran beyaz kutucuğu açtı. Düğmelere bastığında ikimiz de başımızı kaldırdık. Çatının camları senkronize şekilde açı değiştirdi ve havalandırmayı açtı. Atölyenin içinde bir sağa bir sola gitti. Yerdeki şişelere çarptığında onları sanırım ilk kez fark etti, eğildi ve hepsini salladı sanki benim gibi son yudumu arıyordu. Onları kaldırdı, uzaklaştırdı sobadan ve hızla yanıma geri döndü. Ona baktım. Tek odağı boynumdu. Telefonunun ışığını açtı ve baktı. "Başka yaran var mı Firuze?" Kelimeleri çok aceleciydi. Sanki gidecekti. Kelimeler gitmezdi insanlar giderdi.
"Yok."
"Emin misin?" Bir basamak önümdeydi eğilmişti ama tamamen çöktü. Göz teması kurdu benimle. Bedenim salınıyordu boşlukta. "Nerede ağrın var? Göster bana," dedi ve elimi tuttu. Ağrımın olduğuna emindi sanki. Elimin ağrının olduğu yeri göstermesini bekledi. Öyle otoriterdi ki kendimi zorunda hissettim. Göstermekten başka çarem yoktu sanki. Ağrının üzerine koydum ellerimizi. Kalbimin üzerine baktı.
"Kalbim acıyor," dedim apaçık.
Bir şey yapamayacağını elbette biliyordum. Bakakaldı zaten. Elini çekmedi. Kalbim küt küt atıyordu. Ecevit'e kızıyordu sanki. Saniyelerce birbirimize baktık. İkimiz de neyden kastettiğimizi anlamadığım gibi kalbim Ecevit'e neden kızıyordu bilmiyorum bile. Kalbim Ecevit'e kızmasın istedim ama ben ellerimizi çektim kalbimden, Ecevit'in elinden de uzaklaştım. Eli bıraktığım yerde havada kaldı. Sonra usulca yumruk oldu.
Her hareketimizden sonra yanılmıyorsam derin sessizliklere gömülüyor sonra duyuyorduk seslerimizi. "Bir şey yaptı mı sana baban, kaldır başını bana bak. Bir şey yaptı mı sana?"
Gülümsedim. "Propaganda."
Anlamadı beni. "Beni niye aramadın Firuze?"
"Aradım," dedim hemen kızgın bir sesle. Ne demek aramamıştım? Alelade yalan söylüyordu. "Kapını kilitle, sobanı söndür dedin ya," Arkamı döndüm ve boruları neredeyse patlayacak noktaya gelmiş sobama baktım. "Kapımı kilitlemedim sobamı da söndürmedim," dedim adeta oh olsun der gibi. Onu dinlemediğimi bilsin istiyordum. Artık kimseyi dinlemeyecektim. Hiç kimseyi dinlemeyecektim. Propaganda yapacaktım ben de. Propaganda yapılmalıydı. Propaganda neydi? Benim neden intihar ettiğimi değil intihar ettiğimi söylemekti. Başımı çevirdim ve ona baktım yeniden. Söylediğim her cümle ona diken gibi battı sanki. Hatırladı sanırım aradığımı. Bunu da unutmuştu. Gülerek başımı iki yana salladım. Gökyüzüne baktım. "Ah Ecevit," dedim sitemle. "Ah Ecevit keşke bende unutsam senin gibi. Ah Ecevit!"
"İnanma istersen yıldızların yandığına
Güneşin döndüğüne inanma."
Bu cümleleri nereden hatırlıyordum hiç bilmiyordum. Yalnızca içimden tekrar ediyordum. Mırıldanıp duruyordum. Bazen bir şarkı, bazen bu sözleri, bazen de kendi uydurduğum bir ritmi. Gözlerim kapalı olsa da kalktığını ve gittiğini fark ettim. Gölgesi üzerimden hiç bulaşmamış gibi silinip gitti. Hiçbir şey yapmadım. Belki o da propaganda yapıyordu. Bilmiyordum. Onun gittiğine tamamen sindiremeden bacağımda bir soğukluk hissettiğimde omuzlarımdan korkuyla sarsıldım ve yere baktım.
Ecevit içeriden getirdiği terlikleri ayağıma giydiriyordu. "Gitmedin mi?"
"Efendim?" dedi, duymadı beni. Başını bana yaklaştırdı. "Bir daha söyle." Başını bana o kadar yaklaştırdı ki, öyle güzel bir açıyla, öyle yerinde ne bir santim fazla ne bir santim uzak. Bekledi bir de duymak için. Ona yeniden konuşmadım ama alnımı saçlarına yasladım. Alnıyla saç köklerinin başlangıç noktasına sürttüm başımı. "Ecevit."
"Efendim?"
"Ecevit..." dedim acı içinde.
"Duyuyorum seni söyle," dedi. İkimiz de kısık sesle konuşuyorduk çünkü dip dibeydi. "Hadi söyle duyuyorum seni."
"İstanbul'a gidecek miyiz?"
Halbuki bana verdiği sözleri tutmayabiliyordu. Aslında demek ki dünyanın en dürüst adamlarının da dürüstlüğünün bir sınırı vardı. Ben yine de bana söylesin istedim. Doğru ya da yanlış, dürüst ama yalancı fark etmez bana bir cevap versin, ben en azından İstanbul'a gidemesek de bir dönem gideceğimizi sanayım istedim. Tıpkı babam gelene kadar, Ecevit'in yanımda olacağına inandığım gibi. "İstanbul'a gidecek miyiz Ecevit?"
Ellerim çok üşümeye başladı. Hava çok soğuktu. Ellerimi bacaklarımın altına sıkıştırdım. Yüzüm değil ama ellerim üşümeye başladı. "Üşüdün mü? Şu soba biraz soğusun, alacağım seni içeri."
"İstanbul'a gitmeyecek miyiz Ecevit?"
Kız kulesinde yemek yemeyecek miydik? Alnımı alnından ayırdım. Dudaklarım bir küçük çocuk gibi, boya kalemleri ondan alınmış bir çocuk gibi, babasının parası olmadığı için okula gelen oyun arabasına binememiş ve sınıfta yalnız kalmış bir çocuk gibi, annesinin kek yapacak malzemesi olmadığı için pikniğe katılamamış ve o gün okula gitmemiş bir çocuğun dudakları gibi büküldü. Göğsümde bir ağırlık hissettim. "Gitmeyecek miyiz?" diye sordum incecik bir sesle.
"Firuze..."
"İstanbul'a gideceğiz değil mi Ecevit?"
"Gel seni iç odaya götüreyim."
"Vapura binmeyecek miyiz? Simit almayacak mısın bana?" İçin için ağlıyordum şimdi. Bu gece hiç için için ağlamamıştım sanki. İstanbul'a gitmeyeceğimi söylerse hiç susmadan için için ağlamayı sürdürecektim. "İstanbul'a gideceğiz değil mi Ecevit?"
Başım boynu bükük o çocuklar gibiydi. Hepimiz bu koca adamın ağzından çıkacak minicik bir kelimeye bakıyorduk pür dikkat. "İstanbul'a gitmeyecek miyiz Ecevit?" diye sordum bıkmadan usanmadan. Kelime başına birden fazla gözyaşım akıyordu.
"Gideceğiz Firuze. İstanbul'a gideceğiz." Dünyanın en güzel cümlesini kurduğunu bilmiyordu galiba, çok üzgündü bunu söylerken. Gülümsedim. Sadece kendi adıma değil. Ecevit o küçük çocuğun babasına para verdi çocuğuna versin diye, Ecevit diğer çocuğun annesine kek için malzeme aldı pikniğe gidebilsin diye ve Ecevit bana İstanbul'a gitme sözü verdi. Hepimiz artık çok mesuttuk. "Gel," dedi şefkatli bir sesle. Beni kucakladı.
Ona sıkıca tutundum. Diğer çocukların da yerine. Yüzümü boynuna yasladım. İçin için ağlamaya devam ettim ama gülümsedim de. Çabucak bitti yolumuz, her güzel şeyin yolu kısacık oluyordu. Hiç sevmiyordum bunu. Beni yatağa bıraktığında başımı yastığa bıraktım hemen. Ecevit uzaklaştı ama bu kez gittiğini sanmadım. Öyle hissetmedim. Sanırım benim yine güvenimi kazandı. Hayır hayır... Kimse kızmamalıydı bana. Bunun tek sebebi İstanbul'a gidecek olmamız değildi. Pikniğe ve oyuna giden iki çocuk daha vardı. Ben onlara bakıp da yeniden güvendim Ecevit'e.
Elinde pamuk ve suyla geldi. Pamuğu paketinden çekiştirdi ve suya batırdı, yatağın dibine oturdu. Boynum açıktı zaten. Varlığını hissetmediğim yaraya yaklaştırdı ıslak pamuğu. "Bunu baban mı yaptı?"
"Yok."
"Bana doğruyu söyle."
"Yemin ederim."
"Canın yanıyor mu?" diye sordu bu kez.
"Yok, kalbim çok acıyordu." O bana baksa da ben tavana bakıyordum, göremiyordum. Soğuk pamuğu boynuma sürtüyordu.
"Acımıyor mu artık?"
"Azaldı," dedim ve gözlerimi kapattım kalbimi dinledim. Halbuki çok az bir azalmaydı bu. Belki görmezden bile gelmeliydim ama yapmadım. Aksine onun üstüne gittim. "İstanbul'a gideceğiz. Vapura bineceğiz, kız kulesinde yemek de yiyeceğiz ya. Beyaz elbisemi giyeceğim," Hatırlatma ihtiyacı duydum. "İstanbul'a gideceğiz ya. Orada. Beyaz elbisemi orada giyeceğim."
İçli içli mırıldandım. Başımı hafifçe kaldırdım ve ona baktım. "Beyaz elbisemi hatırlıyor musun?"
Çok unutkandı. Unutmuş olabilirdi. Dolabımı işaret ettim. "Hatırlıyorum Firuze."
Şiddetlendi ağlayışım. "İstanbul'a gidince onu giyeceğim. Altına da bordo topuklu ayakkabılarımı giyeceğim. Kız kulesinde yemek yiyeceğiz. İstanbul'a gideceğiz biz," Başımı tutamadım ve indirdim. Daha fazla silmesine izin vermedim boynumu. Cenin pozisyonuna geçtim. "Ecevit," diye seslendim ona. Sanırım beni yanlış anladı.
"Gideceğiz Firuze," dedi ama benim derdim değişti.
"Niye bıraktın gittin beni?" diye sordum. Eğildim ve iki büklüm yaptım boynumu yüzüne baktın. "Hani yalnız bırakmayacaktın beni?" Tutulup kalmadı, hali hazırda içinde yatan pişmanlık daha bariz gözüktü. "Farah iyi mi?" diye sordum açıkça. Bir öfke körüklendi içimde. O tanımadığım kadın hakkında kötü bir şey söylemekten korkacağım bir öfke. Söylememeliydim. Kafam bulanıktı ama bunun yanlış olduğunu seçebiliyordum. Sadece onun iyi olmasını ummalıydım. Ki muhtemelen iyiydi.
"Farah'a gitmedim Firuze."
"Farah'a gittin Ecevit. Farah iyi mi?" diye sorumu tekrarladım. Başımı iki yana salladı. Bu Farah'a değildi ama banaydı.
"Farah'a gitmedim."
"Yalancı bir adamsın. Farah iyi mi? Soruma cevap ver."
"Firuze..."
"Farah iyi mi?" diye bağırdım. Sadece o kadının iyi olduğunu duymak istiyordum. Benimle kalsaydı, ben daha iyi olacaktım. Gittiğine değsin istiyordum. Körkütük bir öfkeyle titriyordum artık. "Cevap ver! Farah iyi mi? Cevap ver diyorum sana! İyi mi?" Benden uzaklaşmaya çalıştı ama izin vermedim. Yakasına yapışamadım ama koluna yapıştım. Bana cevap verecekti. Ona aksi bir şans vermeyecektim. "İyi mi?" diye bağırdım. "Farah iyi mi?"
Duygularım ve sözlerim taban tabana zıttı. İyi mi diye soruyordum ama sesim nefretle çıkıyordu. Ne ayıp ne çirkindi öyle bu tavrım. Engel olamıyordum.
"İyi," dedi pes etmeyeceğimi anlayınca. Duraksadı. "Değil," diye değiştirdim. "Bilmiyorum. Onun için gitmedim." Tırnaklarımı Ecevit'in koluna saplamıştım. Hiç gocunmadan tenine batırıyordum.
"Onun için gittin. İyi olsun," dedim inatla. Değmeliydi gitmesine.
"Onun için gitmedim."
"Yalancı. Niye geldin? Git," dedim açıkça ve kolunu savurarak bıraktım. Kapıyı işaret ettim açıkça. O beni o bir hafta boyunca bir kez bile kovmamıştı ama ben onu yalnızca bir gece misafir edebilmiştim. Ben misafir sevmezdim. Hiç de sevmemiştim. "Babam gelene kadar bu çevrede dolanacağım dedim. Babam geldi ve gitti. Gidebilirsin. Keşke dönmeseydin. Geri git Farah'ın yanına." O kadının ismini her seferinde bastıra bastıra zikretmekten geri durmuyordum.
"Gitmemin sebebi Farah değildi."
"Evine git Ecevit."
"Kovuyor musun beni?" diye sordu. Halbuki daha bir gün önce tapumun iki kişilik olduğunu söylüyordum. Hâlâ öyleydi ama işte o kadının ismi kafamın içinde çarpışıyordu.
"Kovuyorum seni. Git," dedim. Yarın belki çok pişman olacaktım. Gittiği için kendimi harap edecektim ama umurumda değildi. Şu an gözümü karattım. Sonrasını sonra düşünürdüm. Kaşları kalkık bana bakıyordu.
"Ben de seni çok kovdum, bir güne bir gün çıkıp gitmedin."
"Yüzsüzdüm ben," dedim açıkça.
Güldü varla yok arasında. "Ben de gururumdan ölmüyorum."
Yeniden pamuk ıslattı ve bana yaklaştı. "Gözlerini sil, açamıyorsun," dedi. Gözümün önünde siyah karartılar vardı. Akan makyajdı ama umurumda değildi. Başımı iki yana salladım. Temiz olmak gibi bir derdim yoktu. Görmek gibi bir derdim de yoktu. Yatağın üzerine çıktı tümüyle. Yüzümü silmeye kalkıştığında ellerini ittim hırsla. Ecevit'in canını okumak istiyordum. Elimi kalbine daldırmak ve hesap sormak istiyordum. Kalbini elimin altında ezmek istiyordum ve bunlar korkunç dürtülerdi.
"Rahat dur Firuze."
"Böyle uyuyacağım, bırak ya bırak!" İki elimi bileğimden yakaladı. Apaçık ona saldırıyordum çünkü. Karnımın üzerine bastırdı bileklerimi. Savunmasız bıraktı beni. Gözlerimi kocaman açtım silemesin diye. Pamuğu gözlerimin üzerinde sıktı ve akan damlalardan korunmak için istemsizce kapattım gözlerimi. O sırada oldukça seri davrandı. Hızlı hızlı sildi gözlerimi. Gözüme batan ne varsa aldı yumuşak pamukla. Bu halde yatsaydım yarın gözlerimi açamayacaktım. Sürdüğüm abartılı ve koyu, katman katman olan göz makyajım ne haldeydi bilmiyordum. "Gözünü aç," dedi. Bu kez de açmadım. Kendisi ellerimi bıraktı ve zorla açtı gözlerimi. "Kıpırdama, gözünün içi simsiyah. Kör olacaksın."
Pamuğu gözümün içine soktu. Kapatmak istesem de izin vermiyordu. Parmakları kocaman açmıştı gözümü. Bedeni üstüme üşüşmüştü. Kocamandı. Hareket edemiyordum himayesinin altında. İşi bitince kuru pamuk aldı, bu kez ıslaklığı sildi. "Tamam," dedi işinin bittiğini belli edercesine. "Uyu."
"Beni niye bırakıp gittin?" diye sordum yine.
"Firuze... Akıl-"
"Sana su vermem derse yağmur yağsa da senden su beklemem ama bana su vereceğini söylersen çölün ortasında bile suyu getireceğine inanırım Ecevit."
Kalbimdeki ağrı arttı. Ecevit beni susuz bırakmıştı. "Beni kandırma. Ben hemen kanarım. Beni kandırma Ecevit. Bir daha beni kandırma. Bana seni bırakmam demezsen ben zaten seni beklemem. Beni kandırma."
Kalkıp gidemedi yanımdan. Bir dizi yatakta kaldı. Yatağının başlığına yasladı elini. "Seni kandırmadım."
"Beni kandırdın," dedim. Bundan emindim. Kandırılmak değilse neydi bu durum? "Beni babamın insafına bırak ama beni kandırma. Beklenti beni öldürür."
"Baban ne söyledi sana?" diye sordu. Babamın yaptığı şeyin fiziki olmadığını kabullendi. Belki rahatladı, memnun oldu. Hiç bilmiyordu. Ecevit hiç bilmiyordu.
"Propaganda," dedim kısık sesle. Sırt üstü yatıyordum. "Ben çok beceriksizim Ecevit," dedim. Bu cümle ilk andan daha çok kalbimi kırdı. Kabullendiğim için sanırım. Ölmeyi bile becerememek... Doluya koysam almıyordu, boşa koysam dolmuyordu. Omuzlarım sarsıldı.
"Sen mi beceriksizsin?"
"Çok..." Artık gözyaşlarım tertemiz akıyordu Ecevit sayesinde.
"Baban mı söyledi sana bunu? Diyemedin mi senin o sülalenden benim gibi bir yetenek daha çıktı mı d-"
"Ölmeyi bile becerememişim."
Bambaşka noktalardaydık onunla. O, yetenek beceriksizliği örtüyor sanıyordu galiba. Gözlerimi açtım ve onu gördüm. Artık onun da görüntüsü tertemizdi. Ecevit'in eli değmişti gözlerime. Ağlarken bile güzel görüyordum sanki. "Propagandanın tek kıstası başarısıymış. Biliyor musun?"
Benim abuk sabuk cümlelerimden yine bir şeyler çıkaracak kadar aklı başındaydı. "Ne söyleyecekmiş insanlara?" diye sordu. Gözlerimi kaçırdım. İnsanlar beni sevmiyorlardı ama tanıyorlardı. Gözlerinde hayal kırıklığı olmaktan çok korktum. İnsanların...
"Ecevit."
"Efendim Firuze," dedi nazikçe.
"Sen intihar etmiş birine oy verir miydin?"
Bana olur da yalan söyler diye dudakları, gözlerine baktım. Gözler yalan söylemezdi. Kimse de onlara yalan söyletemezdi. Beni sevmeyen ama artık tanıyan gözlerin nasıl sarsıldığını, benim yerimin nasıl zelzeleye uğradığını gördüm. Korktuğum başıma geldi, o insanları kaybettiğimi hissettim. Babamın propagandası başarılı olacaktı. Sessiz ama çok şiddetli ağladım. Ecevit'i görmüyordum artık. Cevabımı aldım. Oy vermezdi. Nedeni niyesi önemli değildi. İntihar etmiş insanlara oy verilmezdi. Elimi utançla yüzüme örttüm. Belki ilk kez utandım kendimden.
Küçülmek, yok olmak istedim yatağın içinde. Bir mezar gibi beni çeksin, yok etsin istedim. Yine kuyunun dibine çöktüm sanki. İnsanlar yukarıdan bu kez bana bağırmadı. Gözlerini diktiler, yargıladılar. Açıklama bile beklemediler benden. Kimse merak etmedi nedenini. Kuyunun dibinde kalacaktım, kimse çıkmamı istemeyecekti. Aralarında dolaşmamı istemeyeceklerdi. Beni hiç sevmeyeceklerdi. Saçlarımda bir el dolaşıyordu, hissediyordum ama kabullenmiyordum. Kimse elini kuyunun dibine uzatmazdı.
"Oy verirdim," dedi çok zaman geçtikten sonra. Yalan söylüyordu. Başımı iki yana salladım ama o devam etti. "Oy verirdim Firuze. Oy vereceğim insanı benliğiyle, geçtiği kötü dönemle yargılamazdım. Anlardım."
"Beş kere intihar etmiş birine başkent mi emanet edilir Ecevit?" Onu çok hırpalamaya çalıştım, çok çekiştirdim, etini yolmaya çalıştım ama hiçbiri cümlelerim kadar etki etmedi. Bıçak çeksem de etmeyecekti. Kurşun sıksam da etmeyecekti. Küçük gözlerini kırpıştırdı, ondan aldığı rahat nefesleri çaldım, göğsüne yara açtım, ensesine çöktüm. "Beni yok ettiler Ecevit, beni yok ettiler sonra dediler ki propagandanın tek kıstası vardır. Beni mahvettiler. Onlar yaptılar Ecevit. Ben mutlu olabilirdim," dedim açıkça. İlk kez. Bu ihtimalin varlığını kabul etmek kaburgalarıma kadar ağrıttı. İç içe geçti bedenim. "Seni benden almasalardı ben mutlu olabilirdim. Seni benden alsalardı ama senin hayatını mahvetmeselerdi ben belki yine mutlu olurdum. Onlar yaptılar. Sonra dediler ki propaganda. Onlar yaptılar Ecevit, ben yapmadım onlar yaptılar."
Kimseler dinlemeyecekti bunları. Ecevit'in elinin üzerinde belki dakikalarca belki saatlerce ağladım. Yarın olunca o bile dinlemeyecekti. Beni bırakıp gitmişti. Ecevit bana hiç gelmemişti ki? Ben kendimi kandırıyordum. Küçük Firuze ilmek ilmek işliyordu, beni kandırıyordu. Şimdi Ecevit benim saçlarımı okşuyordu o çok mutluydu. Ben burada içim içimden çıkana kadar ağlarken o Ecevit'in şefkatiyle içimde deliye döndü. Ecevit bana bir şeyler sordu ya da söyledi bilmiyordum. Tek bildiğim saçlarımı okşamasıydı.
Parmakları saçlarımın arasından süzülüyordu bir yudum su gibi. Ağrı Dağının yamacında açacak bir yaban lalesi nasıl güneşi beklerse, ilkbaharın o tatlı esintisini, ılıyacak havayı nasıl gözlerse öyle gözlemiştim Ecevit'in saçlarımı seven ellerini. Dağ laleleri yalnızca on gün yaşardı ama o ilk açtıkları gün, Iğdır'ın dağlarında, Ağrı'da, Manisa'da, vatan toprağının dört bir yanında baharı müjdelerken kimselere belli etmezlerdi on günlük ömürlerini. Müessir bir duruşları olurdu. İnce dallarına kimse aldanmazdı. Öyle ihtişamlı değil, öyle zarif, öyle güzel, öyle incelerken bunu yaparlardı. Ecevit'in elleri gibi. Ecevit'in elleri o yaban lalelerine benziyordu. Çok yakın vakitte beni terk edeceklerdi ama ben yine baharda açacak olan yaban lalesini bekleyen vatan toprağı gibi onun ellerini bekleyecektim. Öyle mağrur bir bekleyişti ki bu, o bahar gelecek, o lale açacaktı. Bu devran mütemadiyen akıp gidecekti.
Çok uzun sürdü sakinleşmem. Ecevit durmaksızın yaşlarımı sildi. Kâh parmaklarıyla, kâh kuru bir pamukla. Sonra kalktı bana su getirdi. Hiç hayır demedim, içtim suyumu. Bazı anlar çok hızlı geçiyordu. Sızıp kalıyordum, yine ağlıyor, yine konuşuyordum. Ecevit babama ağız dolusu küfretti. Onu hatırlıyordum. Suyu alınca elimden ben yatağa geri bıraktım kendimi. Kirpiklerim sırılsıklamdı. Ecevit'in yüzünü izledim. Sonra o da, neden bilmem durdu olduğu yerde. Suyu bıraktı ama beni bırakmadı. O böyle gitmeyince, on birinci günü görmüş yaban lalesi gibi direnince, bırakmayınca gözlerimi bile kırpmadan onu izledim.
Eğer fırçalarım herkesin yüzüne bir şehir seçip çizseydi, Ecevit'e bir ülke verirlerdi. Yüzünün her bir karışına ayrı ayrı baktım. Kalp ağrımla. Ege'den bir parça yörük ezgisi, Doğu'dan bir parça ağıt, Anadolu'dan kırk dirhem toprak, Karadeniz'in hıncı, Güneydoğu'nun bir tas çorbası. Hepsi Ecevit'in yüzüydü. Parça parça acıydı, bütünde vatandı. Benim canımı okuyordu, yine de çıkıp gitmiyordum. Yetim de bıraksa, öksüz de koysa, yine ondan başka gidecek yerim yoktu. Cesaretimi toplamadım, bedenim ne isterse ona izin verdim.
İnce uzun parmaklarım yattığım yerden Ecevit'in yüzüne doğru uzandı. Tepemdeydi, yüzüme bakıyordu, belki bana üzülüyordu belki de bir an önce uyumamı istiyordu. Gözlerimden akan yaşlar hızla kulaklarıma ulaşıyordu, Gözlerim şişmişti. Ecevit'i varla yok arasında görüyordum. Tıpkı varlığı gibiydi görüntüsü de. Bir vardı bir yoktu. Ecevit'e tutunamıyordum. Parmaklarım elmacık kemiklerine dokundu, oradan kavisli yolu takip etti ve dudağının kenarına kadar ulaştı. İkimiz de aynı anda konuştuk.
"Elbiseyle uyuyabilecek misin?" diye sordu. Sanırım artık uyu demekti bu.
"Daha önce yüzün hakkında bir şey söyleyen oldu mu?" diye sordum.
İç çektim. Parmak uçlarımı sakallarına sürttüm. Diken gibi battı parmak uçlarıma. Tıpkı kalbime battığı gibi. İkimiz de birbirimizin sorusuna cevap vermedik. Gözlerimi küçülttüm ve yüzünü değil parmaklarımı izledim. Gülün dikeni gibiydi sakalları. Batıyordu ama dokunmaktan vazgeçemiyordum. Gözlerimi kapattım ve Ecevit'in sakallarının bana bıraktığı tatlı acıyı hissettim yalnızca. Tatlı acı. Vatan gibi, toprak gibi. Bana bugün bunları hissettiren adamın sırtına apolet misali yapıştırdıkları vatan hainliğini kaç intihar paklardı ki? Dünyanın merkezine yağmur yağmaya başladı, dizlerimin üzerine çöktüm ve ağlamaya başladım içimde. Kimseler anlamadı ağladığımı bu kez. O kadar uzun vakit geçti ki gözlerimi açtığımda bir boşluk bekledim. Dokunduğum tenin aslında Ecevit değil, hayali olduğunu sandım.
Hayır, Ecevit'ti. Göz göze gelmedik. Ecevit dokunuşlarım altında gözlerini yummuştu, kaşları çatık, yüzü acılı, kendinden geçmişti sanki. Ona acı çektiriyordum. Bana acımıyordu, ona acı çektiriyordum.
"Yüzün çok güzel," dedim. Kocaman olmuştu, yüzü de onunla büyümüştü. Leyla Tarhan'ın oğlu Ali Ecevit, tam da onun söylediği gibi çok yakışıklı olmuştu. Babasına çekmişti. "Güzelliğin çok şey eder Ecevit," dedim onun aksine. Gülümsedim, kapalı olan gözlerini araladı. Yüzünü sevdim. "Güzelliğin çok para eder," Kollarımı açmak ve ona ne kadar çok olduğunu göstermek istedim ama yetmezdi. Böyle bir çabaya girmedim. "Kimse toplayamaz o parayı."
Hatırlıyordu sanırım.
Başparmağım göz gamzesini okşadı. "Hayatını mahvettim," dedim. Ondan kopya çeken kötü bir öğrenci değildim. Ondan başka kimsem yoktu sadece. O yokken de o varken de ondan başka kimsem yoktu. Onu taklit etmeyi severdim. Ecevit'le o kadar çok benzeyeyim isterdim ki bazen, bana bakınca kendisini görsün isterdim. Gözümde öyle güzel, öyle doğruydu ki o olmak isterdim. Erdeme ulaşmaya çalışan bir filozof gibi ona ulaşmaya çalışırdım küçük aklımla. "Hayatımızı mahvettim," dedim.
"Çek elini ayağını üzerinden artık," dedi bana sitemle. Halbuki onun bana benim için sitem etmeye hakkı yoktu. "Rahat bırak, çek elini üzerinden."
Başımı iki yana salladım. Elimi usulca çektim yanağından parmak uçlarımı avuçiçlerime kapattım. "Elbiseyle uyuyamam," dedim yalnızca.
"Firuze."
"Elbiseyle uyuyamam."
Midem bulanıyordu. Zil zurna sarhoş bile olamamıştım. Abuk sabuk bir sarhoşluk vardı üstümde. Ortalığa bakındım ve kıyafetlerimi aradım. Göremiyordum, nereye koyduğumu da hatırlamıyordum. O kalktı ve dolabıma yöneldi. Katlayıp en öne koymuştum, sormadan aldı. Bana geri yaklaştı. Elbisemin fermuarını çekiştirdim. Bir türlü beceremedim, saçlarımı çekiştirdim.
"Dur," dedi ve dizlerinin üzerinde yatağa çıktı. Saçlarımı önümde topladı ve fermuarımın bir kısmını açtı. Ben başta tamamını açtı sandım ve direkt olarak omuzlarımdan itmeye çalıştım ama yapamadım. "Açmadım hepsini."
Sıkıntıyla soluklandım. Bir makas verse elime etek kısmından yırtsam ve bir an önce kurtulsam bu elbiseden sonra uyusam... Başka da bir şey istemiyordum. Yalan dolan, başka bir sürü şey istiyordum. Elimi belime attım ama yine bulamadım fermuarı. "Ecevit aç," dedim. Sanki bu elbise üstümden çıkınca her şey hallolacaktı. Sanki elbisemin altında pijamalarım zaten vardı. Tek sorun bu elbiseydi. Eli tekrardan belime gitti, sanırım fermuar takıldı ve üzerime doğru eğildi, arka tarafa baktı. Sıkıntıyla ofladı. İki eliyle fermuarla ilgilendi. Biri elbisemi gerdiriyor diğer indiriyordu. Parmak uçları fermuar indikçe tenime temas ediyordu. Tüylerim ürperdi. Elleri soğuktu sanırım, o yüzden. Gözlerimi yumdum. Yüzüm beyaz gömleğinin açık düğmelerine yakın bir yerdeydi. Derin bir nefes aldım. Hâlâ tertemiz kokuyordu. Fermuar açıldığında o geri çekilmeden elbiseyi üzerimden ittim. Aceleciydim, yatmak ve kafamdaki sesleri susturmak istiyordum. İki yandan omuzlarımdan düştü elbise, ben Ecevit'in getirdiği takımın üstüne uzandım ama yanlışlıkla düşürdüm yataktan.
"Firuze," dediğini duydum. Gözlerimi ona kaldırdım. Bakışlarını absürt bir uzaklığa yöneltmiş parmak uçları kaşlarına sürtünüyordu.
"Düştü," dedim. Kendime güvenmiyordum. O kadar eğilirsem devrilirdim. "Düşürdüm, verir misin bana?" Ellerini çekti kaşlarından ve yere baktı. Kaşları çatıktı, düşürdüğüm için kızdı sandım. Gözlerini kırpıştırdı ve yere uzandı. Bilinçsizce sıkan sütyenin kopçasına uzandım. Aradaki tüm detayları kaçırıyordum. Bir sonraki adımdan sonra olacak şeyi düşünmüyordum. Ecevit'in algıları öylesine açıktı ki, hızla elime yapıştı ve neredeyse bileğimden bükerek durdurdu beni. Göğüs göğse çarpışacak kadar yakın düştük. Tek dizi yataktaydı, ben geriye doğru eğilmiştim ve arkadan elime işin doğrusu belime baskı uyguluyordu. O yüzden düşmüyordum. Saçlarım yatağa değecek kadar aşağı dökülüyordu. Kurumamış kirpiklerimi kırpıştırdım.
"Ne yapıyorsun sen?" diye sordu hayretle.
"Kenarları sıkıyor, çıkaracağım."
Bana anlayış göstermesini bekledim ama olmadı. Dudakları bir açıldı bir kapandı. "Çıkarma," dedi.
"Sıkıyor," dedim sızlana sızlana. Eğer ki konuşmasa hangi kısmın sıktığını da gösterecektim.
"Firuze," diyebildi. Parmaklarımı bu kadar sıkı tutmasa olmaz mıydı? Daha az kuvvetle de oynatamazdım zaten. "Ben çıkayım öy..." Cıkladı, soluklandı. "Öyle çıkar neyi çıkar neyi çıkarmayacaksan."
Geceliğimin üstünü tek elle aldı ve gözlerimin içine bakarak başımdan geçirdi. Kulaklarımdan gerdanıma doğru bir yangı hissettim. Ecevit'in küçük gözleri kapkara bakıyordu bana. Kolumu sıktıkça fark etmeden belime de baskı uyguluyordu. Öne doğru çıkıyordu üst bedenim. "Ecevit elim," dedim inleyerek. Hemen bırakacak sandım ama olmadı. Oldukça kontrollüydü. Bıraktı ama çok geçmeden yine tuttu. İki kolumu da askılardan geçirdi ve geceliğimi giydirdi. Sinesi koca bir dağ gibi yükseliyor sonra iniyordu. "Ben şimdi çıkıyorum, altını da giy. Ne yapacaksan yap."
Elini eteğini çekti üzerimden ve uzaklaştı yatağından. Eli hafifçe havalandı ama ne söylediğini unuttu. Kaşlarını indirip kaldırdı. "Giyin tamam mı Firuze?"
Elim elbisemin altına gitti. Başka da bir şey kalmıştı. "Firuze!" diye yüksek sesle konuştu Ecevit. "Çıkıyorum," dedi ve kapıyı işaret etti. "Öyle giyin. Çıkıyorum. Giyin. Tamam mı?"
Başımı salladım. Tüm gerdanım yanıyordu. Bedenim kasıldı o bana kızdıkça. Ecevit çıktı ve sürgülü kapıyı çekti. Elbisemi tamamen çıkardım ve şortu da giydim. Sütyenimi çıkarmaya çalıştım ama açamadım kopçayı pes ettim. Kendimi yatağa bıraktım. "Ecevit," dedim son gücümle. "Giyindim Ecevit."
***
Sağlam bir içici olduğum gecenin sabahı muhakkak yatağına kaçırmak üzere olan bir çocuk gibi uyanırdım. Yine öyle bir sabahta, rüyamda da tuvalette olduğumu görürken az kalsın kaçırıyordum. Nasıl uyandım, rüyada olmadığımı nasıl anladım da kendimi tuvaletin içine attım hatırlamıyordum. Gözlerim yarı açık yarı kapalı, klozetin üzerinde zorlukla sabit dururken uzun uzun işimi hallettim ve işim bitse de uzun uzun klozetten kalkmadım. Ritmik şekilde bir ileri bir geri sallanıyordum ve boş bir levhadan ibaret olan zihnimin açılmasını bekliyordum.
Elle tutulur hatırladığım tek şey dün gece pavyondaki sarışın kadın ve barmen adamdı. Gerisi kesik kesikti. Babam, soba, Ecevit, propaganda, Farah... Kronolojik sırada olmayan birbirinin içine girmiş, birden fazla olay vardı. Klozetin üzerinde oturmaktan vazgeçip kalktım, lavabonun önüne gittim. Uzun uzun yıkadım ellerimi. Göz makyajımı silmiştim galiba. Böyle tertemiz akması mümkün değildi. Gözleri çok şişmişti, çok ağladığımı anlıyordum. Yüzüme defalarca kez su çarptım. Ne ellerimi ne de yüzümü kuruladım. Öylece çıktım lavabodan. Girerken görmedim mi bakmadım mı bilmiyorum ama yatağın karşısındaki boylu boyunca uzanmış adamı görünce tüm bedenimi titretecek kısa bir korku geçti üstümden. Hızla ağzımı örtmesem Ecevit'i uyandıracak şekilde ses çıkaracaktım. Altında siyah bir eşofman altı, üstünde gri bir kazak vardı.
Bu kıyafetler benim değildi. Kısa bir an şüpheye düştüm ve yaklaştım. Ya Ecevit değilse dehşeti sardı beni. Kocaman gözlerle yüzüne baktım. Hayır Ecevit'ti bu. Nereden bulmuştu bu kıyafetleri? Kafam o kadar dolu ve ağrılıydı ki cevabını bulamadım. Dün odayı toplarken Ecevit'e çıkardığım yorganı yatağın altına koymuştum. Daha uzak geçmişi hatırladığımdan bu netti zihnimde. Ben de dün ondan önce uyumuş olacağım ki yorganı bulamamıştı. İnce bir pike bulmuş, onu üzerine atmış kıvrılıp uyumuştu. İçim sızladı bu haline.
Ne berbat bir ev sahibiydim. Ona git demiştim. Hatırlıyordum. Keşke gitseydi. Kendi yorganımı çekiştirdim yataktan aldım. Yavaşça Ecevit'in üzerine örttüm. Yadırgar sandım ama biraz üşümüştü sanırım, hemen benimsedi yorganı. Sarıldı ve sırtını dönüp uyumaya devam etti. Yalın ayak çıktım atölyeye odadan. Sürgülü kapıyı çektim. Ellerim saçlarımda, kaşırken derimi atölyenin içine baktım. Her şey derli toplu olsa da etrafta bir sürü eksik vardı. Kırgınlıklar ve parçalanmışlıklar toparlansa da eksikliği kaybolmuyordu. Tıpkı onun gibi.
Babamı anımsadım sadece. Buraya ilk girişimi. Kapı girişindeki o ilk çaresizliğimi, dönüp arkaya bakmalarımı, Ecevit'i aramamı, babamın yaktığı mumlar sönmüştü. Ne zaman sönmüştü hatırlamıyordum. Ecevit devirdiğimiz ve kırdığımız her şeyi toplamış olmalıydı. Atölye soğuktu. Sobaya baktım. Dün gece kızıla dönmüş boruları şimdi kendi rengindeydi. Sobayı boşaltmak ve yeniden doldurmak dün geceden bile zor geldi. Boşlukta nasıl çırpındığımı izledim. Benim canım yanınca tepine tepine ağlardım. Yerimde duramazdım. Küçükken de zıplardım. Öyle yanmıştı dün canım.
Propaganda.
Babamın cümleleri beş dakika önce kurulmuş kadar yaklaştı bana. O acımasızlığı, beni pazarlayacağı o cümleler, üzerime yapıştırdığı ama kendisinin ürettiği etiketler. Gözlerimin neden şiştiğini anlıyordum. Ne kadar ağladığımı hatırlamadım ama neden ağladığımı çok iyi hatırladım. Onlar bana hep çok iyi olacağımı, bir gün mutlu olacağımı, acılarımın dineceğini, düzeleceğini, asıl benim bu olmadığımı söylerlerdi. Onlara inanmazdım ama kendi yarattıkları eseri kullanmalarını da beklemezdim. Bana iyi olacaksın demeyebilirlerdi ama sen böyle kötüsün ve nedeni kimsenin umurunda değil demeselerdi. Yine her şeyin yükü bir tek benim üzerime bırakıldı. Dizlerimin üzerine çöktüm. Buna ağlamıştım ben. Beni kötürüm bırakıp neden yürümedin diyorlardı.
Dolaba yöneldim. Amacım soğuk bir bardak su içmekti ama su yoktu dolapta. Alparslan'a açtığım şarap duruyordu hâlâ. Ona uzandım bitkince. Kadeh almak istedim ama elim uzanmadı su bardağı aldım. Ecevit'in sigarası çakmağıyla beraber sehpanın üzerinde duruyordu. Yavaşça geçtim. Su bardağını doldurdum ve bir sigara yaktım. Uyanmasın diye hiç ses çıkarmadım. Ona iyi ev sahipliği yapmıyordum. Kendime bile bakamıyordum zaten. Uyanınca gitmeliydi. Bunu ona söyleyecektim. Ecevit'in yanımda kalması, beni neye sürüklüyor bunu düşündüm sessizce. Umut tümördü. Uzata uzata öldürürdü. Ecevit'in varlığı bana umut veriyordu. Bunu hiç fark etmeden yapıyordu. Gitseydi. En azından varlığına alışmazdım. En olmadık anlarda onu beklemek çok yorucuydu. Ben böyle bir yorgunluğu kaldıracak kadar dinlenmiş değildim. Onun benden daha önemli çok işi vardı. Ecevit'in her işinin benden önemli olduğunu hissediyordum ama ona hiç kızmıyordum.
Ben kızmıyordum da işte içimdeki arsız zilli çok hırçınlaşıyordu. Beni de ağlatıyordu bu kudurmuşluğu. Ecevit onu çok şımartıyordu. İçimde nasıl tepindiğini anımsadım. Ecevit'in ellerini yine saçımda hissettim sanki o mutluluğu anımsayınca. Beni ne güzel teselli etmişti öyle. Böyle bir sabahta bile mutlulukla anıyordum o anları. Ecevit tarafından teselli edilmek diye bir gerçek vardı, askeri cunta sonrasında halkın korkusunu hafifleten bir konuşma gibiydi. Belki yalancıydı, belki kumpastı ama televizyonun karşısına geçmiş küçük çocuklara darbenin kötü bir şey olmadığını sandıracak güvenli bir konuşmaydı. Çocuklar birbirlerine bakıyor ve kötü bir şey olmamış ki diyorlardı belki. Yetişkinler için korku, öfke ve endişe devam etse de çocuklar için yeterli oluyordu. Kendimi o çocuklar kadar güvende ve rahatlamış hissettim kısa bir an.
Sonra gözlerimi açtım ve gerçekliğe ulaştım. Melike'yi bir an önce bulmamız gerekiyordu. Sonra dün geceye yine döndüm. Elimdeki sigaranın külü üzerimdeki geceliğe dökülünce bir an anımsadım. Gerçek mi değil mi emin olamadım ama elim hızla sütyenimi kontrol etti.
Çıkarmamıştım...
Sütyenimi çıkarmaya çalışmıştım! Bu rüyadan bir an mıydı? Kıyafetlerimi nasıl giymiştim? Başımı kapıya çevirdim, bir daha kontrol ettim içimi. Sonra aynı sütyen mi diye de baktım kafamı sokup. Öyle utandım öyle utandım ki sokaklara çıkmak ve yalın ayak koşmak istedim. Kulaklarımdan gerdanıma bir sıcaklık bastı. Sütyenimi çıkarmaya çalışmıştım. Allah'ım yalvarırım rüya olsun! Elim alnımda arka arkaya vurdum parmaklarımı. Üstümü nasıl çıkardığımı anımsamıyordum. Ecevit bir vardı bir yoktu. Ecevit niye olsaydı ki? Kıyafetlerimi verip çıkmıştır o zaten, diye teselli ettim kendimi ama fermuarım takılmıştı. Yanlış mı hatırlıyordum? Takıldıysa takıldı kendim açmışımdır. Açmamış mıydım? Sütyenimi yine kontrol ettim. Çok utandım ve başımı dışarıya çevirdim.
Yakamı çekiştirdim durdum. Dakikalarca hatırlamaya çalıştım ama net değildi. Ecevit bir vardı bir yoktu. Birinde beni durduruyordu, birinde çıkıp gidiyordu. Birinde ben kıyafetimi giyiyordum birinde o giydiriyordu. Aklıma yine pavyondaki sarışın kadın geldi. O gelmese sütyen sütyen diye çılgına dönecektim. Oradan yine babama varmasam, Farah'ı hatırlamasam sütyen en büyük derdim olacaktı. Yine kendimi kendi derdimle boğdum.
Şarapta birinci bardağın dibini görmek üzereyken onu içmeden bir sigara daha yakayım dedim. Tam o an sürgülü kapı açıldı ve ben ağzımda sigarayla yakalandım kapıdan Ecevit'e. Uykudan yeni uyandığında bağıran gözleri beni sabah sabah bu halde görmeyi beklemiyordu. Hoş bir görüntü vermedim ona. Fark ettim ben de ama geri dönüşü yoktu. Sadece ondan kaçtım. Sigaramı çektim, başımı çevirdim. Günaydın bile demedim. Gün aymamıştı ikimize.
"Ne yapıyorsun sen?" dedi kızar gibi. Geldi önümdeki bardağı aldı. Bir umut şarap değildir diye kokladı. Şarap olduğunu anlayınca, "Allah'ım sen bana sabır ver," dedi. "Allah'ım sen bana gani gani sabır ver."
Şişeyi de bardağı da aldı önümden. Müdahale edemedim. Gitti lavabonun içine döktü. "Aferin sana," diye kızdı bana sırtı dönükken. "Ne bir çay suyu koymuş ne başka bir şey. Böyle mi misafir ağırlıyorsun sen? Anca kalkmış ayyaş gibi içiyor."
Sırtı bana dönükken çay suyu koydu. Ecevit nasıl bir sabaha uyanırsa uyansın çay suyu koyabiliyordu. Bu ayrıntı garip bir şekilde güldürecek gibi oldu beni. Hayatım boyunca hiç onun çayı gibi bağlı olduğum bir şey olmuş muydu? Buna çizmek diyemezdim. İki elim kanda da olsa çizmek istersem çizerdim ama her sabah uyanınca çay suyu koyar gibi çizmezdim. Çay suyu koymak... Hiç yoktu. Keşke olsaydı. İşinin bitmesine yakın başımı çevirdim ve sigarayı içmeye devam ettim. O ikram etmezse ben böyle alır içerdim işte. Bakışlarını hissettim ama üstüme alınmadım, cevap da vermedim. Bana doğru yürüdüğünü anladım da ansızın sigaranın parmaklarımın arasından çekilmesini beklemiyordum. "Bu benim sigaram değil mi? Sana içebilirsin dedim mi?" diye sordu ve kalan dibini iki çekişti bitirdi, sigarayı israf etmedi. Küllükte söndürdü. "İçmeyi de becersen. Dudak tiryakisi, yakıp söndürüyorsun."
"Kimseye iyi sigara içme borcum yok."
"Evindeki misafire çay demleme borcun var ama."
"Ben misafir ağırlamayı beceremiyorum demek ki."
"Hani misafir olarak görmüyordun beni?" diye hatırlattı. Cevap vermeyi kestim. Laf yarıştırılmazdı bu adamla. Şarabın bıraktığı çirkin tadı yuttum durdum. Yanıma oturmadı, sehpaya oturdu. "Dün gece kovdun beni," dedi. Ödeştik, demek istedim ama demedim. Ben Ecevit'le hiçbir zaman ödeşemezdim.
"Firuze," diye seslendi bana. Sessiz durmak istiyordum. Konuşmasından rahatsız değildim ama bana soru sormasından rahatsızdım. Baktığım yönü değiştirmedim. "Islahhaneden hapishaneye geçince Cengiz diye bir adamla tanıştım. Babamdan büyük bir adamdı. On sene orada bana abilik yaptı, bu marangozluk işine de beni o soktu. Geldiğin dükkân da onun. Farah onun kardeşi."
Hiç beklemedim bu sözleri. Farah diyene kadar da cümleleri zihnimde uygun bir zemine oturtamadım. Başımı ona çevirdim. "Cengiz dördüncü evre kanser. Kardeşinin haberi yoktu. Dün ağırlaşmış hastaneye kaldırılmış Cengiz, kimsesi yok kardeşinin. Beni aradı. Hastaneye geçtim telaşla. Seni hastaneye götürmek o an aklıma gelmedi. Farah ölmüş gibi aradı, öldü sandım adam."
"Ne kanseri?" İlk aklıma gelen bu oldu. Farah'ın kim olduğunu çok düşünmüştüm ama asla aklıma böyle bir şey gelmemişti. Tek başına Ecevit'in hayatında sanıyordum. Tek başına, ona yemek gönderecek, onun kapısına gelecek, onu dilediği zaman çağıracak biri sanıyordum.
"Akciğer."
"Ecevit," dedim ne söyleyeceğimi bilemezken. Ecevit'in bu yaşına getirdiği tek mesleği marangozluktu. Onun için kıymetli olduğunu biliyordum. Çünkü insanların en geç ikinci sorusu meslek oluyordu. Ecevit'i mahcup bırakmıyordu, bir cevabı vardı. "Ben çok üzüldüm. Eğer ki istersen, ben doktor sorarım soruştururum. Bu hastalıkta hangi doktor en iyisiyse,"
"Ölecek," dedi kendinden oldukça eminken. "Son aşamada. Çok yaşlı. Tahmin edebileceğinden daha da yaşlı. O da ölümü kabullendi zaten. Ölmeyi bekliyor."
"Hapisten çıkamaz mı?" diye sordum. Bunca uzun vakittir içerideyse çok yaşlıysa ve hastaysa muhakkak bir esneklik sağlanırdı.
"İstemiyor. Gözü yok dışarıda," dedi. Ne dediğini anlasam da benimseyemedim. Kardeşi vardı dışarıda. Son vakitlerini onunla, hatta Ecevit'le geçirirdi.
"Görebildin mi?"
Ecevit gözlerime baktı. Uzunca bir süre sessiz kaldı. Görmedi sandım ya da bana anlattığı için pişman olduğunu düşündüm. "Gördüm, helalleştik. Ben birinci derece yakını olmadığım için görmem uzun sürdü. O yüzden gelmem geç sürdü."
Ecevit için bu adamın nasıl kıymetli olduğunu ölçüp tartamadım. Sorup soruşturamadım da. Ecevit'in hapis hayatı hakkında soru soracak kadar aklımı kaçırmamıştım. O anlatmak istemişti ve biraz anlatmıştı ama o adamın biraz olsun Ecevit'e yardımı dokunması benim içimde bile müthiş bir minnet doğururdu. "Kardeşi nasıl?"
"Kötü."
"Çok kızmıştır," diyebildim. Ondan gizlenmişti. Ecevit dudaklarını aşağı doğru kaydırdı ve cevap vermedi. "Onlar için yapabileceğim bir şey varsa yapabilirim Ecevit. Biliyorum zaten bir şey gerekiyorsa sen yapmışsındır ama aklına bir şey gelirse ben seve seve yardımcı olurum."
Belki de Farah'ın o geceki bakışlarını yanlış yorumlamıştım. Kadının benimle işi bile yoktu. Derdi bambaşkaydı. Ben üstüme alınmıştım. Dün gece de çok öfkelendiğimi hatırlıyordum o kadına. Ecevit'in vefa borcu olan bir adamın kardeşiydi. Ecevit yüzüme bakıyordu. Apaçık şekilde rahatsız oldu söylediklerimden. "Onları tanımıyorsun bile," dedi. "Ne yardımı?"
"Sen tanıyorsun," dedim. Bu benim için yeterliydi. "Ne fark eder ki gerisi?" Yine de tatmin etmedi bu söylediklerim onu. Konuyu kapatmak istedi. Anladım. Özeliydi bu onun, benimle paylaşmak doğru gelmedi muhtemelen. Zaten yapabileceğim en etkili şey çok iyi bir doktor bulmaktı. Onun da etkisiz olacağını söylüyordu. Ecevit'in konuştuğu adamların, eli ayağı olmuş kişilerin, yardım aldığı kişilerin o adamla ilgili olduğunu hissettim. O adam da hapisteydi. Suçluydu yüksek ihtimalle. Belki de Ecevit'e bazı şeyleri bu suçlu adam sağlıyordu.
"Çok fark eder," dedi. "Tanımadığın insanları dert edinme kendine. Ben sana bunları anlattım çünkü ben sana su verme sözünü verirsem çölün ortasında da gider o bir yudum suyu bulurum. Dün gecenin bir vaktiydi. Hastaneye götürmek aklıma gelmedi o an. Sonra da iş işten geçti. Ben aramak isteyene kadar vakit geç oldu, uyudun sandım. Ararsam korkardın, atağını tetiklemek istemedim. Aramayayım uyusun dedim."
"Ecevit adam hastaymış," dedim, bana ne anlatıyorsun demek ister gibi. "Ölmek üzere adam."
"Sana ne adamdan? Sen kendini düşüneceksin. Kafan güzelken kendi hakkını daha iyi savunuyorsun. Ben sana bir şeyin sözünü verdiysem sen onu benden bekleyeceksin. Amalar fakatlar beni ilgilendirir. Sen kendini düşüneceksin, hakkını arayacaksın."
Başımı iki yana salladım. Onunla aynı noktada değildim şimdi. Amalar beni çok ilgilendiriyordu. Elbette gidecekti. Bana gel deseydi gider miydim onunla? Elbet giderdim. Babamı gördükten sonra o adama gitmeyip gelip babamla uğraşsın istemezdim zaten. "Ben eninde sonunda babamla denk gelecektim ama sen o adamı belki bir daha hiç göremeyecektin."
"Dua ölüye değil yaşayana okunmalı diye bir laf var biliyor musun?" Bilmiyordum. Aksine duayı hep ölüye edilir sanıyordum. "Baban dün gece sana tam olarak ne söyledi? Şimdi anlat bana, bakalım vaziyete. Canını yaktı mı?"
"Kılıma bile zarar verirse darp raporu alıp kanal kanal dolaşacağım dedim."
Bunun gözlerinde nasıl bir parıltı yarattığını kendi gözlerimle gördüm. Gülümsemedi belki ama o parıltı, doğrusunu yaptığımın bir kanıtıydı. "Aferin sana," dedi yine küçüklüğünden beni taktir ederken. "Sonra?"
"Sonra kavga ettik. Damarına basmak için ben gelen belediye başkanlığı teklifinden bahsettim o da bana böyle bir durumda nasıl bir propaganda uygulayacağından."
Ayrıntıya girmedim. Zaten dün gece hayal meyal anlattıklarımı anımsıyordum. Neden bahsettiğimi biliyordu. "Ben de propagandaya karşılık propaganda dedim."
Ecevit'in gözü boğazıma kaydı. Burada çok durmayalım diye, "Ecevit'i öldüreceğim dedi," Ayrıntı ekledim.
"Cehennemin dibine kadar yolu var. Yerim yurdum belli. Gelsin öldürsün. Ne cevap verdin?"
"Sen Ecevit'i öldürmüyorsun değil öldüremiyorsun dedim."
Yine o ışıltı geçti gözlerinden. Bu kez gülümsedi de. Gizleyemedi. "Aferin sana," dedi yerinden kalkarken. Ne o deşti ne ben deştim. İstese de daha fazlasını anlatmayacaktım zaten. Sobanın önünden geçerken durdu. Borularına dokundu. "Bunların da bir sınırı var, o sınırın üstüne çıkarsan ya soba patlar ya da metal erir. Dün içeri girdiğimde elli dereceydi içerisi."
"Üşümüştüm."
"Yalanını sevsinler senin." French Press'i çıkardı. "Git duş al kendine gel biraz hadi. Kahvaltı hazırlayayım ben de." Ben hareket etmedikçe Ecevit'in baskıları arttı. Beni zorla sürükleyecek raddeye gelene kadar direndim sonra kalktım, gittim sıcak suyun altına girdim. Beni kötü bir insan yapar mıydı bu bilmiyordum ama biraz olsun içimdeki oyuğu küçülttü hasta bir adamın olması. Ben kötü bir insan yemin ederim değildim ama o adamın varlığı bana iyi geldi. Yemin ederim hasta olması mutlu etmedi beni. Sadece Ecevit'in çıkıp gidişi içimde bir noktaya oturdu. Ama yemin ederdim ki ben kötü biri değildim. O adama da kardeşine de dua ettim.
***
Ecevit kupada çay içmekten biraz mutsuzdu.
Sucuklu ve kaşarlı menemen yapmıştı bize. Ekmeğimizi de tavada ısıtıp öyle koymuştu sofraya. "Bugün gidip kediye bakmamız lazım," dedi. "Sen onun için birini buldun mu?"
"Henüz sormaya fırsatım olmadı."
Göz devirdi adeta. Tamam arayacaktım bugün yarın Hilal'i. Yüzsüz gibi aylar sonra kedi sahiplenir misin diye soracaktım. "Burada kalacaksan onu da yanında getirebilirsin birini bulana kadar ama gidince geri götüreceksin."
"Velayeti bende mi bu kedinin Firuze? Ben niye her yere kendimle götürüyorum?"
"Sen sahiplendin çünkü..."
"Ciddi misin sen?"
Ekmeğimi önümden menemene bandırdım ve ona bakmayı bıraktım. Bakışları yine beni zora sokmaya başlamıştı. "Sen bugün ara birilerini, görmeye gidince alıp gelelim, kime vereceksek verelim."
"Bir hafta vaktim dolmadı daha Ecevit," dedim hızla. Arayacak birilerim yoktu. Bunu Ecevit'in olmadığı bir ortamda yalvara yalvara yapmalıydım tek kişiye. Bunu görsün ve bana daha fazla kızsın istemiyordum. "Sen bugün git gör, ben halledeceğim birkaç güne."
"Sen de geleceksin," dedi.
"Niçin?"
"Bir süre sen nereye ben oraya, ben nereye sen oraya. Başka türlü olmuyor. Zebellah gibi üstümüzde baban."
"Pavyona gidince de geleceğim yani hep?" Tek derdim bu değildi. Yemin ederim değildi sadece bu geldi o an aklıma. Boşluğuma geldi.
"O konuya şu an girme," dedi huysuz bir sesle. Asıl ben bu konuya giriyorsam onun böyle bir şey söylemeye hakkı yoktu. Ben aşmış da girmiştim, o mu girmeyecekti?
"Niyeymiş o? Konuşamadık zaten pavyondan sonra."
Ne o bana öğrendiklerini anlatmıştı ne de ben ona öğrendiklerini anlatmıştım. Bir an önce konuşmamız lazımdı. "Ben sana dedim mi gidip barmenle konuş diye?" O kadar saçmaydı ki söylediği, şaka yapıyor sandım. Yüzüne baktım şakasını görmek için. Hayır ciddiydi.
"Pardon anlamadım?"
"Sana bütün yol boyunca yapacaklarını anlattım değil mi? İlk söylediğim neydi? Karşı cinsle göz teması bile kurma dedim."
Elimdeki çatalı bıçağı ekmeği bıraktım. Yan yana oturuyorduk zaten. Bedenimi eğdim ve tümüyle ona döndüm. "Sen varsın diye masaya kadın gelmiyor dedin, beş dakika kalkıp tuvalete gittim, döndüğümde kadın vardı masada. Sen de bana," Elimi kaldırdım ve aynı işareti yaptım. "Aynen böyle gelme dedin. Masaya kadın almışsın beş dakikada."
Ona iftira atmışım, onurunu zedelemişim gibi şekilden şekle girdi ve hızla düzeltti. "Ben almadım, kadın oturdu."
"Tamam sen de zaten biri var dememişsin ki kadın da oturmaya devam etmiş. Bana da gelme dedin, ne yapsaydım? Oldukça medeni ve yetişkin bir insan olduğum için, görev ve sorumluluk bilincim çok yüksektir gittim uzağa oturdum. En son baktığımda kadınla," dedim ve iki elimin işaretparmağının içini birbirine vurdum yakınlığı anlatmak için. "Bu haldeydin. Ben de gittim sırtımı döndüm oturdum."
"Kadından laf almaya çalışıyordum çünkü. Keyfimden mi elin kadınıyla," dedi ve benim gibi iki parmağını birbirine vurdu. Çok celallendik aniden. Parmaklarını kullanmak için bardağını çarptı adeta masaya. "Bu şekildeydim ya da sana gelme dedim."
Parmaklarımı bu kez ben de onun kadar sert vurdum. "Ben zaten farkındayım sarışın kadınla neden bu haldesin," Parmaklarımı gözüne sokmak ister gibi yaklaştırdım. "O yüzden yaklaşmadım. Senin işinin bitmesini bekledim."
"Dur dedin o arada iki kadeh bir şey içeyim bir de oturduğun andan beri sana sulanan adamla sohbet edeyim. Adam da sen oturur oturmaz," dedi ve iki elinin de işaret ve ortaparmağını birleştirip birbirine vurdu. "Bu hale geldi seninle."
"Sen manyak mısın? Sen kadınla ne diye sohbet ettiysen ben de fırsatını buldum adamla sohbet ettim işte. Adamın çenesi düşüktü, kullandım tabi. Ne diye gittik oraya?"
"Ben sana bunu yap demedim ki?" diye yükseldi. Kendini korkunç haklı görüyordu. Tamam o bana karşı cinsle göz göze gelme dediyse ben de sana iş atacak kimseye karşılık verme koru kendini demiştim.
"Ben sana masaya kadın al dedim mi?"
"Firuze sen ne dediğinin farkında mısın?"
"Farkındayım tabi," diye ben de çıkıştım. Benim masadaki yerimi başka kadına vermişti ağzımı açıp tek kelime etmemiştim ama konuşan yine oydu. "Ben senin yanında süs gibi durayım diye gelmiyorum. Bir işe yaramak için geliyorum."
"Ben sana etrafı gözlemle dedim sadece. Kaç kişi çalışıyor, kim ne yapıyor, kim girip çıkıyor bu kadar. Senin görevin buydu. Ben kadınla konuşurken sen de bunu yapacaktın."
Dudağımın ucuna gelen senin görevin de konsomatrisle oturmak değildi cümlesini zorlukla yuttum. Ben yetişkin bir insandım. O yapması gerekeni yapmıştı. Ben de yapmam gerekeni yapmıştım. "Sen dedin, ben kabul etmedim. Kendi kendine söyledin. Her şeyi geçtim, bir daha gideceğimiz, belki bir daha lazım olacak adama ne yaptın? Bu şekilde mi iş yapıyorsun sen? Adam konuşuyordu! Biliyordu da bir şeyler. Geldin adamın elini tuttun, senin o elini bilmem ne yaparım dedin."
"Götüne sokarım dedim," dedi açıkça. Anlık bir tepki olmadığını apaçık belli etti. Parmak uçlarımı masaya vurdum.
"Sebep?"
"Sebep mi?" dedi çıldırmış bir sesle ve kalktı yerinden. Çok öfkelendik birbirimize. Üzerinden yarım gün geçmesine rağmen ikimizin de tansiyonu yükseldi. "Adamın yaptığı tacizdi."
"Kadını öpmek istedin mi?"
"Kızım sen manyak mısın?"
"Yani kadının yaptığı da tacizdi," dedim. Her şey çok basitti. Görmüyor muydu? "Ben gelip kadına bir şey yapmadım. Çünkü aklı başında, oldukça mantıklı, nerede yapması gerektiğini bilen yetişkin bir kadınım ama sen..." Doğru kelimeleri seçemedim. "Ben zaten o adama engel olabilirdim. Kaldı ki merdiven altı bir yer değildi. Sesimi yükseltsem zaten birileri gelirdi. Adam beni deniyordu. Ben de kasti olarak baştan sert tepki vermedim. Suyuna gittim. Çünkü başka şansımız yok. İşimize yarayan kimsenin bileğini bükmüyoruz."
"Adam seni deniyordu?" diye sordu dudaklarından ufak bir ıslık çıkarken.
"Seher'i tanıyor."
"Vay anasını satayım. Nasıl yararlı risk alınacak bir bilgi bu. Sen kendini korumayı öğrenene kadar, beni arabanın içinde bekliyorsun artık."
Her gün duvara laf anlatır gibi Ecevit'e laf anlatıyordum. Ben de kalktım yerimden. Üzerimde V yaka mavi bir kazak vardı. Yakasını çekiştirdim ve soluklandım. Nefesimi daralttı. "Sardık en başa. Allah'ım sabır ver!" diye bu kez ben sabır diledim.
"Allah asıl bana sabır versin! Sandalyeden düşecektin. Biraz daha adamdan uzak duracağım diye geri gitseydin sandalyeden düşecektin. Anlat anlat adamla ne konuştun? Ne söyledi sana koca sandalyede yerlere atmadığın kaldı kendini?"
"Adam barmen, haftanın birkaç günü geliyor ama Seher'le arası iyi. O adam işimize yarar. Bu kadının çocuğu varmış."
"Al bak. Yalancıya bak. Baktırdım ben nüfusuna. Yok çocuğu kadının. Sırf senle konuşmak için sallamış. Sen de inanmışsın."
Barmen ne kadar eminse Ecevit de o kadar emindi kendinden. Ben şüpheye düştüm ama o hiç düşmedi direkt olarak adamı yalancı ilan etti. "Nasıl yok?" diye sordum. Sohbeti düşündüm. Hayır oldukça akışta ve yalan gerektirmeyen bir ayrıntıydı bu.
"Yok. Kadın ne evlenmiş ne de çocuğu var. Adam seninle sohbet etmek için yapmış işte."
Ellerimi belime koydum. Baştan canlandırdım tüm sohbeti. Konu oraya nasıl gelmişti? Patronunla da yattın mı? "Hayır Ecevit," dedim hemen. "Hayır yalan söylemedi. Böyle bir yalana ihtiyacı yoktu adamın. Alelade söyledi. Laf arasında. Hayır bak hatırlıyorum. Kendini övüyordu, yok böyle kadın tavlarım yok böyle tavlarım diye. Ben de dedim ki patronunla da yattın mı?"
"Ne dedin, ne dedin?"
"Patronunla da yattın mı, dedim. O da hayır elli yaşında çoluk çocuk sahibi kadın dedi. Elli yaşında der geçerdi. Öylesine verdi o bilgiyi. Ben üstüne gittim. Kadının kızı var. Eminim ben. Böyle bir yalana ihtiyacı yoktu o an. Hatta bir yerden sonra konuyu kısa kesmeye çalıştı çünkü işine yaramıyordu."
Yere bakıyor, küçük voltalar atıyordum. Tek çocuğu var demişti değil mi? Her şey çok üst üste gelmişti? Allak bullaktı. "Bir tane mi çocuğu var dedi?"
"Öyle hatırlıyorum. Bir kızı var dedi. Baya kızına düşkünmüş. Anladığım kadarıyla bu adam zaten oradaki çalışanlar gibi değildi. Bir kere denk gelmiş zaten kızıyla. Kızını tavlasaydın dedim. Hem beni mahveder dedi hem de küçüktü dedi."
Ecevit eline telefonu aldı. Bir şeyler kurcaladı. Sonra başını kaldırdı bana. "Nüfus örneği," dedi bana uzatırken telefonu. Aldım elimden ve baktım. Ne evlilik ne de çocuk gözüküyordu. "Evlilik dışı diye çocuğu üstüne mi almadı acaba?"
"Bu kadın bunu mu umursar?"
Hayır umursamazdı. Kadının yaptığı iş belliydi. "Böyle tiplerin düşmanı çok olur," diye bir fikir üretti. "Çocuğu üstünde göstermek risk olabilir."
"Ya da soyadından dolayı toplumda mimlenmesin diye. Bu kadının adını yazsak bir yere çıkıyor kim olduğu. Çocuk büyük değilmiş yani öğrenci. Lise çağlarında eğer ki okuyorsa."
"Annesinin soyadını almaz ki," dedi Ecevit. Parmak uçları sakallarında dolaştı. "Tabi eğer ki baba çocuğu biliyorsa ya da istiyorsa. Başka bir şey biliyor musun?"
"Biraz daha sabretseydin öğrenirdim. Senin oturduğun kadın hiç mi bir şeyden bahsetmedi?" Resmen keyfi olarak kadınla oturup sohbet etmişti. Bir bilgi bile yok muydu elinde olan?
"Bir mafya babasının metresiymiş. Onun dışında evlenmediğini, çoluk çocuk da olmadığını söyledi. Ayrıca yine olsa yine kalkardım. Onu karıştırma," dedi geri adım atmadığını belli ederken. Gözlerimi devirdim. Görmezden geldim. Her şey birbirine girdi.
"Mafyadan mı yani kız?" diye sordum ama çocuk büyüktü. O kişiyle evli olmaz mıydı?
"Bilmiyorum, annesi olarak niye kalmamış ki? Tutarsız ya da biz bulamıyoruz."
Ortada bir kız çocuğu vardı, bu kadın Şeyh Raşit'in eski sevgilisiydi. "Ama bir şey söyleyeceğim. Çocuğun yaşı Raşit'le olan ilişkiye tutuyor yani tam sene tutuyor mu bilmiyorum ama Raşit şimdikinden daha makul."
Raşit'tense babasının soyadını almaması işte şimdi mantıklı bir sebepti. Aramıza derin sessizlikler giriyordu. "Belki de görüşüyordur kız babasıyla?" diye konuştu o bir zaman sonra. Heyecanla korku aynı anda bastı beni. "Ama bu kadın kızının babası adına mı gizli tanık oldu?" dedi. Sesli düşünüyordu.
"Adım adım gidelim. Raşit'in kızıysa ne işimize yarayacak?"
"Kız babasıyla görüşüyorsa bizi Raşit'e götürecek."
İlk tiki attım kafamda. Tamam aksi durumdan önce başka bir ihtimal düşündüm. "Raşit babası değilse?" Ecevit parmaklarının tersini çenesine sürtüyordu. "Kadının bir kızı var ve kütüğünde değil. Biz zamanında gizli tanıklık yaptığı adamı ona soracağım, söylememe olasılığı yüksek. Öyle bir durumda," dedi ve gözlerime baktı. İçimdeki parıltının sesini duydum. Parmağımı şıklattım.
"Kütüğüne bile almadığı kızını kullanacağız. Bu kız elbet birinin kütüğünde ve bu kadın bir şeyleri bunca yıldır gizliyor."
"Kadının kızı değilse?" diye sordum son ihtimale de tik atmak için. "Sonuçta kendi kütüğünde değil. Belki başkasının çocuğu ama kendisi alıp baktı."
Bu en az işimize yarayacak ihtimaldi. Diğer ihtimaller bizi daha çabuk sonuca ulaştırıyordu. "Kızına düşkün mü?"
"Çok düşkün..."
Ecevit kollarını iki yana açtı. "Eminim kızın gerçek ailesi de kızına çok düşkündür." Çok hoşuma gitti bu cümle. Gülümsedim ve başımı salladım. Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Bir de acaba bu mafya babasının eşi kim?" dedi, demesine ama bir gerçeği de bana hatırlattı. Ortada bir de bu kadının arkasında olan mafya babası vardı.
"Sevgilisini üstümüze salarsa?"
Ecevit dudaklarını büzdü. "Cengiz abi hep der ki benim ölüm bile çoğunun sağından daha kıymetlidir Ecevit diye. Bakarız doğru mu söylüyor diye. Çay içecek misin?" dedi bardaklarımızı alırken.
"İçerim," dedim ben de bunca sıkıntının arasında. "Ne yapacağız?"
French Press'teki çayı ikimize bölüştürdü ve üzerine kaynar su ekledi. "İki medeni insan gibi gideceğiz, konuşacağız. Konuşursa ne âlâ ha eğer konuşmazsa, yaka paça dışarı atılırsak sonraki görüşmeyi kendisi ayarlar paşa paşa. Bana hava hoş. Sana?"
Çayımı uzattı. Omuz kaldırıp indirdim. "Sana hoşsa bana da hoş," derken dumanı tüten çayımı aldım. Bir yudum almadan önce konuştu.
"Harika."
***
Her insan sorduğu soruya cevap almak isterdi. Ben de her insan gibiydim. Ecevit'ten cevap alamadıkça sorularımı katlayarak arttırıyordum. Dün Ecevit akşama kadar bu kadının soyunu sopunu araştırmıştı masamda. Hepsinin kaç çocuğa var, kaç evlilik yapmış, kız çocuklarının yaşları ve daha fazlasını teker teker not almıştı. Soyağacına bakmıştı. Sonra bazı adamları aramıştı. Cengiz denen adamla alakalı adamları. Olası bir sıkıntı için şimdiden hazırlık yapıyordu. Gitmesi gerekmişti bir ara ama beni götürmek istemediği için gitmemişti. Sanırım bir kere de Farah'la konuşmuştu. Abisinin nasıl olduğunu sormuştu. Bense yorgun düşmüş uyumuştum atölyenin koltuğunda. Uyuyup uyandığımda altımda yastığım üstümde battaniyem vardı.
"Niye bu sefer ben stajyerim, sen stajyer ol? Sen bir kere stajyer rolü yaptın, onda daha iyiydin. Niye stajyer olmadın yine? Sen niye stajyer değilsin de ben stajyerim?"
"Allah'ım hesap soruyor," dedi artık sabredemeyip. "Hesap soruyor kafayı yiyeceğim, hesap soruyor."
"Hesap sormuyorum soru soruyorum. Ne sinir bozucu bir adamsın Ecevit sen ya," dedim sıkılmış bir sesle.
"Kafamda konuşmayı kuruyorum, bozuyorsun. Ben kuruyorum sen bozuyorsun."
"Dışından konuş o zaman ben de duyayım. Ben de fikir üreteyim."
"Ya da sen de içinden kur? Nasıl fikir?"
"Rezalet."
Kollarımı kucağımda bağladım ve önüme döndüm. Kadına kendimizi avukat diye tanıtacaktık en başta. En azından karşısında hukuk insanı olduğunu düşünür bir şey yapacağı varsa yapmazdı ya da illegal bir şey dönmediğini düşünür bir ihtimal yardımcı olurdu. Sonuçta kendisi o ifadeyi vermişti. Aslında çok büyük isteklerimiz yoktu. Seneler önce savcıya söylediklerini bugün bize söylemekti. Söylerse çıkıp gidecekti. Söylemezse şansımızı zorlayacaktık ve yaka paça dışarı atılacaktı. O noktada biz de çirkinleşecektik.
"Ya barmen senin adını kapıya verdiyse ve seni içeri almazlarsa?"
"Hiçbir sikim yapamaz."
O her küfrettiğinde, onun ağzından ilk kez küfür duyuyormuş gibi oluyor, utanıyor ve içten içe de kızıyordum ona. Duymamazlıktan geldim. "Öyle bir durumda sen kalırsın ben girerim."
"Firuze kadın zaten bugün geleceğimizi biliyor. Misafir niyetine gidiyoruz. Barmenin fikrinin önemi var mı sence?" Bilmiyorum, kadının barmenle arası çok iyiydi. "Sen önüne bakarak yürü. O herifi görürsen zaten, kafanı çevir. Olaysız çıkalım."
"Ben zaten olay çıkarmıyor sen çıkarıyorsun."
Söyledikleri boş duvara çarpıyor gibi hissetti sanırım. Sinir harbiyle soluklandı, "Sabır selamet," dedi yalnızca. Çantamda bir biber gazım vardı. Lazım olursa diye yanıma almıştım. Üzerimde yine siyah bir elbise, ama bu kez kalın askıları vardı ve tümüyle dümdüzdü, altımda siyah topuklu ayakkabılarım vardı. Geçen seferki gibi çirkin bir abartıda makyaj da yapmamıştım. Bir avukatı temsil ediyordum.
Yolun devamında ben de konuşmayı planladım kafamda demek isterdim ama olmadı. Kadın nasıl dönecek tahmin edemiyordum. Belki de çok yumuşak başlı biri çıkacaktı, hemen söyleyecekti. Olamaz mıydı? Bu da bir ihtimaldi. Ecevit arabayı durduğunda, camda dışarıyı kontrol etti. "Çantanı versene Firuze," dedi. Hiç sorgulamadan uzattığımda eli beline gitti ve beklemediğim anda silah çıkardı.
"Ecevit," dedim korkuyla.
"Önlem sakin ol," Arabanın zeminine doğru tuttu ve emniyetini kontrol etti. Sonra çantamın içine koydu dikkatle. "Üstümü aralarsa diye. Benden yana olan elinde tut çantanı. İçeri geçince hemen alacağım senden. Hadi," dedi ve çantamı uzattı. Daha önce hiç silah da tutmamıştım, silah olan bir çanta da taşımamıştım. Stres yapmadım desem yalan olurdu ama bunu uzun uzun yaşamak için vaktim yoktu. İkimiz de aynı anda arabadan indiğimizde Ecevit bana döndü, elini uzattı. Koluna girmemi değil, elini tutmamı istedi. Çantanın kulpunu bileğime doladım ve hızla Ecevit'in elini tuttum.
Yine koca bir ülkenin elinden tuttum sanki. Öyle büyük, öyle sıcak, öyle güvenliydi. Silahın varlığını unutturdu.
"Avukat Ali Ecevit Tarhan," dedim karşıya bakıp yürürken. "Ve Stajyer Avukat Firuze," diye tamamladım. Amacım bir karşılık değildi ama Ecevit'in elimi tutan eli sıklaştı. Daha sıkı kavradı elimi. Önüne geldiğimiz adamlara "Seher Hanım'la görüşmemiz vardı," dedi Ecevit. Adamlar önce birbirlerine baktılar sonra başlarını salladılar ve kulaklıktan içeriye bilgi geçtiler. Çantam büyük değildi zaten. Ecevit benim kabanlarımız arasında kayboluyordu.
Ecevit'in planladığı başımıza geldi. Ansızın, "Üstünüz," dedi adam ve bize bir adım yaklaştı. Korkuyla elimdeki eli sıktım. Üstümde bir şey yoktu ama çantaya dokunmaları bile yeterdi. Ecevit önce elimi sıktı sonra bıraktı ve yavaşça önüme çıktı. Ellerini hafifçe kaldırdı ve üstünün aranmasına izin verdi. Adam "Tamam," dedi ve geri çekildi. Tam bana doğru da bir adım atmıştı ki Ecevit adımının önüne adımını koydu ve "Hayır," dedi. "Böyle bir usul yok." Adımının arkasından kendisi de bedenini aramıza aldı. Gövdesinin arkasında kaldım.
"Aramadan içeri alamam."
"Tamam kadın bir çalışanınız gelip arayabilir. Sen arayamazsın."
"Kardeşim kimsenin yanındaki kadında göz-"
Hiç es vermeden ben de kafamı uzattım. "Ben de izin vermiyorum. Vücuduma dokunamazsın. Kadın bir çalışan varsa gelsin baksın."
Adamlar birbirine baktı ve işaret etti. "Sorsana bir içeriden biri boşta mı diye?" Ecevit'in koluna tutundum ve adamın gidişini izledim. Biriyle dönerse ne yapacaktım? Üstümü arayabilirlerdi önemli olan çantaydı.
"Böyle de olmaz ki," diye söylendim. "Yani madem çok aramak istiyorsunuz buraya bir kadın çalışan da koyun. Benim vaktim kıymetli ben beklemek istemek istemiyorum."
Ecevit'le göz göze geldiğimizde bana sus der gibi baktı. Ama hayır yanlış biliyordu işte. Adam benim sorunlu bir tip olduğumu sanacaktı ve uğraşmamak için bırakacaktı. "Bir de bu kanunen da doğru değil. Yani burada arama mantığıyla insanların bedenine dokunamazsınız. Anayasada yazıyor bu,"
Ecevit belime yerleştirdiği eliyle bel boşluğumu sıktı.
"Çok kısa sürecek," dedi adam.
"Ben kısa falan bilmem. Bekliyor muyum? Bekliyorum. Rezillik. Başka bir şey değil."
Giden adam uzun koridordan hızlı adımlarla geri geldiğinde yanında bir kadın yoktu. Keyifle gülümsemek istedim. "Sonuç?" diye sordu Ecevit. Adamlar kendi aralarında konuşuyorlardı.
"Biraz hızlı olur musunuz? Hadi. Bulamadınız mı içeride bir kadın?"
Adam başını salladı ve "Buyurun Hanımefendi," dedi sonra. Başımı salladım teşekkür eder gibi ve geçtik yanlarından. Adamlardan biri peşimizden geliyordu.
"Uyumlu değil uyumsuz olursan istediğini yaptırırsın. Bunları yaz bir kenara," diye fısıldadım.
"Bak sen..."
"Tabi," dedim keyifle. "Ne zaman alacaksın? Çantamda rujum var."
"Tamam ruju çıkarmak için çantayı aç ama geri kapatma. Adam bizi köşeden götürmeye çalışacak ama şu dans kalabalığına çek aniden beni, kısa bir an dibime gir."
Ne dediğini duydum da anlamadım. "Ne yapayım?"
"Dur ve dibime gir, aramızdaki boşluğu kapatıp alacağım."
Silahla buraya girmekten daha çok stres yaptım. Ecevit'in elinden tutmasam yürümeyi bırakacaktım. Kalabalık tek bir alandaydı. Adam tahmin ettiği gibi bizi köşeden yönlendirdi. O noktaya gelene kadar da heyecanımı yitiremedim. Ansızın durdum ve onu dans kalabalığına çektim. Dans edilmiyordu aslında insanlar arabesk şarkıyla şekilden şekle giriyordu. "Dans etsene benimle," dedim. Elimi ayağımı nereye koyacağımı bilmiyordum. Kötü olansa söylenen şarkı asla dans edilecek gibi değildi.
Orhan Gencebay'ın şarkısı güzel bir kadının sesinde, "Öyle bir dert verdin ki kendime gelemedim," Cümleleriyle duyuluyordu. Elimi Ecevit'in göğsüne yasladım. Çanta bileğimden kaydı ve ikimizin karnının arasında sıkıştığı an elim çantamın içine gitti. "Çıkmaz bir sokaktayım yolumu bulamadım."
Silahı tekte çıkardığım an Ecevit beni belimden yakaladı, bedenini bedenime tümüyle bastırdığında onu tümüyle hissettim. Neye uğradığımı şaşırdım nevrim döndü. Tüylerim ürperdi. Kısa bir an kalbim göğüs kafesimi parçalayıp boğazıma kaydı sanki. Gözlerimi sabit tutamadım. Birine çarptık, hızla silahlı elimi onun kabanının içine geçirdim. "Pardon," dedi Ecevit çarptığımız kişiye ve bedenimi tümüyle kaldırdı tek koluyla. "Dans etmeyeceğiz," dedi şuh bir tavırla gülümseyerek, insanların bizi duyduğunu bilerek. Tek bacağımı kırdım ve saçlarımı savurdum.
"Şaşıran sen mi yoksa ben miyim bilemedim."
"Dans edelim," diye tekrarladım. Kemerini yakaladığım an silahı itmeye çalıştım ama cesaret edemedim. Ecevit alnını alnıma yasladı, "Korkma it," dedi dişlerinin arasında. Dışarıdan nasıl gözüktüğümüzü tahmin bile edemiyordum.
"Ya emniyeti açılırsa?"
"Çocuk oyuncağı değil, tüm gücünle it."
Alnımı alnından kaydırdım ve boynuna doğru ittim başımı. "Ecevit yapamayacağım," dedim kulağına. Silah patlarsa Ecevit'i direkt olarak ciğerinden vuracaktım. Onun da yüzü aynı konumda bana sokuldu. Dudaklarını boynuma sürttü. "İt!" diye emretti. Boşta olan eli kabanını düzeltir gibi yaptı ama elime destek oldu. Kemerini çekiştirdi ve ittiğimde silah oturdu. "Aferin sana," dediğini duydum. Elimden tuttu ve ellerimizi çıkardı içinden. Başını dikleştirdi ve beni havalandırdığı konumdan indirmeden o kalabalıktan çıkardı. Başımı gömdüğüm yerden çıkardım ve ona baktım.
"Seni getirdiğime pişman etme!" diye yükseltti sesini. Adam bizi dinliyordu. "İş başındayız. Seni getirdiğime pişman etme. Çeki düzen ver kendine," dedi ve çantamı işaret etti göz ucuyla. Kendimi silktim ve çantamı kapatırken utanmış gibi davrandım. "Pardon, özür dilerim," dedim.
"Anlamadım?"
"Pardon, özür dilerim."
"Ne dilersin?"
"Özür dil- Ecevit!"
Sinir bozmak için ortam seçmiyordu. Ecevit bana yeniden elini uzattı ve adama tamam dercesine başını salladı. Adam önümüzden yürüdü bu kez. Birkaç kapıdan geçtik. Kapılar azaldıkça pavyonun o gürültüsünden de havasından da uzaklaşıyorduk. Ecevit elimi sıkıca tutmuştu, adımları da benim yetişeceğim kadar hızlıydı. Her kapıdan geçtiğimizde bu son desem de bir tane daha açılıyordu. Sonunda adam bir kapıyı çaldığında anladım geldiğimizi. İçeriden gereken sesi aldığında kapıyı açtı ve bizim geçmemiz için geri çekildi. Ecevit beni önüne aldı, öyle geldi. Masanın başında bir kadın oturuyordu. Kızıl saçları vardı, saçlarına siyah kadife bir taç takmıştı. Gözlerinde ışıltılı bir makyaj vardı. Kırışıklıkları ve sarkmalarını makyaj kapatamamıştı elbet. Üzerinde boğazlı kırmızı bir kazak vardı. Tam oturmuştu. Büyük göğüsleri göze çarpıyordu.
Bizi görünce kalkmadı yerinden ama bedenini dikleştirdi. "Hoş geldiniz," dedi. Gidip elini mi sıkmalıydık? "Bizim Leman'ın misafirleriydiniz değil mi?"
Ecevit elini uzattı. "Hoş bulduk. Leman Hanım'ın misafiriyiz evet. Avukat Ali Ecevit ben," dedi. Soyadını özellikle vermedi. Ben zaten hiç vermemeliydim. "Stajyerim Firuze."
"Merhaba."
"Avukat," dedi kadın kaşlarını çatarken. "Avukat olduğunuzu söylemedi sanki. Ya da ben unuttum. Her neyse? Ne içersiniz. Oturabilirsiniz şöyle. Alkollü alkolsüz? Çay kahve?"
Su tek ihtiyacımdı ama sustum. "Teşekkür ederiz ama bir şey içmeyeceğiz."
Kadın umursamazca telefona uzandı ve "Üç tane çay getirsenize," dedi. "Buyur dinliyorum. Neyi görüşmek istediniz benimle?"
Ben sustum, sözü tümüyle Ecevit'e bıraktım. O girişi nasıl yapacağını bütün yol düşünmüştü. Ben gereken yerlerde girecektim. "Söylediğimiz gibi biz avukatız ve geçmişten bir davanın peşindeyiz."
"Hiç hoşuma gitmeyen şeyler söylemeye başladın avukat. Ben ne dava severim ne avukat severim. Benimle ne ilgisi var davanızın?"
"Bir müvekkilimiz var. Doksanlarda çocuğu kaçırılmış. Bulunmamış. O dönem bir çocuk çetesi vardı. Başında olan ismi size soracağım tanıyor musunuz kendisini?"
Kadının zaten suratı pek gülmüyordu ama suratı tamamen asıldı ve oldukça gerildi. "Benim çocuk kaçırmayla bir işim yok," dedi. Biz fazla mı açık sözlüydük? Kadın beynimize sıkacak gibi hissettim. Ecevit'in bacağına dokundum. "Yanlış kişiye geldiniz. Benim işim bambaşka. Çolukla çocukla işim yok benim."
"Şeyh Raşit desem?" dedi Ecevit duraksamadan. Kadının gerginliği ona geçmedi ya da korkmadı bilmiyordum. "Tanıdık geldi mi?"
"Gelmedi," dedi kadın ve kapıya baktı. Böyle bir kadını, bir isim ne kadar tedirgin edebilirse o kadar tedirgin etti.
"Ama seneler önce kendisi için gizli tanık olup ifade vermişsiniz? Hâlâ mı tanımadınız?"
Kadın yutkundu ve adeta renk attı. Kapı çalındığında bile irkildi. Halbuki çay gelmişti. Bir kadın girdi içeri. Büyük bir kadındı. Önümüze sırayla çaylarımızı bırakıp geri çıktı. "Siz kimsiniz?" diye sordu kadın gözlerimizin içine bakarken.
"Avukatız," dedim. "Tedirgin mi oldunuz? Sadece soru sorup gideceğiz. Sizinle hiçbir derdimiz yok."
"İnsanların benimle derdi olmaz zaten benim insanlarla derdim olur," dedi kadın. "Şimdi kalkın ve terk edin mekanımı."
"Seher Hanım," dedi Ecevit ve çayına uzandı. Hani böyle yerlerde hiçbir şey yiyip içmeyecektik.
"Madem insanların sizinle derdi olmaz, o halde oturup konuşabiliriz. Korkmanızı gerektirecek bir durum mu var? Avukat olarak benimle paylaşırsanız seve seve yardımcı olurum."
"Avukat kimliğinizi çıkarın," dedi kadın ansızın. İşte bunu beklemedim. Öyle bir kimlik yoktu. Ecevit'e baktım. Bunu akıl mı edemedik yoksa gerek mi duymadık? Emin olamıyordum. Ecevit geriye yaslandı ve bacak bacak üstüne attı. "Avukat olduğumuza inanmıyor musunuz?" diye sorarken çayından bir yudum aldı.
"Ya avukat kimliğinizi çıkarın ya da terk edin mekânı."
"Pekâlâ," dedi Ecevit. Terk mi edecektik mekânı? Eli cebine gitti ve cüzdanını çıkardı. Oyalıyor sandım kadını ama bir kimlik çıkardı. Kadının önüne koydu. Onun resmini gördüm ama daha fazla okuyamadım. Kadın yeniden birine telefon etti ve kısa zaman içinde bir adam girdi odaya.
"Şuna bir baktırsana," dedi Ecevit'in verdiği kimliği uzatırken. Siktir. Ecevit'e baktım. Çayını yudumluyordu. "Kimlik gelene kadar biz sohbet edelim," dedi.
"Kimlik gelene kadar çayınızı için. Kimlik sağlam gelirse yaka paça dışarı atılacaksınız, kimlik sağlam gelmezse," dedi ve durdu. İkimizi birden işaret etti. "Birbirinize veda edin."
"Ama siz bize hiç yardımcı olmuyorsunuz. Niyetimiz kötü değil. Müvekkilimizin çocuğunu bulmaya çalışıyoruz."
"Senin gibileri ben cebimden çıkarırım," dedi kadın Ecevit'e. Ellerine bakıyordum. Her an silaha gidecek gibiydi.
"Hukuk adamını mı tehdit ediyorsun?" diye sordu Ecevit ve çay bardağını bıraktı. Kadının telefonu çaldığında ikimiz de pür dikkat çalan telefona baktık. Ecevit bana döndü ben kadını izliyordum. Kimlik hakkındaydı bu telefon. Yüzümü yüzüne yaklaştırdı. "Seni buradan çıkartacağım, odadan çıkar çıkmaz on metre ileride bulunan yangın alarmını kır," diye fısıldadı.
Kadın haberi aldı sanırım. Bize bakıyordu. "Ecevit seni bırakıp çıkmam."
"İkimizi de öldürsünler diye mi?" Ölümden bahsediyordu ama beden dili benimle sanki çok keyifli bir sohbet içindeydi. "Seni buradan çıkaracağım, alarmı kır."
Kadından korktuğum hamle geldi ve çekmeceye eğilmesiyle emniyetini açtığı silahı doğrultması bir oldu. Ecevit bana dönüktü ama ben ağzımdan çıkan korku dolu sesle kadına bakıyordum. Tek bir hamle de Ecevit'ten geldi. Benim bile fark etmediğim anda silahını çıkardı belinden. Emniyetini açmadan hızla kadının üzerine savurdu ve tam bileğine bir darbe indirdi. "Siz kimsiniz lan?" diye bağırdı kadın. Düşmüş silahını almasına izin vermedi Ecevit ve hızla kadını kolundan tutup önümüze siper aldı. Kapı kırılırcasına açıldığında sayamadığım kadar adam doluştu içeri. Kadın ve Ecevit önümdeydi. Tutuldum, konuşamadım, hareket edemedim.
Ardı ardına cıkladı Ecevit. "Ama böyle olmaz ki?" dedi. "Ben size insanca soru sordum böyle olmaz ki." Neredeyse yedi sekiz tane silah Ecevit'e doğrultuldu. Yangın alarmını kırmam ne işe yarayacaktı? Çıkış benden uzaklaştı. Lal oldu dilim. "Söyle indirsinler silahları," dedi Ecevit.
"İndirmeyin!" diye bağırdı kadın.
"Söyle indirsinler silahları insanca konuşalım."
"Raşit mi gönderdi seni?" dedi kadın. Aklına gelen de onu çıldırtan da şey buydu.
"İndirsinler silahları anlatayım," diye tekrar etti Ecevit ve ekledi. "Kadın çıkacak, ben silahımı teslim edeceğim, sadece konuşacağım. Sonra da gideceğim."
Kadın itiraz etmeye kalktığında silahının emniyetini açtı ve tekrar etti. "Kadın çıkacak, ben silahımı indireceğim ve sadece konuşacağız."
Yine Aklıma Ecevitim ve Firuzem düşmüşken acaba onları anlatan şarkı hangileri olurdu diye düşündüm
Bence Firuze'nin ki Model Pembe Mezarlık
Ecevitin ki de Elbette Ahmet Kaya Penceresiz Kaldım Anne :'))
İkisinin şarkısıysa Sezen Aksu Tutuklu :))
Keşke dilan kitapta kullansa bir şekilde hepsi onlar için yazılmış gibi
Dilan bu bölümü ikinci okuyuşum lütfeeen yeni bölüm erkenden gelsin
Ecevit gibi of of of bölümün bittiğine inanamıyorum
Ben de Melike’nin bu kadınla olduğuna inanıyorum. Umarım çok güzel bir hayat yaşamıştır ve Ecevit kardeşine çabuk ve zararız kavuşur.
Melikeyi bu kadın büyüttü bence yoksa bu kadar panik olmazdı diye düşünüyorum