top of page

ııı - affeden tarafın dava hakkı yoktur

  • Yazarın fotoğrafı: Dilan Durmaz
    Dilan Durmaz
  • 10 Oca
  • 28 dakikada okunur

Bu hikayedeki bütün kurum, kuruluş ve şahıslar hayal ürünü olup gerçeği yansıtmamaktadır. 


Ocak 1991

“Firuze hadi kızım,”

Küçük kız, bedenini daha da küçülttü ve yatağın içinde anne sıcaklığını muhtaç gibi daha da cenin pozisyonu aldı. Halbuki şu an kaçtığı annesiydi. “Hayırrr,” dedi uzata uzata çatallı bir sesle. Yutkunurken bile acıya boğazından hiçbir şey geçsin istemiyordu.


“Prensesim,” dedi babası arka yerden. “Kızmaya başlıyorum.”


Firuze yorgana sarıldı ve yüzünü sakladı. “Yahu şu yorganı çekme diyorum bu kadar üstüne ateşin çıkacak yine,” annesi yorganı çekiştirdi, Firuze engel olmaya çalıştı ama çok güçsüzdü. Elbette ki kazanamadı. Küçük elleri izin vermedi. Yorganı alabildiler ama yüzünü göremediler kızının. Aylin Akın pes etti ve kalktı yatağın ucundan, bir adım geride duran eşinin yanına geçti.

“Saat de geç oldu ama Ecevit’i mi uyandırsak?”


“Ne münasebet Aylin? Kız hasta ve iştahı kapalı, başka bir çocuk ne yapabilir? Doktor çağırdık az önce, yeni çıktı gitti adam.”


“Ecevit ikna eder o çorbayı içmeye,”


“Hiç hoşuma gitmiyor bu cümlelerin,” dedi adam açıkça. İki küçük çocuktan da bahsediyor olsalar, kız babası damarından olacak bozuluyordu.


“Hiç umurumda değil desem Firuze bu haldeyken? İçerebilecek misin o çorbayı?”

Atilla Akın kendinden emin bir adım attı ama karısı kolundan tuttu. “Zor kullanarak, kaşığı zorla ağzına tıkarak ya da iğneyle korkutarak değil. Bunları ben de yapabilirdim.”


“Aylin bunlar sandığın gibi kızımızda travma bırakacak şeyler değil, aynısını Bülent’e de yaptık.”

“Evet oğlumuzun hırçınlığı bence de bizim yüzümüzden katılıyorum. Şimdi burada sessizce bekle ben Ecevit’i alıp geliyorum,” dedi ve daha fazla bir şey demeden odadan çıktı. Üzerine bir hırka aldı ve dış kapıdan çıktı, bahçenin içindeki müştemilata yürüdü. Saat çok geçti. Bu saatte kendi çocuğu için bir başka çocuğu uyandırmak onu vicdanen rahatsız etti ama bu çok da uzun sürmedi. Açıkçası hiçbir şey onun gözünde Firuze’den daha önemli değildi. Kapıyı birkaç kez tıklattı ve açılmasını bekledi. Kapıyı hamile kadının açması vicdanını biraz daha zorladı. Eli karnındaydı ve biraz korkuyla kendisine bakıyordu.


“Hayırdır inşallah Aylin Hanım,”


“Çok özür dilerim, uyandırmak istemezdim…” dedi samimi bir sesle.


“Buyurun estağfurullah,” dedi Ecevit’in annesi.


“Firuze hasta, ateşi var… İlaçlarını içmesi gerekiyor ama bir şeyler yemesi gerekiyor. Biz yediremedik, Ecevit’i alsam, o ikna eder Firuze’yi.”


Kadın oğlunu uyandırmaz istemezse ne yapar bilmiyordu Aylin Akın. Girip zorla elbette uyandıramazdı. Büyük bir tepki de veremezdi ama içten içe sinirini ne kadar sürede atardı bilmiyordu. Israr edebilirdi. Eli karnında kadının birkaç kez oğlunun odasına ve kendisine bakışına baktı. Aynı şey ondan istense diye düşündü Aylin Akın. Emin değildi kızını tatlı uykusundan uyandıracağından.


“Biraz bekleteyim,” dedi ve gitti. Ecevit bir daha uykuya dalardı ama o kızcağız ağrıyla sızıyla sabahı nasıl edecekti? Bunu düşünerek gitti, oğlunu öpe koklaya uyandırdı. Firuze hastaymış biraz dedi, Ecevit çabucak kalktı yerinden. Kapıya doğru koştu. “Aylin Teyze,” dedi iki kez arka arkaya. Aylin Akın yere doğru çömeldi ve Ecevit’in elinden tuttu.


“Sen uyandırmak istemezdim Ecevit.”


“Firuze çok mu hasta.”


“İlaçlarını içse hiçbir şeyi kalmayacak ama çorba bile içmiyor. Sen bir konuşsan olur mu? Çorbasını içtikten sonra bizde uyursun bu gece olur mu?”


Ecevit koşup eve doğru gitmek istedi. Ne demek çorba içmiyordu. İlaçlarını içmese nasıl iyileşecekti? Nasıl göreceklerdi birbirlerini? Kendini zar zor tuttu ve annesine baktı. Onayı alınca koşmak istedi ama Aylin Akın elini bırakmadı. Daha yavaş yürüdüler. Evin içine girince Ecevit bir an elini bıraktı ve mutfağa doğru koşup kendine de bir kaşık aldı. Hızla yukarıya çıktıklarında Atilla Akın kızının saçlarını seviyordu. Kapıdaki hareketlilikle kafasını kaldırdı ve onları gördü. Kızına doğru fısıldadı.

“Bak kim geldi?”


Firuze’den ses seda çıkmadı. “Ecevit geldi,” dediğinde kapalı tuttuğu gözlerini ışık hızında açtı ve heyecanla kapıya baktı. “Gel evlat.”


Küçük çocuk Firuze’yi o kadar iyi tanıyordu ki hemen hastalığından bahsetmedi. “Ben geldim,” dedi ama aldığı karşılık başkaydı.


“Ecevit ben hasta oldum,”


Anne ve babasını göz göze getirdi bu cümle. İkisinin de içi ezildi bu mahmur ses karşısında. Atilla Akın kızının saçlarını öperken “Ecevit acıkmış, son çorbayı da sana getirmiştim. Sen içmediğin için onu getirdim, o içsin bari,” dedi temkinli bir sesle. Ecevit yavaşça yatağa oturdu ve göz ucuyla Firuze’ye baktı.


“Oyun oynayalım mı?”


Firuze biraz daha az hasta olsa el çırpacaktı. Başını salladı.


“Çorbadan son kaşığı alan yenilsin,”


“Nasıl yani?”


“Sırayla istediğimiz kaşık kadar alalım, son kaşık kime alırsa o yenilsin,” dedi ve hiç beklemeden bir kaşık aldı. “İstersen oynama ben mutfakta yerim,” dedi. Firuze’yi oyun isteği mi yoksa Ecevit’in gitmesi ihtimali bilinmez tetikledi ve kaşığa uzandı. Kaşığın ucuyla aldı. Ecevit bir sonrakinde üç kaşık birden aldı, Firuze azalan çorbaya baktı ve iki kaşık aldı bu kez.


Aylin ve Atilla Akın birbirlerine bakarken “Ben sana söylemiştim,” dedi kadın.

“Bu çocuk çok kurnaz,” cümlesi çıktı Atilla Akın’dan. Derin düşünceli, sakin ve dikkatliydi. Çocukları inceliyordu.


“Çocuktan kurnaz olmaz Atilla.”


“Ben insanları gözünden tanırım. Bu çocuk büyüyünce felaket olacak, kafası fena çalışıyor,” dedi. İnsan sarrafı ilan etti kendini, Ecevit o gece hastalıklı bir çorbadan içti. Günlerce yataklara o düştü ama Firuze’ye ilaçları içirdi.

 


Günümüz, Kasım 2010


İnsan ressam oldu mu, adı ya deliye ya da zengine çıkar, derken Van Gogh; bir yatakta, kolumu derin bir sızıyla hissederken, dilim damağım kupkuruyken ve çevremde olan tek bir şeye bile odaklanmamışken bu cümlenin zihnime neden ulaştığını bilmiyordum ama benim adım zengine çıktığı için içimde derin bir üzüntü vardı. Adımın ressamlıkla deliye çıkmasını, zengine çıkmasından daha çok isterdim.


Bir düşünce burhanından çıktım ve gözlerimi daha uzun süre açıkta tuttum. Gözlerim açıkken aklımda kalan şey bu düşünceler değil, seneler önce yarışarak içtiğim o tavuk suyu çorbası oldu ve onun ismini çok kısık sesle fısıldadım. Ruhumun sıkıştığı yedi yaş öncesi yaşlarım bedenime öyle tesir etmişti ki yatağın dibinden oyun oynayalım mı cümlesini duyacağım sandım ama olmadı. Olmadığı için acım daha çok arttı, yüzüm acıyla büzüldü ve annem fiziki bir acı çekiyorum sandı. Her zamanki gibi.


“Kızım,” dedi endişeli bir sesle. “Meleğim… Firuze.” Saçlarımı okşuyor, bana derin bir şefkatle sesleniyordu. Ne burası benim yatağımdı ne tavuk suyu çorbası vardı ne de oyun oynamayı teklif eden bir çocuk. Bedenimde daha önce hissetmediğim bir sancı vardı.


Yeniden “Ecevit,” derken buldum kendimi ama annem kendisine seslendiğimi sandı. Odada bir hareketlenme oldu, babamın “Prensesim,” dediğini duydum. Geçmiş birer birer düşüyordu baktığım boş tavana, fırça darbeleri çiziyordu son kalan anı. Meyveli pasta resmin ilk parçası oldu. Yere düşmüştü, dağılmıştı. Üzerimde fiziki bir ağırlık hissediyordum, Ecevit’in bedeniydi. Son gördüğüm gözler tablonun en vurucu parçası oldu. Babam yüzümde annem saçlarımda bir gezintiye çıkarken tavandaki tablodan uzaklaştım ve onları gördüm. Bu Ecevit’in gözlerinden sonra gördüğüm ilk gözlerdi.


“Sonunda… Firuze. Buradayız, korkma. İyisin kızım,” dedi annem arka arkaya. Artık gözlerimi kapatamıyordum. Etrafımda olan tüm hareketliliği takip etmeye çalışıyordum.

“Sana bunu yapmaya kim tenezzül ettiyse,” dedi babam kısık ama bir o kadar tehlikeli bir sesle. “kim böyle bir şeye kalkıştıysa onun kemiklerini ellerimle kıraca…”


“Atilla, sırası değil.”


“Sırası. Kızım içi rahat dinlensin,” dedi koca bir kibirle. Bu bir maganda kurşunu değildi, bu tümüyle planlı bir eylemdi. Babam bunu biliyordu ve hareleri ateş parçası gibi yanıyordu bana bakarken. Gözlerimi kırpıştırdım, kirpiklerim batıyordu ve biraz üşüyordum. Bu bedenimi üşütecek bir titremeydi. Özel bir hastane olduğu duvarlarına astıkları tablolardan bile belli olan oldukça lüks bir odadaydım.


“O adam kimdi Firuze? Erdem…” gözlerimi odadan aldım ve yeniden anneme baktım. Algılarım oldukça yavaş açılıyordu. Erdem de kimdi? “Onun sayesinde… Kurşun kalbine ulaşabilirdi, izledik güvenlik kameralarını. İlk kez..” İkisi de aynı anda kapıya döndüğünde uzaktan seslere henüz tamamen duyarlı değildim. Ben hiçbir şey duymadım ama istemsizce baktım onlar gibi.

“Gelebilir miyim,” diye sorduğunda Ecevit bana değil anneme ve babama bakıyordu. Ağzımdan dolu dolu ismi çıkacaktı ve elimi ona uzatacaktım ama annemin “Erdem…” deyişi tüm isteklerimi söktü aldı benden. “Tabi ki gelebilirsin oğlum, gel.”  


Ecevit gözlerini benden çekti ve anneme çevirdi. Birkaç saniye kıpırdamadan anneme baktıktan sonra gülümsedi.


Erdem? Erdem Kılıç…


“Tanıştınız mı?” dedim korkak bir sesle. İçime korkunç bir huzursuzluk çöktü, fiziksel acımı unuttum. Babam elini Ecevit’in omzuna koyarken “Elbette tanıştık bu delikanlıyla,” dediğinde içimdeki korku büyüdü. Ecevit’in gözleri kısa bir an babamın kolundaki eline kaydı ama çok geçmeden anneme gülümsediği gibi gülümsedi. “Bundan sonra başına ne gelirse gelsin ne yaparsan yap bana geleceksin.”


“İnsanlık görevimi yaptım,” dedi Ecevit yalnızca. Ne hissediyor, şimdi burada ne düşünüyor bilmiyordum. Rengi asla belli olmayan bir kutunun içindeydi kendisinden bir başkası göremiyordu.

“Sen benim kızımı kurtardın. Bu dünya üzerinde daha büyük bir borç edinmedim ben bu yaşıma kadar,” dedi babam. Susmasını istiyordum. Bu tarz mayın tarlasında cümleler kurmasın istiyordum. Çocukluğunu borçlu olduğu bir adama böyle söylemlerde bulunmasın istiyordum. Algılarımı böyle bir korku açmaya yetti. Babamın cümleleri daha ileri gidecek, daha büyük söylemlerde bulunacaktı, nasıl araya gireceğim, ne diyeceğim ve ailemi Ecevit’e karşı nasıl susturacaktım bilmiyordum.  Tanrı biraz olsun beni seviyordu o telefonu benim için çaldırdı. Babam ara verdi bu şovuna. Cebinden telefonu çıkardı ve anneme baktı. “Buna bakmam gerekiyor,” dedi ve Ecevit’e bir baş selamı verip hızla ayrıldı odadan. Beklediği bir haberin geldiğini o söylemese de anlamıştım. Belki de beni vuran kişiyi bulmuştu, evet bu kadar kısa bir zamanda. Kısa bir zaman? Ne kadar geçmişti, saat kaçtı bilmiyordum.


Ecevit’e elimi uzatmamak ve ona adıyla seslenmemek için çok zor tuttum kendimi ama yapamadım. Uzaktan birbirimize baktık. Aramıza annem girdi. “Sana ne kadar, sana nasıl ve ne şekilde teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Kimsin, nereden geldin bilmiyorum ama Erdem, adeta kurtarıcı gibi geldin kızımın yanına,” dedi uzun cümlelerle. Gerçekten nasıl teşekkür edeceğini şaşırmıştı. Ecevit gözlerini benden aldı ve anneme çevirdi.


“Tekrar söylemeliyim ki, ben insanlık görevimi yaptım,” sesi oldukça nazik çıkıyordu. Küçüklüğü yanı başımdaydı. Ecevit anneme karşı hep yoğun bir saygı beslerdi zaten ama şimdiki hali o haliyle bir noktada buluşuyor muydu? Mümkün müydü bu? Mümkün olamazdı bu.  

“Aynı zamanda bir İstanbul beyefendisi,” dedi annem hayran bir sesle ve imalı bakışları beni buldu. Gözlerimi kaçırdım utançla. Ecevit’e bile bakamadım. Ağzından çıkabilecek olan her cümle beni dehşete sürüklüyordu. Susmasını istiyordum. “Siz nasıl ve nereden tanıştığınızı bana anlatmak iste…”

“Anne…” dedim şaşkınca. “Bana bunu kim yaptı?” diyebildim sadece. Çünkü annemle konuşmamız gereken tek şey buydu. Başımın ağrısı annem konuştukça artıyordu.


“Baban harıl harıl arıyor ve eminim bulmak üzere ve yine eminim adam babanın eline düşünce yargının önüne bile gidemeyecek ve ben kılımı bile kıpırdatmayacağım,”


Ecevit’in gözleri anneme kaydı. Annem konuştukça yatağım bir mezar gibi kazılıyordu. Kimin yanında bu cümleleri kurduğunu bilmiyordu. Ecevit’in söylemediklerini ben içimden söylüyordum. Yargının önüne gitmeden. Zamanında ona yaptığınız gibi mi anne… 


Annem yeniden cümleler kuracaktı ama neyse ki bugün cümleleri hep çalan telefonlar tarafından bölünecekti. Şimdi herkesin aradığını biliyordum, iyi kötü, samimi samimiyetsiz fark etmeksizin herkes arıyor, medya çalkalanıyor ve açıklamalar yapılıyordu. Yarınki manşetleri görmek değil duymak dahi istemiyordum. “İnci arıyor,” dedi annem telaşla. “Sınavı olduğu için söylemedim. Duymuş olabilir baban kapı önünde terör estirdi kameraların karşısında, tüm son dakikalarda biz varız.”


“İyi olduğumu söyle,” dedim yalnızca. Çocuklarını korkutmak istemeyecek kadar nahif düşünürlerdi ama aynı kızın medyanın olayı daha da abartarak son dakika geçeceğini ve oradan görünce nasıl korkacağını akıl edemeyecek kadar kalın kafalı olurlardı.


“Hemen geliyorum,” dedi ve deli gibi istediğim o şeyi yaptı. Çıktı odadan, kalbim durma tehlikesi yaşamamış gibi hızla attı, yeniden yaşadığımı hatırladım. Son günlerde ölüm bana ne kadar da yakındı öyle, onu tek çeken ya da ona tek yürüyen ben değildim. O da benim peşimden geliyordu. Ecevit’le göz göze geldik. Üstünde yalnızca gömleği vardı, kollarını kıvırmıştı, yakaları açıktaydı, saçlarını elleriyle taradığı belliydi, küçük gözlerine biraz yorgunluk sinmişti ve kirli sakalları çenesine oturmuştu. Bir süre onu inceledim, o bana “İyi misin?” diye sorana kadar. Birkaç adım attı, ellerine baktım. Çok uzakta duruyordu, yatağımın dibinde bana oyun teklif eden çocuk değilmiş gibi.

Gülümsemeye çalıştım, çok susamıştım ama söylemedim. “Eline,” dedim. Çünkü ellerine dokunma ihtiyacım su içme ihtiyacımdan daha büyüktü. Anladı, bana daha çok yaklaştı. Yanı başımda bir sandalye vardı, oturdu oraya ve elime uzandı. Su içmedim ama açlığım, susuzluğum geçti, kısmen acım hafifledi.


Ruhum yedi yaşında kapana kısılmıştı, aynı şeylerle mutlu oluyor, aynı şeylere canı yanıyordu. Yedi yaşındaki Firuze o çorbayı Ecevit gelince içerdi, yirmi beş yaşındaki Firuze de aynı şeyi isterdi.

Elini hızla yanağımın altına aldım ve gözlerimi yumdum. Başını biraz eğmiş, dirseklerini dizlerine bastırmış, küçük gözlü büyük adam beni izliyordu gözlerimi kapatmadan önce. Bir soluk sesi duydum, biraz korktum sıkılıp elini benden alacak diye almadı ama alsaydı, yedi yaşındaki Firuze yorganın altında çok gözyaşı dökecekti.


“Korkuttun herkesi,” dedi bir zaman sonra.


“Ölüm demek ki sadece benim bahsettiğim bir şey değil, zaten dibimde.”


“Hangimizin dibinde değil ki?”


Sana hiç yaklaşmamasını dilerim Ecevit.


“Benim kadar kimseye yakın değil,”


“Herkes öyle hisseder,”


“Ama kimse kurşunlanmaz,”


“Annen uyanınca ölüm edebiyatı yapacağını söylemişti,” dedi alayla. Gözlerimi açtım, dikkatle ona baktım. Kapalı kutuyu görmenin tek yolu o kutuyu kırmak mıydı? Ecevit’i kırmadan içini görmek mümkün değil miydi? Anahtarı bulmalıydım, o asla kutunun içini göstermiyordu. Göstermeyecekti.

“Annemlerle…”


“Tanıştım,” dedi ve dudaklarının sol köşesi çarpık şekilde kıvrıldı.

“Erdem Kılıç olarak,”

“Zaten kızları vurulmuş bir aileyi gerçek kimliğimle sarsıp daha büyük bir sarsıntı yaratmamalıydım. Rol çalmayı sevmem. Annen baygınlık geçirdi ve baban terör estiriyor,”

“Burada olmak sana kötü hissettiriyorsa gidebil…”

“Giderdim zaten Firuze,” dedi açıkça. “Senden bu cümleyi duymayı bekleyecek kadar bir İstanbul beyefendisi değilim, annenin sandığı aksine.”

“Özür dilerim,” dedim kırgın bir sesle. Özür dilemek kadar insanı yetersiz hissettiren başka ne vardı ki? Bu gece tattığım bu amansız acı özür dilerken çektiğim acının önünde değildi. Küçükken, genç bir kızken çözümü fiziksel bir acıda arıyordum. Vicdani bir acının önüne geçecek başka bir acı olmadığını bilmiyordum. Kurşun yarası bile. Omzumdan başlayıp sızısı boynuma, koluma ve kalbime doğru uzasa bile. Hiç fark etmiyordu.

“Yatakta dileme bari,”

“Özür dilerim,”

“Baban bundan sonra seni korumasız kapının önüne bile çıkarmayacakmış, annen de onayladı.”

“Asla izin vermeyeceğim buna.”

“Neden?”

“Bunu bana senelerdir yapmaya çalışıyorlar,”

“Bugün haklı çıkardı onları,”

“Bunu yapan yine onlar değil mi? Beni kendilerinden korumaya çalışıyorlar.”

“Bu sonucu değiştirmiyor,”

“Benim engel olacaklarımı da değiştirmiyor, hiçbir zaman istedikleri o evlat olmayacağım. Şimdi endişelenmelerine bakma, bunu da burnumdan getirecekler,” bunları Ecevit’e neden anlatıyordum bilmiyordum ama sanırım dikkatimi çekti. “O ne demek?” diye sordu pür dikkat. Başımı salladım. Ecevit’ten ailem konusunda dünyanın en korkak insanı olarak kaçıyordum. Ailemden tek bir ferdi bile konuşmak istemiyordum onunla, maruz kalsın istemiyordum ya da sadede cesaret edemiyorum.

“Boş ver,” dedim.

“Boş vermek istemezsem?”

“Firuze!” destursuzca ve ismim telaffuz edilerek açılan kapı Ecevit’in eline daha sıkı tutunmama sebep oldu. Az önce Ecevit’le yalnız kaldığım için hızlanan kalbim duracak kadar kasıldı. Halbuki bir hastane odasında yeniden kurşunlanamazdım ama korktum, Ecevit’in koca eline sığındım. O destursuz giren bedenin takım elbisesini gördüm ilk.

Alparslan Yiğit, neredeyse nefes nefese odanın orta yerinde, benim adımla girdiği odada şimdi bizim ellerimize bakıyordu. Ben korkuyla tuttuğum eli bırakamadım, Ecevit kıpırdamadan Alparslan’a bakıyordu. Genç adamın gözleri ellerimizi bıraktı ve Ecevit’in yüzüne baktı. “Siz kimsiniz?” dedi oldukça resmi bir sesle. Sesini kontrol edebilmişti ama göğsü aldığı nefeslerle oldukça seri halde inip kalkıyordu. Ecevit’le yavaşça ellerimiz ayrıldığında Alparslan gözlerini Ecevit’ten çekmedi. Ecevit’in yerinden kalkışını izledim. Kaşları çatık olduğu için gözleri biraz daha küçülmüştü.

Tüm resmiyete karşı oldukça rahat bir seste sordu. “Asıl sen kimsin?”

 Alparslan içe çökmüş kaşları ve olanları anlamak isteyen bir tavırla ikimize baktı birkaç kez. Endişeyle girdiği bu odada onu şaşkınlık karşılamıştı. Boğazını temizledi ve Ecevit’e iki adım yaklaştı. Başını salladı hafifçe ve sağ elini Ecevit’e uzattı. “Alparslan Yiğit,” dedi soyadını söylerken kulak tırmalamayan ama biraz olsun bu üsluba alışık olan birinin rahatça fark edebileceği bir kibirle. Ecevit’in yüzünde istediği bir ifade vardı. Bunu benim ailem de Akın soyadını dillendirirken beklerdi ve çoğunlukla alırdı. Özellikle Bülent için bu uyuşturucudan daha beter bir bağımlılıktı. O zevk aldığını sanırdı ama zehirlendiğini fark etmezdi. Ecevit’in yüzünde bir değişiklik göremedi ama bozuntuya vermedi. O devlet adamı ifadesi sarsılmadan yüzüne bakmayı sürdürdü. Ecevit’in o eli sıkmama olasılığı yüksekti ama yapmadı, elini sıktı, ikisi aynı anda baskı uyguladı, o güç gösterisi parmak boğumlarındaki beyazlıktan hissedildi.

“Erdem?” dedi. Elbette ki kimliğine tapan bir adam için insanlar da soyadları kadar vardı.

“Kâfi.”

İkisi de aynı anda ellerini çekti ve Alparslan yeniden bana baktı. O devlet adamı gömleğini açtı, üstünden çıkarmadı ama biraz olsun gevşetti. “Firuze,” dedi ve Ecevit’in kalktığı koltuğa oturdu. “İyi misin? Bunu sana kim yaptı?”

“Bunu benim size sormam lazım,” dedim ve yatağın diğer ucuna kaymak istedim ama doğrulacağımı sandı, elleri bana uzandı. “Hayır hayır doğrulma,” dedi. Bedenimi saldım ve benden uzaklaşmasını bekledim ellerinin. Uzaklaştı da.

“Bunun cevabı şimdi bende değil ama sana söz veriyorum, en yakın zamanda olacak ve ben,”

“İnan ki devamını duymak istemiyorum. Bu kirli siyasetinizin bir sonucu,”

“Hiçbir şeyin sonucu sana varamaz,” dedi keskin cümlelerle. Alparslan hep böyle keskin cümleler kurardı. Bu benden başka herkesi etkileyebilirdi. İnanırdı söylerken, belki de gerçekten yapardı ama ben Atilla Akın’ın kızıydım. Ben bunları öylesine aşinaydım ki, bu cümlelerin tekeli benim babamdaydı zaten. Boğazını temizledi ve kaşlarını havalandırdı anlık düştü gafletle ağzından kaçanları çoğullaştırmayı ve gövde gösterisine çevirmeyi çok severdi. “Size varamaz. Bizim hiçbir ferdimiz, bizim yaptığımız siyasetin cezasını çekemez,” dedi.

“Yaptığınız siyasetin cezalık olacağını farkındasınız yani?”

“Kimse bizden olana zarar veremez diyorum,” onun için nedenler önemli değildi. Onun için tek önemli olan şey sonuçtu. Bu neden başıma geldi diye düşünmezlerdi, bunu kim yaptı onu bilmek isterlerdi. Bu kirli siyaset bize zarar veriyor diye düşünmezlerdi, biz babamızın çiftliğindeyiz geriye kalan herkes bizim yaptıklarımıza biat etmek zorunda diye düşünürlerdi.

Gözlerimi devirdim adeta ve “Ec…” kelimem yarım kaldı. “Erdem,” dedim. Onun ellerinden sonra en sancılı ihtiyacım suydu. “Su verir misin?” dedim. Her ne kadar Ecevit’ten istesem de ikisi aynı anda hareketlendi. Su şişesi Ecevit’te, bardak Alparslan’daydı.

“Eksik mi tanıttın kendini?” diye sordu Ecevit. İkimiz de anlamadık. “Adaş mıyız yoksa?” Ecevit bir başka bardağa uzandı ve suyu doldurdu. Bana yaklaştı. Omzumdan destek oldu, kaldırıp bir yere yaslamadı beni. Kendisi yaslanacağım şekilde koydu kolunu. Suyu tutan elinin üzerine koydum elimi. Bu susuzluğa üç yudum fazla geldi. Tıkandım da durdum. Biraz soluklanmamı bekledi, iki yudum daha içirdi ve “Yeter mi?” diye sordu. Başımı salladım. Desteğini sırtımdan yatakla geri buluştuğumda aldı.

“Erdem Bey’i ilk defa gördüm, tanıdığımız biri mi?” diye sordu sanki kendisi hiç burada değilmiş gibi.

“Hayır değil,” dedim. Ecevit hakkında son konuşacağım insan bile değildi Alparslan.

“Okuldan bir arkadaşın o zaman?”

“Sen ne yapacaksın benim okuduğum mektebi?” dedi Ecevit açıkça. Onunla sizli konuşulsa da asla bu dürtüde değildi. Alparslan’ın da saygısından siz demediğini elbet farkındaydım.

“Bir ahbaplık varsa bilelim,”

“Benim kimseyle bir ahbaplığım yok,”

“Olmasa burada işin olmazdı,”

“Doğrudur,” dedi Ecevit başını sallayarak. “Bazı insanlar ahbaplık olmadan kapıdan geçemeyecek hale gelmiş ama Allah’a şükür. Öyle bir derdim yok,” bir an bana baktı ve Alparslan’ı işaret etti. “Ahbabınız değil mi?” dedi.

“Erdem Kılıç,” dedi ansızın Alparslan. Eli üstünlük belirtir gibi Ecevit’in koluna dokundu. Ecevit soyadını söylememişti. Onun zaten adını sanını bilerek, belki görüntüleri inceleyerek gelmişti ama bilmiyordu ki bu haliyle bile önde değildi. Ecevit’le yersiz bir yarış içinde olduğunu görüyordum. Koşmuyordu ama Ecevit’i herhangi bir yarış halinde alaşağı edeceğini anlatmaya çalışıyordu. Ecevit’in umurunda bile olmadığını görmüyordu. O kırk tilkinin dolaştığı kafasında ne kuruyordu bilmiyordum ama bizi gördüğü konuma bin plan kurmuştu.

“Buyur benim,”

“Bizde ahbaplık olmaz, dostluk olur.”

“Dostumun kızı dostumdur dedin de merdiven mi koştun, geç şöyle otur istersen dinlen,” dedi ve karşı koltuğu gösterdi. Alparslan adeta aşağılar gibi baktı Ecevit’e, ağzına gelen o kirli cümleleri artık mimiklerinden anlıyordum bu tarz insanların. Sadece Alparslan eğitim hayatının büyük bir kısmını Amerika’da geçirmiş olduğundan kişisel gelişimini rahatça bırakamıyordu. Ona göre bir insanı yermenin en temiz yolu üstten bakmaktı. Yapıyordu ama yaptığı Ecevit’e dokunmadığı için sürdüremiyordu. O yüzden görmezden gelerek yapmayı denedi bu kez. “Firuze,” dedi ve devamında bana döndü. Ecevit kıvrak bir hamleyle sandalyeye oturduğunda Alparslan dönüp sandalyeye bakmaya bile gerek duymadı. Dolduğunu biliyordu. Yatağın ucuna da elbet oturmadı. “Bundan sonra, bizzat benim kontrolümde, korunacaksın. Etten duvar öreceğim çevrende. Kimse Atilla Akın’ın kızına,”

“Alparslan lütfen,” dedim. Herkes bana siper olmuştu. Bellerindeki silahlarla bakışıyordum. “Çok teşekkür ederim geldiğin için.”

“Burada sana saygı duymayı üzülerek ikinci plana attığımı söylemek istiyorum. Canının güvenliğ…” bir telefon trafiği bu kez Alparslan’a takıldı. Ekrana baktığında gülümsedi. “Bundan sonra benim elimden ne kaçan ne uçan. Sabaha varmadan bulacağım, andım olsun,” dedi ve “Müsaadenle,”

 Kimse benim yanımda konuşmayarak aklınca iyilik yapıyordu. Çıkıp gitti ve odada derin bir sessizlik oluştu. Omzuma bakmaya çalıştım. Acı öylesine büyük bir yere bulaşmıştı ki kurşunun girdiği yeri ya da dikişin atıldığı yeri tam seçemiyordum. Bunu, öğrenirsem ne işimi yarayacak bilmeden Ecevit’e sormak istedim ama o benden önce konuştu.

“Kim bu sik kırığı?”

“Hı?” dedim mırıltıyla. Duyduğumu anlamak istemezdim bazen, biraz da o yüzden tekrar ettirirdim. İşe de yarardı hep. Daha yumuşatarak konuşurdu insanlar. Babam da dahil.

Ama Ecevit “Kim bu sik kırığı?” diye olduğu gibi yine sordu.

“Ecevit,” dedim şaşkınca. Ne diyeceğimi bilemedim. Kim olduğunu söylemek Alparslan için o hakareti kabul etmek demekti ama bunu yapmak istemiyordum. Ondan da konuşmaya niyetim yoktu. “Bana kaç dikiş atıldı?” diye sordum. Ortalıkta gezinen gözlerini bana çevirdi. O hızlı bir geçiş sandı ama değildi. Bunu düşünüyordum zaten.

“Bilmiyorum,” dedi yalnızca. “Hem ne yapacaksın kaç dikiş olduğunu?”

“Öyle,” dedim. “Merak ettim.” Annemle babam gelmiyordu, muhtemeldir ki yan yana konuşuyorlardı. Alparslan’la tartışıyorlardı bu elim olayı. Babam Alparslan’ın fikirlerine güvenirdi, nasıl canımı sıkacak bir muhabbetin içinde olduklarını tahmin edebiliyordum. “Ben böyle hep abuk subuk şeyleri merak ederdim zaten, hatırlıyor musun…”

“Hatırlamıyorum,” dedi gözlerimin içine bakıyorken. Netti, kalbimin nasıl kırıldığını göremeyecek kadar duygudan yoksundu. Kapımızın yavaşça tıklatıldı, daha girmeden anladım gelen benim ailemden değildi. Onlar böyle girmezdi odama. Bir hastane odasına hiç girmezdi. Karşıdaki televizyonu gördüm. Yarın manşetlerden kaçacak olsam da şimdi görmek istedim söylenenleri. Kapıdan giren beyaz üniformalı, başında mutfak bonesi olan kadına baktım. “Yemek vakti,” dedi. Ayrı ayrı tabaklanmış yemekleri yatak tepsisinin üstüne koydu. İçinde ince tavukların yüzdüğü çorbayı işaret ettim. “Ne çorbası?”

“Tavuk suyu. Tüm öğünleriniz doktor kontrolü altında, gönül rahatlığıyla yiyebilirsiniz. Doktorunuz da gelecek kısa zaman içinde. Yardımcı olmamı ister misiniz?” diye sordu.

“Hayır teşekkür ederim,” dedim yalnızca. Onları yiyecek miydim ondan bile emin değildim. Kadın güzel dileklerini iletip çıktı odadan. Ecevit’le göz göze geldik. “Kalk bakalım,” dedi bana yaklaşırken. Sırtıma iki ayrı yastığı üst üste koyarak rahatlık sağladı. Masanın konumunu ayarladı. Bir plastik bir de metal çatal bıçak vardı. Plastik kaşığı da paketinden çıkardım ve Ecevit’in önüne koydum.

“Bu yemek senin için Firuze,”

“Canım istemiyor,”

“İnan doktorun zerre umurunda olmaz bu.”

“Oyun oynayalım mı?” dedim ansızın. Tavuk suyu çorbasını karıştırıyordu. Eli duraksadı, hareket etmedi bir süre. Bu onun oyunuydu ama ben bulmuşum gibi anlattım. “Son kaşığı alan yarışı kaybetsin, bir sen iç bir ben.”

Çorbaya bakıyordu hâlâ. Heyecanla ona bakıyordum. Hatırlıyordu, ummuyordum, biliyordum. Unutmuş olamazdı. O çorbayı içti diye o da hasta olmuştu. Gözleri sonunda beni buldu, gülümsemek için tetikte bekliyordum. “Niye?” dedi dünyanın en saçma ihtimalini ona sunmuşum gibi. Elimdeki ayna, onlarca metre yükseklikten düştü. Paramparça oldu. “Nimetle oyun olmaz, bunu bulamayanlar var,” dedi ve kaşığı bana doğru itti. “Ye hadi.”

 Ellerime bakmaya başladı. Tuzla buz olmuş aynada yansımamı görüyordum, kanlı bir yüz müydü gördüğüm yoksa aynı mı kırıldığı yerden kanamıştı? Sol yanımdaki tüm sızı kalbimin üzerine bindi. Acı gözlerimi doldurdu, kaşığa uzandım. Ben solaktım ama sağ elimi resim yaparken çok iyi kullanırdım ama kaşığı tutamadım. Çorba biraz döküldü, kaşık elime tam oturmadı. Kalanı ağzımla buluşturduğumda kendimi sıksam da gözyaşım tepsinin içindeki peçeteye aktı. Acı ilk kez belime de vurdu, gözyaşlarımı tutamamaya başladım.

“Neden ağlıyorsun Firuze?”

“Omzum acıyor.”

Sesim hiç ağlıyor gibi çıkmamıştı ama gözyaşlarım hızla süzülüyordu. Peçete saniyeler içinde damlalarla doldu, damlalar yer yer birleşti. Birikinti gibi durdu. Ecevit kaşığı elimden aldı “Bırak sen bana,” dedi ama benim yiyecek gücüm kalmamıştı. Az önce tetikte bekleyişim gülümsemek için değildi ağlamak içindi.

“Doydum ben,”

“Seni doyurmak için değil bu, mideni ilaca hazır etmek için,”

“Yemeyeceğim,”

“Firuze ağlama.”

“Ağlamıyorum ki,” dedim inatla.  Gözümden akan yaşlar benim inisiyatifimde olmadığı sürece ağlıyor sayılmazdım. Tepsiyi önümden ittim, kendi kuvvetimle yatmak istedim ama bilinçsizce sol kolumdan da destek almaya çalıştım. Uyandığımdan beri ilk kez kurşunun girdiği yeri hissettim, ağzımdan acı dolu bir ses geldi ve kapım da destursuzca açıldı. Annemin “Firuze,” deyişini duydum. İnsanlar etrafıma doluştu bir an anne ve babamın kanlı elleri bana şefkat göstermeye çalıştı. Acıyan kurşun yeri değildi. Kaynak kesinlikle orası değildi. Öyle olsa onlara “Dokunmayın!” diye bağırmazdım. Öyle bir nefretti ki içimdeki onların canını yakmak istiyor, başaramıyor, kendi canımı yakıyordum. “Sizin yüzünüzden!” dedim açık açık. Onlar yediğim kurşuna yordu bunu. Annemin gözleri doldu, gerçek nedenini bilseydi üzülmezdi aksine öfkelenirdi. Babam intikam yeminleri etti yine, ben onlara gerçeği haykırdım “Sizin yüzünüzden!” dedim yine. Kolumu destursuzca oynatmaya kalkışıyor, omuzlarım sarsıla sarsıla ağladıkça dikişlerim sızlıyordu. Ecevit bir adım uzaktan beni izliyor ve sanki burada benim niye ağladığımı bir tek o biliyordu.

Sakinleştirici yiyene kadar anne ve babama öfkemi kustum. Beni yine dinlemediler, bileklerimden bir ilacı almamı daha uygun gördüler. Onlar için iyileşmem değil, acılarımı haykırmamam daha mühimdi. Buradaki Ecevit’ten de Alparslan’ın varlığından da rahatsız oldular. Çıkmaları için rica ettiler ama çıkmadılar. İkisi de uzaktan beni izliyordu ama yalnızca Ecevit görüyordu. İlk defa, gözlerinden geçen ifadeyi görecek gibi oldum. O sakinleştirici usulca bedenimi ısıtmasa ve beni zorla huzura itmese seçecektim ne olduğunu.

Sizin yüzünüzden dedim, Ecevit ne kestaneyi ne de tavuk suyu çorbasını hatırlıyor. Sizin yüzünüzden… Her şey onların yüzündendi.

***

“Bu yalnızca benim kızıma değil, bize oy veren herkese yapılmış alçakça bir saldırıdır. Namertsiniz, buradan bunu üstüne alınan herkese sesleniyorum. Namertsiniz, sizin soyunuz sopunuz alçak. Sizin derdiniz vatan değil, siz bu ülkeyi peşkeş çekecek anı kolluyorsunuz, yedirmeyeceğiz. Benim adım Atilla Akın, sizin gibi terör sempatizanlarına bırakmam ben bu ülkeyi. Benim kızımın canına göz diken yarın senin kızının canına da göz dikmez mi? Benim halkım aptal değil. O şerefsiz hainlere buradan söylüyorum ki sizin eceliniz olacağız. Sizin gibi şarlatanlara vereceğim ne bir evladım ne de bu vatanın evladı var. Gözdağı mı vereceksiniz? O gözü çıkarırım, ben Atilla Akın’ım. Allah’ın izniyle benim arkamda halkım var. Siz mi bize zarar vereceksiniz? Halkın kararına saygı duymuyorsunuz madem, sandıktan çıkana saygı duymuyorsunuz sizin yolunuz darağacıdır. O idam yasasını da kaldırtmayacağım. Kulislerde bunun dedikodusu dönüyor, niye olduğu belli. Yetmedi mi akan kanlar size? Beni öldüreceksiniz beni. Önce bu halkı sonra Allah’ı aşacaksınız da bana ulaşacaksınız. Sıkıysa gelin beni vurun, alçaklar.”

Babamın konuşmalarının arasına giren spiker kadın, “Atilla Akın’ın sert sözlerinden sonra muhalif parti başkanlarından ardı ardına açıklama geldi. İlerici Demokrasi Partisi Deniz Kösedağ katıldığı bir canlı yayında birinci ağızdan yanıt verdi, dinliyoruz,” dedi ve bir ekrana baktı. Belli ki dün geceki yayından bir kesitti bu.

 “Öncelikle buradan Firuze Hanım’a geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Elbette söylenecek çok şey var ama karşımda acılı bir baba var. En azından buna inanmak istiyorum. Böyle ithamlar hoş değil. Biz yapmayız, bize yapana da acılı der geçeriz ama bu halk bunu der mi? Şova dönüştürmemek gerekiyor bu acıyı. Eğer ki akmış kanlardan bahsedeceksek, onlar buradan zararlı çıkar. Firuze Hanım bizim için bu ülkenin sanatçısıdır. Biz bu çirkin saldırıyı esefle kınıyoruz, bu saldırı Atilla Akın’ın kızına yapıldı diye sevinmiyoruz. Sanatçımıza yapıldı diye üzülüyoruz ama Atilla Akın çıkıp ailemi siyasete karıştıramazsınız diye barbarlık yapacağına, ona oy vermeyen ve karşısında olan her partiye parmak sallayacağına, kendi ağzında önce kızını uzak tutsun siyasetten. Hoş değil, yakışmıyor, acısına veriyorum ama şova karşıyız biz. Bu halk bunlara inanmaz. Tiyatro mu bu? Değilse, tiyatro oyuncusu gibi bize parmak sallamasın. Tekrardan geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.”

“Bu olayın tiyatro olduğunu mu düşünüyorsunuz?”

“Elbette hayır, bir kadının canı yandı mı yanmadı mı? Biz buna bakarız ama baba bunu bir tiyatro malzemesine çeviriyor. Akın’a yakışmıyor. Bu halkın vicdanıyla oynamaya çalıştığı şey kızının canı. Kimin yaptığı belli olmayan bu olay için vatanın evlatlarını da işin içine katıyor. Ben de buradan kendisine soruyorum, bize oy verenler bu vatanın evlatları değil mi de kızı için sözler söylerken konuyu ansızın darağacına getiriyor? Biz gerekirse o darağacında canımızı da veririz. Bir sizsiniz bu vatanı seven öyle mi? Şimdi çıkıp idam güzellemesi yapıp geçmişte akan kanlarla vicdan mastürbasyonu yapması…”

“Orospu çocuğu,” dedi babam ve televizyonu kapattı. “Dava açıldı mı bu orospu çocuğuna?”

“Açıldı baba,” dedi Bülent.

“Benim canımı sıkmayın!” dedi annem ikisinin de aniden üstüne yürürken. “Benim canımı sıkmayın, kesin sesinizi! Kızlarımın yanında bari kesin sesinizi.”

İnci ayakkabılarımın bağcıklarını bağlamışken ağlamaktan şişmiş gözlerini benden kaçırıyordu. İsterdim, hiç haberi olmasın, böyle bir hayat yaşamasın, bunlara maruz kalmasın çok isterdim. Kendimi kurtaramadım bari onu kurtarayım çok isterdim ama elimden hiçbir şey gelmiyordu. Tam da bugün ilk kez babama mesafeli görmüştüm onu. İlk kez babamın cümlelerinden sonra havalı olduğunu iddia etmemişti. İlk kez midesi bulanarak dinlemişti.

“Biz senin kızlarının canını ve iffetini korumak için zate…”

“Kes sesini!” dedi annem ve Bülent’in üzerine yürüdü. “Siyasetiniz, partiniz batsın. Ne hale geldi çocuklarım. Hani sabah olmadan buluyordunuz kim yaptıysa, hani kemiklerini tek tek kırıyordunuz. Siz ancak size inanan insanları kandırırsınız,”

“Aylin zaten sinirlerim bozuk, bir de seninle papaz olmayalım!”

“Benim sinirlerim bozuk değil mi?!” dedi annem bağırarak. İnci’ye baktım. Birazdan ağlamaya başlayacaktı. Önümde diz çökmüştü, saçlarını okşadım sakin bir tavırla. Kulaklarını kapatmak istedim ama duyardı. Bizim evimizde her kavga duyulurdu.

“Dün kızım sinir krizi geçirdi, dikişleri açıldı! Sizin yüzünüzden! Kesin artık sesinizi!”

“Anne ben buradayım ve duyuyorum sizi,” dedim sakin bir tavırla. Bu aile nahif duygular beslemeyecek kadar bencillikle boğuşuyordu.

“Senin o kızın aptal inadını bırakıp, sanki rastgele biriymiş gibi sağda solda tek başına dolaşmasıydı bunlar başına gelmeye…”

“Baba oğlunu ya sustur ya da kov.”

“HEPİNİZ SUSUN!” babamın gür sesi ben hariç herkesi yerinden bir kez sarstı. Evet, yüz yüze bu ses tonuna en çok ben alışıktım ya da aldığım ilaçlar beni uyuşturmuştu. Sessizliği İnci’nin içli içli ağlayan sesi böldü. Başını aniden dizlerime bıraktığında “İnci,” dedim. Eğilemedim ama uyuşmuş bedenimi kardeşimin sesi açtı. Bülent kapıyı çarpıp çıktığında annemle babam İnci’nin iki yanına çömeldi. Ona en azından, bana yaptıkları gibi ağladığımda gamsız davranmıyorlardı. Sarıp sarmalıyorlardı. Küçük hıçkırıkları yetiyordu. “İnci kızım,” dedi babam. Bu İnci, isim olan değildi sıfat olandı. Sesinden anladım ama İnci babama değil anneme sarıldı. Babamın hayal kırıklığına baktım, buz gibi içimle. Biraz olsun içim gitmedi. Annem ve ben İnci’yi sakinleştirdik, doktor geldi çıkış işlemlerim halloldu. Tüm bunları büyük bir duygusuzlukla takip ettim. Yalnızca eve gitmek istiyordum. Senelerdir yaşadığım içsel savaşın bir kısmını görmek, hafızası kuvvetsiz ailemi biraz zorlamıştı ama ben iyiydim. Düne göre ağrım daha azdı. Onlar da çok geçmeden unuturlardı zaten.

Ailemin içinde olan kaosu gözlerimi dinlendirerek bekledim. Herkes birbirine laf ediyor, kavga devam ediyordu. Ansızın odaya derin bir sessizlik çöktü, doktor geldi sandım ama kalbimin etrafına bir örtü örtüldü sandım. Sıcakladı kalbim. Gözlerimi yavaşça açtığımda kapının önünde duran adama baktım. “Gelebilir miyim?” diye sordu Ecevit. Kalbimdeki sıcaklık yüzüme yansıdı, gülümsedim. Annem “Ah! Erdem, hoş geldin! Tabi ki gelebilirsin,” dedi ve ona doğru ilerledi. Elindeki bereyi kaldırdı. “Bu bende kalmış, dün vermeyi unutmuşum.”

“Hoş geldin evlat,” dedi babam.

“Gerçekten iyi ki sende kalmış. Yoksa bütün gün Firuze’den senin numaranı almak için didinip duracaktım. Dün aniden gittin, konuşamadık,” dedi. Ayaklarım dikkatle yere bastı ve bereme doğru yürümeye başladım. Ecevit ayaklarıma baktı önce, birkaç adım içinde ona vardım. Beremi bana uzattı.

“Olsun,” diye geveledi Ecevit ağzının içinde. “Elbet yine denk geliriz.”

“Geliriz!” dedi annem neredeyse şakıyarak. Az önce bağırıp çağırmıyor gibi şimdi çok sakindi. “Gelmeliyiz! Bu hafta sonu müsait misin? Seni bir akşam yemeğinde ağırlamak isteriz,”

“Anne,” dedim şaşkınca. Bu olay ucu alınmaz bir yere gidiyordu. Ecevit’e baktım. Ansızın bir patlama gelecek diye çok korkuyordum. Çekip gidecek, tüm nefretini aileme kusacak ve gidecek diye çok korkuyordum. “Ne yapıyorsun?”

“Rahatsızlık vermek istemem,” dediğinde Ecevit’e bakakaldım.

“Estağfurullah evlat. Bekliyoruz, ne rahatsızlığı?” dedi bu kez babam. Ecevit bana baktı. Kafamı iki yana salladım. Bunu kabul etmek zorunda değildi. Ecevit’i böylesine bir yerde görmek istemiyordum. Ecevit’i bu kez ailemden korumak istiyordum.

“Davete icabet etmemek,” dedi babama bakarak. Aynı anda devamını getirdiler. “Ayıp olur.” İkisi de aynı anda kafasını salladı. Neden bunu yapıyordu? O masa kurulmadan telaşı bedenimi sardı. Ne oluyordu? Benim telaşım kimsede yoktu. “Kapının önü gazeteci kaynıyor,” dedi Ecevit.

“Arka kapıdan çıkacağız,” dedi babam. Ecevit kapım kapanana kadar yanımdaydı. O yemek masasına o değil bir başkası oturacak gibi rahattı. Göz kırptı bana son kez birbirimize bakarken. İçimde bir sancı nüksetti adeta. Annem yanı başımdaydı, ofansif mizah yapar gibi adeta kolumdan dürttü beni.

“O gün yemek yediğin adam bu adamdı değil mi?” dedi. İnci ve babam bir başka araçta, biz başka araçtaydık. Cevap vermedim. “O kaban da bu adamındı.” Yine sustum. O yemek masasında ne olacaktı? Ecevit bunu neden kabul etmişti. “Sevgilin mi?” dedi açıkça.

“Anne,” dedim utançla.

“Söz aramızda kalacak. Bana söyleyebilirsin. O gece ne oldu? Neden sırılsıklamdın? Ne oldu yağmur altında romantik bir yürüyüş mü yaptınız? Onu atölyene mi götürdün?”

“Anne yeter!” dedim mesafeli bir sesle. “Neyse ne? Biz arkadaş değiliz seninle. Tamam mı? Yeter. Bir dur!”

***

 “Ecevit neden?” dedim açıkça. Camın önünde, arttırılmış güvenlik önlemlerini izliyordum. Ağaçların arasında gördüğüm adamların kapının önünde volta atıyordu.

“Ailene gerçeği söyleme vakti gelmedi mi?”

“Onlara hiçbir şey söylemek zorunda değiliz,”

“Nereye kadar?” diye sordu. Bunun cevabı yoktu, yarın ne yapacağım bile yoktu. Onu en son arabada görmüştüm, o günün üzerinden tam iki gün geçmişti.

“Bilmiyorum,”

“Eninde sonunda öğrenecekler. Kaldı ki benim gizlediğim tek bir şey. Doğru yer hastane değildi sadece,”

“Onlarla denk gelmeni istemiyorum,” derken buldum kendimi. Hastane bir zaruriyetti. Bir süre ses gelmedi karşı taraftan.

“Seninle denk gelmemden ne farkı vardı Firuze?”

Camıma uzanan ağacın dalları kalbime doğru battı. Bir gerçek tüm çıplaklığıyla gözler önündeydi artık. Kalbimin üzerindeki damarlar cımbızla çekildi benden. “Haklısın,” dedim kısık bir sesle.

“Ben her şeyi unuttuğumu söyledim sana Firuze.”

“Ben de sana neden geldiğini sordum.”

“Bir dursaydın da soluklansaydık, misafire öyle söylenir mi dedim ben de.”

“Soluklanmadın mı Ecevit?” diye sordum. Bu soru bir çözüme ulaşmadıkça aramızda bir ceset gibi sallanıyordu. Ölü bir beden mi yoksa bedene ait ruh mu musallat olacaktı bilmiyordum ama artık öğrenmem gerekiyordu.

“Yorgunlukların o kadar çabuk mu geçiyor Firuze?” dedi bana. Yanıt vermedim. Beni bulduğu ilk gün beni o havuzun dibine bitmeyen yorgunluğum çöktürmüştü.

“Sana meyveli pasta yapacağım,” dedim. Bu artık kabullenmeydi. Ne olacaksa olsaydı. Bu gece evde yaşanacak yüzleşme ya da adı her neyse yaşanmalıydı. Ecevit’in paçasına yapışmıştım, bir daha gider diye tetikte bekliyordum. Onu bana nefes bile aldırmayan ailemden mi saklayacaktım? Nereye kadar böyle gidecekti. Belki de bu son sınavdı. Son sınavı verecektim ve her şey biraz daha rahat olacaktı. Ecevit belki de unutmuştu her şeyi, bir yüzleşme olacaktı ve bitecekti. Artık ailemle varlığı kanıtlanmış bir adam için savaşacaktım. En büyük dertleri bu değil miydi zaten?

“Bu kez yiyebilecek miyim?”

“Söz kurşunlanmayacağım,” dedim. Vedalaşmadım, vedaya dair ağzımızdan bir şey çıksın istemiyordum. Aşağıdaki şaşalı hazırlığın orta yerine düştüm. Kulağımda kulaklıklarım dünya üzerindeki en meyveli pastayı yaptım. İçi dışı dolu dolu meyveydi. İnsanların yardımlarını reddettim. Tek başına tek elle yaptım, dinlenmesi için dolaba koydum. İnciden rica ettim en azından saçımı yıkadım. Çok yağlanmıştı, Ecevit’in karşısına bu şekilde çıkmak istemiyordum. Yine İnci’den yardım aldım ve makyajımı yaptım saçlarıma şekil verdim. Çok şey sormak istiyordu ama onu yanımdan uzaklaştırırım diye sadece susuyordu, istediklerime yardım ediyordu. Çok erken hazırlandım, zaman yaklaştıkça karnımda ağrı artıyordu, terliyordum. Atölyeme gidip saatlerce çizmek istiyordum sadece. Belki Ecevit’i. Karşımda olmasına bile gerek yoktu. Oturduğum masada karaladığım her şey ona çıkıyordu. Onun çehresinden başka hiçbir şey çizemez olmuştum.

Kapım iki küçük tıkırtıdan sonra açıldı. Annemdi bu biliyordum. Ona gelme diyemeyeceğim kadar silik çalardı kapıyı çünkü kapıyı çalmadan girecek kadar hanımefendiliğinden ödün vermek istemezdi.

“Hazırlanmışsın.” dedi. Kolyemden ayırdım parmaklarımı ve çizdiğim resmi ters çevirip dosyama koydum. “Heyecanlı mısın?” yanıma kadar ulaştı, ucu dalgalı uzun saçlarıma dokundu. “Gençken bu kadar güzel olduğumu bilmiyordum, baban söylerdi de inanmazdım. Ama şimdi sende gençliğimi görüyor olmak… Kırışıklıklarıma moralim bozuluyor, nereden nereye diye…”

Annem hâlâ akıl alacak kadar güzeldi ama bunlar onunla konuşmam için birer tuzaktı, düşmedim. “Kim kimlerden bu adam? Tanıdığımız biri mi? Ben biraz arattım adını ama pek bir şey bulamadım,” biraz kelimesinin ne kadar fazlalık olduğunu görebiliyordum. “Mesleği ne?”

“Tek derdin bunlar değil mi anne? İyi bir meslek ama çok daha önemlisi iyi bir soy ad.”

“Herkes kendine yakışanla olmalı,”

“Sen kendine babamı mı layık gördün?” diye sordum acımasızca. Bozuldu, bunları duymak istemiyordu ama benimle iletişime geçmekten geri durmuyordu.

“Öyle bir tercih yapmışım ki şu an ülkeyi yöneten bir adamlayım,” dedi kendinden emin bir sesle.

“Bir gün herkes Akın olduğumuz için bizden nefret edecek, siyaset tarihine adımızı altın harflerle mi yazdıracağız sanıyorsun?”

“Sanmıyorum, biliyorum. Ben de eşimle her konuda hem fikir değilim ama senin kadar körkütük karşı değilim. Babanla evli olmasam da babana oy verirdim,”

“Sen babamla evli olmasan, babam aleyhine yapılacak bir eylemde önde mikrofon tuttuğun için tutuklanırdın anne. Her neyse. Meslek ve soyadına tapma demek istiyorum kısaca,”

“Tapmıyorum! Abartıyorsun! Sadece her anne gibi sormam gerekenleri sordum,” dedi kendinden oldukça eminken.

“Erdem benim erkek arkadaşım değil,”

“Buna kesinlikle inanıyorum,”

“Anne kavga edeceğiz, bence devam etmeyelim,” eli yüzüme dokundu ve yanağımı okşadı. “Seninle kavga etmeyeceğim, benim güzeller güzeli kızım. Bana demiştin ya sen doğduğum günü değil doğurduğun günü kutluyorsun diye… Ben bunu düşündüm. Haklı olabilirsin, öylesine büyük bir sanatçı doğurdum ki ben, onu doğurduğum günü kutlamak benim görevim. Güzeller güzeli kızım, Firuze’m. Sen mutluysan, ben o kahramanın mesleği ne olursa olsun kabul ederim. Yeter ki senin yüzün gülsün, gözlerin yeniden parlasın. Şu ölüm kelimesinden uzaklaş, bir sanatçı doğurmanın bedelini bana bazen ağır ödetiyorsun.”

“Sen hazırlanmayacak mısın?” dedim ucu bucağı gelmeyen cümlelerini yarıda bırakıp.

“Hazırlanacağım,” dedi ve yanağımdan öptü. Öyle ayrıldı yanımdan. Akşam edene kadar defalarca kez arayacak gibi oldum Ecevit’i. Gelme demek için ama elim hiç mi hiç gitmedi. Kendi kendimi yedim, o kapı çalana kadar ve o kapının önünde birleşene kadar kemirgen oldum, ezdim içimi. Bülent’in tüm o kaba saba cümlelerine inat, babam kapının önüne dikti onu da. Öylesine keyifle baktım ki yüzüne bana saldıracak kadar öfkelendi. Kapı çaldı, elinde bir demet nergis vardı. Onu anneme uzattı. Babamla selamlaştı, ilk kez Bülent’le denk geldiklerinde ikisi de bir süre elini uzatmadı. Ta ki Bülent’e kadar. Hızla tokalaşıp geri çekildiler. İnci’ye kendisi uzattı elini. Biz sadece birbirimize baktık, gülümsedik. Sargıda olan koluma baktı sadece biraz.

Masaya yerleşildi, herkes usulca servisin açılmasını bekledi. Babam sofranın başında, bir yanında annem diğer yanında Bülent vardı. Annemin yanında ben, benim karşımda Ecevit ve yanımda İnci vardı. Bülent’in ve Ecevit’in yan yana oluşu bile bana beyin kanaması geçirtebilirdi. Bu cümlede hiçbir abartı yoktu. Masa örtüsünü masanın altında avucumun içine sıkıştırdım ve derin bir nefes aldım. Su içmek istiyordum. Ecevit bana bakarken Bülent ona bakıyordu. Ansızın omzuna dokunduğunda Ecevit’in bir krizin öncesi gibi ufak bir titreme geçti bedenimden. Bir tuvalin orta yerine kanlı bir avuçla tokat attı, tüm tuval kirlendi. Gray’in tablosu gözlerimin önünde belirdi. Kitabı okurken bile böylesine net değildi bu tablo. Kan kimindi? Ecevit’in mi? Ecevit’in olmasındansa benim olmasını yeğlerdim. Bülent’in eline baktım nefretle. Bir kez daha ona zarar verecektik biliyordum.

“Erdem sana şahsi olarak tekrar tekrar teşekkür ederiz, Firuze bizim göz bebeğimiz,” dedi. Alçağın tekiydi. Dün bana elin adamları muamelesi yapıp odayı başıma yıkmak üzereyken böyle konuşmuyordu. Bu dünya üzerinde tanıdığım en haysiyetsiz adamdı.

“Teşekküre hacet yok, insanlık görevimi yaptım,” dedi yalnızca Ecevit ve bir kez koluna baktı. Bülent biraz daha çekmese ben müdahale edecektim. Ecevit’e dokunsun istemiyordum. Bülent elini çekti ama ona bakmayı sürdürdü. “Seni birine benzetiyorum,” dedi ansızın. Tablo kanlı el tarafından tokatlanmaya devam ediyordu. Kalbimin atışları kulaklarımdaydı, bir uçağın içinde gibi kulaklarım basınçla zonkluyordu.


“Kime?” dedi Ecevit sakin bir halde. Tüm sinirleri alınmış gibi davranıyordu.

“Bilmiyorum. Çıkaramıyorum. Eski bir dostumla karşılaştım sanki,” dedi kafasında belirlediği profilden çok daha iyisiyle karşılaştığını düşünüyordu.


“Yanlış,” dedi Ecevit.


“Nasıl yani?”


“Dost unutulmaz, düşman anımsanır. Karıştırıyorsun yüksek ihtimal.”

Bülent duyduklarıyla şaşırdı, o az da olsa varolan samimiyeti ondan hiç zorlanmadan koptu. “Düşman mıydık biz yoksa?”


“Ne alakası var oğlum?”  dedi annem. Oğlunun ne kadar leş biri olduğunu biliyordu, adım kadar emindim ki misafir demez burada gerginlik yaratırdı. “Adam öyle mi söyledi?”

“Bir saniye anne,” dedi Bülent midemi bulandıracak şekilde gülerken. “Dur bakalım belki düşmanızdır. Söylesin adam, tanıdık çünkü bir yerden. Çıkaramıyorum sadece.”


“Bülent,” diye babam bu kez sert bir sesle. “Misafirimizi sıkıştırma, yemeğimizi yiyelim. Daha çok vaktimiz olacak elbet bir ahbaplık varsa çıkar ortaya.”


“Bence de! Hem kimsenin tanıştığını düşünmüyorum ben. Siz Firuze’yle nerede tanışmıştınız?”


Ecevit’le birbirimize baktık. Onun amacını unutmuş olduğumdan değil sadece o an yalan söylemekten başka bir çarem yoktu.


“Sergide.”

“Evvelden.”


Masadaki istisnasız herkes temas ettiği şeyi bıraktı ve Ecevit’e baktı. Basınç arttı, artık çok az duyuyordum.


“Evvelden derken?” dedi babam.


“Firuze Akın’ı tanımasam o sergide işim neydi?” dedi oldukça profesyonel şekilde. Doğru söylüyordu ama tüm cümleleri lastiktendi. Kim nasıl isterse oraya çekiştirirdi ve çekiştirildiği yerde doğruluğu temsil ederdi.


“Yoksa Firuze’nin hayranlarından biri miydin?” dedi annem.


“Kesinlikle öyleydim,” dedi. Öyleydi… Çocukken öyleydi.


“Firuze bana bunu söylememişti. Gerçi benim kızım biraz ketumdur, hiçbir şeyi söylemez. Sanatçıların çoğunda bunun olduğunu düşünürüm ben. Bence paylaştıkları zaman biricikliğini kaybedeceğini düşünürler. Ne olduğundan bağımsız. Firuze’de de bu yoğun bir şekilde var.”


“Sanat sepet mi konuşacağız?” dedi Bülent. Ağzımı açıp tek kelime edemiyordum.

“Tabi herkesin ilgisini çekmez bu konular, siz siyasetçiydiniz değil mi?” dedi. Bu babamın hoşuna gitmeyen ilk şey oldu. Kimse neredeyse yemek yemeye başlamamıştı. Masadaki gerginlik en yoğun banaydı ama herkes için vardı. Umarsızca yemek yiyecek olan İnci bile masadaki yabancıyı izliyordu. Bir huzursuzluk vardı. Herkes farkındaydı ama Bülent yüzünden sanıyorlardı.


“Biz siyasetçi değiliz, siyasetin kendisiyiz,” dedi babam. Ecevit’in sesindeki ince alayı benden önce almıştı.


“O nasıl oluyor?” dedi Ecevit. “Ben siyasetten çok anlamam, marangozum ben.”


“Marangoz musun?” diye sordu annem şaşkınca. Altan ayağına vurdum, yüzündeki ifadeyi değiştirdi. Ecevit’in doğru söylemediğini farkındaydım. Aile içinde bir bakışma geçti. Bu masayı ateşe vermek istiyordum.

“Esnaf adam iyi anlar aslında siyasetten,” diye ilk toparlayan babam oldu.


“Bende çok işlememiş herhalde o, anlamam. Hak, hukuk, siyaset… Bunlar bana işin kitapta yazan hali gibi geliyor,” dedi. Bunları söylerken bir cahil gibi gözükseydi babam ona cevap vermeye bile tenezzül etmezdi ama öyle kurnazdı ki burada herkesin cehalet sayacağı şeyden o nem kaptı.

“Kitapta olmayan hali ne peki?”


“Büyük balık küçük balığı yer,” dedi Ecevit. Bülent’in kahkahasını duydum. “Ha şöyle ya, böyle gel bize. Aptalın tekiyle aynı masayı paylaşıyorum sandım ben de. Şimdi dürüst ol, marangoz musun sen?”


“İnsan marangozu,” dedi ansızın Ecevit. Bu Bülent’e daha büyük bir kahkaha attırdı. Annemin elime dokunduğunu hissettim. Sonra bana dokunduğunu.


“İyi misin?” Cevap vermedim. İyi değildim.

“Elimde zımparayla dolaşırım, taşan insanı törpülerim, eksilen insanı törpülerim. İşim bu benim,” babama baktı ve başını salladı bir kez.

“Uluslararası Ticaret.” dedi ve babam hariç herkese bir nefes aldırdı. “Ama önceki söylediklerimin de arkasındayım,”


“Küçük balık küçük balık mı?” diye sordu babam.


“Ta kendisi,”


“Doğru. Ben de arkasındayım. Aslında geriye kalan her şey toplumu kandırmak, biz büyük balıkların da onlarla aynı okyanusta olduğunu düşündürmek için uydurduğu zırvalıklar. Bilsinler ki, hakları var sansınlar ki okyanusa zarar vermesinler.”


“Küçük balık okyanusa zarar verebilir mi?”


“Ya birlik olurlarsa? Koca okyanusta bir büyük balığa milyonlarca küçük balık düşer sonuçta,”


“Ya da küçük balıklardan biri büyürse? Doğrusunuz,”


Sağlam olan kolumu yasladım masaya, suya uzanacak kuvvetim yoktu. Söyleyecekti, muhabbetin sonunu görebiliyordum. Büyüyen küçük balık Ecevit’in ta kendisiydi.


“Hayır, o dediğin olmaz.”


“Neden?”


“Küçük balık hep küçük kalır. Kaderi değiştiremez,”


“Hayır, o dediğiniz yanlış,”


“Yanlış olan ne evlat?”


“Bir büyük balığın midesinden kurtulmuş küçük balık gün gelir büyür, zamanında beceriksiz olan büyük balığı yok eder,”


Babam güldü. Bu öylesine çirkin bir gülüştü ki cevabında çok acımasız bir şey geleceğini artık öğrenmiştim, biliyordum. “Ah evladım ah! İşte bak tam buradan yanlışsın. Büyük balıkların amacı sanıyorsun ki birbirlerini mi yok etmek? Onların tek amacı küçük balıkları hep küçük bırakmak, hep kendilerine biat ettirmek. Hep büyük kalmak. Küçük balık büyüdüğünde düşman kesilmez, geçtiği tarafı görür ona göre davranır. Bu çark böyle döner.”


Ecevit çatalının arkasını yavaş yavaş masaya vurmaya başladı. Zihninde cam bir bardağa vuruyordu, bardak vurulduğunda Ali Ecevit Tarhan ismi çıkacaktı ağzından.


“Oldu o zaman bırakalım bir balık okyanus muhabbetini de doğrucu Davud olalım. Madem büyük balıklar düşman değiller, madem küçük balıkların biat etmesi için her şey sorarım size Atilla Akın, bu ülke niye bu kadar kan döktü?”

“Baba tamam, kapatın konuyu.” demek istedim ama babam izin vermedi. Çok gaza gelmişti, kendini mecliste savunur gibi savunacaktı herhangi bir gerginlikte. Ecevit’in bakışları bana düştü bir an ama çok durmadı ve babamdan duyabileceği en çirkin cümleyi duydu. Suratındaki acı bana çığlık attıracaktı.

“Hangi büyük balığın evladına zarar geldi, olan küçük balığa olmadı mı? Dökülen kanı kandan saymamız için bizden akması, biten ömrü saymamız için bizden gitmesi lazım. Bana bir tane taraf fark etmez ciğeri yanan bir siyasetçi söyle. Söyleyemezsin. Bizim için zaten kendilerini feda ederler, biz onları yönetiriz karşılığında. Bu iş böyle gider, hep de böyle gidecek.”


Ecevit’in yüzünün nasıl ezildiğini, acının rüzgar gibi yüzünde nasıl estiğini ve bu cümlelerin 10 yaşındaki Ecevit’e nasıl dokunduğunu gördüm. Çenem titremeye başladı, bir panik atağın habercisiydi bu. Parmaklarımı birbirine dolanmasın diye bacaklarıma bastırdım. Kollarım acıyor, dikişlerim sızlıyordu ve ben kalp krizi geçireceğimi sanıyordum.


On yaşındaki Ecevit’in hislerini karşımdaki koca adam bastırdı koca bir kahkaha attı, belki antlar içti. “Sende mi öyle düşünüyorsun Bülent?” diye sordu.


“Çok daha fazlası, çok daha acımasızını.”


“Sağ solu, sol sağı boşu boşuna öldürdü; aslında hepsi bizlere hizmet içindi mi diyorsun?”


“Tam olarak öyle söylüyorum.”


“Temel atılsa senin için sol öldürülür o zaman,”


“Aynen öyle,” dedi kibirle. Bir uyuşturucuyu almıştı yine bünyeye, zevk aldığını sanıyordu öleceğinden haberi yoktu.


“Bu ne yaman çelişki Bülent Akın, söylesene şimdi bana sen sağı kimin için öldürdün zamanında?”


Akın ailesinin evinde bir bomba patladı, kalbim taşikardi geçiriyordu, ölüm masanın altından bacaklarıma sarılmıştı. Nefes alamıyordum, parmaklarım birbirine dolandı, çenemin kilitlendiğini hissettim. Dikişlerimi patlatacak kadar kendimi sıktığımı farkındaydım. Kim ne tepki verdi bilmiyordum, sadece Ecevit’e bakıyordum.


“Kimsin lan sen?”


Telefonuna bir mesaj düştü, “Düşman anımsanır demedim mi sana? Kapının önünde bir hediyem var size, az bekleyin geliyorum hemen.”


Ecevit yerinden kalktığında herkes ayaklandı, babamın “Aylin kızları çıkar, Bülent silahı getir,” dediğini duydum. Ben çığlık atmasam her şey bir bir yerine getirilecekti. Donakaldılar. “O silah çıkarsa kendimi sağ çıkarmam bu evden!” dedim açıkça. Konuşabiliyordum, kriz henüz başlamamıştı. Ecevit dış paketlemesinden tablo ya da çerçeve olduğunu anladığım bir paket getirdi, sivri ucunu yemek masasına vurdu. Bülent’e parmak salladı gülerken.

“Ondan önce de şunu sormalı, solu savunurken sağı vurdun, suçunu küçük bir çocuğa attın, bir de davanı sattın, sağa geçtin. Böylesine haysiyetsiz bir hayatın evveliyatını sikeyim demiyor musun sen?”


“Kimsin lan sen orospu evladı,” masada birkaç şey devrildi Ecevit’in elindeki şeye bakıyordum sadece.


Ben Ali Ecevit Tarhan,” dedi ve masadaki bir bıçağı avucunun içinde bir tur çevirerek aldı. İnci’nin çığlığını duydum. O bıçak kahverengi ambalajı yırttı ve koca bir resim çıktı ortaya. Babamın bir rakı masasında oturduğu bir fotoğraftı, yanında bir adam vardı. Adamı tanımaya fırsat bulamadan, ansızın bahçenin içinden tüm eve arka arkaya polis aracının tepe lambaları ve siren sesleri doluştu. Kapı sesi ardı ardına çalmaya başlarken Ecevit kapıyı işaret etti. Babam ayaklandı kapıya doğru bir robot gibi yürüdü.


Kapılar açıldı ve polis memurunun sesini duyduk. Ecevit birkaç adım geri çekildi “Atilla Akın,” dedi adam. “Terörle mücadele şubeden başkomiser Hasan Aslan, hakkınızda açılmış bir soruşturma dosyası var. Bizimle emniyete kadar geliyorsunuz, ifadenize başvurulacak.”


“Selamın aleyküm,” dedi. Bu adamı tanımıyordum. Ecevit değildi karşımdaki Ali Ecevit Tarhan’dı. Bana baktı ve bir haberi verdi. “Misafirlik bitti Firuze. Ali Ecevit Tarhan geldi, başlıyoruz. Kural bir,” dedi ve bıçağı bir kez masaya vurdu. “Affeden tarafın dava hakkı olmayacak.”

 

 

2 Yorum


Mukaddes Keleş
Mukaddes Keleş
01 Şub

Muhteşem bölümdü😍😍

Beğen

Amine
Amine
10 Oca

Son kısmı anlamadım Dilan ne diyor orada Ecevitimiz

Beğen

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

  • Facebook
  • Twitter
bottom of page